Siz Ne Dersiniz?

69

Siz bir aile sırrı diyeceksiniz; ama öyle değil. Her evde yaşanabilecek bir diyalogdan bahsetmek istiyorum: Birkaç gün önceydi. Sevmek arzusuyla torunuma yöneldim. Kızım o esnada: “Baba, kızma; ama Ebrar, diğer dedesini daha çok seviyor.” dedi. Ben de “Farkındayım.” dedim ve devam ettim: “O, severken kendini bütün benliğiyle bebeğe verebiliyor. Bebek de bunu hissediyor. Onun kafasını meşgul eden fazla bir şey yok. Emekli adam, evinden, eşinden, torunundan başka dünyasını dolduran neyi var ki? Ben ise kafamda çok şey bulunduruyorum. Gerekli veya gereksiz pek çok işin, sorunun hamallığını yapıyorum. Kendi benliğime bile ulaşamıyorum. Dolayısıyla Ebrar’a karşı bütün içtenliğimi veremiyorum. Nasıl yaklaşırsan bebek da sana öyle tepki verir. Duygular karşılıklıdır. Ben, nedense, ilişkilerde resmi, mesafeli kalıyorum.

Eşimin, güzel yemek yaptığını kabul etmek zorundayım. Bir tarihte bana: “Sen yemek yerken hiç tat almıyorsun.” demişti. Doğruydu bu. O, bir süre beni gözlemiş, kafamın başka yerlerde olduğunu fark etmiş, yaptığı nefis yemeklerini övmemem üzerine bu sözü söylemişti.

Bazen dost sohbetlerinde, hal hatır ettikten sonra, birbirimize “Yeter artık, kendine zaman ayır.” tavsiyesinde bulunuyoruz. Herkes, iş yoğunluğundan, kendine zaman ayıramamaktan yakınıyor; ama kimse bulunduğu konumdan ayrılamıyor. Yine bir dostumun, bir gün kendini ziyaretimde “Artık insan olmayı özlüyorum.” dediğini hatırlıyorum.

Bazen düşünüyorum: Kendine dönmek, kendine zaman ayırmak ne demek? Bu soruya cevap bulduğumda ürperiyorum. Kendini emekli etmek, diye bir kavram gelişmiş. Bir kişi kendini nasıl emekli edebilir? Fıtri duygularımızı yaşamak için kendimizi emekli etmek zorunda mıyız? Bunun bir orta yolu yok mudur?

Bizim kültürümüzde emekli olmak, diye bir algılama yoktur. Kişi eli ayağı tuttuğu sürece insanlığa bir şeyler vermek zorundadır. Batı’da endüstrileşme sonucunda oluşan emeklilik kavramı, insanın posasının çıkması, bir işe yaramaması, nihayetinde artık ölümü beklemesi anlamına geliyor. Bu insanlar da ölüm yolculuğuna rahat yol alsınlar diye huzur evlerine gönderiliyor.

Kendimize, insani olan bir yaşam biçimi kurmak zorundayız. Bu yaşam biçiminde ne yaşarken insan olmak özlenmeli ne de huzur evlerinde ölüm beklenmeli. Bu bir kültür, eğitim ve algılama meselesidir. Bizi bizden uzaklaştıran, bizi ifsat eden huylar, anlayışlar okullarda vereceğimiz eğitimlerle, toplum içinde geliştireceğimiz örflerle yok edilmelidir. Kişiye kapasitesinin üzerinde iş yüklenmesi, insanların her şeyin başarıya endeksli olduğuna inandırılması; kişiyi erken yaşta bezdirecek, hayattan soğutacak, ona emekliliğini özletecektir. Az zamanda çok ve büyük işler yapmak tutkusu bizi bizden uzaklaştırıyorsa, o bizim gücümüz değil, esaret zincirimiz olacaktır. Yediğinden tat, sohbetten keyif almamak; erken yaşta bezginlik, yılgınlık hissetmek bunun doğal sonucu olacaktır.

İnsan yapısını, fıtratını çok iyi bilen inancımız, insanoğlunun bu duruma düşmemesi için çok güzel reçeteler önermiştir. Günde beş vakit zorunlu ibadet, gece ibadetleri; kişinin kendisini sorgulama, Yaratan’ıyla sohbet seansıdır. Sıla-ı rahim, diğer adıyla hısım akrabayı ziyaret, büyük sevaplardan, bunu terk etmek ise büyük günahlardandır. Ruh ve beden sağlığımızı korumak, temel sorumluluklarımızdandır. İntihar, büyük günahlar arasındadır.

Zaman geçirmeden, kokusunu alarak bebeğimizi sevebileceğimiz, tadına vararak yemek yiyebileceğimiz, ettiğimiz sohbetten haz alabileceğimiz, insan olmayı özlemeyip insan olarak kalabileceğimiz bir yaşam biçimi kurabilsek diyorum.

Siz ne dersiniz?