15.5 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1234

Alıştıra alıştıra !

AKP Hükümeti’nin Bakanlar Kurulu’ndaki son kararı, bu İktidar’ın aslında mazlumdan, fakirden fukaradan değil, sermayeden yana olduğunun da somut bir göstergesi.

1 Ocak 2010’dan itibaren yürürlüğe girecek yeni karar şu: Özel hastanelerin, SGK’lı hastalardan alacağı fark yüzde 30’dan yüzde 70’e çıktı!

Daha dün gibi hatırlıyorum Başbakan’ın sağlık konusunda yaptıkları açılımları anlatırken, “Devlet Hastahaneleri’ndeki kuyruklara son verdik” diye meydanlardaki haykırışlarını. Bu hamle ile de sosyal devletçiliğin, halkçılığın büyük savunucusu olmuştu Başbakan…

Medyanın anlı şanlı bir çok kalemi de övgüler yağdırıyordu AKP’nin sağlık politikasına…

Halkın da bu tablodan hoşnut olmadığını söylemek safdillik olurdu.. Halkımız da bu pembe tabloya inanmak istiyordu haliyle. Ne de olsa, artık SSK hastanelerinde kuyruk beklemeyecek, diledikleri hastaneye gidebileceklerdi…

Hükümet daha da ileri gidip aynı Amerika’da olduğu gibi, aile hekimliğini de getirecekti memleketimize. Eski Türk filmleri gibi hastalanınca, gözünüzü bir açacaktınız, doktor yatak odanızda başucunuzda.

Ama filmin mutlu sahneleri, başladığı gibi bitti hemen. Perde de “oyun bitti” yazısını okudu halkımız Bakanlar Kurulu’nın bu kararıyla..

Geçen hafta sağlık sektöründeki çatlak eczanelerin kepenk katlaması ile başlamıştı. Bu hafta da özel hastanelerin alacağı payın yüzde 70’e çıkarılma kararıyla, AKP’nin “sosyal” sağlık politikası adeta duvara toslamıştır!

AKP de kendini iktidar yapan milyonların değil, sağlık sektörünü elinde bulunduran birkaç gurubun Hükümeti olduğunu  ilan etmiştir böylece .

Halkı önce Özel Hastahaneler’e yönlendirip, sonra da pardon burada cebinizdeki tüm parayı fark olarak ödeyeceksiniz diyerek fakiri yine zengine peşkeş çekmiştir.

AKP’nin her işi böyle yürümüyor mu ?

Amerika’nın 1986 da bu yana dayattığı ama uygulanması için uygun zemin ve yandaş hükümet aradığı “Türkiye’nin himayesindeki Kürdistan” planını da alıştıra alıştıra bugüne kadar getiren de yine AKP değil midir?

Orada da “Kürt Açılımı”, “Güney Doğu Açılımı”, “Milli Birlik Açılımı”, “Demokratik Açılım” derken “Türkiyelilik” ile başlayan mesele Anayasa’dan “Türk Milleti” sözünün çıkarılma talebinin bizzat AKP li vekiller tarafından dile getirilmesine kadar gelmiştir.

En başından, örneğin Kasım 2002’de, Habur’dan çadır tiyatrosuyla, devlet erkanı töreniyle PKK’lı karşılasaydı AKP,  ne olurdu?  Kim kabullenirdi?

Ama ne yaptılar?

Adım adım işi bu noktaya getirdiler. “Türkiyelilik” dediler, “Ortalama Türk, Ilımlı İslam” dediler, “Ne Mutlu Türküm diyen faşisttir” dediler, ardından “Hepimiz Ermeniyiz” dediler, “Analar Ağlamasın” dediler, bir de baktık ki, “Türküm” demeye korkar hale gelmişiz!

Ocak 2003’te, “Ermenistan’ın taleplerini yerine getireceğiz” deselerdi millet ayağa kalkardı değil mi?

Ama alıştıra alıştıra  önce kilise onardılar, sonra Cumhurbaşkanımız Erivan’a maç izlemeye gitti.

Ardından bir de baktık ki Brüksel’de Bayan Clinton’un yanında Ermeni Kapısı’nı açma kararını imzalayıp Azeri Kardeşlerimizi arkadan vurmuşuz.

Yaptıklarının hiçbirini en başından söylemediler.

Daha doğrusu açıktan söylemediler.

Aslında  her şey en başından belliydi.

Bugün olanların tamamı, Abdullah Gül’ün, AKP’nin ilk başbakanıyken, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’la yaptığı ve kendi ifadesine göre “2 sayfa 9 madde” olan “Gizli Anlaşma“da mevcuttu…

Sırada neler mi var ?

Söyleyelim…

Dinler arası diyaloğun (!) gereği olarak “Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması” var sırada…

Patriğin Ekümeniklik Sıfatı” nın kabulü var sırada..

“Afganistan Bataklığı’nda Amerika ile birlikte boğulmak” var sırada…

Hepsinde de taktik aynı..

Alıştıra alıştıra…

Bayramlaşma İzlenimleri

Aydınlar Ocağı bu bayram ki bayramlaşma programını Seka Park Otelde düzenledi. Otele vardığımızda salon hazırlanmış konukların bir kısmı gelmiş ve yerlerine oturmuşlardı bile. Konuklar gelmeye devam ettiler ve Vali Gökhan Sözer Bey’in katılımıyla program başladı. Bu bayramda da programa katılım bir hayli fazlaydı.

Ahsen Bey açılış konuşmasını yapıp konuklarının bayramlarını kutladıktan sora sırayla katılımcılara söz vermeye başladı. İlimizin eğitim, kültür, siyaset, ticaret gibi farklı alanlarında meşguliyet sahibi olan konuklar söz aldıklarında bayram tebriklerini sunarken kendi çalışmalarıyla ilgili küçük notlar eklemeyi de ihmal etmediler.                              

Bayram tebrikleri bitip programın sonuna gelindiğinde mikrofon, bayramlaşma programlarının klasiği haline gelen tasavvuf müziği ziyafeti için Dr Şefik Postalcıoğlu, Ruhittin Sönmez ve Ahmet Küçük Beylerin elindeydi. Konuklardan Abdülmuttalip Özbek Bey de okuduğu kaside ile bizleri mest etti. Bu muhteşem müzik ziyafetinin ardından İl Müftü Vekili Nedim Özkal’ın duasıyla program nihayete erdi.

Programdan Notlar               

Malum grip nedeniyle, bayramlaşmada da kucaklaşsak mı kucaklaşmasak mı tereddüdü bol bol yaşandı. Gene de tokalaştık gene de kucaklaştık…

Bayramı Madagaskar’da yoksul Afrikalı kardeşlerimizle geçirmiş olan Mimar Mustafa Soydabaş, konuşmasında, Madagaskar gibi bize tamamen yabancı bir iklimde bayramın nasıl geçtiğini, oralarda neler yaptıklarını ve daha neler yapılabileceğini anlattı.

Kavakçılık Enstitüsü Müdürü Dr. Faruk Şakir Özay Bey söz aldığında salona kurulan barkovizyonun neden orda olduğu da anlaşıldı. Faruk Bey Kırgızistan’a bir ziyarette bulunmuş ve orada bolca fotoğraf çekmiş. Kırgızistan’a dair izlenimlerini çektiği fotoğraflardan oluşturduğu slayt gösterisi eşliğinde bizlere anlattı.. Fotoğraf gösterisinde en çok aklımda kalan kareler Isık gölüne ait olanlardı. Vaktiyle kitaplarını okuduğum merhum yazar Mustafa Necati Sepetçioğlu hikâyelerinde ikide bir bahsi geçen ‘Isık göllü deli karı’ yı hatırladım ve tebessüm ettim.

Söz sırası gençlerde programında konuşma yapmış olan arkadaşım Çevre Mühendisi Banu Çevikel’de bayramlaşmaya katılanlar arasındaydı. Konuşması sırasında mastırını bitirdiğinin müjdesini verdi.

Aydınlar ocağı bayramlaşmaları hep çok ilgi görür. Bu bayramda da öyleydi. Program için ayarlanan salon bu nedenle biraz küçük kaldı, bir de salonun muhtelif yerlerindeki sütunlar zaman zaman konukların görüşünü engelledi.

Sağlık ve huzur ile nice bayramlara, nice bayramlaşmalara…

 

 

Aynadaki Adam

0

 

Tokat’ın Reşadiye ilçesinde pusuya düşürülen askerlerimize ve tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet ailelerine ve milletimize başsağlığı diliyor terörü de en şiddetli bir şekilde lanetliyorum. Ülkemiz ve milletimiz üzerinde hain emelleri olan dahili ve harici hainlerin ve onların maşalarının Ebu Leheb misali elleri kurusun.

Aynada ki adam ne yapar?

Sizin yaptığınızı yapar. Biraz sonra bu mevzuya döneceğiz.

Peygamberimiz (sav) bir hadisinde “El muslimü miratül müslimin “

“Müslüman müslümanın aynasıdır.” Buyuruyor.

Bu hadis toplumsal sıkıntıların çözüm yollarını bize gösteriyor. Bugün insanlık stresli, sıkıntılı bol problemli bir haldedir.

Kardeşler birbirleriyle küs.

Evlat anne-baba ile küs.

Karı koca (eşler) birbirleriyle küs.

Komşular selamlaşmaz.

Cemaat imama küs.

İmam müezzine küs.  

Esnaf müşteriye kızar.

Müşteri esnaftan dert yanar.

İşçi patronu sevmez.

Patronun eli cebine gitmez.

Hulasa toplumda yaşayan herkes sokaktan evin içine kadar birbirine karşı kaş çatar, surat asar yâda susar.

İnsanlar kendi hatalarını görmez başkalarının hatalarını düzeltmeye uğraşırlar. Uğraştıkça da boşuna zaman ve emek kaybına sebep olurlar.

“Kaş yapayım derken göz çıkarırlar.”           

Şimdi dönelim başa, geçelim aynanın karşısına.

Ne görüyoruz?

Karşımızda bizim gibi bir insan.

Siz konuşursanız o da konuşur, siz susarsanız o da susar.

Siz ona doğru yaklaşırsanız o da size doğru yaklaşır.

Siz ondan uzaklaşırsanız o da sizden uzaklaşır.

Gördüğünüz gibi siz ne yaparsanız ayna da ki insanda aynısını yapıyor.

Biraz da olaya bizi ilgilendiren boyutundan bakalım.

Bakıyorsunuz ki aynada ki insanın yüzünde bir leke var, alıyorsunuz elinize mendili başlıyorsunuz aynada ki adamın yüzünde ki lekeyi temizlemeye, aynayı ovmaya, o esna da hanımınız ya da çocuğunuz sizi görüyor ve ne yaptığınızı soruyor, siz de gayet sakin ve kendinizden emin bir vaziyette “Aynada ki adamın yüzünü temizlemeye çalışıyorum” diyorsunuz.

Bu durum üzerine hanımınız 

Yetişin komşular Bizim adam kafayı yedi diye bağırır

Çocuğunuz da yazık babam erken bunadı Allah yardımcısı olsun diye üzüntüsünü belirtir.

Gerçekten de akli dengesi yerinde olan bir insan böyle yanlış bir iş yapmaz.

Çünkü bu durum boşuna bir uğraştır.

Zaman ve enerji israfına sebep olur.

Peki, gündelik hayatta farklısını mı yapıyoruz?

Her birimiz bir başkasının hatasını görüyor onları düzeltmeye çalışmıyor muyuz?

Oysa kendi hatalarımızı görüp onları düzeltsek mesele kalmayacak.

Aynada ki adamın yüzünde ki lekeyi temizlemek istiyorsanız kendi yüzünüzü temizleyiniz.

İşte o zaman aynadaki adamında yüzü temizlenmiş olacaktır

O zaman göreceksiniz ki insanlar sizin gibi olacaklardır.

Kendisine hayrı olmayanın başkasına ne hayrı olur.

Allah (cc) cümlemize kendi hatalarımızı giderme feraseti versin.   

Yarınımızın bu günümüzden huzurlu olması dileğiyle…

 

Çözüm ve Çözülme

Türkiye çözüme mi gidiyor; yoksa  çözülmeye mi götürülüyor?  sorusu sık sık soruluyor. Silah bırakma şartına bağlı olarak terör örgütünün isteklerinin yerine getirilmesi ne bir açılım olabilir; ne de demokratikleşme diye takdim edilebilir. Türkiye çözülmeye götürülmektedir. İnsanlar birbirlerine ötekileştirilmekte, bize yabancı olan tahrikler dışarıdan ve içeriden sürdürülmektedir. İnsanların çatışması ve kan akması beklenmektedir. Terör örgütlerinin saldırıları ve cinayetleri bile provokasyon olarak takdim edilerek onlar aklanmaya çalışılmaktadır.

AKAM (Avrasya Kamuoyu Araştırmaları) isimli  kuruluşun 11 ilde yaptığı araştırma sonuçları  doğruyu bir defa daha ortaya çıkarıyor. Araştırmaya katılanların %83.5’i AKP’nin açılım sürecini doğru yönetemediğine inanıyor. %78.6’sı Türklerle Kürtlerin birbirine uzaklaştırıldığına inanıyor. Açılım sonucunda terörün biteceğine inanmayanlar %70.3’ü buluyor. Araştırmada farklılıkları öne çıkaran ırkçılığın arttığı görülüyor. Araştırmaya katılanların %73.1’i TSK’yı demokratikleşmenin önünde bir engel olarak görmüyor. Araştırmaya katılanların %72.2’si TSK’nın sürekli darbe planları yaptığına inanmıyor.  Mevcut iktidar döneminde kendini laik olarak tanımlayanlara karşı mahalle baskısının arttığını ifade edenlerin oranı ise %47.1’dir. Deneklerin %68.8’i AKP’nin ekonomi politikasını başarılı bulmuyor. Aslında bu ve benzer sonuçlar herkes tarafından görülen ve bilinenlerin ortaya çıkarılmasıdır.

Bu ülkeyi yönetenler, kendilerine göre Kürt sorunu, bize göre Kürtçülük sorununun bir demokrasi sorunu olmadığını halen fark etmiş değiller. Eski Milli Eğitim Bakanı Türkiye’de asimilasyon yapıldığından bahsediyor. Keşke yapabilseydik. En az bazı Batı Avrupa ülkeleri kadar. O zaman Sayın Çelik bunları söylemeye fırsat bile bulamazdı. Bu ülkede ırkçılık oldu diyen Sayın Çelik acaba ırkçılığın ne olduğunu biliyor mu? Ben Batı Dünyasını dolaştıkça ırkçılığın ne olduğunu anladım. Bildiğim diğer bilgiler ise çok teorik kaldı. Türkçe’si eritme olan asimilasyon, farklı kültürlere sahip topluluklardan birinin diğerini zora dayalı olarak kendisine benzetme sürecidir. Kültürel fark sadece dil farkı değildir; ama yaşama tarzı farkıdır. Nikâhın birbirine açık, iç göç hareketlerinin yoğun, mabet ve kabristanın farklı olmadığı bir sosyal gerçekte zaten asimilasyona uygun bir ortam yoktur. Kim kimi ne yönde ve nasıl eritecektir?

Eritme ile bütünleşme hatta kültürleştirme (acculturation) sürekli birbirine karıştırılmaktadır. Kültürleştirme ve bütünleştirme egemenlik haklarını kullanan her ciddi devletin en tabii görevidir. Vatandaşlarına sahip çıkışıdır. Ama ne gariptir ki; marjinal ve mesnetsiz görüşleri ifade etmeyi hüner sayanlar bu ülkede milli eğitim bakanlığı yapabilmiştir. Sayın Eski Bakan çok sayıda ırklardan bahsediyor;  herhalde bir başka dersinde de bu ırkları açıklayacaktır.

Kürtçülük sorunu, demokrasiden uzak bir ırkçılık sorunu ve terör yapma özgürlüğü talebidir. Bundan dolayı DTP sözde yasal bir parti olmasına rağmen, dağa çıkmaktan ve bölgedeki petrole sahip çıkmaktan bahsediyor. Mahalli özerklik, federasyon ve yer adlarının, Anayasanın değişmesini istiyor. Açıkça ırkçılık yapıyor. Mevcut açılımı bile kabul etmiyor. Terör örgütü ve terörist başı ile kendini özdeşleştiriyor. Türkiye eğer bir hukuk devleti ise; bu partiye ne yapılacağını Anayasa Mahkemesi tayin edecektir. Batasuna Partisi kapatılmadı mı? O’na terörü ve terör örgütünü destekleme özgürlüğü tanındı mı? Demokrasilerde parti kapatılamaz balonu çoktan patlamıştır. Demokrasi ile terör ve teröre özgürlük bağdaşmaz.

Fransa’da yüzyıl uğraşıp yok edilen Korsika dilinin Korsika’da seçmeli ders olarak okutulması yönünde hazırlanan tasarıya Fransız Anayasa Mahkemesinin verdiği cevap: “Fransa’da yaşayan herkes Fransızdır. Fransa’nın etnik ve azınlık grupları yoktur. Bu dil seçmeli ders olarak okutulamaz.” şeklinde değil mi?  Bu ülkede Fransız Milletini ve kimliğini reddedenlerle oturup açılım pazarlığı hiç yapıldı mı?

İpini koparan Cumhuriyeti taşlamakla meşgul. Cumhuriyet tek millet ve tek kimlik yaratmış diye suçlayanlar Kürtçülük sorununun 1787’lere, Vatikan’a ve Protestan misyonerlerine kadar dayandığını bilmiyorlar mı?

O tarihlerde Cumhuriyet mi vardı?

 

 

“Sosyal Dönüşüm Projesi”

0

 

İnsanlık adına olumlu şeyler hayal ediyorsanız yapılan ve yapılacak güzel işler sizi sevindiriyor. Bir dost meclisindeyiz. İzmit Belediye Başkanı Dr. Nevzat Doğan, gerçekleştiği halde bilinmeyen ve yapmayı düşlediği projelerden bahsediyor. O konuştukça yüz hatlarım gevşiyor, rahatlık sarıyor beni. Kentimizde uygulanan yapısal “kentsel dönüşüm projesi”nin yanında kendisine ait bir “sosyal dönüşüm projesi”nden bahsetti. Bu proje, bir eğitimci olarak ilgimi çekti, hoşuma gitti.

 

Türkiye’nin, belki de dünyanın her kentinde “kenar semt” problemi vardır. İzmit’te bu daha belirgin. Kenar mahalleleri gezmiş Nevzat Bey. Aynı odada yaşayan sekiz on kişiyi görmüş. Evlerinde doğru dürüst banyo ve tuvalet bile yokmuş. Yemek yaptıkları yer, aynı zamanda yattıkları yermiş. Çoğunun elektriği, suyu bile kesikmiş. Bu insanlar kendilerinin farkında olmadıkları bir mahrumiyet içinde yaşıyorlarmış. Gördüğü çocuklara “Büyüyünce ne olmayı düşünüyorsun?” diye sorduğunda cevap alammış. Sadece birisi “Asker olacağım.” demiş. Anlaşılan o ki, o yavru birinin törenle askere gönderildiğine şahit olmuş, onun hayalini kuruyormuş.

 

Belediye Başkanımız Sayın Doğan’ın sözünü ettiği manzaralar hiç yabancı değil bana. Zaman zaman ben de uğruyorum bu evlere, sofralarına oturuyorum onların. Satırlara sığmayan dertleri var bu insanların. Yürek dayanmıyor, çaresizliğinizi hissediyorsunuz bu sefillik, yoksulluk karşısında. Bu aileleri düşünmekten birkaç gün rahat uyuyamadığımı söyleyebilirim. Onları mutlu edecek bir şeyler yapamamanın çaresizliği sizi duyarsızlığa kadar götürüyor bazen. Bu değil insanlık. İnsanlık, başkası için yaşamaktır. “Sosyal devlet” felsefesinin, bu insanları insanca yaşamaya yetmediğini görüyorsunuz. “Sosyal devlet”, varlıklılar için değil, yoksullar için olmalı.

 

“Sosyal Dönüşüm Projesi” demiş Nevzat Bey buna. İncitici olur mu bilmem; ama ben olsam “İnsanca Yaşama Projesi” derdim. Her insana lazım bu proje. Sadece maddi yoksulluk içinde değil toplumumuz, aynı zamanda ruhsal bir yoksulluk içinde. Çoğumuz bunun farkında değiliz. Yoksullar sağlıklı yaşayamıyor, varlıklılar da sağlıklı düşünemiyor. İnsanlara önce, sağlıklı yaşamanın ve sağlıklı düşünmenin nasıl bir şey olduğunu öğretmek lazım. Kenar semtlerde yaşayanlar için sağlıklı konutlar, parklar, bahçeler, oyun alanları yaptınız. Onlara zaman içinde iş ve aş temin ettiniz. Yeter mi bunlar? Bunları değerlendirmek de bir kültür. Romen vatandaşların kurduğu derneğin başkanının “Belediyeden apartman falan istemiyoruz, yeter ki bizim evlerimize dokunmasın.” dediğini okudum gazetelerden. Değişim, dönüşüm bir zihniyet meselesi. İnsanlara önce konumunu, sonra olması gerekeni öğretmek ve kabul ettirmek gerekiyor. Bu bir eğitim, eğitim de gönül işidir.

 

“Sosyal Dönüşüm Projesi” kapsamında belediyenin yapacağı bu güzel hizmet bir gün bitecektir. Buna belediyenin ne zamanı vardır ne gücü. Ama, kenar semt problemi bitmeyecektir. Toplumumuzda varlıklı olup ruh ve düşünme sağlığından yoksun insanlara ulaşmalıyız. Bunlarla iletişim, şüphesiz, daha kolaydır. Bu insanlara hangi toplumda kimlerle yaşadığımız görsel olarak anlatılmalı, insan olmanın sorumluluğu hatırlatılmalıdır. Zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum kaldırılmalı, kendilerine ulaşılmaz zannedilen zenginlerin güler yüzü yoksullara gösterilmelidir. Bir gönül seferberliği başlatılmalı kentimizde. Her semtteki okul öğrencileri birbirlerini ziyaret ettirilmeli; farklı kutuptaki semt okulları arasında kardeş okul, aileler arasında da kardeş aile uygulaması başlatılmalıdır. Kentimizdeki sivil örgütler, dernekler, sendikalar bu amaçla harekete geçirilmelidir. Yoksulluğun ideolojisi olmaz. Kenar semt insanlarını bu amaçla kullananlara engel olunmalı, yapılacak yardımlarda hiçbir siyasi, ideolojik mülahaza gözetilmemelidir. Yoksa işin bereketi kaçar. Kısaca, gönülden gönüle, cepten cebe bir el ele hareketi başlatılmalıdır.

 

Güzel şeyler yapmak için, güzel düşünmek lazım. Güzelin alıcısı çoktur. Haydi, bugün ve her gün, güzel olan bir şey yapalım!

 

İletişim Dili Olarak Türkçe’nin Kullanımı – III

0

C – TÜRKÇE’NİN SÖMÜRGELEŞTİRİLMESİ

Bu alanda çok kıymetli eserler vermiş dilcilerimiz ve dile hassasiyetle sahip çıkan insanlarımız var. Bizim buradaki yaklaşımımız kısmen onlarınkine benzer kısmen de değişik tespitleri seslendirecek. Bu kısmı da 3’e ayırarak üçer, üçer dilimizin düğmelerini iliklemeye devam edelim.

Yalnız müsaadenizle buradaki tasnifte yabancı ve ecnebi tabiri yerine gâvur kelimesini kullanmak isterim. Zira yabancı tabirinde, yabancı kelime ve kavramlarda aynı zamanda gizli bir hayranlık ve öykünme de dercedilmiş vaziyette. En azından olumsuzluk tedâi ettirmediği kanaatindeyim. Ama ya gâvur? Tarihî arka planıyla külliyen olumsuz.

Bu babda dilimizin sömürgeleştirilmesinin gönüllü ara elemanları ve taşıyıcıları biziz. Çünkü büyük ittifaklar söz konusu.

1-) GÂVURCA KELİME VE KAVRAMLARDA İTTİFAK:

İstanbul Edebiyat Fakültesi mezunuyum. Bizim Tarih Bölümünde imkân yerine olanak diyenler ve -sel’li, -sal’lı cümle kuranlar sınıfta kalıyordu. Sebep, uydurukça dolayısıyla sol terminoloji yani devrimcilik. Aynı üniversitenin Basın – Yayın veya Hukuk Fakültesine geçtiğinizde ise olanak yerine imkân, ulus yerine millet, us yerine aklı diyenler sınıfta kalma sıkıntısıyla karşı karşıyaydı. Sebep; sağ ideoloji yada milliyetçi – muhafazakâr gençlik.

Şimdi bakıyoruz ki bu alışkanlıklar usta – çırak ilişkisiyle tâ günümüze kadar gelmiş. İdeolojiler arasındaki kalın çizgiler artık yok ama tortular var. Kaba bir tasnifle solcu, sağcı, dinci ve ulusalcı/Atatürkçü olarak ortaya dörtlü bir sacayak koyalım. Solcu; alışkanlığı gereği imkân demiyor. Sağcı hâlâ olanak demiyor. Dinci imkân diyor, ulusalcı/Atatürkçü olanak diyor. Ama tümünün ortak noktası gâvurca kelime ve kavramlar.

Konuşmamın başından itibaren tüm özenime rağmen statü dedim, terminoloji dedim, ideoloji dedim, mitoloji, mesaj ve mail dedim. Çünkü bunların çoğunun ya tam karşılığı yok yada şu anki karşılıkları tam olarak meramı ifadeye yetmiyor. Yine gâvurca bir tâbirle birbirimizi kelimelerle döverken gâvurca üzerinde gizli bir konsensüs oluştu. Öztürkçecilik & Uydurukça ikileminde kaldık, Arı Dil yandaşlığı & Arı Dil karşıtlığı arasında birbirimizi yedik ama gâvurca kelime ve kavramlarla yazmaya, düşünmeye ve kavgaya devam ettik.

Çocuklar dinledikleri ninnilerin rüyasını görürlermiş. Gâvurca kelime ve kavramlarla düşündükçe birbirimizi dinlemez olduk, tanımaz olduk. Dile kelime türetilebilir hatta uydurulabilir. Bunu millî mesele yapanlar olarak biz gâvurca kelimelerle cümle kurmayı mesele etmedik. Türk – İslâm kültürüne ait kelimeleri kullanmamaya ihtimam gösterenler Anglo – Sakson kültürünün kelime ve kavramlarını kullanmakta bir beis görmedi. Dincilerimiz gâvurca bir kelime veya kavram olmadan cümle kuramaz hale geldiler. Ulusalcı/Atatürkçüler de hakeza..

Dolayısıyla gâvurca düşün dünyasında birleştik. Birbirimiz anlamamada, birbirimizi suçlamada, birbirimizden şüphe etmede ve bu bitimsiz kavgada ittifak halindeyiz. En çok kızdığımız dış taraf içte bizi birleştiren ortak unsur olmuş. Önce bunu tespit edelim ve son kısımda bu bağlamda çıkış arayalım.

2-) GÂVURCA TABELALARDA İTTİFAK

  • * Örnek – I – “Mc. Donald’s”
  • * Örnek – II – “Coca Cola”
  • * Örnek – III – “Outlet Center”

Bu isimler İzmit’ten.. Bunların resimleri de var. Burası Ankara, durum

aynı. 81 il; açılan sandık sayısı, çıkan gâvurca tabela adedi aynı. Herkes bundan rahatsız mı? Hayır. Daha önce kaba tarif zikrolunan 4 eğilim rahatsız mı? Kısmen. Ama genel psikoloji gâvurca tabelaların gelişmişlik ifadesi olduğudur. AB ülkesi olma sinyalleridir. Ülkemizin en turistik yerleri işbu tabelalarıdır. Halkımız gavurca tabelayı anlayamasa da memnuniyetini onu ezberleyerek yada onu zihninde fotoğraflayarak dile getirmektedir.

Ara ara bazı kaymakamlık ve valilikler dışında bu gâvurca tabelalarla ciddi ve kanunî yollarla kim ilgilenmiş? AKP’li, CHP’li, MHP’li, Saadet’li, DSP’li ve sair yerel yönetimler mi? Siyasî partilerin parti programlarında bu bahisler var mı? Yoksa bu konu önemsiz mi? Gâvurca kelime ve kavramlarla aynı ülkenin insanları birbirini dövmeye devam edecek mi?

3-) GÂVURCA TELAFFUZDA İTTİFAK

  • * Örnek – I – “N City” yazıyor; “En Siti” diye okunuyor.
  • * Örnek – II – “Carrefour” yazıyor; “Karfır” diye okunuyor.
  • * Örnek – III – “TV 41” yazıyor; “Tivi 41” iye okunuyor.

Yani; ey, bi, si, di, ay, cey, key… Hani Türkçe yazıldığı gibi okunan yada

okunduğu gibi yazılan bir dildi? İlkokulda 29 harfi a, b, c, d, e diye telaffuzu öğrenmiştik hani? Osmanlı Luis’i alır Layoş yapar, Avusturya’yı alır Nemçe yapar. Hatta son deminde bile Claude Farrere’yi alır KlodFarer yapar, sokak ismi olarak kullanır.

Television’u, radio’yu aldık; televizyon, radyo yaptık. Hiç yoktan iyidir. Computer’i bilgisayar yaptığımız gibi yapmalıydık ama olmadı. Fakat CD’yi aynen alıp hiçbir düzeltme yapmadan bir de aynen ‘Si Di’ gibi okumak neyin nesi? Dükkânı bile var: SİDİCİ, insan yanlış anlıyor.

Şimdilerde tersi de moda. Kökeni Türkçe isimler gâvurcaya çevrilerek ve gâvurca telaffuzla mekân adı olarak konmaya başladı. NAİLA, COİFFEAUR SHAKİR, ESKİDJİ, YESHİL, SMİTCHİ…

SONUÇ:

Türk Milleti asgarî 4 bin yıllık bir millet. Türk Dili asgarî MÖ 5.yy’a uzanıyor. Yüzlerce devleti var, devlet geleneği var. Kültür ve medeniyeti derslere konu. Ama en önemli zaaflarından biri de dildir. Dille başlayan ve sonra yaşamın bütün ünitelerine nüfuz eden öykünme, özenti ve başkalaşım. Önce bu sosyolojik tatmin alışkanlığını kırmak lâzım. Gâvurcaya karşı psikolojik üstünlük günde 40 defa tekrarla ikrar haline getirilerek sağlanmalı. Çalıştaylar, kongreler, konferanslar güncel ve canlı bir şekilde halkla buluşturulmalı. Türk Dil Kurumu’nun ürettikleri öncü birlikler tarafından cümle içinde kullanılarak hayata kazandırılmalı, o kelimeleri yaşatmak millî sorumluluk addedilmeli ve bence her şeyden ve hepsinden önemlisi Türkçe’nin zenginliği içinde bulunan bütün kelimeler âfiyetle kullanılmalı.

Söz konusu milletin bekası ise ideolojik ayrılıklar teferruattır. 300 kelimeyle konuşan vatandaşlarımızdan şikâyetçiysek de heremize 3 bin, heremize 3 bin pay etmek yerine 20 bin, 30 bin toplamına ermek şartı vardır. Yerel ağızdan da yüzlerce / binlerce kelime ala gele kullanılabilmeli. Türkçe ortak dilimiz ve anlaşma dilimiz haline geldiğinde diğer anlaşmazlıklar da çorap söküğü gibi çözülecektir. Yoksa etnik dil esintileriyle, açılım üfürmeleriyle çizgiler yarık haline gelir. O zaman da işin içinden çıkılabilir mi bilmem. Çünkü bu mesele olmak yada olmamak noktasında derin bir meseledir.

Sözün özü, DİL BAYRAĞI RÜZGÂR BEKLİYOR !

 

Yağmurlar

Yağarken yağmurlar uçuşan saçlarıma
Aklıma gelir yürüyerek ıslanmak sokaklarda
Her şey arınıyor sanki kirlerden
Seviniyorum birden sudaki pırıltıdan
 
Anlıyorum sen yoksun ki mutluluğumda
Hayır üzülmüyorum hatta sevinerek coşuyorum
Sadece kızıyorum tanıdığıma seni
Umutlarım hiç bir zaman tükenmedi ki
 
Herkeste seni görüyorum sanma
Öyle olsaydı kabus olurdu her an
Hiç olmazsa sevineceğim bir şey var
Hiç bir şey senin gibi kirlenmedi ki

Muhalefet Alternatif Olamadı mı?

Başlıktaki Türkçe imla kurallarına aykırılıktan dolayı özür dilerim ama meramımı anlatacak başka türlü bir ifade bulamadım.

Son günlerde kamuoyu araştırma şirketleri yaptıkları anketler sonucunda, hükümetin icraatları karşısında TBMM’de yer alan muhalefetin alternatif olamadığını açıklamaya başladı .

Burada muhalefet diye kast ettikleri aslında MHP ve CHP, diğerlerini dikkate aldıkları yok.

Bu sonuca nereden vardıkları meçhul ama söylemlerine bakılırsa bu sonucu istedikleri kesin.

Onlara parayı basan efendileri, bu sonucu her hangi bir araştırmaya gerek kalmaksızın onlardan zaten peşin peşin bekliyor.

Ülke bu kadar kötü yönetilirken, milli birlik her yönden çözülmeye çalışılırken, onların gündeme getirdiği tek sonuç muhalefetin yani özellikle ve sadece Bahçeli ile Baykal’ın iktidara alternatif olamaması.

Peki kim alternatif? Onu da söyleyemiyorlar ama müşterileri ufak ufak Sarıgül ismini fısıldıyor.

Masum Türker, Abdüllatif Şener, Osman Pamukoğlu, Numan Kurtulmuş ve diğerlerinin adı bile geçmiyor.

Gelin isterseniz muhalefetlerini iktidarın alternatifi haline getiremeyen Devlet Bahçeli ve Deniz Baykal’ın ortak yanlarına bir bakalım.

İki lider de hükümetin uygulamalarına ve R.Tayyip Erdoğan’a karşı özellikle açılım konusunda milli birlikten ve üniter devlet yapısının korunmasından yana sert ve doğru bir muhalefet izliyorlar.

Özellikle MHP lideri Devlet Bahçeli ve partisi hiçbir taviz vermeden Türk Milletinden yana tavrını çok net bir şekilde ortaya koyuyor.

Deniz Baykal’da, Kemal Kılıçdaroğlu gibilerin ayrık otu misali çıkışlarına rağmen, tek millet, tek devlet, tek dil, tek vatan ilkelerinden geri adım atmıyor.

Böyle bir muhalefet elbette Türk kimliğini Anayasa’dan çıkartacağız diyen yeni Osmanlıcı AKP iktidarını ve bu iktidarı destekleyen güçleri rahatsız ediyor.

Amaçlarını tahakkuk ettirebilmek için iki güçlü siyasal yapıyı ve onun liderleri olan Bahçeli ve Baykal’ı kendilerine büyük bir engel olarak görüyorlar.

Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin iç ve dış düşmanları için Türk Milliyetçiliği her zaman en büyük tehlike olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti devletinin Türk Milliyetçileri tarafından kurulduğu Amerikan ve İngiliz belgelerinde bile su götürmez bir gerçektir.

Kastettiğimiz, Türk Milliyetçiliği fikri ise günümüzde siyaset sahnesinde MHP’ce temsil edilmektedir. Bu yüzden MHP’nin olumlu muhalefeti ve muhalefetteki başarısı ile iktidara yürümesi onlar diye ifade ettiğimiz güçlere göre her surette engellenmelidir.

Buradan hareketle şimdi de bu anket işi ile uğraşan kamuoyu araştırma şirketlerinin son görevi muhalefetin ve özellikle MHP’nin, halkın gözünde iktidar alternatifi olamadığını halkın ağzından yine halka anlatmaktadır.

Bu bir psikolojik operasyondur.

Kamuoyu araştırma şirketlerinin yapamadığı kısmı da köşe yazarlarına ve televizyon programlarına yaptırmaya çalışıyorlar.

Satılmış medya neredeyse Türkiye’de yaşanan etnik bölücülüğün kaynağının Türk Milliyetçiliği olduğu konusunda bir tek davul zurna çalmıyor. Hatta Habertürk Gazetesinde Muharrem Sarıkaya “çoğunluk bölücülüğü” diye Türk Milletini itham eden bir kavram bile türetti.

Türk Milletinden yana tavır izleyen MHP ve CHP iktidar alternatifi olamıyor ve Türk Milleti de çoğunluk bölücülüğü yapıyor.

Oh ne ala! Boş bulduğunuz? atın bakalım .

Bunlara eklenen bir hususta kamuoyu araştırma şirketleri ve satılmış medya aracılığıyla ortaya konan ve fısıltı gazetesi ile Türkiye’ye yayılan MHP’nin başında Devlet Bahçeli, CHP’nin başında Deniz Baykal olmazsa bu partilerin oyu patlarmış efsanesi. Demeleri oymuş ki; bu iki lider partilerinin oyunu bırakın arttırmayı aksine azaltıyormuş…

Bir taksiye biniyorum aynı laf, bir esnafa gidiyorum aynı laf, kahvede bir çay içiyorum aynı laf, çarşı pazarda dolaşıyorum aynı laf… Değiştirsinler Bahçeli’ yi, Baykal’ı bakın neler oluyor. Peki kimi getirsinler başa? Bu soruya cevap yok. Çünkü malum propaganda odakları henüz bu konuda propaganda yapmayarak mevcut iktidar için “ne yapalım alternatifleri yok bari devam etsinler” dedirtmeye çalışıyor.

Propaganda denklemi, çözebilenler için çok kolay değilmi? Halbuki bu iki lider de partilerince ve Türk Milletince büyük bir ittifakla hüsnü kabül görmüş, ülkelerinin hayrına çalışan, milli hassasiyete sahip çok değerli insanlar. Ancak bu gri propaganda; siyasal yaşama ilgisiz ve tuzaklardan bir haber vatandaşı maalesef çok etkiliyor.

Şimdi bunların belli odaklarca tek bir merkezden çıkarıldığını ve bu propagandaların amacının Türk Milletine ve Devletine zarar vermek olduğunu kabul ediyorsak, bunun tedbirlerini de el birliği ile almak zorundayız.

Psikolojik savaşın alt tanımlarından biri de; sorunların çözülmesinde insanların ruh haline etki ederek sonuç almak olarak ifade edilir. Psikolojik savaşta yenilen taraf, bilgi gücü zayıf olan taraftır. Eğer doğru insanların; ayakta kalmak ve toplumun geleceğinde söz sahibi olmak gibi bir kaygıları varsa, en azından psikolojik savaşa yenik düşmemek gerekir.

Propaganda bir topluluğun düşüncelerini, duygularını, davranışlarını ve hareketlerini etki altında tutmak ve onları değiştirmek amacıyla yayınlanan bilgi, belge ve görüşlerdir. Propagandanın amacı propagandayı yapana doğrudan veya dolaylı fayda sağlar.

Beyaz, Gri, Kara ve karşı propaganda gibi propaganda türleri icra edilmek suretiyle propagandaya maruz kalanlar; politik ve ekonomik yalnızlığa itilmeye çalışılır.

Propagandanın cephanesi söz ve kelimelerdir. Propaganda yöntemi gelişi güzel sarf edilen sözler değildir. Üzerinde çok uzun düşünülmüş, zaman ve zemin iyi hesaplanmış, şekil ve ölçüsü doğru belirlenmiş ve hedef kütlesi tayin edilmiş bir faaliyettir.

Bu bilgiler ışığında bakıldığında; iktidarın kuyruğunun bu kadar sıkışmış olduğu ve seçimlerin yaklaştığı bir süreçte kamuoyu araştırma şirketlerinin yaptığı anketler sonucu “muhalefetin alternatif olamadığı” neticesi bir gri propaganda belgesidir.

Yine satılmış medyanın mensupları tarafından Büyük Türk Milletinin “çoğunluk bölücüsü” olarak ilanı esas tehlikeyi perdelemek için yapılan bir beyaz propaganda yalanıdır.

Üçüncüsü yani liderlerin partilerinin başından ayrılması için yapılan, beyaz ve gri propaganda yöntemleri ile desteklenen ve doğrudan Devlet Bahçeli ve Deniz Baykal’ı hedef alan hile, entrika, yalan, sinsilik içeren kara propaganda örneğidir.

Türk Milleti; kendisinin hakkını ve hukukunu arayan, özellikle açılım belası konusunda bir haysiyet sınavı veren Bahçeli ile Baykal’ı; Avrupa ve Okyanus ötesi güçlerin yerli işbirlikçilerinin halkımızı yanıltıcı; beyaz, gri ve kara propagandalarından dolayı koruma altına almalı ve onlara yaptıkları güçlü muhalefet nedeniyle elden gelen tüm desteği vermesi gerekmektedir.

Gelin halimiz ortaya koyan bir kıssa ile noktayı koyalım:

Yıldırım Bayezid ve Timur, Ankara Savaşından sonra bir durum değerlendirmesi yaparlarken, Yıldırım Bayezid: “kuvvetlerimiz denkti sen niye başarılı oldun” diye Timur’a sorar.

Bu soru üzerine Timur parmağını uzatarak “gel ikimizde birbirimizin parmaklarını ısıralım” der.

Bir müddet sonra Yıldırım Bayezid acıya dayanamayarak “ah” deyince, Timur parmağını hemen kurtarır ve “biraz daha dayansaydın ben yenilecektim” der.

Sizlerde bu propagandalar karşısında uyanık olup biraz daha dişinizi sıkar ve doğruları yaparsanız hep beraber bu işin üstesinden birlikte geleceğiz.

Allah hepimize bu yolda sabır ve güç versin.

 

Baro At, Danıştay Tut

Bir takım düşünün, paslaşma sadece birkaç kişi arasında oluyor.

Takım diğer fertlerine top atmak yok.

Birinin babası hacı, birinin annesi tesettürlü, öteki gümüş yüzük takıyor…

Misal belki güzel olmadı, ama durum özetle bu.

Evcilik oyunumu desek, köşe kapmacamı desek, kapılmış köşeleri kaptırmama gayretimi desek?

Şaka mı, oyun mu, inat mı, kasıt mı, bir şeylerin intikamı mı anlamak mümkün değil.

Vicdanlar, aklıselim, sağduyu, mantık iflasta.

Katsayı zulmünü anlatmaya çalışıyorum.

Meslek lisesinde üç veya Teknik Lisede dört yıl mesleki eğitim görmüş, Elektronik, Elektrik, Makine veya benzeri konularda eğitim almış öğrenciye, “sen Elektronik, Elektrik, Makine mühendisi olma, eline tornavida almamış Lise mezunları mühendis olsunlar” demek, olsa olsa, kendi ayağına kurşun sıkmaktır.

Böyle bir zihniyetin samimiyeti sorgulanmaz mı?

Sorgulanmaz.

Çünkü bu zihniyetin sahipleri Elit(!) insanlar.

İnsan bu bilimsellikten uzak zihniyetin sahipleri hakkında “hizmet veren değil, hizmet almayı kendine şiar edinmiş zümrenin bireyleri” demekten kendini alamıyor.

Bunlar, bazı nimetlerin herkes tarafından paylaşılmasına tahammül edemiyorlar.

Bunlar, inşa ettikleri çarkın hep aynı yöne dönmesini sağlamak için, makamlarını sarsacak en küçük sebepleri bile engellemenin peşindeler.

“Katsayı kararı YÖK’e aittir” demelerinin üstünden ne kadar zaman geçti ki?

Değişen ne oldu?

Söyleyeyim; Takıma pas vermek istemediği oyuncular girdi.

İş ehline verilseydi, diploma gerçek sahiplerine verilseydi halen yaşamakta olduğumuz kriz bu denli yıkıcı olur muydu?

Türkiye lise mezunu mühendislerle dolu ve bunların hiçbirinin meslek lisesi menşeli eski mühendislerden daha yetenekli olduklarını iddia edeceklerini hiç sanmıyorum.

Ben, bu sıkıntıyı bizzat yaşayan bir eğitimciydim: Kocaeli Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Elektronik Bölümünde ders verdiğim 80’li yıllarda, sınıftaki Meslek Lisesi menşeli öğrencilerin yaşadıkları stresi hiç unutmuyorum, sıkıntıdan patlıyorlardı.

Çünkü onlar dersi ilk anlattığımda konuyu kavrıyorlardı. Liseden gelen öğrencilerin konuyu anlayamayıp, 2. hatta 3. defa soru sormaları karşısında kim sabırlı olabilirdi ki?

Kurban kesmek için yetiştirilen kasaplar dururken, eline bıçak almamış, tekbir nedir bilmeyenlere kurban kestirilirse, vallahi de o kurban kurban olmaz, kurban kesen kendi bir yerlerini de keser, billahide.

Dağ başını duman sarsa,
İçinde neyi var? Ona bakarlar.
Tezgahları düz ovadadır,
Dumanı artıracak ateş yakarlar.

Dünya Savaşını Kazanmak

0

Dünya, mekan olarak “alçak yer” anlamına gelir. Bizim algılamamıza göre, evrendeki diğer gezegenler bizden yukarıda. Dünya, sadece alçak yer değil, aynı zamanda alçaklık yeri. Bu mekanda biz insanoğlu her an savaş halindeyiz.

Zaman ve mekanla kuşatılmışız. Kuşatıldığımız yer, dünya. Doğuştan ölüme kadar yaptığımız bu savaşın adı da dünya savaşı. Dünyaya gelenlerin bu savaştan kurtulması mümkün değil.

Dünyaya gelirken ağlamayan bebek var mı? İşte ilk darbeyi ilk dakikada yiyoruz. Açlık, susuzluk, hastalık, kirlilik …; dünyaya gelmenin bedeli olarak çıkıyor karşımıza. Yılmıyoruz, dünyaya karşı savaşmaktan. Tutkularımız giriyor devreye. Popüler olmak, derece yapmak, makamlara yükselmek, para kazanmak; bizi dünyaya iyice yöneltiyor.

Yeni yetmelerden bir kızımızı televizyona çıkarmışlar. Sorulan sorulara verdiği cevaplarda “En büyük arzusunun mesleğimde kariyer yapmak, zirveye çıkmak olduğunu, herkesin kendisinden bahsetmesinden hoşlandığını,  dedikodu yapmanın kendisini rahatlattığını” söylüyor. Yine bir gün müteahhitlik işiyle uğraşan bir arkadaşımla denizde hem yüzüyor hem sohbet ediyorduk. Sohbet sırasında bütün Marmara adasını göstererek: “Şu Marmara’yı bana verseler, yine yeterli bulmam.” demişti. Bu sözün altında yatan kesin düşünce neydi bilmiyorum; ama büyük bir tamahkarlığın bulunduğu muhakkaktı.

İnsanoğlu işte bu. Kimisi mal mülk peşinde, kimisi şöhret, kimisi kariyer, kimisi makam, kimisi geçici saadet… Uğruna ter döktüğümüz, kan akıttığımız bu değerler bizi dünyaya bağlıyor. Önce bunları elde ediyoruz, sonra da ya bunları kaybetmemek ya da bunların daha fazlasını kazanmak için durmadan savaşıyoruz. Bizi biz olmaktan koparan bu değerlerin her biri ölümle bizi terk ediyor. Bir dünya fitnesi, dünya ile bir savaş nedeni olarak geride kalıyor. “Malınız, mülkünüz, evlatlarınız; sizin için birer fitnedir.” cümlesi, bu hakikati ne kadar veciz vurguluyor.

Bazen birbirimizle uğraşmaktan da yorgun düşüyoruz. Başkalarının hakkımızda söyledikleri, yaptıkları dedikodular bizi meşgul ediyor. Onların, önümüze çıkardığı engeller mutluluğumuzu engelliyor, bizi kendi türümüzden soğutuyor. “İnsanlık, bu olmamalı.” demek zorunda kalıyoruz. Şeytan taşlamaktan, iş yapamaz duruma düşüyoruz. “Onda niçin var, bende yok?” kıskançlığı ya da bir iş becereme kompleksi başkalarını çekiştirmeye yol açıyor. Bu duygular, zamanla alışkanlığa dönüşüyor, alışkanlıklar hayat tarzımız oluyor. Hem kendimizi kemiren hem başkalarını üzen ve onların zamanını çalan bir girdabın içinde yüzmeye başlıyoruz.

Dünyacı değerlere göre dünyaya karşı savaşı kazanmak mümkün değil. Bu savaş oyununun kurallarını biz koymalıyız. Bizim kurallarımız geçerli olmalı bu dünyada. İnanıyorum ki ben dünyanın değerlerini önemsemezsem o benim değerlerime yönelecektir, benim değerlerimi kabullenecektir. Dik durmak, duruş sahibi olmak gerek dünyacı değerlere karşı. Dünya köpek gibidir; ondan kaçtıkça sana yönelecektir, aşağıladıkça seni sevecektir. “Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca.” misali ben değer vermezsem ne önemi var dünyacı değerlerin. Varsın onun olsun hanlar, hamamlar, servetler, makamlar… Bana ben yeterim. Sevgim yeter, tevazuum yeter, hoşgörüm yeter, cömertliğim yeter… Başlamadan biten savaşın kahramanı olmak, buna denir.

Dünya, ahretin tarlası. Bu dünyanın savaşını kaybedenler, öbür dünyayı da kaybediyorlar. Öbür dünyayı kazanmak için bu dünyayı “sineğin kanadı” kadar değerli görmek gerekiyor. Dünyacı değerlerin sonu yok. Buna ömür yetmiyor. Gerçek muzaffer asker, savaşı tutkularına ve dünyaya karşı kazanmış askerdir.

Bir dünyalı olarak işimiz zor görünüyor. Aslında, kolay. Yol ve yöntemini bildikten sonra aşılmayacak dağ yoktur. Haydi kolay gelsin!