17.7 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1237

Derdin Derin

Neden böyle bilmiyorum
Her şey kontrolüm dışında
Hep ben mi olacağım üzülen
Yapamaz mıyım bir şey
 
Uğursuzluk mu? Nazar mı?
Neydi? Bu üstümde dolaşan
Kara kara bulutlar mı yoksa!
Sıyrılamaz mıyım ki? Çırpınarak
 
Ama yaşamalıyım umursamadan
Düşünürsem derinden derine
Bu acıyla yaşayamam sonunda
Anlayamaz mıyım ki? Hayatı
 
Ben miyim suçlu burada
Dönüp duran hengamede
Bir ışık olmaz mı gönlüme
Umutlanamaz mıyım ki severek

Tek Çözüm: Siyaset

Uzun dönemdir yazdığım yazılara karşı, kendi görüşlerini yazan, soru soran veya eleştiren kardeşlerimiz oluyor.

Ancak son zamanlarda bunların birleştiği ortak nokta hep aynı olmaya başladı.

Beni sadece durum tespiti yapmakla eleştiriyor ve çözüm yollarını göstermediğimi söylüyorlar.

Bu eleştirilerinde pek haklı değiller ama ben yine de çözüm yollarının kesiştiği en önemli noktayı bir kez daha belirtmeliyim: Siyaset yapmak…

Türkiye ve Türk Milleti; içinde bulunduğu sıkıntılara birdenbire düşmedi. Ülkeyi yöneten siyasi iktidarlar uzun yıllar boyunca kötü icraatlarıyla bizi bu hale getirdi.

Osmanlı – Türk İmparatorluğu yıkılırken de benzer, sosyal – kültürel – ekonomik ve siyasal sorunları yaşıyorduk. Buradan sakın ola ki Türkiye Cumhuriyeti yıkılacak anlamı çıkmasın.

O dönem itibarı ile Türk Milletinin hayrına düşünen siyasetçiler ve siyasi iktidarlar; yaşanan sıkıntıları bir İstiklal Mücadelesi vermek suretiyle yeni bir Türk Devletinin kuruluşu ile taçlandırdı. İyi ki onlar varmış. Ancak o dönemler konuşulurken dikkat edin bu insanlar malum çevrelerce daima yerden yere vurulur. Sanki Türk Milletini ayağa kaldırmak bir suçmuş gibi!

Eğer Mustafa Kemal, asker üniformasını çıkarıp Türk Milletinin başına geçmeseydi ve kurduğu milli ordu ile var olma savaşını yapmasaydı, bunları devrimleri ile de perçinlemeseydi, bu gün Türk Milletinden ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinden söz etmek olanaksız olurdu.

Türk Milletinin, Atatürk’ün ölümü ile derin bir uyku haline sokularak, siyasetten uzak tutulması bu günkü tabloyu ortaya çıkarmıştır.

Siyaset yolu ile iktidar olmayı başaramıyorsanız, ekonomiyi kontrol edemiyorsunuz demektir. Ekonominin kontrolü elinizde değilse sanatı, kültürü, bilimsel gelişmeyi, sosyal olayları etkileyemiyorsunuz sonucu ortaya çıkar. Bunlarda halk üzerinde sosyolojik ve psikolojik değişimlere yol açar. Nitekim bu gün Türkiye’de her türlü yanlışı doğruymuş gibi benimseyen ve davranan büyük insan yığınları yaşamaktadır.

Siyasetin içinde olup iktidarı elinizde tutamazsanız, halkın devletle buluşma alanı olan bürokrasiyi de gaflet ve ihanetin içine terk etmişsiniz demektir.

Türkiye’nin günümüzdeki haline bakınca; Türküm demeyi bir kenara bırakın, Türk Milletine mensubum diyemeyen bir siyasi iktidar, kimin eline geçtiği belli olmayan bir sermaye, etnik kimliği ile övünen bir bürokrasi, yabancı kültür istilası, gayri milli bilim çevreleri, garip sosyal olaylar, Türk’e uzak sanatçı müsveddeleri görüyorsunuz .

Televizyonlarda bir basın toplantısı izliyoruz. Ortada Gürcüyüm diyen bir başbakan, solunda kürdüm diyen bir bakan, sağında arabım diyen bir bakan… Türk’üm diyeni arada bulasın…

Çünkü Türk siyasetin dışında kalmıştır. Dolayısıyla ekonomide, sanatta, kültürde ve bunlarla ilgili bürokraside artık Türk yoktur. Türk olmak bu sebeple geçer akçe değildir.

İktidar böyle de ana muhalefet farklı mı? Kimi söze Kürt Galip’in torunuyum diye başlar, kimi il başkanı babam kürt anam alevi kürt diye devam eder, kimi de Cumhuriyet tarihinde kara bir leke olan “Dersim İsyanı”nı savunur ve kendi genel başkan yardımcısını yerden yere vurur. Oysa Genel Başkan yardımcısı “Dersim İsyanı”nda yaşanan kara gerçekleri bilerek olaya vurgu yapmıştır. Kendisini de bu açıdan tebrik ediyorum. Ama sen misin bunu diyen…

Bu olayda da görülmüştür ki; iktidar partisini yönetenlerle ana muhalefetin içine yuvalanmış olanların benzer olay hakkında fikir beraberliği mevcuttur. Yine Türk Milletine ve Türkiye Cumhuriyetine tepki ve hesaplaşma çabası…

Keşke bu “Dersim İsyanı”nın kara tarafları açıklansa da Türk Milleti bunları bir öğrense.

Türk Siyasetinin; İslamcısı, sosyal demokratı, komünisti, laiki, liberali, muhafazakarı maalesef aynı ortak tabaktan beslenmektedir.

Bu sebeple Türk Siyasetinin geleceğinin kotarılmasının birkaç cengaverin mücadelesine kaldığını söylemek hiç yanlış olmaz.

Küresel güçlerin emrine girerek satılmışlığı tescil edilmiş olan medya da bütün bu işlerin müsebbibi olarak Türkleri göstererek Türk Milletini suçlamaktadır.

Satılmış olan medyanın Türk Milletinin iktidar olması halinde ülkenin bölüneceğini topluma pompalayarak gerçekleri saptırması ve menfaatlerini her şeyin önünde tutar hale gelmiş olan halkımızın aklına korkuyu da koymaya çalışması çok manidardır.

Gördüğünüz gibi, ülkenin içine düştüğü durum ve bundan çıkış yolu; siyasetten ve iktidar olmaktan geçmektedir.

Türk tarihi boyunca, boşluk bıraktığınız an siyasetimizi her zaman ihanet şebekeleri yönetir hale gelmiştir. Bu yıllardır süre gelen bir durumdur, sadece günümüze has bir özellik olarak da görülmemelidir.

Onun için yine vurguluyorum tek çözüm siyasettir.

Siyaset zor ve zahmetli bir iştir. Ancak mutlaka Türk Milletine mensup Türkiye Sevdalılarınca bir milli şuur çerçevesinde hakkıyla yapılmalıdır.

Türk çocukları milli bir iktidarda Türk bürokrasisinin önemli noktalarında görev yapmak üzere yetiştirilmelidir.

Gelecekten endişe duyan, bu günkü tabloda sorumluluğu olduğunu kabul eden herkes; taşın altına elini koymalı ve kolonizatör Türk Dervişlerinin Anadolu’yu ve Balkanları ruhen feth ettikleri gibi davranarak, Türk Milletini selamete çıkarmalıdırlar.

Bu vazifeyi kimse başkasından beklemeden, bulunduğu ortamda kendisi bizzat gereğini yaparak yerine getirmelidir.

Türk Milletini siyaseten iktidar yapmak için, başta ailemiz olmak üzere, okulda, işyerinde, çarşı – pazarda, camide, sokakta, mahallede, kahvede ve aklımıza gelen her ortamda; gönül ve düşünce seferberliği ilan etmeliyiz.

Gelişen olaylar ve psikolojik harekatlar çok iyi takip edilmeli, hepimiz olayları iyi düşünerek ve dikkatle izlemeli, bunlara bakarak iyi analizler yapmalı ve bu suretle Türk toplumunu aydınlatmayı başarmalıyız.

Ancak bu şekilde Türk Milletini içine düştüğü girdaptan kurtarabiliriz.

Yoksa siyaset; Türk Milletini aldatarak ve kandırarak iktidar olmuş olan Türk Milletinin düşmanlarının elinde kalır, bürokrasi onlara benzer, sanatçı diye müsveddeleri önümüze koyar, kültürümüzün adını değiştirir, inancımızı ve imanımızı yanlış yollarda zaafiyete uğratırlar.

Bunların bu gün olmadığını bana kim söyleyebilir?

Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatı ve yaptıkları bizim önümüzü aydınlatan en büyük ışıktır.

Türk Milletinin bağrından çıkacak olan, Türk Milleti ve Türkiye Sevdalısı insanlarımız; fiilen milletin önüne çıkarak siyaset yapacak ve bizlerde onları vatanın her santimetrekaresinde elimizden ne geliyorsa, demokrasi yoluyla bir Kurtuluş Mücadelesi verir gibi katıksız ve şartsız destekleyeceğiz.

Görün bakalım o zaman şapka nasıl düşecek ve kel görünecek…

 

Küheylana Binmek

0

Vicdanın dini yoktur; insan olmak yeterli. Birleşmiş Milletler Genel sekreteri Ban Ki-mun dünyadaki açlığa dikkat çekmek için yirmi dört saat oruç tutacakmış. Dünya Gıda ve Tarım Örgütü Başkanı Jacques Diouf da aynı amaçla oruç tutmuş.

Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre dünya nüfusunun sadece üçte biri yeterince beslenebiliyormuş. Üçte biri yetersiz beslenirken, kalan kısım ise tamamen açmış . Öte yandan her 3,6 saniyede 1 insan açlıktan hayatını kaybediyormuş. Dünyada yedi yüz elli milyon obez (aşırı şişman) varmış. Obezlerin fazlalıkları dünyadaki açların tamamını doyurabilirmiş. Zenginlerin bulunduğu kuzey yarımküre ile yoksulların yaşadığı güney yarımküre arasındaki uçurum gittikçe artıyormuş. Geçtiğimiz yıl, silahlanmaya 1 trilyon dolar harcanmış.

Daha fazla istatistik bilgiler vererek içinizi karartmak niyetinde değilim. Ancak, dünya bir çelişkiler yumağı. Dünyanın bir bölgesinde insanlar açlıktan inim inim inlerken, ölürken öbür yarımküresinde alabildiğine şımarıkça bir hayat sürülüyor. Akan her gözyaşından, ölen her insandan, hepimiz sorumluyuz. Gözlerimizi kapatarak, kulaklarımız tıkayarak bu sorumluluktan kurtulamayız. Dünyada açlar varken tok yatanlar, ne bizdendir, ne insandır.

Vicdan sahibi iki insan çıkmış, insanların dikkatini çekmek için oruç tutmuş. Kutlamak lazım onları. Empati yapmışlar. Açlık nasıl bir şey, demişler. Anlamaya çalışmışlar aç insanları. Onların empatisinin açlarda bir sempati oluşturacağından eminim. Yetmez yapılanlar. Eylem daha ileriye götürülmeli. Her din, vicdan üzerine tesis edilmiştir. Her dinin kanaat önderlerinden yardım istenmeli. Bu amaçla sivil toplum örgütleri kurulmalı, var olanlar desteklenmeli. Siyasiler harekete geçirilmeli. Bizim inancımızda, eylemler toplumsaldır, sorumluluk bireyseldir. Her birey, “Midenizin üçte birini yiyecekle, üçte birini suyla doldurunuz; üçte birini de aç bırakınız.” önerisine sıkıca sarılmalı. İbadet aşkıyla uygulayacağı üçte bir oranını hayatının her eylemine yansıtmalı. Sözgelimi, giyeceklerinin üçte birini kısmalı, zamanının üçte birini yoksula ayırmalı. Kazancının üçte birini karşılık gözetmeksizin vermeli, aktif ömrünün üçte birini insanlık adına kullanmalı. Bu üçte birlik oran yapabileceklerinin asgarisi olmalı. Böylece alan el, sıkıntıdan kurtulacak, veren el de insan olmanın hazzını duyacaktır.

Dünyevi değerler insanileşmedikçe insanlık huzura ermez. İnsanları birbirine tanıtırken ya da överken hep dünyevi değerleri öne çıkarıyoruz. Onun kariyerinden, servetinden, zenginliğinden söz ediyoruz. Kişilerin insanlık adına yaptıkları hizmetleri, bir yetim adına ürettiği güzellikleri görmezden geliyoruz. Birbirimizi dünyaya bağlamada yarış halindeyiz. Dünyevi takva, ilahi takvanın önüne geçiyor. Araçlar amaç haline gelince, dünyadaki varlık amacımız unutuluyor. Bu bağlamda ilahi yardımdan yoksun kalmaya mahkum vicdanların tepkileri de saman alevi gibi parlayıp geçecektir.

İnsanlığa yardım, erdemdir, ilahi emirdir. Maddi kazanç, kişinin yükünü artırır, manevi kazanç yükünü azaltır. Yüklü nice insan, ölümle, o yükü dünyada bıraktı. Diğer yük sahiplerinin birikimleri, onların biniti oldu.

Küheylana (soylu Arap atı) binmek varken hamal olmak akıl işi değil! Bugün insanlık için ne yaptınız?

Ekonomik Sonuçlarda “Dünya Görüşümüz” Önemlidir

Türkiye’de işsizlik oranı 2000 yılına kadar yüzde 7 civarında iken, 2001 krizinden sonra yüzde 10‘un biraz üzerine çıkmış ve nihayet 2008 krizi sonrası yüzde 14 civarına yükselmiş bulunuyor. Konumuz verdiğimiz bu rakamların analizini ve siyasi sebeplerini tartışmak değil. Ekonomik sistemlerin arkasındaki “dünya görüşününekonominin parametrelerini nasıl etkilediğine dikkat çekmek istiyorum.

Türkiye’de zaten var olan kronik işsizlik oranı çok yüksekti. Krizden sonra ulaşılan rakamlar, diğer ülkelerle kıyaslanınca en kötü oranlardan. Bütün bu olumsuz rakamlara rağmen sosyal patlamalar olmaması, toplu yağmalar yaşanmaması, suç oranlarında sıçramalar yerine yavaş artışlar olması, Türkiye’nin kendine has değerleri ve cemiyet yapımızla izah edilebiliyor.

Kanaatkârlık ve harama el uzatmama gibi değerlerimiz hâlâ yaşıyor olmasa; aile içi dayanışma, akrabalar arası yardımlaşma ve hatta mahalle/köy seviyesinde zora düşene destek verme gibi, diğer ülkelerde pek rastlanmayan geleneklerin tesiri olmasa, sokağa çıkmak cesaret isterdi.

Ege Cansen Hürriyet Gazetesindeki köşesinde şu cümleleri yazmış: “Gelişmişlik düzeyi Avrupa düzeyinde bulunan Amerika’da ezelden beri işsizlik oranı AB’den düşüktü. Bunun sebebi ABD’nin “easy hire; easy fire(işe kolay al, işten kolay çıkar) ilkesidir denirdi. Krizle birlikte, Amerikan işverenleri ihtiyaç duymadıkları işçileri işten çıkardılar. Bu yüzden neredeyse bir yıl içinde ABD’nin işsizlik oranı iki katına çıkarak yüzde 10,2 oldu. Diğer yandan, çalışma yasaları esnek olmayan yani emekçilerin kolayca işten çıkarılamadığı Avrupa ülkelerinde işsizlik, milli gelirleri ABD’den daha hızlı düştüğü halde nispeten az arttı. Hatta Amerika’nın altında kaldı.”

ABD’de özel sigortacılığın gelişmesine karşılık, Avrupa’da devletin sosyal güvenlik ve sosyal adalet anlayışının daha köklü değerler olması sebebiyle, iyi çalışan sosyal güvenlik kurumları ve işsizlik sigorta uygulamaları var. Türkiye’de ise işsizlik sigortası alanında ne özel şirketler, ne de devlet kurumları yeterince gelişmediği için, yaşanabilir bir toplum hüviyetinin muhafaza edilebilmesi aile ve akraba dayanışması ile sağlanabiliyor.

Dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip Japonya‘da ise, eylül ayında (temmuz ayında yüzde 5,7 ile rekor kırmış olan) işsizlik oranının yüzde 5,3’e düştüğü açıklandı. İşsiz sayısı geçen yıl Eylül ayına göre yüzde 33,9 oranında artmış.

Hepimizin bildiği gibi Japonya’da bir işe giren işçi büyük ihtimalle o işyerinden emekli olacağını, işveren de uzun yıllar aynı işçiyle çalışacağını bilerek iş sözleşmesi yaparlar. Bu sebeple Japonya’da işveren ve çalışan için işyeri bir aile ortamı gibi kabul edilir. İşçinin çok işyerinde çalışıp ayrılmış olması, sadakatsizlik olarak değerlendirildiği için, pek makbul değildir. Oysa ABD’de çok sayıda işyerinden ayrılmış olan çalışana karşı bakış açısı tam tersidir. Bu kadar işyerinde iş bulabildiğine göre, işgücü piyasasında rekabet gücü olduğu varsayılarak, nitelikli eleman olduğu düşünülür.  

Japon işçileri “işyeri ve görev kutsaldır” anlayışına göre eğitilirler. “Japon işçi sendikaları, üyesi olan işçilerinin çıkarlarıyla Japonya’nın menfaatleri çatıştığında, önceliği Japonya’nın bütününe verirler. Japon iş adamları, Japonya’nın geleceğine yönelik amaçları gösterebilmek için her türlü fedakârlığı gösterebilirler. Hiçbir Batılı veya Türk şirketinin göze alamayacağı kadar uzun süre, dış satımlarındaki kârlarından vazgeçebilirler.”

Bu bünye farklarına rağmen, ekonomik kriz çoğu ülkede az veya çok işsizlik artışına sebep olmuş. Ancak milletlerin dünya görüşüne göre oluşturulan kurum ve kurallar, işsizliğin miktarını ve olumsuz etkilerinin sınırlarını çizmiş.

ABD’de kolay işten atma alışkanlığı işsizlik oranının bir yılda iki katına çıkmasına katkı sağlarken, Japonya ve AB’nin iş piyasasını düzenleyen kurallarının arkasındaki dünya görüşü işsizlik oranının artışına fren etkisi yapmış.

Türkiye’nin sosyal yapısı, kişilerin ve kurumların davranış tarzları da şüphesiz ekonomik kriz karşısında işsizlik oranı, şirketlerimizin rekabet gücü gibi sonuçlara ciddi etkisi olmaktadır.

Türkiye’de hâlâ az da olsa bıçak kemiği kesmeden işçi çıkarmayı düşünmeyen fedakâr iş adamlarımız var. İşsiz kalan yakınlarıyla lokmalarını paylaşan gani gönüllü insanlar da var. Ancak bunların oranı gittikçe azalıyor. Özellikle şehirleşmenin tam yaşandığı yerleşim yerlerinde insanlar kalabalıklar içinde gittikçe yalnız kalıyor. Bu sosyal değişimi görmek ve buna uygun sosyal güvenlik sistemlerini ve ekonomik yapılanmaları gerçekleştirmemiz lazım.

İsmail Hakkı Küpçü adlı bir araştırmacı şu bilgileri veriyor:  “Japonya’da son yirmi yıldır, dış ticaret genelde fazla vermektedir. Japonlar haftada 60 saat çalışmaktadır. Ayrıca II. Dünya Savaşından sonra kanun çıkarılarak, Japonya’da 20 yıl süreyle yıllık izin kullanılmasına izin verilmemiştir. Türkler ise, haftalık çalışma saatlerini gittikçe azaltarak haftada 45 saate indirdiler. Yıllık izinleri, kullandıkları raporlar, tatilleri hep Japonlardan fazladır.”

Japonya’da şirketler, borsadaki rakip şirketlerin hisselerinin %60-70’ini karşılıklı olarak kendilerinde tutarlar. Böylece birbirlerine bağlı kalırlar ve birbirlerini batıramazlar.”

“Japonlar, ithal ürünlere iyi gözle bakmazlar. 1985 yılında ABD Başkanı Reagan ihracatı artırmak için, doların değerini biraz düşürmek istedi. Ama sonuç istediği gibi olmadı. On altı ay içerisinde dolar 250 yen iken, 125 Yen’e geriledi. Bu durumda ekonomistlere göre, Japonların, ABD’den yaptıkları ithalatı hızla artırmaları gerekirdi. Ama böyle olmadı. Hâlbuki aynı durum Türkiye’de olsa, ülke ithal mal akınına uğrardı.”

Dikkat edilirse ABD’de ve Japonya’da sosyal yapı, toplumun dünya görüşü ve ekonominin kurum ve kuralları arasında tam bir uyum söz konusu.

Aslında Türkiye’de de bir uyum var ama pek de müspet manada değil. Türkler ithal mallara çok düşkünler. Krizde bile tercihimiz genellikle ithal ürünlerden yana oldu.

Hükümetimiz de bize benziyor, o da mesela otomotivde piyasayı canlandırmak için yaptığı vergi indirimi uygulamasıyla öncelikle ithal otomotive bu kolaylığı sağladı. (Bu imkândan yararlanan otomotiv ürünlerinin yüzde 70’i ithal idi.) Böylece Japon, Kore, İtalyan veya Alman işçisi fabrikalarının üretimi arttığı için, işine tekrar kavuşma imkânı bulurken, Türkiye’deki üretim artmadığı için, kendi işçimiz işsiz kalmaya devam etti.

Yerli malı haftası” kutlayarak yetişen bir neslin, Türk şirketlerinin neredeyse yerli malı firma kalmamacasına yabancılaşmasına hiç tepki göstermemesi bir dünya görüşü değişimidir. Bu değişimin ekonomik, sosyal sonuçlarının ve maliyetinin olması da kaçınılmaz.

Bünyemize ve değerlerimize uygun bir dünya görüşü oluşturmak, ekonomik açıdan da mutlak ihtiyaç.

Türk Patentli İki Eğitim Projesi: Köy Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okulları

0

(24 Kasım Öğretmenler Günü Dolayısıyla Anma ve Hatırlatma)

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu ilk yıllarda, en büyük hamle şüphesiz ki eğitim alanında yapıldı. Yeni alfabenin kabul edilmesi ve buna göre okur-yazar seferberliğine başlanması başlı başına bir olaydır. Üç ay gibi kısa bir zaman içinde, tüm ülke sathında, çoğunluğu “eğitmen” denilen, sadece okuyan ve yazabilen insanların da görevlendirilmesiyle, toplumda okur-yazar oranı olağanüstü derecede yükseldi.

Cumhuriyet kurulmadan önce Türkiye’de okur-yazar oranı erkeklerde sadece %1, kadınlarda %0.7 (binde yedi)… Bu oranı bilerek okuyalım bu yazıyı lütfen.

Bir taraftan da ekonomik kalkınmanın ne kadar gerekli olduğunu da bilen Gazi Paşa, cumhuriyetin ilk on beş yılında, ki zaten o kadar yaşadı, sanayileşme hızını %19, kalkınma hızını da %10 olarak gerçekleştirdi. Bu hamle dünyada eşi görülmemiş bir sonuçtur. Ülkedeki bu ekonomik kalkınma, sanayileşme ve eğitim alanında olan büyük hamleler, cumhuriyet fikrinin anlaşılmasına ve ulus devlet felsefesinin yaygınlaşmasına etkili oldu. Türk halkı insanca ve özgürce yaşamanın ne olduğun öğrendi.

Ülkemizin eğitim sisteminin kalitesi, çağdaşlığı ve sonuçta yetiştirdiği eğitimli insan gücü, bunların ilerideki muhtemel potansiyeli her gün tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Sorunu özetleyecek olursak; Ülkemizin eğitim sistemi bugün her yönü ile sorgulanabilir duruma gelmiştir.

Gelişen ileri teknoloji ve eğitim araçları sayesinde sadece “okur-yazar” olmak yetmiyor. Çağın gerekleri ve gerekçeleri bizlerden çok daha farklı şeyler ve veriler, birikimler istiyor. Bu bağlamda eğitim sisteminde ve uygulamalarında, özgür düşünme kadar eleştirel düşünme ve farklı bakış açısı oluşturma zorunluluğu vardır.

Bunun temeli eğitim kurumlarında verilmesi gerekiyor. Bunun için fiziksel yapıdan öte iyi yetişmiş, bilgi ile donanımlı “eğitici” ordularına gereksinim vardır. Bunlar öğretmenlerdir.

Deneysel çalışmaya, gözleme ve incelemeye dayalı bilim temelli eğitim programları öğrenciyi ezbercilikten kurtarabilir. Bilim felsefesine dayandırılmış eğitim programları, yeni kuşakları farklı düşünmeye, eleştirel ve sentezleyici olmaya yöneltir. Yeni teknolojik bilgileri alması zorunlu kılar. Bunun için de deneysel çalışmaya, gözlem ve incelemeyi yapmaya yöneltir; eğitimin bir anlamda “öğrenci merkezli” olarak işlenmesi gerekir.

Günümüzdeki eğitim sorunlarına bu kısacık girişle yaklaşımda bulunulduktan sonra, öğretmenler günü dolayısıyla geçmişe ait bazı hatırlatmaları burada sunmak istiyorum.

Bir ulusun hayatında hiç eksilmeyen birçok sorunun temel nedenin “eğitim” konusu olduğu bilinir… Bugün de her sorun karşısında “eğitim eksikliği” konusu gündeme gelir ve tüm sorunların eğitimle çözülebileceğine inanılmaktadır.

İyi bir eğitim, mutlaka iyi eğitilmiş “eğitici” kadrosuyla gerçekleşebilir. Sistemi ve uygulama programları bu kadrolara rehberlik eder. Eğitim kadrosu iyi yetişmiş bir Türkiye’nin, evrensel sermaye ve emperyalizmin muhtemel tehditleri karşısında “bilgi donanımlı” bir nesli yetiştirmesi zorunludur.

İyi eğitim görmenin, iyi eğitim kadrolarıyla mümkün olabileceğini tüm siyasi iradeler, “kurtarıcı” olarak ikide bir sahneye çıkanlar da dâhil, herkes bilir ve söyler; fakat ne hikmetse ısrarla yanlış yapmaya devam ederler.

Birazcık geçmişe gidelim; ilkokul, ortaokul ve lise aşamaları için ayrı ayrı olmak üzere “ideal öğretmen” yetiştiren kurumlar; Köy Enstitüleri, Öğretmen Okulları (6 ve 3 yıllıklar), Eğitim Enstitüleri, Yüksek Öğretmen Okulları ve bu kurumlar arasında dikey ve yatay geçişler yapabilen bir sistem vardı. Bunu bugünün öğretmenlerinin belki de çoğu hatırlamıyor bile.

Peki, böyle bir sistem ve ayrı programların günün şartlarına göre değiştirilerek-geliştirilmesi kimin zararına olurdu?

Kimin menfaatlerine ters olabilirdi?

Her yönüyle bilgi ve görgü yüklü böyle eğitim kurumlarından yetişen başarılı “idealist” insanlar, Cumhuriyet’in temel ilkelerini, çağdaşlaşmanın ilkelerini, ekonomik ve sosyal kalkınma modellerini Anadolu’ya yaymaya devam etmeleri kimleri rahatsız ederdi?

Cumhuriyete bağlı öğretmen yetiştiren tüm kurumların içinden en başarılı, zeki, çalışkan gençlerin seçilip gönderildiği ve en üst düzey eğitimin verildiği Yüksek Öğretmen Okullarıyla (Yüksek Muallim Mektepleri) birlikte öğretmen yetiştiren bu kurumların kapatılması bir planın, stratejinin sonucumuydu?

Konu irdelendikçe benzer soruları çoğaltmak mümkündür. Konuya başka bir boyutta bakıldığında, başka sorgulamalar da yapılabilir. Örneğin; Yüksek Öğretmen Okullarından mezun olan öğretmenler Türkiye’nin gerçeğine uygun “elit öğretmenler” değil miydi?

Anadolu’nun “Yeniden Uyanışı” için bu öğretmenler “kötü” temsilciler miydiler; buradan yetişen öğretmenler, milli uyanışı körükleyecek beyinler miydi?

Köyde-kasabada-kentte farklı modelleri olan “feodalizm”in, “elit” tabakanın, kentli “eşraf”ın, “aristokrat”ların, “beyaz yakalıların”, “papyonluların” karşısına yeni bir kadro mu çıkıyordu?

Azınlıkta olan bu sınıf ve gurup temsilcilerine “hizmet eden” köy çocuklarının okuyup üniversite bitirmeleri onların felaketi mi olurdu?!

Gerçekten söylendiği gibi bu okullar “anarşist”, “milliyetçi” yetiştiriyor muydu?

Evet, tüm bu soruların cevabı var ve olacaktır da…

Bir öğretmenin yaşam hikâyesini çok gerçekçi bir anlatımla yansıtan “Işığı Arayan Genç” isimli anı romanımın bir bölümünde, bu konuyla ilgili bir “hayıflanma”, “vatan için iç acıma” duygularımızı ifade ederken, konuyu irdelemiştik. Özetleyelim; Cumhuriyet tarihinde, eğitim alanında iki büyük proje sahneye konulmuştur; Köy Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okulları projeleri olmak üzere…

Bu projelerin ilki, ülkeyi top yekûn kalkındırma amacına yönelik bir proje idi. Kalkınmayı köyden başlatan bir proje… Çünkü Türk toplumu köylü bir toplumdu. Köy çocuğunu eğitip yine köye eğitimci olarak göndermeyi hedeflemişti…

Bu projenin yürümesi ve sonuç vermesi durumunda rahatsız olacak olanlar kimler olabilirdi? Tabii ki Anadolu’da hiç eksik olmayan “ağalık=feodalite”, yapıyı sürdürmek isteyenlerle “şeyhlik”, “tarikatçılık” ismi altında “din ticareti” yapanlar… Bunun için de bir bahane uydurulmalı ve siyasi iradeye baskı aracı olarak sunulmalıydı… O zaman yapılacak iş çabuk tarafından bahane yaratmak! Bahane kolay ve çabuk bulundu…

Köy Enstitülerin bazılarında okuyan öğrencilerin hem kız hem de erkek karışık olması “bağnazların, dar kafalıların, yobazların, ağaların, emek sömürücülerin” aradıkları bir fırsattı… Bunu çok kolay istismar edebilirlerdi… Ve ettiler de…

Onlara göre bu okullar “tehlikeli” kurumlardı! Bunun için bir bahane öne çıkarılmalıydı, çıkarıldı ve bağnazlıkları bahane edilerek gereken “damga” vuruldu…

Damga: “…Köy Enstitüleri komünist yetiştiriyor…”

Bu yalan yaygınlaştırıldı…

Hem de 1946 yılında bir Amerikalı uzmanın hazırladığı rapora dayandırılarak… Kaldı ki bu uzmanın ülkesinde, köyde-kentteki okullarda kız-erkek ayrımı olmaksızın karma eğitim yapılıyordu… Fakat böyle bir eğitim kurumunun genç Türkiye Cumhuriyetine uygun-layık (!) görmüyordu. Amacı, köy kökenli çocukların okuyup aydınlanmasını engellemek, sonra da, köye gidip emperyalistlerin amacının hilafına, aydınlatma görevinin yapılma potansiyelini temelden ortadan kaldırmak… Basiretsiz aklı-evvel politikacılarımız da, “..Batıda bir örneği olmayan eğitim kurumu neden bizde olsun, başımız dert mi açalım diye kastedici kararlar aldılar. Ülkenin kalkınması, toplumun aydınlanması için gerekli olan Köy Enstitülerini katlettiler, yok ettiler…

(NOT: Evrende sosyal varlık olarak insan, gerektiğinde dost seçer, anne-baba ve kardeş seçemez. Türk milleti “dost” da seçemedi. Bu nedenle Türk milletine “dost” olmak bahanesiyle besledikleri niyetler sonunda bir şekilde yansıyor. Tarih boyunca Türk milletine yönelik menfur emelleri olanlar fırsat buldukça ortaya çıkmış ve faaliyetler yapmışlardır. Tıpkı birinci dünya savaşında bizi sırtımızdan vurdukları gibi… Demokrasi vaadiyle gelen ABD’nin bayraklarını öpmekten hiç tereddüt etmeyenlerin ne hallere düştükleri gibi… Buyurun size “kanlı demokrasi” ya da “kirli savaş” sonuçlarını bırakıp gidiyorlar. Bir millet haysiyetinden ödün vermeye başladığı andan itibaren o işin sonu gelmez… Kafa yapısı bu olan insanların her devirde olduğu gibi bugün de var. “Yabancı bir ülke hâkimiyetinde daha özgür olurduk, dinimizi daha özgür yaşardık…” diyen zihniyetin güçlenerek bugünlerde arz-ı endam etmesi, geçmişten gelen yanlış eğitim kararlarının ürünüdür. Bunu söyleyen “genç” görünümlü “yaşlı beyinleri” suçlamak doğru değildir. Bunu söyleyenler bir düşünceyi değil, bir “şartlanmayı” dile getirmektedirler. İnandıkları kutsal kelamın sıkça tekrarladığı ifade; “düşünenler ve aklını kullananlar için nice ibretler vardır” bile dar beyinlere etki edemiyor. İşte bu zihniyetin önceki sahipleri, sadece Türk milletine has, patenti bize ait olan eğitim projelerini kökünden yok ettiler.)

Emperyalist güçler ve onların yerli ortakları artık amaçlarına ulaşmıştı… Ondan sonrası nasıl olsa gelirdi… Ve öyle de oldu..Bu okulların esas hedefi olan “köylüyü eğiterek kalkındırmak” ideali saptırıldı… Okulların kolu kanadı budanarak, isimleri değiştirilerek işe başlandı… Her ne kadar yine de “köy-kasaba ilkokul öğretmeni” yetiştirmeye devam etseler de esas hedef saptırılmıştı… Her şeye rağmen kurumlar varlıklarını, sınırlı da olsa, devam ettirdiler…

“Öğretmen Okulları” ismiyle daha sınırlı bir eğitimle göreve devam ettiler. Yeni statüleriyle bu okullardan mezun olanlar belli süre köyde çalıştıktan sonra isterlerse ve başarılı olurlarsa ortaokul öğretmeni olmak üzere Eğitim Enstitülerine dikey geçiş yaparlardı… Ve bilgi, kişilik yoğun insanlar yetiştirdiler; bu genç ve idealist kuşak ülkenin gerçeklerine uygun, düzeyli bir eğitimden sonra ortaokullara öğretmen oldular…

Cumhuriyet döneminin ikinci büyük eğitim proje ise tek amacı “öğretmen olmak” olan idealist, çalışkan, öğretmenlik ruhuna uygun gelişmiş, bu mesleği her yerde ve şartta yapmak isteyen, zeki, çalışkan ve başarılı “halk çocuğu” gençlere “üniversite kapılarının açılma” projesidir…

Bu proje, Yüksek Öğretmen Okulları projesidir, bu kurumlarla en ideal noktaya ulaştırılmıştır. Cumhuriyetin o zor yıllarında bilimsel düşünceyi köye kadar götüren Köy Enstitülerine dayalı geliştirilmiş bu yüksek tahsil kurumları, bilim temelli eğitimi öne almıştır. Sadece bu özellikleriyle çok özel bir yere sahiptirler. Eğitim kurumlarımızda bilimsel temelli devrimlerin yarattığı etkiler ve bunların sebep ve sonuçları çağdaş yöntemlerle ne yazık ki öğretilmemektedir. Tarihi misyonunu tamamlamış olsa bile ders alınacak çok yönleri vardır.

Yüksek Öğretmen Okulları projesi ile sadece “elit”ler, “burjuva” mensupları, “beyaz yakalılar”, “papyonluların” çocukları üniversiteyi okumayacaktı, “hizmetkâr” olarak görülen ve öyle kalması istenen köy kökenli-halk çocuğu gençler de üniversiteyi okuyacaklardı..

Endişeleri vardı egemen güçlerin; iyi eğitilmiş bir eğitim kadrosu, ordusu, geldikleri yer ve iyi bildikleri vatan toprağı Anadolu’ya yayılacak ve orta öğretimde, özellikle lise çağındaki gençlerde “uyanış” hareketini gerçekleştireceklerdi…

İşte bundan korktular!

Bilgili, eğitimli, kişilikli, ufku geniş, milli ve manevi değerleri bilen, vatansever, medeniyetçi bir kadro tarafından eğitilen liseli gençler, idealist ve bilgili, sorumlu yetişeceklerdi… Bilgi yüklü meslek mensubu olduklarında, emperyalizme, sömürüye, yobazlığa, karamsarlığa geçit vermeyeceklerdi. Milli ve manevi değerlerin istismarını yapan, bunların sırtında “rant” kazanan, Atatürk’ü kalkan yapıp mevki, ticareti yapanlara meydan kalmayacaktı…

Hâlâ Güneydoğuda ana sorun olan feodalizmi bir “hükmetme”, “idare etme” biçimi olarak görenler ve onların “devletteki uzantıları” bunu asla istemezlerdi…

Bu okulların yetiştirdiği idealist vatansever öğretmenler aracılığıyla milli ülkü öğrenen halk çocukları sayesinde, “nüfuz” ve “din ticareti” yapanlara inanacak “kara cahil” insan sayısı azalacaktı ve onlara bu sahtekârların söylemlerine inanmalarına engel olunacaktı…

Bunu istemediler…

Kimler mi?

Evrensel kimlikli “sömürü düzeni” ve onların “yerli uşakları...”

Türk milletinin kendi değerlerine sahip çıkması söz konusu olduğunda, derhal yerli ve yabancı güç odakları işbirliği yapar ve böyle bir hareketi, projeyi kaynağında kurutur ve önderlerini de saf dışı bırakırlar…

Öğretmen yetiştiren tüm kurumların kapatılması, kökünden kesilen meyve ağacının akıbetini yansıtır. Kesilen meyve ağacının yeni meyve veremeyeceği gerçeğini, hangi bahaneler uydurulursa uydurulsun gizlenebilir mi?

Yüksek Öğretmen Okullarının kapatılma gerekçelerini “…anarşist, milliyetçi yetiştiriyorlar…” diye gerekçe yazan “dikta” kafalılara buyurun somut örnekleme yapalım… Okyanus ötesi emirler gereğince militarist bir yaklaşımla yapılan bu tasarrufların ülkeye ne kadar zarar verdiğini bugün çok daha iyi anlaşılmaktadır…

12 Eylül’den önce anarşinin merkezi olan ODTÜ, İTÜ, Ankara SBF, İstanbul Hukuk Fakültesi neden kapatılmadı da sadece Yüksek Öğretmen Okulları kapatıldı?

Bunun cevabını o günün “dikta” kafalı zatları verebilir mi?

Çünkü ağababaları öyle emir buyurmuşlardı…

Anadolu halk çocuğunun üniversite okuyup üstelik eğitim ordusuna katılması emperyalizmin hiçbir şeklinin işine gelmezdi…

Onun için kökünden kestiler meyve veren ağacı!!!

Yetmedi, Yüksek Öğretmen Okullarına öğrenci kaynaklığı yapan, bu okulları insan kaynağı olarak besleyen Öğretmen Okulları da kapatıldı…

Neden, niçin, sebep neydi?! Bu sorunun cevabını veren var mı?

Eğer “anarşist yetiştiriyor…” gerekçesi geçerli ise, “anarşinin merkezi” durumundaki bazı kurumlara neden hiç dokunulmadı?!

O zaman “… Anarşist-milliyetçi yetiştiriyor…” gerekçesi mi bahane oldu, diye sorgulamalar yapılır… Ki, öyle görünüyor!

Pek iyi “…milliyetçilik…” duygusunu, milli değerleri taşıyan öğretmen kadroları kimin zararınadır?!

İşte işin püf noktası buradadır… Anadolu’nun uyanışını, “milli uyanışı” istemeyen tüm odaklar güç birliği yaptılar ve istediklerine ters ürün veren “meyve ağacını” kökünden kestiler…

Elbette ki bu budamanın bir ürünü de olacaktı… Bunun sonucu olarak bugün milli idealden yoksun, her an cumhuriyetin kuruluş ve milletin kurtuluş felsefesine, “ulusal-milliyetçi” felsefeye aykırı faaliyetler zinciri gelişti. Ulus devlet felsefesi zayıfladı. Emperyalistler ve içteki işbirlikçileri “ulusal-milli-milliyetçi” ne varsa yok etmeye çalışmaktadırlar. Bunun kendiliğinden olduğunu hiç kimse söyleyemez. Bunun temelinde emperyalist güçlerin amaçları vardır.

Dünyaca “Türk Eğitim Modeli” olarak tanınan ve bugün isminden başka eseri kalmayan Köy Enstitüleri-Yüksek Öğretmen Okulları modelinin yok edilmesinde işte bu sebepleri aramak gerekir.

Sonuç olarak, Köy Enstitüleri ve devamında Yüksek Öğretmen Okullarının kapatılma tasarrufu, sebebi “kendinde saklı” olan bir “ocak söndürme” hareketidir…

Öğretmenler günü olarak seçilen 24 Kasım gününün, öğretmenlerin ve öğretmenlik mesleğinin “hüzün” dolu bir günü olmasına sebep olan dar kafalı çapsız idarecileri burada tekrar kınıyorum.

Tanrı mesleği olarak bilinen “öğretmenlik” mesleğine gönül veren, onun çilesini çeken tüm öğretmenleri, öğretmenlik mesleğini ve öğretmeni anlatmak için kürsüye çıkan öğrencinin “öğretmen geçmişin öğreticisi, geleceğin kurucusudur” ifadesinde kendini bulan tüm öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler gününü kutluyorum.

Bana ilk harfi öğreten ilkokul öğretmenim Eşref Çakmak’ı saygıyla, sevgiyle anıyorum

Ahlâki disiplinlerin ekonomik anlayışa katkıları ve zenginleşme(2)

Batının şimdi geldiği durumu anlama açısından Orta cağdaki durumuna bir göz atalım. O dönemde kilise öğretilerine baktığımızda soyluların, tüccarın ve ticaret yapan halkın para ile uğraşması sürekli olarak eleştirilmiş ve aşağılanma olgusu oluşturulmuştur.

O dönemin yaygın görüşü para ile uğraşmak günahlı ve meşru olmayan bir iş olarak algılanıyordu. Bu algıyı oluşturan doneler baktığımızda papazların söylemleri İncil’den “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez; çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever, yahut da birini tutar, ötekini hor görür. Siz Tanrı’ya ve Mammona (Zenginlik İlahi) kulluk edemezsiniz.”(Matta) “ey yoksul olanlar, ne mutlu size, Tanrı’nın egemenliği sizindir!” (Luka)  gibi ifadeleri kullanarak Tüccarın konumunu belirlemiş oluyorlardı.

O bölgede para ile uğraşan tüccarlar Yahudiler, Türkler, tefecilerle aynı kefeye koyularak halk kültürü tiplemelerindeki “kötü adam” tiplemelerinden biriydiler (Burke, Peter; Yeniçağ Başında Avrupa Halk Kültür )

Ortaçağ Avrupası’nın tüccarı (burjuva), toplumla ilişkisi kopuk, Kilise tarafından günahkar sayılan, soylular tarafından da varlığına sadece sağladığı yarar nedeniyle katlanılan ve toplumun bütün kesimleri tarafından hor görülen bir varlıktı.

Katolikler kısaca günlük hayatın ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir gelir olduktan sonra fazla çalışma yerine ibadetle geçirme, kiliseye yardım etme gibi düşünce hakimdi. Gelecekle ilgili maddi anlamda bir gelecek tasavvuru yapılmayacaktı.

Protestanlar ise başarılı bir ticareti, kazancı dini bir faaliyet olarak algılıyor. Protestanlar çok çalışıyorlar. Çalışmayı dinin bir ritüeli olarak algılıyorlar. İşlerini doğruluk, güven ve sadakat temelinde yapmaya gayret ediyorlardı. Mesleklerini adanmışlık ruhu ile özdeşik olarak icra ediyorlardı.

İnançlarından kaynaklanan nefsin arzularına uymayıp, müsrifliği kabul etmeyen anlayışları ile tasarrufa yöneldiler. Tasarruf yoluyla elde ettikleri ciddi birikimleri oldu. Protestan öğretisi biriktirdiklerini ölçüsüz harcamalarına müsaade etmiyordu. Aynı zamanda da biriken bu servetin atıl kalmasına da izin vermiyordu. Sonuçta biriktirdikleri ile yatırım yaptılar. Kendilerini geliştirdiler ve zenginleşmeye başladılar.

Protestan ahlakı, hem azami karın yapılması gerekliliğini hem de bu kardan elde edilen birikimin tekrar üretime yatırılmasını vaaz ediyordu.

Örnek olma açısında İngiliz Protestan vaiz Richard Bakster’in vaazında bir kesite bakalım (Braudel)

“Çok değerli ve kısacık dünya hayatımızın bir tek anını bile boşa harcamamalıyız, tek ödülümüz, Tanrı’nın bize yüklediği görevde elimizden geleni yapmamızda yatar. O’nun bize uygun gördüğü yerde çalışmalıyız. Kimin kurtulacağını ve kimin cehenneme gideceğini Tanrı önceden bilir. Ama, kişinin mesleğindeki başarısı onun seçkinler arasında olduğunun işaretidir. Servet kazanan tacir başarısında, Tanrı’nın onu seçtiğinin kanıtını görür.

Ancak sakın servetini lüks yaşamak için kullanma, zira bu cehenneme götüren yoldur. Zenginliğini halkın faydasına kullan, cemaat için işe yara”.

Avrupa’da gelişmiş zengin hem ekonomik, hem sosyal hadiselerini halletmiş ülkeler baktığımızda onların Protestan olduklarını görebiliriz. Almanya, Hollanda, İngiltere gibi Kuzey ülkeleri. Katolik ülkeler ise; İspanya, İtalya, Yunanistan gibi Avrupa’nın Güney ülkeleri bölgesi ise gelişmişlik açısından bakıldığında, aralarındaki farklar gözükür.

Demem o ki

Son altı ay içerisinde Kocaeli’nde gazetelerde yer alan bazı haberlere göz atalım birlikte isterseniz..
Uzun bir zamandır maddi sıkıntı çeken 4 çocuk babası Mehmet Altun (39), evinde ölü bulundu. Darıca Osmangazi Mahallesi’nde ikamet eden Altun’un av tüfeği ile intihar ettiği belirtildi.

Badana-boyacılık yaparak geçimini sağlayan üç kız bir erkek çocuk babası Mehmet Altun’un ekonomik nedenlerden ötürü bir süredir psikolojik sorunları bulunduğu öğrenildi. Komşuları; “Kendi halinde birisiydi ama son birkaç yıldır ekonomik sıkıntıları vardı. Sürekli parasızlıktan bahsediyordu” dediler.

Kocaeli’nin Körfez İlçesi 95 Evler Mahallesi’nde oturan Gültekin Dizdaroğlu (44), kızını arayarak; “Hakkınızı helal edin, ben sahile iniyorum” dedi. Harikalar Sahili’nde iple ağaca bağlanarak intihar etti.

Kamyonculuk yaptığı öğrenilen Gültekin Dizdaroğlu’nun uzun süredir iş bulamayınca borçlandığı, borçlarını ödeyemeyince yaşamına son verdiği öğrenildi.

Kocaeli’nde 6 aydır işsiz olduğu öğrenilen üç çocuk babası Bekir Kahraman (41) kendini asarak intihar etti. Derince İbni Sina Mahallesi Alaybey Sokak’ta oturan Kahraman, bir türlü iş bulamayınca evinin kirasını ödeyemeyip geçen hafta da evinin elektriği kesilince bunalıma girdiği, çocukları ve eşi uyuduktan sonra banyoda su borusuna bağladığı iple canına kıydı.

Maşukiye’de hediyelik eşya ve şarküteri dükkanı bulunan evli ve iki çocuk babası Alemdar H. (45), bankadan aldığı krediyi kriz nedeniyle geri ödeyemeyince bunalıma girerek işyerinde kendini asarak intihar etti..

Karamürsel’de 2008 yılında başlayan ekonomik krizden etkilenerek borç batağına giren  iki çocuk babası Namık Engindeniz (48), evinde doğal gaz borusuna asılı şekilde bulundu.

Ekonomik krizin de etkisiyle borç batağına sürüklenerek, çıkış yolu bulamayan Derince Denizciler Caddesi üzerindeki Denizciler Büfe’nin sahibi Aytaç Mengüloğlu (34) iş yerinde kendi arkadaşları ile sohbet ederken bulunduğu zor durumdan bahsederek, üzerinde taşıdığı tabancayı çekti, başına dayayıp, ateş etti.

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Koordinasyon Merkezi’nde çaycı olarak çalışan İlhan Meşe (45), ekonomik sıkıntılardan dolayı intihar ederek hayatını kaybetti. Ölümünden kısa bir süre önce kendi el yazısı ile bir mektıp bırakan Meşe, çalıştığı iş yerinde bulunan bayrak ipi ile canına kıydı.

Daha devam edelim mi?

Saim Arslan (41), ekonomik kriz yüzünden bir yıl boyunca iş bulamadı ve evinin kirasını ödeyemediği için bunalıma girip intihar etti.

Alemdar Hança 20 yıldır dükkan sahibiydi. İşlerini büyütmek için aldığı 52 bin liralık krediyi ödeyecek para bulamayıncaintihar etti..

İzmit C Tipi Kapalı Cezaevi’nde infaz memuru olarak çalışan Behçet Karakaş, 15 bin lira olan kredi kartı borcunu ödeyemeyince arkasında eşi ve iki çocuğunu bırakarak intihar etti.

24 yaşındaki Kandıralı Salim Koşdemir işsizlik yüzünden bunalıma girdi ve kafasına dayadığı av tüfeği ile intihar etti.

Sizin içinizi daha fazla karartmak istemiyorum. Biliyorum ki bunları okuduğunuzda içiniz daraldı.

Ama demem o ki;

Kriz teğet geçti.

Borsa coştu.

Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir 10.000 doları çoktan aştı.

Kocaeli’nde tanıdığınız her AKP li, sizlerin de yakinen tanık olduğunuz gibi Karun kadar zengin oldu.

O yukarıda içiniz daralarak isimlerini ve öykülerini okuduklarınız kim mi?

Onlar da ekonomik savaşın zaiyatı olan KELLELER…

Ya biz ne olacağız derseniz, slogan hazır..

Hadi bakalım, “DURMAK YOK, ÖLMEYE DEVAM…”

Ben Üçüncü Dünyada Yaşamak İstiyorum

0

Irak’ta Amerika ile beraber en az bir milyon insanın öldürüldüğü Körfez Harekatı’na öncülük etmemiş olsaydı İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’ın “Kaybettiğimiz günah duygusunu yeniden kazanmadıkça, topluma gerçek kurtuluş yolunu önermiş olmayacağız.” cümlesindeki samimiyetini hiç sorgulamayacaktım. Sözden çıkarılan mesaj ile yapılan eylem arasındaki çelişki, tam bir çağdaş hastalık örneği.

İnsanlar, tutarlılığın yanında “günah duygusu”nu kaybetmiş görünüyorlar. Kaybedilen bu duygu, başka değerlerin yitirilmesi sonucunu doğuruyor. Saygı, güven, emniyet, adalet, sevgi, merhamet, hoşgörü, paylaşma gibi temel değerlerden veya meziyetlerden yoksun bir alemin piyonu olmuşuz, bunun farkında değiliz. Bunun farkına varanlar da çaresizlik içinde. Adını koyalım: Dünyaya medeniyet pompalayan Batı kültürünü oluşturanlar ve yaşamını buna göre tanzim edenler eksen kaymasına uğramış durumdalar. Uzaklaştıkları eksenin adı, İnsanlık.

Batı kültürünü enjekte etmekle kendilerini medeni yaptıklarını iddia eden sömürgecilere, Siyuların reisi Oturan Boğa, muhtemelen, bütün yerlilerin meramını dile getiren şu sözlerle isyan ediyor: “Beyazların uyduğu hangi anlaşmayı bozdu Kızılderili? Hiç. Beyaz adam bizle yaptığı hangi anlaşmaya uydu? Hiç. Ben bir çocukken Siyularındı dünya; güneş onların topraklarında doğar ve batardı; savaşlara on bin kişi gönderirlerdi. O savaşçılar neredeler şimdi? Kim katletti onları? Topraklarımız nerde? Hangi beyaz adam, onun toprağını yahut parasını çaldığımı iddia edebilir? Yine de benim hırsız olduğumu söylüyorlar. Hangi beyaz kadın, ne kadar yalnız olursa olsun, tarafımdan esir alındı yahut onun onuru kırıldı? Yine de benim kötü bir Kızılderili olduğumu söylüyorlar. Hangi beyaz adam beni sarhoş gördü? Kim yanıma aç geldi de doyurulmadı? Kim beni karılarımı döverken ya da çocuklarıma kötü davranırken gördü? Hangi kanunu çiğnedim?” Dünya, tam bir tahterevalli. Tahterevallinin bir ucunda Tony Blaire, diğer ucunda Oturan Boya. Ancak, tahterevalli tek uçlu çalışıyor. Kumanda, Tony Blair’ın elinde.

Bu modellemede sizin yeriniz neresi? Yoksa kendinize üçüncü bir yer mi hedeflediniz? “Hem o, hem öteki olsun” demek mümkün değil, “Ne Tony Blair ne Oturan Boğa” diyebilirsiniz.

Blair, kendini dünyanın en asil milleti gören İngiliz kültürü ile yetişti. Aynı zamanda sosyal demokrat siyasetin öncüsü. Evrenselci, hümanist bir anlayışa sahip; ancak “günah” inancından yoksun. Konforlu bir dünyada yaşıyor, ultra lüks imkanlara sahip; fakat günahsız insanların öldürülmesinde tüyü kıpırdamıyor. Arkasından, her nasılsa, günah çıkartan “Kaybettiğimiz günah işleme duygusunu yeniden kazanmalıyız.” diyor. Oturan Boğa, sanki bizden biri, daha insancıl. Onun teknolojisi, füzeleri, nükleer bombaları, konforlu bir hayatı yok; günlük yaşıyor, topraktan yetiştirdikleriyle, ormandan kestikleriyle besleniyor. O, fıtratını kaybetmemiş, toprağa daha yakın. Onun, sözde medeniyetin temsilcisi beyaz adamı tanıyıncaya kadar kimseyle sorunu olmamış. Sarhoşluğu, çocuklara ve kadına kötü davranmayı beyaz adamda görmüş. Aç kalanlara yardım etmiş, kimsenin toprağına göz dikmemiş. Beyaz adamla yapmak zorunda kaldığı anlaşmalara uymuş; ancak beyaz adam kendi anlaşmalarına uymamış. Bu ahlaksızlığı da Oturan Boğa, beyaz adamdan öğrenmiş. Bütün bunlara rağmen, beyaz adamın mülkiyet hırsının önüne dikildiği için Kızılderili diye aşağılanmış.

Yaşanılan hayattaki büyük uçurum, sözlerdeki yaman tutarsızlık; günümüz insanını mutsuz ediyor. Yeni bir dünya kurmak gerek. Ne Blair’in dünyasındaki kadar insanlığımızdan uzaklaşalım ne de Oturan Boğa’nın dünyasındaki kadar yoksul yaşayalım. İnsan kalalım, insanca yaşayalım. Her gelişim, insan merkezli, insana hizmet anlayışlı olmalı. Kazanma hırsı ve tahakküm anlayışı bizi insani değerlerimizden uzaklaştırıyor. Öze dönmek gerek. Yaratan, toprağın gen kodlarıyla, insanınkilerini aynı kılmış. Bunu keşfedip buna göre bir yaşam kurmak yeterli.

Ben bu üçüncü dünyada yaşamak istiyorum. Herkes yerini seçsin!

Etnik Mayın Döşemek

Milli Mücadeleyi yürüten, milli bağımsızlığı gerçekleştiren ve Türk Milletinin iradesini temsil eden dünün gazi TBMM’ni düşündükçe; bugünkü Meclisle çok önemli farklar ortaya çıkıyor. O gazi Mecliste vekiller basit bir etnik ayrıma ve tasnife ülkeyi yönetenlerce tabi tutulmuyorlardı. Etnik taassub ve fitne,  o zor şartlar altında bile yükselemiyordu. Meclisin bugünkü haline baktıkça; ülkenin kuruluş harcına emeğini koyanlar, şehit ve gaziler adına üzüntü duymamak mümkün değildir.

Etnik taassubu ve farklılıkları öne çıkaran, birliktelikleri yok sayan ırkçılık ve ötekileştirme bizzat yönetenler tarafından ülke gündemine sokulmaya çalışılmaktadır. Açılım yutturmacasıyla Türkiye federal bir yapıya zorlanmakta, milli kimlik dışlanarak adeta egemenliğin paylaştırılması ilânları verilmektedir.

Bazı yönetenlerimizin beynine etnik hastalık girmiştir. Kendi bünyelerindeki bu rahatsızlık; çok şükür ki Türk Milletinde yoktur. Halkımız birbirine hoşgörülü, ağırbaşlı, fevri hareketlerden uzak ve bazı siyasetçilerden çok daha şuurlu ve samimidirler. Türkiye’ye yönelen etnik taarruzda bazı siyasetçiler halktaki olgunluğun gerisinde kalmışlardır. Buna rağmen; tahrik ve ayrıştırma hastalığı sürmektedir.

Milli Mücadelede Ankara yakınlarına çekilmeye mecbur bırakılan milli güçlerimiz karşısında; Meclisin Ankara’dan Kayseri’ye taşınması ileri sürülür. Düşman top sesleri Ankara’dan duyulur. Dersim milletvekili Diyap Ağa diğer vekiller gibi buna karşı çıkar. Söyledikleri düşündürücüdür: “Biz buraya savaşmaya ve ölmeye mi, yoksa burayı bırakıp kaçmaya mı geldik?” Bu rahmetle anacağımız milletvekili şimdikiler gibi etnik yobaz ve dışarıdan mamalanan bir işbirlikçi hiç olmamıştı. O, işgalci emperyalizmi iyi tanımıştı. Bugün çoğu Kürt olmayıp Kürtçülüğe sarılan malum partinin ırkçı vekillerinden çok farklıydı. O ve diğerleri Türk ve Kürt ayrımını reddediyorlardı.

Bugünküler ve ülkeyi yönetenler ise; Türkçe yer adlarını değiştirmekle uğraşıyorlar. Sadece farklılıkları öne çıkarıyorlar. Yer adlarının egemenlik haklarıyla ilgili olduğunu fark edemeyecek bir duruma düşürülmüşlerdir. Yarın Anayasa üzerinde oynayacaklardır. 2000 yılında Kosova’ya yaptığımız ziyaret sırasında Sırp yenilgisi karşısında Arnavutların çok kısa bir sürede yer adlarını nasıl değiştirmiş olduklarına şahit olmuştum.

Şimdi Dersim ismi kullanılarak CHP’nin içi karıştırılmak, birilerinin önü açılmak ve bir yerlere varılmak isteniyor. Dün dış tahriklerle ortaya çıkan “Cumhuriyeti kuranlar dini kaldıracak” şeklinde İngiliz oyunlarına âlet olan aşiretlerin iyi niyetli uyarılara rağmen; isyanları neye yaramıştır? Bu isyanın bastırılmasında belki üzücü sonuçlar da ortaya çıkmıştır. Ama emperyalizme âlet olanlara ne demeli? Dersim’de isyan edenler mazlum da, isyanı dün bastıranlar bugün suçlu mu? 1935 Tunceli Raporu ve diğer belgeler konuya sadece asayiş ve güvenlik açısından bakmıyordu. Sosyal ve ekonomik gelişmeyi de hedefliyordu.

Bugün Habur‘da pişmanlık duymayan 34 terör örgütü üyesini törenle karşılayan, kaymakamlarınca hoş geldin denilen ve onları hoşgörüyle portatif mahkemelere çıkarıp salıveren zihniyet ne ise; dün de İngiliz emperyalizmine teslim olan anlayış odur.

Ülkeyi yönetenler bize yabancı olan etnik gözlükle toplumu bölmekten uzaklaşmalıdırlar. İnsanlar birbirine ötekileştirilmemelidir. Bu etnik tutkudan ve hastalıktan uzaklaşalım. Önce kendimiz demokrat olalım. Etnik merkezli bir taassub ve politika Dünyanın hiçbir yerinde demokrasinin standardını yükseltmek anlamına gelmemiştir. Milli kimliğin ve hâkim kültürün dışlandığı hiçbir ülkede farklılıklar zenginlik yaratmamıştır. Etnikliği ve farklılaşmayı öne çıkaran ülkeler bölünme alarmları veriyorlar. Ülkeye etnik mayınlar döşemeyiniz.

Milliyet ve milli kimlik ile etniklik rakip de değildir ve çatıştırılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının dışarıdaki kimliği, Türk Başbakanıdır. Herhalde Türkiyeli Başbakan veya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Başbakanı değil. 2004 yılında Başbakanlıkta iktidarın desteğiyle Baskın Bey ve arkadaşlarına hazırlattırılan ve olaylara sebep olan İnsan Hakları ve Azınlıklar Raporundaki tuzaklar artık fark edilmelidir. Bir Başbakan Yardımcısının “Gerekirse terörist başının yol haritasından da faydalanabiliriz” şeklindeki beyanatı ülkedeki siyasi sorunun özüdür. Herkes yanlışını kabul edecek olgunluğa gelebilmelidir.

Tefekkür Buraya, Yumruk Havaya

Adamın biri Paris‘te Sen Nehrine balığa gitmiş. Onu gören Jandarma müdahale etmek istemiş; “Burada balık tutmak yasak” demiş. “Ben” demiş bizimki, “Balık tutmuyorum, solucanımı gezdiriyorum“.

Hesapta haber kanalı.. Televizyondan bir olta; milyonlarca sazan. Futbol sevgi ve kardeşlik.. Sağ kanattan bir orta; 40 binlik sazan konservesi.

İstanbul takımlarının goygoyculuğuna 1991‘de jübile yaparak “the end” dedim. Bahçecikspor maç takipçiliğine yan hakem evliyasından etkilenerek eş zamanlı son verdim. Adamın haklı olarak bize çaldığı ofsaytlara karşı bizden birkaçı işi gücü bırakıp Eski Stad‘da yan hakemin robotik gölgesi oldular ve 90 dakika 1,5 metreden sövmeyi başardılar.

Futbol bize adaletsizliği ve haksızlığı sahiplenmeyi öğretti. 1518 yaş arası gençler tam da karakterleri şekillenecekken hakem diye gezinen birinin hep kendilerine iltimas geçmesini istediler. Haklı da verilse aleyhte olan penaltıya itiraz ettiler. Haksız da olsa elle düzeltilmiş bir gole deli gibi sevindiler.

Bu kültür on yıllardır böyle. Bu gençler yetişip ülkeyi yönetme yaşına geldiler. Amigo eksenli tribün edebiyatını siyasete ve sosyal yaşama taşıdılar. Nemalandıkları yere kimsenin lâf söylemesine izin vermediler. Siyasi partileri “oley, oley, oley” üçlemesinin sığlığına indirdiler.

Fenerbahçe için cümle kursanız “Biz Cimbom’u da biliriz” zekâ pırıltısına sahipler. Yok, ben Kocaelispor‘luyum deseniz “Nasıl 4 atmıştık ama” repliğindeler. Hayırlı işler Türkiye, sloganik güneşler.

Buraya nerden geldik? Yorumlardan. Yazmak cesarettir, bir. Okur – yazar olduğunu beyan etmektir, iki. Ama okuduğunu anlamak ve yorumlamak ayrı bir şeydir. Bir eğitimci olarak âcilen okullara ve sınıf ortamına dönmem gerektiğine karar verdim.

Yorum için yorulan herkese kalemin sesi adına teşekkür. Kimi bizi neo con’lukla, kimi Taraf Gazetesi yazarı olmakla suçlamış., kimi de başka yorumcuları ağzına dua yakışmamakla suçlamış. Bütün bunlara biraz da ‘sen‘ sebep oldun:

Kimi yazılarını dekoderle okumak lazım.. Şairsin, gidip niye börtü – böcek yazıları yazmıyorsun.. Yerel tarihle ilgili yazsan herkes seni takdir eder.. Kategorize edilemediğinden ötürü tehlikelisin..”

Kimileri burnunun dikine gitmek dese de işim tarihe not düşmek. Ve öbür tarafta maksûda erişmek. Kınayıcının kınamasına ve hayatın parayla, koltukla sınamasına aldırış etmeden.

“Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum
Ben aslında yaşamıyor gibi yaşıyorum”

Halkımıza tekrar Kâinatın Kullanma Kılavuzu‘nu, Alâk Sûresi‘nden başlayarak ve nüzûl sırasına göre mealli Kur’an okumalarını salık veririm.

Ne kadar az fikrediyorsunuz, siz.” (En’am – 50)