11.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1246

Güdümlü Yazarçizer Takımı ve Gerçek Aydınlar

2002 milletvekili seçimlerinde bir milletvekili adayının seçim çalışmaları kapsamında köyler ziyaret ediliyordu.  Burdur’da küçük bir köydeyiz. Milletvekili adayı, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi olaylarına dair bilgiler veren ve o sıralarda yaşanan ekonomik ve siyasi sıkıntıların sebeplerini, sorumlularını anlatan bir konuşma yapıyordu. Köy kahvesinde akşamın ilerleyen saatlerinde gerçekleşen bu konuşmaya 70-80 civarında köylü vatandaşımız katılmıştı.

Herkes konuşmayı dikkatle ve alakayla dinlerken, köylülerden biri elini kaldırarak söz istedi ve kızgın bir ses tonuyla çıkıştı. “Siz bunları bize niye anlatıyorsunuz?

Aday biraz da şaşkınlıkla, “Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu bilmeniz ve oyunuzu kullanırken doğru tercih yapabilmeniz için bilgi vermeye çakışıyorum” diye cevap verdi.

Köylü yine sert bir ses tonuyla devam etti: “Siz bunları anlattınız da ne oldu? Anlattıklarınızı, Türkiye’yi sıkıntıya sokan sebepleri değiştirmek için benim bir şey yapma şansım hiç yok. Dün evime gittiğimde gece yastığa başımı koydum ve rahat bir uyku uyudum. Şimdi sizin bu anlattıklarınızdan sonra bugün nasıl uyuyabileceğim? Bunları anlatmakla iyi ettiğinizi mi sanıyorsun?”

Şu sıralarda halkımızın ve aydınlarımızın bir kısmı tam da bu köylünün ruh hali içinde.

Beyinlerimize bombardıman edilen bilgiler karşısında düşünmek, muhakeme etmek, karar vermek gibi beyin faaliyetleri halkımıza yorucu, yıpratıcı ve faydasız geliyor. Günlük geçim kaygısı, çocukların eğitimi, trafik çilesi, ekonomik sıkıntılar vb insanımızı yeterince yoruyor. Ekonomik ve siyasi sıkıntıların sebebi olarak iyi yönetilmediğimize dair bir kanaati oluşsa bile bunu değiştirmeye gücü yetmeyeceğini düşünerek bu alanlarda düşünmeyi ilgi alanından çıkarıyor.

Bir grup yazarçizer ise, ülkemizin esas meselelerine kafa yormaktansa, bir uzaktan kumanda cihazına bağlanmış robotlar misali belli konuları Türkiye gündemine getiriyor ve bu konular hakkında hazırlanmış fikirleri tekrarlıyorlar. Bu gruptan 50-60 kişi kadarı belli başlı TV ve gazetelerin önemli köşelerini işgal etmiş durumda ve çok sayıda kanaldan aynı görüşler devamlı tekrarlanıyor. Tek doğrunun kendilerinin dediği gibi olduğuna dair bir kanaat oluşturmaya çalışıyorlar.

Bahse konu yazarçizer takımı bazen “AB kulübüne girmek için bu kulübün şartlarını yerine getirmeliyiz”, bazen “hepimiz Ermeniyiz“, bazen “AB hedefi için Kıbrıs’tan fedakârlık etmemiz lazım“, bazen “Ergenekon, ölüm kuyuları, yargısız infazlar” nakaratlarını tekrarlamakta. Ermenilerden özür dileyen, Ermenistan kapısının açılmasını, Rum Ortodoks Kilisesi Patriğinin ekümenikliğinin (evrenselliğinin) tanınması, papaz okulunun açılmasını, Rum gemilerine limanlarımızın açılmasını isteyenler, bankalarımızın/ şirketlerimizin/ limanlarımızın yabancılaşmasını teşvik edenler hep aynı kişiler. Son zamanlarda ise “kollektif haklar, Kürtçe Eğitim, federasyon gibi İmralı’daki terör örgütü liderinin kavramlarını ve taleplerini makul şeylermiş gibi beynimize kazımaya çalışmaktalar.

Necip Fazıl Kısakürek “Gördüm ki, ateşte cımbızda yokmuş. / Fikir çilesinden büyük işkence” mısralarıyla gerçek aydının talip olması gereken “çile“li yolu tarif ediyordu. O aydın ki “bir zehirli kıymık gibi beynimde” dediği fikir sancısını yaşayacaktır. Kendisine çizilen rotada değil, değerlerinin ve kutsallarının yaşaması uğruna üreteceği fikirleri milleti ile paylaşacaktır.

Garip olan ve hayretle izlediğimiz hadise ise, Necip Fazıl’ın manevi çeşmesinden su içerek yetişen bir siyasi ekolün temsilcileri ile bahsettiğimiz uzaktan kumandalı, güdümlü yazarçizer takımının tam bir uyum içerisinde olması.

Necip Fazıl’ın tarifiyle “Büyükdoğu” gençliği, Mehmet Akif’in ifadesiyle “Asım’ın nesli” olmak iddiası içinde yetişen siyasi ekolün temsilcileri ile çoğunluğu eski sosyalist, yeni liberal, bir kısmı da cemaat ve tarikat menşeli yazarçizer ve siyasetçi takımı arasındaki uyum ve eşgüdümün izahı pek kolay değil.

Aynı siyasi ekolün temsilcileri Türkiye’nin tarihinde kırılma noktası oluşturabilecek, tarihi kayıplara yol açabilecek bütün kritik karar süreçlerinde “merak etmeyin, sizi düşünen sizden birileri sizi yönetiyor, ülkemizin varlıklarını, birliğini ve dirliğini koruyoruz, bize güvenin” sözlerini sıkça kullanıyor. Bu sözlere karşı gerçek aydının tavrı ne olmalı?

Gerçek aydın kumaş içine batan toplu iğne gibidir, dikiş iğnesi gibi değil. Toplu iğne gibi başı daima dışarıda kalıp, kumaş içinde kaybolmayan kişidir.

Kumaş bazen bize sunulan bilgi bombardımanı veya propaganda malzemeleridir. Gerçek aydın bu propaganda malzemesi içinde kaybolmaz.

Kumaş bazen bize sunulan menfaatlerdir, iktidar nimetleridir, paradır, mevkidir, şöhrettir. Gerçek aydın bunların içinde kendini kaybetmez.

Gerçek aydın ortak değerlerle, ortak kutsallara saygıyla yetiştiği insanların hata yapmaması veya az hata yapması için, elinden gelen bütün açık yüreklilikle, görüşlerini paylaşır. Onları peşin “güven” duygusuyla değerlendirmez, güvenilir olmaları için eksik ve hatalarını görür ve gösterir.

İktidar sahipleri, kendisinin eksik ve hatalarını söyleyen, eski dostları olan gerçek aydınların söz ve yazılarından genellikle rahatsızlık duyarlar. Övülmek, her yaptığında bir hikmet bulunduğunu duymak daha çok hoşlarına gider. Böylece hata ve yanlışlar çoğalır.

İşte bilhassa bu dönemde gerçek aydınlar sabırla, inatla ve azimle, yapılan her icraatı şüpheyle araştırır, ortak değerler ve kutsalların ışığında değerlendirir ve doğruları söyler, yazar.

Bize düşen de böyle olmaya çalışmaktır.

Etnik Fitneye Açılmak

Türkiye’yi adeta zorla kamplaşmaya iten, insanları birbirine mesafeli hale sokan, sevgi, kardeşlik ve arkadaşlık ilişkilerini zedeleyen son açılım olayları karşısında Ankara’da 70 kuruluş bir basın toplantısı yaptı. Türk Dayanışma Konseyi adı altında toplanan bu kuruluşlar, etnik ayrımcılık yapılmasının, etnik merkezli politikalar uygulanmasının ve birliktelikler yerine farklılıkları ayağa kaldıracak açılım oyunlarının yanlış sonuçlar vereceğini ortaya koydular. Bazı kanallar gerçekten demokrat olamadığı için bu basın toplantısını vermekten çekindiler ve korktular.

Demokratik açılım ve daha sonra da barış ve kardeşlik projesi şekline dönüştürülen Kürt açılımı, toplumda arzulanmayan sonuçlar doğurmaya başladı ve tehlikeli bir yola girdi. Nitekim, Bursa’da oynanan bir futbol maçında seyirciler tepkilerini ortaya koydu. Aslında bu tepki, Diyarbakırspor Kulübü’ne değil; yanlış uygulamalarıyla ülkeyi yangın yerine çeviren bu ve benzeri tepkilerin ortaya çıkmasına sebep olanlaradır. Türkiye’de Türk’e karşı açıkça ırkçılığın yapıldığı, yaptırıldığı ve etnik fitnenin kaynatıldığı bir ortamda; yerinde olsa da, olmasa da bu gibi tepkileri yadırgamak mümkün değildir. Bunlar bölücülüğe ve ayrıştırmaya tepkidir. Diyarbakır ili, malum bazı yönetici ve çevreler dolayısıyla haklı haksız tepkiler çekmektedir.

Bir gece yürüyüşünde İngiliz vatandaşlarının sloganlar atarak gösteride yer almaları nasıl açıklanacaktır? Açılım adına açık saçık siyasi pozlar verilirse; sonuç bundan başka bir şey olmaz. Bu ve benzeri açılımlar vatandaş için söz konusu değildir. Kürtlükle ilgisi olmadan Kürtçülük yapan işbirlikçiler için geçerlidir. Sorun Kürtlerin sorunu olmaktan Osmanlı döneminden beri çıkmış, emperyalizmin Ortadoğu’daki yeni bir malzemesi olmuştur. Sorun Kürtlerin değil; Kürtleri kullananların sorunudur.

Kavramlar bilinmeden kullanıldığı için zihinler iyice karıştırılmaktadır. Ülkeyi yönetenler, zihin karıştırmada en ön safta yer almaktadırlar. Nitekim, birçok konuda devamlı yanlış yaptırılan Sayın Başbakan geçenlerde etnisiteyi doğuştan elde edilen bir özellik olarak ifade etmiştir. Tam tersine, etniklik biyolojik olmaktan çok; kültürel değerlere bağlı (endeksli) bir kavramdır. Etnik kimlik bundan dolayı kültürel kimlikle örtüşür. Etnik grup, bundan dolayı ırki gruptan ayrılır. Ancak, etnisiteyi anlaşılmaz bir şekilde yüceltip toplumları milletleşme sürecinden geriye boy, kabile, aşiret ve etniklik taassubuyla değerlendirmeye çalışanların birlik ve kardeşlik projesinden bahsetmesi de tek kelime ile komiktir. Siyasetçinin çevresinin kalitesi ile ilgili bize bilgiler de verebilir.

Türkiye’de aslında ters bir takım şeyler de olmaktadır. Teorik olarak dini, etnik, dile ve ırka dayalı ayrımcılık ve cemaatçiliği esas kabul etmemesi gereken bazı aşırı sol aydınlarımız, dün sosyalist iken bugün cemaatçiliğe ve etniklik taassubuna daldıklarını görüyoruz. Enternasyonalist, bırakın etnisiteyi milliyetleri reddeden, millet gerçeğini kabul etmeyen, milli menfaat yerine soyut bir sınıf çıkarını ve değişik tonlarda sınıf çatışmasını esas alan bir anlayış kendi kendini sorgulamak durumundadır. Değişik boyutlarıyla etniklik, cemaatçilik, din ve dil merkezli bir tavır alış, emperyalizme alan açmaktır. Zaten bunların çoğu dün de çatışıyor görünmesine rağmen; emperyalizmle kavgalı değildiler. Sınıf çatışması yoluyla emperyalizme alan açıyorlardı. Bugün birçok sosyalist bundan dolayı Amerikancı ve küreselci oluverdi. Solun millileşen tarafı ise; bugün bunun bedelini ödüyor. Sağ kesimde de durum farklı değildir. Milliyetçi olmayan bazı sağ kesimler, teslimiyetçi ve küreselci çizgide Batı tarafından zaman zaman farklı şekilde kullanılmaktadır.

Türkiye’de dün aşırı solda olup bugün küreselciliğe ve teslimiyetçiliğe oynayanların fikir çizgisinde ideolojik yenilginin de izleri vardır. Dün Türkiye ile kavga, ideolojik anlamda sürdürülüyordu. Bugün bu kavga her milli davaya karşı çıkmak ve işbirliği şeklinde yürütülmektedir. Bazıları ve iktidara akıl verenler, ulus devleti demokrasiye engel görüyorlar. Bu anlayışa göre, bütün milli devletler neredeyse demokrasi düşmanı kabul edilecek.“Millet bölünebilir, ülke bölünmez” gibi saçmalıkları, safsataları yumurtlayanlara değer veriliyor.

Milletin egemenliği ile devletler ortaya çıkar. Millet ve egemenliği ortadan kaybolursa; yerine farklı egemenliklere dayalı devletler doğar. Dünyanın birçok ülkesindeki aydınlar, milli devletten hiç de şikâyetçi değiller. Ama bizdeki bazılarına milli devlet, Türklük ve Atatürk fena batıyor. Milli devlete ortak arıyorlar ve egemenliği paylaştırmak istiyorlar. Bunu demokratikleştirme diye de yutturuyorlar.

Türkiye’nin Büyük Çatısı (6)

Önce bir olay karşısında yaklaşımlarımızı ortaya koymalıyız. Bizler sorunlarımızı kutuplaşma temelinde çözmeye çalışıyoruz. Yazar-çizer lider ve başkanlar da bu yöntemi benimsiyor. Aslına baktığınızda da bazı guruplar, siyaset ve bu konularla ilgilenen kurumlar kutuplaşmalar üzerine ayakta kalabiliyor. Televizyon programlarına baktığınızda sms atarak dereceye giren yarışmalarda da eğer yarışmacılar kutuplaşma hafif mağduru oynama ve çatışmaya yönelik bir davranış gösterdiğinde toplum yetenek yerine bu tip olaylar yüzünden o yarışmacıyı destekliyor. Bunu hepimiz biliyoruz.

Burada Ülkenin siyaset kurumlarına, STK’larına, aydınlarına ve diğer cemaatlere düşen görevler var. Türkiye’de kavramlarda içleri boşaltılmış durumda dolayısı ile aynı kelimeler yüklenen anlamlar farklı oluyor ve anlaşmazlıklar çıkabiliyor. Kimlik konusu aslına baktığınızda vatandaşın işi değil. Kimin işi devletin işi, siyasetçinin ve siyaset kurumunun işi, kendini demokratik kurum olarak gösteren STK ve kurumların işi. Başka kimin işi iktidarı elinde bulunduran ve iktidarı eline geçirmek isteyenlerin işi. Başka Sanayi Odaları ,Ticaret Odaları, İşveren Toplulukları ile işçi topluluklarının işi. Ben bu şekilde görüyorum. Ama maalesef bilimsel derinlikli objektif bir yaklaşım da göremiyorum.

Bugün baktığımızda bu mesele bir iktidar mücadelesi haline getirilmek isteniyor. Bu yaklaşım sizce doğru bir yaklaşım mı?

Büyük devletler korkularıyla yaşamaz korkuları işe yüzleşir. 5000 yıllık devlet geleneği olan Türkler neden korksun !! Bir bakıyoruz ki bölünmeden korkuyor, etnisiteden korkuyor, din meselelerinden korkuyor. Bu yaklaşım otomatikman toplumun tüm kesimlerini etkiliyor. Etnisiteyi şimdi Türk -Kürt, dini de Laik – anti laik gibi  bir kutuplaşma üzerine oturtulan bir büyük mesele haline getiriliyor. 12 Eylül öncesi de sol-sağ, Alevi Sünni diye Ülkemiz ciddi bir travma yaşadı hepimiz bunu biliyoruz.

Siz var olanı yok sayabilirmisiniz? Sayamazsınız. Yok olanı da var sayamazsınız. Dolayısı ile baktığınızda ülkemizde iki tür yanlış bir yaklaşım var ve bu yaklaşımlar körükleniyor. Birinci yaklaşım. Kimlikleri yok sayan bir anlayış hakim. İkinci yaklaşım bütün kimliklerle olağan üstü imkanların sunulması gerektiğini söyleyen bir anlayış. Bu iki anlayışla siz bir olmayı birleştirmeyi ve huzuru sağlayabilirmisiniz?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir Osmanlı İmparatorluğu bakiyesidir. Dolayısı ile ülkemizde Osmanlı’da yaşayan tüm topluluk ve inanışlardan oluşan farklılıkların olması gayet doğaldır. Tüm kimlikleri yok saydığınız zaman olmadığını görüyoruz. Tüm kimlikler belirgin hale baskın hale gelsin dediğiniz zamanda olayı zorlaştırıyorsunuz demektir. Bunun da olmadığını görüyorsunuz. Bu tip olaylarla kimlik siyasetin önü açılıyor. Kimlik siyasetinin en büyük açmazlarından biri belli bir gurubu bütünden ayırıyorsunuz. Kimlik siyasetçileri kimlik taleplerinin dışına çıkarak taleplerden bahsediyorlar. Bu talepler masum gibi gözükse de bu talepler aslında bir şeylerin basamağı oluyor.

Etnik kimlik üzerine oturtulan siyaset mikro milliyetçilikleri körüklüyor. Bu da çatışmacı kimlikle oluşturuluyor. Ben Düzce’liyim Düzce’de 16 farklı dil konuşuluyor. Abhazya Gürcüstan arasında savaş varken bir kahvede baktım ki tanıdığım Abazalarla Gürcüler kahvede ayrı ayrı yerlere oturmuşlar birbirlerine husumetle bakıyorlar. Savaşla ilgili haberleri izlerken  bir birlerine ufak atışmalar yapıyorlar. O zaman bu mikro milliyetçiliğin  bir şeylerin karşısına inşa edilen ciddi bir çatışmacı kimlik olgusu olacağını bizzat ben gözlemledim. Bu örnekte olduğu gibi kişiler,  kendilerini varoluşsal olarak ve kimliklerini ön planda tutarak düşünmeye başlıyorlar bu çatışmayı ve bölünmeyi körüklüyor.

Şunu iyi bilmemiz lazım. Salt Türk olarak dünyaya gelmek bir şey ifade etmiyor. Çünkü bunu siz seçmediniz. Önemli olan Türk kavramının içinin iyi doldurulmasıdır. İçi dolu olan bu kavramında sizin tarafınızdan benimsenmesidir. Bu benimseniş aslında bir etnik dünya görüşü haline insanı getirmez. İnsanı insan yapan daha farklı kavramlarla donatılmış bir yapıda olacağından mikro milliyetçiliğin düştüğü tuzaklara düşmeyecek bir Türk olgusuna kavuşturur.

Sizce piyasada dolaşan kültürel kimlik konusundaki anlatılanlar ne kadar doğru. Türklerle Kürtlerin kültürel farklılıkları sizce var mıdır? .. Bence yoktur veya hesaba katılmayacak kadar vardır.  Öyleyse bu ne aldatmacadır. Sizce Neden Kültürel taleplerden bahsedilmektedir. Bizim bilmediğimiz başka kültürleri mi varda talep ediyorlar bilemiyorum.

Bu ve benzeri konulara duygusal yaklaşmayıp, objektif olarak bakıp bilimsel bir tabana oturtmamız gerekir. Ortak paydalarımızın çok olduğu kanaatindeyim. Bunların ortaya çıkartılıp zenginleştirilerek ayrılıkçılara malzeme vermeden esnek ve kabul edilebilir bir projeyle anlayışla olaylara yaklaşmamız gerekir.

Merkezi Sınavlar ve İşlevsiz Elemeler

Türkiye’de merkezi olarak düzenlenen üniversiteye giriş sınavlarının bir zorunluluktan kaynaklandığına dair yaygın bir kanaat vardır. Bu kanaatin temel gerekçesi, üniversite kontenjanlarının sınırlı olması ve üniversite okumak isteyenlerin belirlenen kontenjanlardan çok fazla olmasıdır. Üniversiteler mecburen üniversite okumak isteyen ortaöğretim mezunları arasından en iyilerini, en başarılılarını seçecektir. Bu seçimin en objektif ölçüm aracı ise, üniversiteye giriş sınavıdır. Bundan dolayı sınavın alternatifi yoktur, denilmektedir.

Bu görüşler mevcut yapılanmaya, hiyerarşik eğitim örgütlenmelerine ve eğitim kurumlarının konumuna bakıldığında kısmen de olsa doğrudur. Ancak merkezi olarak düzenlenen bu sınavlar, sadece üniversiteye girme sürecinde yapılmıyor. İlköğretimin ikinci kademesinden itibaren her yıl yapılıyor. Üniversiteye giriş sınavları, bilindiği gibi, bu sınavların en sonuncusudur. Merkezi sınavlar mevcut işlevleriyle eğitim sisteminin en önemli ölçme ve değerlendirme aracı konumuna gelmiştir. Eğitim ortamlarında yapılan ölçme ve değerlendirmenin öğrencilerin statüleri ve pedagojik başarıları üzerindeki etkisi de bu sınavlardan dolayı neredeyse ortadan kalkmış bulunmaktadır.

Merkezi sınavların eğitimin anlamını, işlevini ve içeriğini değiştirdiğini, eğitimi tamamen araçsal bir değere indirgediğini bir önceki yazıda belirtmiştim. Eğitim süreci ile merkezi sınav sürecini biribirinden ayrı düşünmek durumunda kaldığımızı ve bunun ciddi bir sorun olduğu da ortadadır. Çünkü okul eğitiminin amaçlarından sadece bir tanesi, öğrenciyi bir üst eğitime hazırlamaktır. Diğer amaçları bilindiği gibi, beceri, bilgi, ahlak, vatandaşlık, insan hakları, demokratik değerler ve milli birlik ve beraberliğe dair kamusal bilinçlerin edinimini sağlamaktır. Ancak mevcut merkezi sınav sisteminin sonuçlarına baktığımızda, sanki her eğitim kademesi sadece bir sonraki kademeye öğrenci hazırlamaktadır.

Bilindiği gibi, merkezi olarak düzenlenen eleme sınavları, -her ne kadar bu sınavlara seviye belirleme sınavları denirse densin fark etmez- Türk eğitim sisteminin en önemli ölçme ve değerlendirme araçları olmuştur. Sınav sonuçları öğrencilerin hangi sınıflarda okuyacağını etkilemekte, hangi orta öğretim okullarına kayıt yapabileceğini belirlemekte ve hangi yüksek öğretim kurumuna girebileceğini sınırlamaktadır. Üstelik ilköğretim düzeyinde yapılan bu sınavların, mesleki yönlendirme ile de bir ilişkisi yoktur. Sınavlar genel yetenek, bilgi birikimi ve bilgilerin zihinsel bulmaca ve problemlerde kullanılma becerisini ölçmektedir.

Merkezi sınavlar bu görüntüleri ile aslında öğrencileri altıncı sınıftan itibaren, elemeye tabi tutmaktadır. Eleme sonuçlarına göre öğrenciler gruplanmaktadır, hiyerarşik bir düzenin parçası haline gelmektedir. Merkezi sınavlarda alınan puanlara göre yapılan elemeler ve oluşturulan sınıfların eğitimsel değerinin iyice düşünülmesi ve tartışılması gerekir. Çünkü resmi eğitim sürecinde verilen eğitim bu haliyle şekilsel bir kıymete dönüşmüş olmaktadır. Bu da eğitimi kendi bağlamından koparmaktadır. Onu kendine özgü bir değer ve kıymet olmaktan çıkartmaktadır.

Hatırlanacağı gibi, daha önce orta öğretim düzeyinde öğrencilerin merkezi sınav sonuçlarına göre sınıflandırılması ve ayrıştırılması uygulaması Türkiye’de yaygın değildi. Bu ayrıştırma ve eleme, Fen liseleri ve Anadolu liselerinin yaygınlaşmasından sonra bir kural haline geldi. Bazı meslek liseleri ve Askeri liseler öğrencilerini her zaman kendilerine özgü sınavlarla seçerlerdi. Ankara Fen Lisesi ve Maarif Kolejleri’ de kendilerine özgü sınavlar yapardı. Ancak mesleki gereklilikten dolayı yapılan bu özel sınavlar, bütün eğitim sistemini etkileyecek çapta yaygın değildi. Önce anadolu liselerinin özel bir lise türü olarak açılması ve yaygınlaşması, ardından bütün illere fen liselerinin açılması, merkezi sınavları bir zorunluluk haline getirdi. Böylece eğitim sistemi merkezi sınavlara göre işlemeye başladı.

Genel eğitim veren bir okul türünün merkezi sınavla öğrenci seçmesinin anlamı nedir? Mesela askeri liseler, polis kolejleri ve meslek liseleri mesleğin gerektirdiği özellikleri taşıyan öğrencileri seçmek durumundadır. Çünkü mesleki beceriler özel becerilerdir. Bu özel becerilerin varlığını ölçen giriş sınavlarının mantıksal bir anlamı da bilindiği gibi vardır. Ancak fen liselerinin ve anadolu liselerinin hangi mesleklere öğrenci yetiştirdiğine dair somut bir kanıt mevcut değildir. Mevcut uygulamaya göre bu liselerin mezunları şu, ya da bu mesleğin gerektirdiği formasyonla yetişmiyorlar. Onlar merkezi sınavdan sonra, sınav sonucundaki sıralamaya bakarlar, kaçıncı olduklarını göz önünde bulundurarak, sayısal veya sözel puanla öğrenci alan bir bölümü seçerler. Böylece mesleki seçim yapma hakkı, sınav sonucundaki sıralamaya göre belirlenmiş olmaktadır.

Merkezi sınavla öğrenci alan fen ve anadolu liseleri ile genel lise diyebileceğimiz okulların öğretim programı arasında bilindiği gibi fazla ciddi bir fark yoktur. Genel lisenin fen bölümlerinden mezun olan öğrencilerle fen lisesi mezunu öğrencilerin aldıkları dersler içerik bakımından benzerdir. Üniversiteye giriş sınavlarındaki şekli haklar da eşittir. Aynı durum anadolu lisesinde Türkçe-Matematik okuyan öğrencilerle genel lisede Türkçe-Matematik okuyan öğrenciler için de geçerlidir.  Dolayısıyla genel liselerin eğitim programlarını ve öğretim alanlarını fen ve anadolu liseleri ile karşılaştırdığımızda aynı içerikleri aşağı yukarı görebilmekteyiz.

Eğitim programları, amaçları, öğretim alanları ve yönlendirme süreçleri aynı olan bu liselerin farklı olmalarını sağlayan temel faktör, fen ve anadolu liselerinin merkezi sınavlarda en yüksek puanları alan öğrencileri almaları ve buna karşın genel liselerin sözü edilen liselere girme başarısı gösteremeyen öğrencilere eğitim vermeleridir. Bu durumda merkezi sınavlar imtiyazlı özel gruplar, okullar ve sınıflar oluşturmaktan başka bir işe yaramıyorlar.  Mesleki bilgi ve beceri bakımdan işlevsel olmayan bir ayrımcılık, ilköğretim ikinci kademesinden itibaren devreye girmektedir. Üstelik bu ayırımcı politika, sözü edilen okullarda verilen eğitimle desteklenmiyor. Çünkü merkezi sınavlar hem imtiyazlıların hem de imtiyazsızların eğitim ortamlarındaki eğitim programlarını işlevsiz hale getirmektedir.

Öğrencilerin mesleki yönlendirmelerini ve alacakları eğitimleri doğrudan doğruya etkilemeyen ve bilhassa ilköğretim ikinci kademesinden itibaren uygulamaya konan bu merkezi sınavlar; mevcut işlevleri ile pedagojik olmayan bir eğitim ekonomisini beslemekten, öğrencilerin sinirlerini bozmaktan, öğretmenleri ve resmi eğitim programlarını işlevsiz kılmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Bir önceki Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, üniversiteye giriş sınavı gibi, merkezi sınavların öğrencileri katlettiğini itiraf etmişti. Ancak maalesef sözü edilen bu sınavlar O’nun döneminde daha da arttırıldı, yaygınlaştırıldı.

Anadolu ve fen liselerinin kuruluş amaçlarına göre bir eğitim verdikleri tartışılır duruma gelmiştir. Zaten bu okullar mesleki eğitim de vermiyorlar. Çünkü bu okullar, mevcut işleyişleriyle sadece Üniversite sınavlarına öğrenci hazırlamaktadır. Bu durumda yapılması gereken şey; bir an evvel ilköğretim düzeyinde ve orta öğretim kurumlarına geçişte yapılan merkezi sınavları kaldırmak için, gerekli arayışları başlatmaktır.  İlgili okullara adrese dayalı olarak öğrenci almak için gerekli araştırmaların ve planlamaların yapılması gerekmektedir. Böylece en azından erken yaşlarda çocuklarımızı, merkezi sınavların baskısından kurtarmış oluruz.

İkinci olarak ortaöğretim kurumlarının kurumsal kültürlerini, eğitsel işlevlerini etkin ve kalıcı kılmak için gerekli çalışmaları başlatmaktır. Çünkü merkezi sınavlar, okullara ait örgütsel kültürlerin oluşmasını ciddi manada engellemektedir. Hatta örgütsel kimlikleri oturmuş olan birçok lisenin konumu, bu merkezi sınavların yaygınlaşmasından sonra ciddi manada sarsıldı. Osmanlı devletinin son yıllarında kurulan birçok Sultani, cumhuriyet döneminde de başarılarını sürdürmüştü. Benim mezun olduğum Sivas Lisesi böyle bir okuldu. Ancak merkezi sınavların yaygınlaşması ve bu lisenin merkezi sınavla öğrenci alan bir okul olmaması, okulun imajını zamanla ciddi manada etkiledi. Okul yönetimi ve mezunları okullarının imajını korumak amacıyla, okullarını anadolu lisesi statüsüne çıkartmak için müracaatta bulunmak zorunda kalmışlardı. Bu durum klasik manada etkili eğitim yapan birçok okulu etkiledi. Merkezi sınavlar, eskiye ait değerleri ve tanınmış eğitim mekanlarını etkisiz kılmakla kalmıyor. Onların yerine yeni bir eğitim kurumu da yerleştiremiyor. Dershaneciliği ve çarpık bir sınav ekonomisini şişirmeye devam ediyor.

 

Yer misin? Yemez misin?

Tarihin eşek şakasıdır Amerika
Medeniyet meşe odunu
Kültür paçavra don
Yersen demokrasi yemezsen savaş
Eşkıya dünyaya hükümdar oldu
Gerisi tıraş !

Yalanlarını sevdiğimin Süper Güç’ü
Aya çıkmış, yere basmış, bayrak asmış
Sam Amca gençliğinde kasapmış
Yersen özgürlük yemezsen zulüm
Mazlumun ahı ozonu sardı
Bu nasıl film !

Küresel kavalının tüm fareler hamalı
Ses’ten sonra helak sınırı da aşıldı
Nihayet teknolojik tefessühe ulaşıldı
Yersen Cennet yemezsen Cehennem
Zebaniler asker arkadaşın
Tek farkın kıdem .

Kıtalararası balistik şer şampiyonu
Sen varsın diye emekli oldu Şeytan
Senin meşhur şom imparatorluğun
Yerse yedirin yemezse öldürün
Allah erkeninden versin de
Öbür tarafta altıbuçuk milyar kere
Ateşlerde sürün !

Sinema ve Biz

Bizim milli bir sinemamız olabilir mi?

Amerikan sineması, Fransız sineması, Uzakdoğu sineması denince akla gelen, Türk sineması denince niye bize, üç aşağı beş yukarı herkesin üzerinde karar kılacağı bir şeyler söylemekten uzaktır?

Yaşadığımız çağ, görselliğe ayarlanmış  bir çağ. İnsanlar artık okumak, düşünmek, hesaba kitaba vurmak, hayata, zamana dair duyumlarını herhangi bir süzgeçten geçirmeksizin yalnızca kendisine gösterilenle yetinmeyi seçmiş durumda. Üzücü ama böyle maalesef.

Sinema  tam da bu noktada insanlara istediklerini sunabilen yegane eğlence vasıtası konumundadır. Eğlendirirken insanı dönüştürmeye, yeni kalıplara dökmeğe ayarlı bir zamane vasıtasından bahsediyoruz. Ne tuhaftır ki, insanlık son on yıldır, yıldız savaşlarından, metamorfoza uğratılmış yaratıkların maceralarından, büyük felaket senaryolarından beslenen filmlerle gününü gün etmekte ve bunda da bir beis görmemektedir. Sonuçta beyaz perdeye yansıyan sadece kurgudan ibarettir denebilir. Ama sonuçta bir şekilde hayatların içine sızıyor, bilinçaltında kendine muhkem bir yer buluyor. Etkisiyse insan hayatının fazla da riske atılamayacak bir kıymet olduğunu, yöresel kutsallarından arındırılmaya, daha şümullü kutsallara, evrensel korkulara doğru itilmişliği kabul etmeye gelip dayanıyor. İnsanlar konuşmalarında, düşüncelerinde hep bir komplo teorisine yakın buluyorlar kendilerini.

Dünya film sektörü sinema salonlarının dolması için her türlü reklamı tanıtımı aylar önceden dikkatlere sunmayı, pazarını önceden hazırlamayı artık tüm ülkelere, tüm sektörlere öğretmiş bulunmaktadır.

 Bu “işini bilirliği” eleştirmek değil niyetimiz. Bundan bizi ilgilendirecek bir ders varsa şayet, ona ulaşmak muradındayız. Bizim anlı şanlı sinemacılığımızı engelleyen ne? Ekonomik yetersizlik demeden önce bahsettiğimiz sektörün bir sanat dalı olduğunu, sinemanın insanları etkilemeğe başlı başına muktedir bir sanat olduğunu kabul etmemiz lazım. Büyük paralar harcanarak yapılan stüdyolar, hazırlanan sahnelerde öyle bir film karesine şahit oluyor, orada parayla varılamayacak bir merhaleye, insan yüzünün, söz gelimi bir korku sahnesinin öyle bir ayrıntısına rastlıyoruz ki orada ne para ne pul geçerlidir. O sahnede seyirciye büyük bir inandırıcılık, sahicilik devreye girmektedir. Yoksa jöleli saç lüleleriyle bol boyama dudaklarla uzun uzun bakışlarla olacak iş değil. Oyuncunun kalitesini inandırıcılığıyla ölçmeye biz seyirciler de artık alışmalıyız.

Diğer taraftan son zamanlarda nostalji kuşağında tekrar tekrar gösterilen yerli filmlerimizin halâ belli bir ilgiyle seyrediliyor olmasının yararları ve zararlarını da yeniden gözden geçirmenin zamanıdır. Bu filmlerle halkımız kendi öz değerlerini bir daha hatırlamak, bazı kavramların üzerinden bir daha geçmek gibi bir talihi yaşamaktadır. Evet zengin oğlan fakir kız veya fakir oğlan zengin şımarığı kız ikilemini defalarca çekmiş olan Yeşilçam bütün sınırlılığına rağmen bize has insaniyet, hassasiyet örneklerini, vefa duygusunu, sadakat, feragat gibi kavramları uhdesinde barındırmakla bir yerde bu milletin maşeri vicdanı hükmündedir. Tuhaf bir kavramlar müzesi görevini görmektedir bu filmler. Eğer gülüp geçenlerimiz, bu filmlere dudak bükenlerimiz çoğalmış ise bu bir çeşit toplumsal ilerleme değil, birçok sağlam kavramın artık hayatımızdan el çektiğine işarettir. Bir nevi çürümedir. Arada bir bu filmlere göz atmak ve alınan yolları yeniden gözden geçirmek aslında hiç fena değildir. Kendini yenileyememiş sinema sanatımızı uçlarda gezinmek yerine daha sahici, hayatın içinden konularla canlandırmak için yeni yollar aranmalıdır.

Galiba gözden kaçırdığımız bir başka husus da, insan ruhunu yücelten kavramların filmlerde artık efsaneleşememesidir. İnsanoğlu gündelik işleriyle haşır neşirken veya televizyonun karşısında  bir tabak çerezle yan gelip yatarken bile aslında kendi fıtratının gereği büyük duygulara, efsanelere daima açıktır, açtır. Kemal Sunal filmleri evet Türkiye’nin belli bir zaman diliminde insanları güldürmeğe yaramış, ama aynı zamanda da biz neye gülüyoruz ki durgunluğunu da peşinden getirmiş filmlerdir. Türkiye o demleri de geçmiştir. Şimdi zaman başka bir zamandır. Türk insanı kendi varlık gerçeğini yeniden gözden geçirmek, asıl ve asil yerine yeniden oturtmak ihtiyacındadır. Bunu, yeni film denemelerinde görebiliyoruz. Bir arayış sürüp gitmekte.

Birçok film yurt dışından ödüllerle dönmekte ve televizyon kanallarındaki diziler furyası da belli bir doyuma ulaşmış, bu dizilerin devamı meselesi sorgulanır olmuştur. Bundan sonrası yeni bir yapılanmaya gebedir. Bir toparlanmadan söz etmeye çok yakınız artık. Önemli olan husus kamera arkasındaki kişinin yapımcısıyla birlikte aynı yüreğe sahip olması, ama bunun ötesinde gerçekten büyük emeller, yüksek idealler taşımasıdır. Filmin bütün yükü Yönetmen denen kişinin üzerine yükleniyorsa bu, gelecek başarının da en büyük sahibinin yine o yönetmene ait oluşundandır. Filmler genellikle hep yönetmenlerin adlarıyla anılırlar. Türk Sineması büyük yönetmenlerini beklemektedir.

Hadi, yeterince kaliteli, eğitimini almış, insan gerçeğinin çeşitli ifadelendirmelerinde belli bir çizgiyi yakalamış aktörlerimiz, artistlerimiz var diyelim. Onları büyük bir sanat anlayışının potasına dökecek yönetmenlerimizin varlığını da kabul edelim. Ama senaryonun gücünü de unutmayalım. İyi bir senaryo her zaman iyi bir film anlamına gelmez. Fakat sinemanın olmazsa olmazlarından biridir. Ve her iyi film sağlam bir senaryo üzerine inşa edilir.  Babam ve Oğlum filmi senaryo açısından başarılı bir çıkışı yakalamıştı. Oyuncular yeterliydi ve film de gişe yapmıştı. Fakat aynı sinema dikkatini daha sonraki gişeli filmlerde neden göremedik? Çünkü zordur; iyi bir senaryo kotarmak gerçekten zordur. Şöyle hayatı her yönüyle kapsayıcı, insan ruhunu hem asil hem aşağılık yönleriyle ele alacak bir senaryo bulmak zannımız odur ki, film yapımcılarımızın en sıkıntı çektikleri alandır.

Türk sinemasının yüz akı olmuş bazı filmlere son yıllarda rastlanmadı değil fakat yeterli olduğu söylenemez. Büyük bir ülkenin sinemasından bahsediyoruz. Şu kadar yüzyıl Asya’da Avrupa’da, Afrika’da dünya tarihini şekillendirmiş, insan odaklı bir inanç sistemini gelenek haline getirmiş bir milletin sinemasından bahsediyoruz. Ve halâ sesimiz çok cılız. Oysa ki…

Oysa bizim edebiyatımızda insan hayatını, gerçeğini ince ince işleyen, bir ibret levhası gibi içlere işleten fevkalade romanlar mevcutken… Hem de üç beş değil, yüzlercesi göz önünde, kitapçı raflarında dururken.

Misal göstermek gerekirse Safiye Erol romanlarını bu yönden niye kimse düşünmemiştir, hayret! Konuları bu toplumun içinden çıkmış, tipler, karakterler capcanlı, olaylar örgüsü fevkalade işlenmiş bu romanların sinema diline rahatlıkla aktarılabileceği görülecektir. Tabii önce bu romanları okumak, fikir sahibi olmak önümüzde duran en büyük engel.

Niye Safiye Erol diye bir soru da akla gelebilir. Niye Safiye Erol? Çünkü bu ismin bizim tarihimizle, özellikle de Balkan tarihiyle bir ünsiyeti vardır. Safiye Erol romanlarının en önemli vasfı beşerî aşkı bolca anlatırken bunu tarihî kimliği içinden süzülüp gelmiş, zamanın şekillendirdiği ama geçmişinden tamamen kopmamış karakterlere yer vermesidir. Dünle bugünün ince muhasebesi arasında gidip gelen bu karakterler sayesinde aşksa aşkı, tarihse tarihi okuruna doğrudan verebilen ender şahsiyetlerden biridir Safiye Erol.

Onun Ciğerdelen romanı, balkanlarda bir Türk kalesinde geçen ateşli ve mücadele dolu hayatları anlatır. Daha da önemlisi, Safiye Erol Ciğerdelen’de Balkanlardaki tarihimizden bir örnekle yola çıkmış ve oradaki serhatlilerin kimliğinde Türkün hasletlerini, hassasiyetlerini, insanlığını, kültürünü gözler önüne sermiştir.  Bir Er Ryan’ı Kurtarmak, bir Cesur Yürek (Braveheart), bir Ben-Hur senaryosundan daha az etkili olmayacaktır. Kahramanlık ve aşk temasının işlendiği Ciğerdelen dikkatli gözlere sahip yapımcılar, yönetmenler için yüzlerce eserden sadece biridir.

Meseleyi mukadder bir nükteyle sonlandırmak en güzeli. Yeni açılımlar arayan filmcilerimiz Hollywood kaplanlarından daha tez davranıp bu senaryolara el atsalar gerektir. Yoksa isimler, yerler değiştirilip bir güzel film yaparlar ki bize de salonları doldurmak kalır.  

Sigarasız Ekranlarda Alkolün Rahatlığı

Aktörümüz elinde sigarası ile kadeh kaldırıp rakısını içiyor. İçtiği sigarayı küçükler görmesin, özenti duymasın ve kötü örnek olmasın diye karartılıyor. (Sigara ve dudak hizası sansürlenmiş fakat üstten duman yükseliyor; sigara olduğu hiç belli değil! ). Rakı kadehi ise zararlı bir alışkanlık değilmiş mesajı verircesine sansürlenmiyor.

Tek kötü alışkanlık sigaraymış gibi kötülüklerin anası gözden kaçmakta. Unutmamak gerekir ki alkolün insan sağlığına zararı sigaradan çok daha fazla. Sadece fiziksel değil, ruhsal ve manevi zararları da cabası… Ekonomik etkilerini de söyleyelim mi?

Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulunun verdiği bilgilerde ülkemizde içki tüketiminin son üç yılda satış rakamları şöyle;

2006 yılında 880 milyon 971 Bin 67 litre,

2007 yılında 921 milyon 241 bin 826 litre,

2008 yılında ise 1,1 milyar litre.

Kriz ortamında satışlardaki bu artışın ve alkol tüketiminin 12 yaşına kadar inmesini uzmanlar; televizyon programlarına dayandırmakta.

Her akşam televizyon kanallarında çeşit çeşit diziler var, Türk İslam Kültürümüzü yansıtan.!

Yalıda oturacaksınız, lüks arabaya bineceksiniz, içkinizi yudumlayacaksınız… İşte medeniyet.

Sinema filmlerinin görselliğini hiçe sayarak sigara sahnelerinin karartılması, fakat su gibi tüketilen alkole seyirci kalınmasını hayretle izliyorum. Sigara içenlere salgın hastalıklı muamelesi yapılırken, niçin içki konusunda farklı bir yaklaşım var? bunu da anlamış değilim.

İnsanların zararlı maddelerden uzak tutulması ya da imrendirmemek için yapılan çalışmaların daha samimi olması gerekmez mi?

Kontrolsüz Güç

Soğuk savaşın sona ermesi, başlangıçta, çok umutlu gelecek beklentileri yaratmıştı.

Dünyanın iki kutupluluktan kurtulması, küresel bir barış ikliminin yerleşeceği ve gerginlik, silahlanma yarışı gibi olumsuzlukların yarattığı aşırı ve gereksiz maliyetlerden kurtulacağı umutları yeşermişti.

Soğuk savaşın israf yaratan maliyetinden kurtulduğumuz gibi, barışın getirdiği yeni fırsatlarla, insanlığın refah ve huzurunu çok ileri, çok daha adaletli ve insani noktalara ulaştırabileceğimize inanıyorduk.

Özellikle Komünist Diktatörlüklerin çökmesi, hem Sovyet Bloku ülkelerinde, hem de soğuk savaş ikliminden daha yoğun etkilenen bizim gibi az gelişmiş ülkelerde, hem refahın, hem de insan hak ve hürriyetlerinin genişleyip yaygınlaşıp artacağını müjdeliyordu.

Ama öyle olmadı.

2. Dünya savaşının sonlandığı kırklı yılların başından, doksanların başına kadar devam eden elli yıllık soğuk savaş döneminin tamamından onlarca kat fazla can, kan, insan kaybını, tek kutupluluğun 15. yılında yaşadık.

Doğu Bloku’nun yarattığı siyasi ve askeri dengenin ortadan kalkması, ABD ve onunla birlikte yakın ilişki içinde bulunan bir kaç ülkenin, yeryüzünün yegane ve gerçek egemenleri olarak ortaya çıkmalarına yaradı.

Kontrolsüz güç güç değildir.’ diye bir reklam sloganı vardı. Belki  böyle söylemek daha doğru olacaktır.

Sonunda Irak işgal edildi.

Irak Devleti neredeyse yok edildi.

Irak’ın paramparça olması an meselesi.

İşgalin başlamasından günümüze kadar 1 milyonun üzerinde, kimi  kaynaklara göre 1.5 milyon Iraklı Müslüman Arap, Türkmen, Kürt hayatını kaybetti.

Yıkılan ocaklar, eğitimsiz ve umutsuz büyüyen milyonlarca çocuk ve acılar içinde kavrulan on milyonlarca kadın-kan-gözyaşı-ölüm.

Tek kutuplu küresel hegemonyanın, o kontrolsüz gücün dünyaya getirdiği bundan ibarettir.

Post/modern sömürgeciliğin iliğini sömürdüğü dünyada, Müslümanlar sadece mallarını vermekle kurtulamıyor.

Onlardan canları, dinleri, onurları da isteniyor.

Onun içindir ki; Kontrolsüz güç, vahşet demektir.

Komünist Blok yıkıldı ama enkazının altında Dünya Müslümanları kaldılar.

Dünya kapitalizminin Balkanlarda 100 yıl aradan sonra yeniden çıkardıkları yangında, Avrupalı Müslümanlar yandılar.

Başta Boşnaklar, sonra Kosava’lı Arnavutlar ve yurtlarından sürülen Bulgaristan Türkleri…

Yangın Kafkasya’ya sıçradı.

Azeri kardeşlerimizden onbinleri kaybettik.

Afganistan, Rusların zulmünden kurtuldum derken, bu sefer Rus işgaline rahmet okutacak belalara, yıkımlara, yangınlara sürüklendi.

Rusya’nın Müslüman Halkları on beş yıldır direniyor ama can veriyor, kan veriyor.

Pekala Komünist Diktatörlükler yıkıldı diye, yas mı tutmalıyız?

Tabii ki hayır.

Ama hem dünya gözüyle, hem kalp gözlerimizle idrak ettiğimiz bir gerçek var.

Gözü dönmüş kapitalizm, yeryüzünün neresinde olursa olsun, imana – vicdana – insana düşmandır.

Bu kapitalist ideolojinin doğası gereğidir. Çünkü kapitalizm, Sosyal Darvinciliğin iktisadi modelidir ve hakka değil, GÜÇ e inanır.

Güce dayanır.

Güce tapar.

Güçlünün, güçsüz olanı yok etmesini meşru kabul eder. Hatta meşru olmaktan öteye mecbur tutar.

Vahşi küresel kapitalizm, elinde bulundurduğu güce dayanarak dünyayı istediği gibi şekillendirmek istiyor.

Eğer istekleri kadim insanlık değerleri olsaydı, bu, bütün dünya icin bir nimet, hatta bir rahmet olurdu.

Ama O, insani değil, maddi değerlerle ilgileniyor.

PARA-ALTIN-PETROL-HER TÜRDEN ENERJI-UCUZ INSAN EMEĞI istiyor.

Birde canını sıkmayacak, ayak bağı olmayacak, köleliğini şükranla karşılayacak  bir siyaset istiyor.

Aradığını buluyor da.

Taklitçiliğin ve yaranmacılığın pazarında, ruhunu, vicdanını satacak aydınlar, gazeteler, gazeteciler, televizyonlar, sermayedarlar, hatta hatta askerler bulmak bile mümkün olabiliyor.

Nasıl olsa artık tüm dünya, global bir pazar yeri ve bu pazarda her şeyin, herkesin bir fiyatı var diyorlar.

Ne acıdır ki bu on beş yılda Türkiye’nin etrafında ateşten bir çember vardı. Bu çember daraldıkça daraldı.

Ama Türkiye’de maalesef azınlıkta kalmış bir avuç namuslu aydın ve siyasetçiden başka kimse bu tabloyu görmek istemedi.

Çünkü yaklaşmakta olan felaketi öngörmek sorumluluk getiriyordu. Tavır almak gerekirdi.

Ama tavır almak bedel ödemeyi gerektirir. Kimsenin aferin bile demeyeceği bir gayret uğruna ağır bedeller ödemeyi göze alabilecek insanlar maalesef pek azdılar.

Tersini yapanlar, göz yumanlar belki biraz mühlet kazandılar. Taşeronluk yapanlar, ikbal ve iktidar gördüler.

İnandık dedikleri ne varsa, mukaddes diye gördükleri ne varsa, bu ucuz taşeronluk uğruna haraç mezat sattılar.

– Şimdi Türkiye daha mı özgür?

– Hayır.

Özgürlük, sadece Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin mukaddeslerine saldıranlar için var.

Özgürlük, sadece Türkiye’nin bölünmesi konusunda gayret sarf edenler için var.

– Şimdi Türkiye daha mı zengin?

– Hayır.

Devlet, elindeki herşeyi satmış ama borcu daha fazla.

Vatandaş, 20 yıl öncekine göre daha düşük reel ücretle çalışıyor, hayat şartları daha da ağır.

Çalışanlar, sabit ücretli memur ve emekliler, küçük esnaf, orta ölçekli sanayici, hayat gailesinden bunalmış durumda.

Çareyi kendi canına kastetmekte bulanların sayısı, hiç de azımsanmayacak kadar çoğaldı.

Ama GSMH yüksek diyorlar.

Taşeronlaşan bir ekonomide, o GSMH dan aslan payını kimin aldığına bakarsanız, top yekun bir millet fakirleşirken, ENERJI-ILETIŞIM-BANKACİLIK-SİGORTA gibi alanlarda tekel yada kartel durumunda bulunan yabancı sermayenin, asıl semiren olduğunu kolayca görürsünüz.

Yani basit bir ifadeyle yıllık kazancı 5.000 Dolar olan biri ile, yıllık kazancı 5.000.000 Dolar olan birini ortalama olarak aldığınızda GSMH yükselmiş gibi görünse de, fakirleşenin daha çok fakir, zenginleşenin de çok daha fazla zengin olduğunu görmek mümkün.

Bu mudur sanal ekonomik rakamların ardına saklanmış zenginlik?

Bu, zenginlik değil, olsa olsa Soygun Düzeni’nin, toplumu fukaralaştırması ve git gide merhamete, sadakaya, onursuzlaştırmaya alıştırmaya çalışan bir süreçtir sadece.

***

Biz Türkler, tarih sahnesinde, bir DURUŞ’un adı olarak çıktık.

Türklük, tarih öncesi çağlardan beri süregelen bir soyun adı olabilir.

Ama insaniliğin vicdanında Türklük, haktan, adaletten ve bağımsızlıktan canı pahasına da olsa ödün vermeyen bir DURUŞ‘un adıdır.

Onun için Batılılar yüzyıllar boyunca hangi soydan olursa olsun Müslümanlara Türk dediler.

Onun için zenci Türklerimiz var; Arap, Acem, Abhaz, Çerkez, Boşnak, Kürt, Çeçen, Arnavut Türklerimiz var.

Bu duruş, bir duyuşun dünya hayatına izdüşümüdür.

Bu duyuş, bize Efendimiz Hz. Muhammed (SAV) den mirastır.

Onu bize, Dedem Korkut, Hoca Ahmet Yesevi,  Kaşgarlı Mahmut, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram, Yunus Emre, Akşemsettin iletti, öğretti.

O bayrağı, o duruşu, bugüne kadar Oğuz Han taşıdı.

Saltuk Buğra Han, Alpaslan, Ertuğrul, Osman, Orhan, Murat, Mehmet, Fatih, Yavuz, Süleyman, Abdülhamid Han ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk taşıdı.

Şimdi bu bayrak, yeni bir rüzgar ve yeni kahramanlar bekliyor.

Gemiler Akıyor Gözlerimden

“Geçmiş baharların şarkısıyla gel
 Ölümü karşılar eski bir selâm”

Avrupa ne zaman bir İslâm devleti doğurur bilmem ama biz Bediüzzaman‘ın dediği Avrupalı devlete ahlâk ve kültür dâhil tam anlamıyla dönüştük.

Eskiden sağdan baktığımızda dünya hizaya geçerdi. Soldan baktığımızda ise çıt çıkmazdı ve ağzımızdan çıkanlar kanun hükmündeydi.

Şimdi AB‘nin ve ABD‘nin ağzına bakıyoruz ağzımız açık. Reformları Avrupa, ‘Açılım‘ı Amerika buyuruyor; bize de tevilini yapmak düşüyor. Ne demişler; şeyh uçmaz, enformasyon uçurur.

Oysa 571 sene önce bugün Akdeniz‘in ortasında Haç‘la Hilâl‘in mücadelesi vardı. Osmanlı Kapdan-ı Deryası Barbaros Hayreddin, birleşik AB Donanmasının kaptanı Andre Dorya ile kozlarını paylaşıyordu.

Halkımızın anlayacağı dilden maç öncesi ve sonrasına bakarsak;

Techizat Durumu Osmanlı Devleti Avrupa Birliği Oran
Gemi 122 608 1/5
Asker 20.000 60.000 1/3
Top 360 2600 1/8

Yer: Preveze önleri (Adriyatik)

Tarih: 28 Eylül 1538

Süre: 5 saat (300 dk.)

Zayiat Durumu Osmanlı Devleti Avrupa Birliği
Gemi Kaybı 0 128
Asker Kaybı 400 10 binlerce
Esir Gemi 0 27
Esir Asker 0 2775

Sonuç: Akdeniz bir Türk Gölü.

Ya şimdi?

Manavgat‘a, Çoruh‘a sahip çıkamıyor, Kıbrıs‘ı elde tutamıyor, Ermenistan‘a takla atıyor, Barzani‘ye el açıyor ve bunun adına da dış politika diyoruz.

Amerika deyince dizlerinin bağları gevşeyen Müslümanları görse Barbaros Hayreddin Paşa dayanamaz ‘Ya Allah!‘ deyu bir Osmanlı tokadı aşkederdi.

Fark şu: Bir zamanlar düşünen, üreten ve uygulayan bizdik. Doğrudan Kuran’dan alıp ilhamı, asrın idrakinin hudutlarını çizdik. Şimdilerde Osmanlıcılığı bile Sam Amca‘nın direktifiyle benimsiyoruz.

Bekliyoruz ki Amerika Kuzey Irak‘ı Türkiye‘ye bağlasın. Avrupa yol versin de Suriye‘yle birleşelim. Yeniden Osmanlı olacağız ya..

Armut piş, ağzıma düş; sapı yukarda olsun!

 Atatürk’ün deyişiyle; vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleri ile ecnebilerin plânlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.

Sahillerin bizi unuttuğu yerde
Gemiler kalkıyor gözlerimden
Ambarlardan taşıyor telaş
Nihayet başlıyor o yarım savaş
Barbaros bakıyor gözlerimden

Karikatürde Alay Dili

Karikatürlerde insanlarla alay edilir. Kötü niyetli çizerler elinde bu alay kötülüğe hizmet ederken, doğru insanların elinde iyi sonuçlara yol açar. Çünkü bu alayın gayesi insanları küçük düşürmek değildir. Aksine, yanlışların onları düşürdüğü küçüklüğe işaret edip yanlışı gidermektir.

“Alay etmek” dinimizce hoş karşılanmayan bir fiildir. Örneğin zenginin fakirle, şehirlinin köylüyle veya beden kusurlarıyla alay edilmesi gibi başkalarını küçük görmek dinimizce yasaklanmıştır. Çünkü alay etmenin arkasında kendini büyük görme ve kibirlenme vardır. Büyüklenmek ve kibir şeytanın özelliklerindendir. Rabbine itaatkâr, O’nun rızasına önem veren insana yakışmaz. Büyüklük yalnız Allah Tealâ’ya aittir. Yaratılmışlar her şeyleriyle O’na muhtaçtır.

Demek ki kimse gani değildir, kendini büyük görüp başkalarını küçümseyemez. Peki, durum böyleyken karikatürlerdeki başkalarıyla alay etmeyi nereye koymak gerekir?

Evet, karikatürde alay etmek vardır, fakat bu alay etme yukarda bahsedilen fiilden farklıdır. Karikatürcü çizimlerinde mizah unsurunu kullanarak eleştirir. Bu eleştirileri yaparken niyeti kendini büyük görmek veya kibirlenmek değildir. Eleştirdiği kişilerdeki veya olaylardaki zıtlıkları, yanlışları insanlara anlatırken örneklendirmeler yapar ve bu örneklendirmeleri yaparken de vermek istediği mesajın anlaşılması için bazen alay etme metodunu kullanmak zorunda kalır.

Kıskanç put

Konuyu İslâm tarihinden misallerle açıklamaya çalışalım:

Hz. İbrahim a.s’ın olgunluk çağına geldiği dönemdir. Putları yermeye, kötülemeye devam edip halkı hak yola çağırmaktadır. O dönemde Babil halkının kendilerine has bir bayram günü vardır. Halk Nemrut’un başkanlığında büyük bir meydanda toplanır ve eğlenirlerdi. Bu eğlentilerde putlara da çeşitli hediye ve yemekler verilirdi. Yemek ve hediyeler puthaneye bırakıldıktan sonra bütün halk bayram yerinde toplanırdı. O gün bayram yerine gitmeyen bir tek Hz. İbrahim a.s.’dı. Herkesin bayram yerinde toplanmasından sonra puthaneye gidip, elindeki baltayla en büyük olanı hariç, bütün putları kırdı. Sonra baltayı büyük putun boynuna asıp oradan ayrıldı. Bayram merasimi bittikten sonra halk puthaneye dönüp putlarının kırıldığını görünce ağlayıp bağrışmaya başladılar. Bunu yapsa yapsa İbrahim denen genç yapmıştır, dediler.

Bunun üzerine Nemrut, Hz. İbrahim a.s.’ı huzuruna getirtti. Hz. İbrahim, huzuruna girince adet olduğu üzere secde etmeyince Nemrut kızdı, “Niye secde etmiyorsun?” dedi. Hz. İbrahim, “Ben ancak beni yaratana secde ederim!” deyince, Nemrut tartışmaya girip ilâhlık iddia etti. Hz. İbrahim, “Benim Rabbim, yaratan ve öldürendir.” dedi. Bunun üzerine Nemrut, “Ben de diriltir ve öldürürüm!” deyip, zindandan iki kişi getirtti. Birini öldürüp diğerini serbest bıraktı. Hz. İbrahim a.s., “Benim Rabbim güneşi doğudan getirir. Haydi sen de batıdan getir!” deyince Nemrut bir karşılık veremedi.

Sonra Hz. İbrahim’e, “Putlarımızı kim kırdı?” diye sorulunca, balta asılı putu gösterip, “Belki şu büyük put kırmıştır, ona sorun.” dedi. Bunun üzerine kendisine, putların konuşma ve hareket etme güçleri olmadığını bilmiyor musun, denilince: “Öyleyse güçten mahrum, size fayda ve zararları olmayan putlara neden tapıyorsunuz?” dedi.

Hz. İbrahim Aleyhisselam “putları ben kırdım” demedi. İsteseydi diyebilirdi. Fakat yaptıkları işin yanlışlığını anlatmak için bir anlamda karikatürcülerin de başarmaya çalıştığı bir metodu kullandı. Nemrut ve halk bu tarz bir eleştiri ve açıklama karşısında ancak sessiz kalabildiler.

Kılavuzu Menat olan

Cemuh oğlu Amr, Cahiliye döneminde Medine’nin ileri gelenlerinden idi. O zamanın bir adeti olarak onun evinde de put vardı. Ağaçtan yapılmış ve Menat ismi verilmiş bu puttan sabah akşam uğur diler, ona kurban keser, felaketlere karşı ona sığınırdı.

O dönemde İslâm’ın ilk davetçilerinden Mus’ab r.a. da Medine’de tebliğ faaliyetlerinde bulunuyordu. Onun vasıtasıyla Amr’ın hanımı ile oğulları müslüman olmuşlardı.

Hanımı ve çocukları, kendilerinin iman ettiklerinden habersiz olan Amr’ın da iman etmesini istiyorlardı. Bir gün oğlu Muaz babasına Fatiha suresini okuyunca Amr’ın hoşuna gitti. Muaz bunun üzerine babasından iman etmesini istedi. Amr bir süre sustuktan sonra; “Menat’a danışmadıkça bir şey yapamam! O ne derse öyle yapacağım.” dedi. Oğlu: “Babacığım Menat konuşamaz ki, onun ne dili var, ne aklı. O sadece bir ağaç!” deyince, Amr hiddetlendi ve putuna sormadan hiçbir şey yapmayacağını söyledi.

Amr’ın oğulları bu duruma çok üzüldüler. Bir gece, kendileri gibi müslüman olan arkadaşları Muaz b. Cebel’le birlikte babalarının putunu alıp bir lağım çukuruna attılar. Amr sabahleyin putunu göremeyip aramaya başladı. Bir lağım çukuruna yüzüstü atılmış bulunca kızdı, oradan çıkartıp temizledi ve kokular sürdükten sonra yerine koydu. Akşam olunca gençler putu bu sefer başka bir çukura attılar. Amr putu yine bulup temizledi, kokular sürüp yerine koydu.

Bu durum birkaç defa tekrarlanınca Amr, putunun boynuna bir kılıç asıp şöyle dedi:
– Menat! Bunu sana kimin yaptığını bilmiyorum ama eğer sende bir hayır varsa kendini korursun. İşte artık kılıcın da var!
Akşam olunca gençler bu defa putu ölü bir köpeğin boynuna bağlayarak çukura attılar. Sabahleyin Amr putunu bu halde pislik içinde bulunca:
– Sen bir tanrı olsaydın, bu kuyunun ortasında bu köpekle birlikte olmazdın, dedi ve müslüman oldu.

Burada Amr’ın oğullarının niyeti babalarıyla alay etmek, onu komik duruma düşürüp eğlenmek değildir. Bu yöntemle gerçeğin ortaya çıkmasını istemişlerdir. Nihayetinde Amr, putunun ölü bir köpeğe dahi gücü yetmeyen, kendisinin uydurduğu bir şey olduğu gerçeği ile yüzleşince müslüman olmuştur. Çocukları onu aşağılamamış, büyük bir iyilik yapmışlardır.

Lât’ın intikamı

Şu’be oğlu Mugire r.a. Taif’teki Sakif kabilesinden idi. Mekke’nin fethinden sonra kabilesi İslâmiyet ile şereflenince, amcası Urve Taifliler tarafından şehit edilip, kabilesi de zulme uğradı. Sakifliler durumu Rasulullah s.a.v.’e ilettiler. Peygamber Efendimiz, Ebu Süfyan ve Mugire Hazretlerini “Rabbe (Lât)” putunu yıkmak için Taif’e gönderdi.

Taif’e ulaşınca Hazreti Mugire eline bir balta alıp Rabbe putunun üzerine çıktı. Kabilesine mensup olanlar, öldürülür korkusuyla silahlanarak Mugire’nin yakınında duruyorlardı. Müşrik kadınlar toplanmış, saçlarını yolarak feryat ediyorlar, erkeklerinin çarpışmadan Rabbe’yi müslümanlara teslim etmelerine yanıyorlardı. Köleler, çocuklar, erkekler, genç kızlar hepsi gelmişti. Putlarının yıkılacak olması onları endişelendiriyordu.

Hazreti Mugire r.a. elindeki baltayla Lat’a sıkı bir darbe indirdi. Fakat vurur vurmaz titreyerek arkası üzerine yıkıldı. Halk bir çığlık koparıp, “Allah Mugire’yi rahmetinden uzak etsin! Rabbe, onu öldürdü!” diye sevinç ve hayret çığlıkları attı. Diyorlardı ki:

– Ona yaklaşmayı, onu yıkmayı göze alabilecek başka kimse var mı? Vallahi ona güç yetirilemez! Siz Rabbe’nin kendisini savunamayacağını sanıyordunuz! Bakın görün, o kendini nasıl korudu ve savundu!

Bu arada Hazreti Mugire yattığı yerde bir süre kaldıktan sonra kalktı ve halka şöyle seslendi:
– Ey Taifliler! Araplar derler ki, Arap kabileleri içinde en akıllısı Taiflilerdir. Meğer Arap kabileleri içinde sizden daha ahmak bir kabile yokmuş! Yazıklar olsun size, Lât ve Uzza dediğiniz nedir ki? Şu taşlar gibi birer taş! Onlar kendilerine kim tapıyor kim tapmıyor onu bile bilemezler! Yazıklar olsun size, Lât hiç işitir mi? Hiç görür mü? Hiçbir yarar ya da zarar verir mi? Gelin, Allah’ın affına ve lütfuna sığının! Ona ibadet edin!
Sonra yanındakilerle birlikte  Rabbe’yi yıkıp, taşları birer birer yere indirdiler.
Taifliler sarsılmış ve sadece bakakalmışlardı. Hz. Mugire r.a. da böyle bir sonuca ulaşmak istemişti. Yoksa halkı aptal yerine koyup eğlenmek istemedi. Böyle bir oyun oynamadan da putu kırıp oradan ayrılabilirdi. Fakat halkı düşmüş oldukları durumla yüzleştirmek, kalplerindeki putu da yıkmak için böyle bir metoda başvurdu. Gayesi onlara ahmak demek değil, bir ahmaklığın giderilmesi idi.
Hz. Mugire’nin putları kırmak için kullandığı balta ne ise, müslüman bir karikatürcü için de karikatür çizerken kullandığı divit ve tarama ucu da aynıdır. Çünkü karikatürcünün istediği de karikatürlerinde gerçekleri etkileyici ve sarsıcı bir şekilde çizgileriyle izleyenlere aktarmaktır.
Karikatürcünün olaylara bakış açısı yeni bir bakış açısı değildir. Hz. Ömer r.a. “Cahiliyye zamanında helvadan putlar yapar ve tapınırdık, acıktığımız zaman da yerdik.” demiş ve bu hale “çok güldüğünü” ifade etmiştir. Bir bakıma kendisiyle ve kendisi gibi yapanlarla alay etmiştir.

Modern putlar

Dikkat edilirse İslâm tarihinden verdiğimiz örnekler hep putlar üzerinden verildi. Günümüzde Lât, Uzza, Menat isimli putlar yok. Fakat çevremizde öyle sözler duymakta ve davranışlar görmekteyiz ki, dehşete düşmemek elde değil.

“Pop müziği ilâhı”, “futbol tanrısı” gibi sözler veya “Tanrı’dan sonra inan tapılacak kadınsın” gibi şarkı sözlerini bu müslüman milletin insanlarından duyabilmekteyiz. Bilim adamı, siyasetçi veya sanatçı vasıflarıyla halk tarafından önemsenen bazıları haramı helal etmeye çalışmakta, bozuk fikirlerini, türlü şeytanilikleri sinsice insanlara aktarabilmektedirler. Bunun içinde kitle iletişim araçlarını kullanıyorlar.

Böyle bir ortamda hakikatin taraftarı olan herkes gibi müslüman karikatürcüye de çok iş düşüyor. Çünkü modern kültürde karikatür son derece güçlü bir dil ve etkili bir araç.

İnsanlar taştan ağaçtan putlara tapınmayı aştılar belki, ama putlaştırılmış nice arzu ve isteğe, akıma ve fikre tapınılmaya devam ediliyor. Alay etme metodunun kullanıldığı iyi çalışılmış karikatürler de böyle birçok putun yıkılmasına vesile olabilir inşallah.