16.5 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1230

Hangi İslam

Kadim dostum ilim adamı Dr. Abdülkadir Sezgin beyle zaman zaman sohbet ederiz.

Abdülkadir Hocamız ilahiyatçı ve araştırmacı bir yazar olup, Diyanet İşleri Başkanlığında Baş Müfettiş olarak görev yapmaktadır.

Hocamla islami konuları tartışırken ” hangi İslam ve kavramsal çerçeve” konulu çok önemli şeyler anlattı. Bu anlatılanları okurlarımla paylaşmak istedim.

Bugün din alanındaki en önemli mesele, İslam denildiğinde ” hangi İslam?” denilmesi ve bu konuda yaşanan kargaşadır.

İslam özü itibariyle ” dünyevi devleti” telkin ve teşvik eder. İslamda din devleti yoktur. Örnek olarak başında Peygamberimiz Hz. Muhammed’in bulunduğu Medine İslam Devletidir.

Başında bizzat Hz. Peygamberin bulunduğu bu devlet, kutsal kitapla, ilahi buyruklarla yönetilmemiştir.

Peygamberin bizzat yönettiği bu devlette yönetim dünyevidir. Medine’de yaşayan Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Ateşperest, Putperest ve diğer insanlar bir araya gelerek bir antlaşma imzalamışlardır. Buna “MEDİNE VESİKASI” deniyor. Daha sonraları ” MEDİNE ANAYASASI” olarak anılan bu metin kutsi metin değildir. Farklı dinlere mensup insanların birlikte kabul ettiği bir metindir. Hz Peygamber devleti bu kurallara göre idare etmiştir.

Bu gün kendini “ŞERİAT DEVLETİ” olarak tavsif eden varsa buna dinin kitabı Kur’an’dan veya sünnetten delil bulmak ve bize anlatmak durumundadır.

İslamda teokratik idare yoktur.

Kuran Müslümanlara idare için; adaleti, istişareyi, işi ehline vermeyi ve hakka riayeti emretmektedir. İslamda her türlü yönetim için esas olan budur. Devletin şekli ve yönetim biçimi veya adı önemli değildir. Bu kurallara uyarak idare edilen devlet, İslam Devleti sayıldığı gibi insan haklarına ve demokrasiye uygun devlet demektir. Kitap ve Sünnette devlete, devletin yönetim biçimine ait şekli kurallar koymamıştır.

Türk Devlet geleneği haline gelen devlet yönetiminin özü budur. Başında bütün Müslümanların “Halifesi” ünvanını da taşımış Osmanlı Devleti’ni “Şeri değil Örfi devlet” olarak tanınır.

Vehhabilik, şia ve kolları gibi İslam içi tartışmalarla birlikte bir takım dış mihrakların katkıları ile İslam denilince ne anlaşıldığı anlaşılmaz hale gelmiştir.

Daha çok medyada görülen ve halkın zihnini karıştıran ” Popülist İslam” ” Halk İslamı” “Kur’an İslamı” “Şeriat” “Siyasi İslam” ” Selefi İslam” ” Alevilik” ” Türk İslamı” ” Sünnilik Arap İslamı”  gibi İslam üzerinde ihtilaf meydana getiren anlatımlar ve bir türlü halkın dinle ilgili sorunlarına cevap vermeyen ilahiyatçılar ve din kurumu çalışanlarının çelişkili açıklamaları karşısında şaşıran insanların imdadına siyasetçi yetişmekte.”Senin dediğin doğru ” ” Diyanet kapatılmalı, Din cemaatlere bırakılmalı” gibi reçeteler vermektedir.

Ne anlama geldiği ve neyi ifade ettiği bizce anlaşılmayan ” dinler üstü” veya “mezhepler üstü” din tebliğ edilmesi veya öğretilmesi halinde toplumsal çatışmaların azalacağı teorisi meğer Avrupalı için icad edilmiş bir teoriden ibaretmiş. Avrupalının dini anlamak bakımından biz, onların dini için Hıristiyan diyoruz. Avrupalı hangi ülkeden olursa olsun kendine Hıristiyan demez. Katolik, Ortodoks, Protestan gibi isimler Avrupalı için birer din adıdır.

Bu kelimeler Avrupalı için ayrı ayrı din demektir. Onun içinde Avrupa Birliğinin kültürel ve psikolojik olarak da gerçekleşmesi için Dinler Üstü veya Mezhepler Üstü eğitim teorisi önemli olabilir.

Ülke gerçeklerinden habersiz bir takım ilim adamlarının bu hazır teoriyi, kendisi keşfetmiş gibi alıp bize anlatması çok da yanlış değil. Nasıl olsa orijinal fikri batılılar düşünüp bulduğuna göre aspirin gibi bizim bünyemize de uyar sanılmaktadır.

Türklük ve çağdaşlıkla barışık İslam deyimi ile yeni gibi görünen aslında “Hanefi Maturidi İslam” şeklinde anlatılan eski anlayışın yeni ifadesidir.

Aslında ilk Müslüman Türk Devleti sıfatını da kazanmış Karahanlı Devletinden bu tarafa Türk Devleti geleneği zaten böyle bir kavramsal çerçeveyi asırlardır yaşatmaktadır.

Türkiye’de Sünni İslam denilince akla gelen Hanefi – Maturidi İslamdır. Bu anlayışları yorumlayan, açıklayan, düzenleyen ve insanlara sunan bilginler biri Buhara diğeri Semerkantlıdır ve Türktür.

İnanç dünyamızı düzenleyen niçin, neye, nasıl inanacağımız konusunda dini kabullerimizin fikri ve felsefi kurallarını bulmuş ve kabul ettirmiş olan Maturidi bugün Özbekistan devletinin büyük şehirlerinden olan Semerkant’ın Maturid köyündendir. İslam ibadetlerle ilgili konulardaki hayatımızı düzenleyen yorumların sahibi Numan Bin Sabit meşhur adı ile İmam Azam Ebu Hanife yine bu günkü Özbekistan’ın büyük şehirlerinden Buhara’nın Kabil kasabasından bir Türk çocuğudur.

Alevi Akaidi, Alevi Kelamı ve Alevi İlmihali var mı?

Osmanlı döneminde her farklı anlayış kendisinin bu farklı anlayışını ortaya koymuştur. Bu anlayış farklılıklarını ortaya koymak içinde başvurulan yol, bu farklılık hangi alanda ise bu alanla ilgili bilimsel kabulleri ortaya koymakla olurdu.

İnanç alanında bir farklılık varsa, akaid ve kelam ilminde farklılık bu farklılığı doğuran sebepler diğerinden ayrıldığı noktalar tek tek anlatılırdı. Eğer mesele fıkıh konularında ise bu alanda çalışmalar yapılır, ve bu çalışmaların halka yansıması için ilmihal denilen eserler yazılırdı.

İster Bektaşi ister Alevi şeklinde Osmanlı Tarihi incelendiğinde bizim çağdaş Alevicilerin iddia ettikleri gibi yorum farkı, anlayış farklılığı veya benzeri bir çalışmayı bulma şansımız yoktur.

Alevilik denilen köy Bektaşiliği yahut Kızılbaşlık ile şehirli Aleviliği olan Bektaşilik bir tasavvufi anlayıştır. Tasavvufun uygulamalarını da tarikatlar yapar. Bu tarikatın kurucusu da Hacı Bektaş Veli olup Türkistan’a Ahmet Yeseviye, Aslan Babaya ve Yusuf Hemedaniye kadar uzanır.

Bu tarikatın farklı derecelerinde Pir sayılan bu zatların hepsi inanç bakımından Maturidi ve fıkıh bakımından Hanefidir.

Kimin yazdığına bakılmadan ülkemizdeki ansiklopedilerden her hangi birine bakıldığında bile bu durum anlaşılır. Yani Türkiye Alevileri ile Türkiye Sünnileri şeklinde ayrılarak söylenen şey aynı elmayı bölerek ikram etmeye benziyor. Yoksa din ve mezhep farklılığımız olmadığını herkes biliyor.

Bilmeyenler, bilmek istemeyenler, ayrılıktan menfaat uman dışardan destekli örgüt yöneticileri ve bunların propagandası altında kalmış yurdumun güzel insanlarıdır.

İbadetlerini yerine getiren yüz binlerle Alevi – Bektaşi abdest alırken, namaz kılarken, hacca gittiklerinde hangi mezhebe göre bunu yapıyorlar. Biri hakka yürüdüğünde kefene sarılması, yıkanması, cenaze, evlenenler arasında ayrıca dini nikah da denilen nikah duası okutturanlar hangi mezhebe göre bunu yapıyorlar.

Hiç kuşkunuz olmasın ki Türkiye’de yaşayan Aleviler de Sünni dedikleri Türkler gibi Hanefi Mezhebine göre bunları yapmaktadır.

Garipliğe bakınız ki bu işlerden habersiz gafil din adamı da, DEDE’de bundan habersizdir. Sadece merhum YUSUF GÜNGÖR DEDE gibi ileri yaşta olan Dedelerde az sayıda din adamı bundan haberdardır. İşin doğrusu onlar bilse de bilmese de uygulama budur. Ve kavramsal çerçeve hayatımızın her tarafından yaşanmaktadır.

Siyasetçi, İslam da farklılaşma mantığında olan ilahiyatçı ise konunun istisnası veya istismarcısı gibi gözükmektedir.   

AB Rekabet Politikasında Devlet Yardımları ve Türkiye’nin Uyumu

Devletin ekonomi üzerindeki müdahalesindeki en etkili araçlarından biri olan devlet yardımları, devlet kaynaklarından kamu teşebbüslerine ve özel teşebbüslere yapılan her türlü yardımı ifade etmektedir. Avrupa Birliği Rekabet Hukuku içinde, Roma Anlaşması’nın 87. ve 89. maddelerinde devlet yardımını düzenlemektedir. Devletlerin ekonomiye müdahalelerinde en etkili müdahale araçlarından biri olan devlet yardımları teşebbüsler arasında adil olmayan bir rekabet ortamı yaratarak serbest rekabet düzeninin işleyişini bozmakta ve kaynakların etkin olarak dağılımını engellemektedir. Buna göre herhangi bir devlet tarafından veya devlet kaynakları kullanılarak bir işletme lehine sağlanan avantajın Komisyon tarafından devlet yardımı olarak değerlendirilebilmesi için bu avantajın ortak pazar dâhilinde rekabetçi yapıyı olumsuz yönde etkilememesi gerekmektedir. AB üye ülkelerinin hükümetlerinin kendi ülkelerinde faaliyet gösteren firmalara verdikleri finansal katkılar, Komisyon tarafından sıkı ve etkin bir şekilde denetlenmektedir. Öyle ki AB’de devlet yardımlarının denetlenmesi rekabet politikasının bir parçasıdır.

Komisyon’un Türkiye ile ilgili İlerleme Raporları incelendiğinde devlet yardımları konusunda Türkiye’nin, Gümrük Birliği kapsamındaki yükümlülükleri uyarınca, bu alandaki mevzuatını uyumlaştırması ve devlet yardımlarının izlenmesi için gerekli idari yapıyı kurması gerekmesine rağmen, AB ilke ve kriterlerine uygun devlet yardımlarının kontrolüne ilişkin düzenleme henüz yürürlüğe girmemiş, devlet yardımlarını kontrol edecek bağımsız bir otorite ve sistem temin edilmemiş ve AB’nin devlet yardımlarına yaklaşımı izleyerek, mevcut ve planlanan devlet yardımlarını buna göre düzenleyecek bir sistem kurulmamıştır. Bu durum, rekabet kurallarının uygulanmasına ilişkin OKK’nın kabul edilmesini geciktiren temel etken olup, kamu kaynaklarının dağıtılması yoluyla pazarda oluşacak rekabet ihlali potansiyeli artmaktadır. AB standartlarına uygun devlet yardımları raporlamasının olmamasının devlet ile teşebbüsler arasındaki mali işlemlerin şeffaflığını azaltmasına yol açtığı Raporlarda belirtilen diğer önemli konulardan biridir.

Yatırımlarda devlet yardımları alanında Müktesebata uyum sürecinde ortaya çıkması muhtemel idari ve teknik sıkıntıların asılabilmesi ve bu sürecin kısaltılabilmesi için AB ile teknik düzeyde ortak çalışmalar yapılması gerekmektedir. AB’de yardım uygulamaları AB fonları, merkezi hükümet ve yerel idarelerce yürütülürken Türkiye’de bu uygulamalar tamamen merkezi hükümet tarafından yapılmaktadır. Bundan dolayı AB ile Türkiye arasında devlet yardımları uygulamalarını yürüten birimlerin organizasyonu açısından idari yapıdan kaynaklanan sistem farklılıkları bulunmaktadır. Devlet yardımı uygulamalarının kontrolü, takibi ve sonuçlarının değerlendirilmesine yönelik AB’ce talep edilen bilgilerin temini açısından idari anlamda yeniden yapılanma ihtiyacı bulunmaktadır.

Yazmanın Dayanılmaz Cazibesi ve Sorumluluğu

Düzenli haftalık köşe yazıları yazmaya başlayalı tam üç yıl oluvermiş. Ocak 2007’de Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar kardeşimin teklif ve teşviki ile yazmaya başladığım yazılar, Çağdaş Kocaeli Gazetesinde ve Kocaeli Aydınlar Ocağı web sitesinde baştan beri Salı günleri yayınlanıyor.

Hiç ara vermeden devam eden, disiplin ve süreklilik arz eden bu yazı maceramın, hayatıma ayrı bir renk ve zenginlik kattığını itiraf etmeliyim. Maddi bir karşılık beklemeksizin, sadece fikir, duygu ve düşüncelerimin sizlerle paylaşılmasının verdiği manevi bir zenginlikti bu.

Yüzelliyi aşan haftalık yazılarımda genelde güncel siyasi, ekonomik, sosyal olayları, değişmeyen ölçütler ışığında değerlendirmeye çalıştım. Zaman zaman da o sıralarda özel hayatımda yaşadığım önemli olayların ruhumda yarattığı duygularımı sizlerle paylaştım.

“Ben sizin yazılarınızı gazeteden veya internetten takip ediyorum” veya en azından “ara sıra yazılarınızı okuyorum” diyen eski veya yeni tanıdıklarla karşılaşmak, beğenenlerin takdir edici sözlerini duymak çok güzel bir duygu. Bundan daha güzeli yıllardır okuduklarınız, yaşadıklarınız ve düşündüklerinizden harmanladığınız görüşlerinizi büyük konferans salonlarını dolduran kişi sayısından çok daha fazla insanla paylaşabiliyor olmak. Hem de, bir konferanstakinin aksine, bütün kelimelerin tekrar takrar incelenebileceği bir yazılı metin üzerinden.

Yazmak, güncel olaylar hakkında dost meclislerinde sohbetlerde söylediğimiz lafların rahatlığında olamıyor. Bir konuda görüşlerinizi yazılı olarak ifade etmeye çalıştığınızda öncelikle bunun fikri bir bütünlük içerisinde olmasını sağlamak zorundasınız. Yazının belli bir mantık silsilesi içinde yürümesi lazım. Değerlendirdiğiniz güncel konunun doğru olmaması veya eksik ya da yanlış bir bilgiye dayalı olarak yazmışsanız o yazı sizi mahcup edebilir.

 “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi” olanlardan olmamak için, yazdığınız konu hakkında ya önceden bilgi birikiminiz müsait olmalı veya yeterli bir araştırma yapmalısınız.

Üstelik okuyucular sizin dost çevreniz kadar homojen olmayacaktır. Farklı dünya görüşüne ve karaktere sahip okuyucular için ortak payda oluşturacak bir üslupla yazmak durumdasınız.

Güncel olaylarda siyaset ağırlıklı yorumlar kaçınılmazdır. Güncel köşe yazısı yazmaya çalışıyorsanız, özellikle iktidarın politikaları ve yaptığı işleri değerlendirmek, eksik ve yanlışlarına dikkat çekmek, eleştirmek durumunda kalıyorsunuz. Ak Parti iktidarı dönemine gelen yazı dönemimde, şüphesiz iktidar partisi bu eleştirilerin birinci muhatabı oldu. AKP bünyesinde yerel ve genel politikada görev yapan çok sayıda dostumuzun olması bu tenkitlerin dozunu ve miktarını hiç etkilemedi.

Çünkü ülkemizin zararına olacak karar ve uygulamalar için uyarı görevini yapmak, asgariden bir yurttaşlık, vatanseverlik ve aydın sorumluluğu olduğu gibi, bu dostlarımızın daha az hata yapmalarına bir nebze katkıda bulunmak anlamına geliyordu.

Partileri ve yöneticileri tenkit ederken bunlara oy veren milyonlarca vatandaşımızın duygularını göz ardı edemezsiniz. Bu insanların sevdiği, saydığı, kendilerine rehber veya lider bellediği kişiler hakkında hakaret ve galiz sözler söylemek en azından kitlelere saygısızlık olur.

Ayrıca siyaset gerçekten zor, yorucu ve yıpratıcı bir meslek. Bu alanda görev yapan insanlar büyük fedakârlıklar içinde siyaset yapmakta. Bizlerin rahat evimizde keyif yaptığımız zaman dilimlerinde, onlar farklı meşrepten insanlarımızın derdini dinlemekte, çözüm bulmaya çalışmakta, bulamasa bile sebebini izah etmek külfetini sırtlarında taşımaktalar. Bırakın siyasi karar mekanizmalarında yaptıkları görev sebebiyle katıldıkları toplantıları, parti teşkilatlarının düzenlediği toplantılar, çeşitli dernek ve vakıfların faaliyetleri, cenazeler, düğünler vd sosyal içerikli toplantılara katılmanın bile ne kadar yorucu olacağını tahmin edebiliriz.

Bu bakımdan güncel yazılarımızda kişileri değil, olayları ve politikaları değerlendirmenin uygun olduğu kanaatindeyim. Şahsi bir menfaat beklentisi olmadan sadece millet ve vatan sevgisi ile yaptığımız değerlendirmelerde bazen ağır hükümler versek de, tenkit edilen siyaseti uygulayanlarla aynı partide olan dostlarımızdan şimdiye kadar tarafıma bir sitem bile söz konusu olmadı.

Petkim/ Tüpraş Petrokimya’da, Satış Müdür Yardımcısı ve Ticaret Müdürü olarak görev yaptığım yıllarda, şirketin “yıllık faaliyet raporlarının” önsözlerini onbir yıl ben kaleme aldım. Bu önsözlerde önce Dünya ve Türkiye Ekonomisinde yaşanan temel gelişmeleri ve daha sonra da şirketin özel gelişmelerini özetlerdim. Yıllar geçtikçe Türkiye Ekonomisi ile Şirketin ekonomik gelişmelerinin birbirine şaşılacak kadar çok paralellik gösterdiğini fark ettim.

Üç yıllık yazılarımı da bir tarih sıralaması içinde gözden geçirdiğimde, yazılarımın Türkiye gündeminin tam bir yansıması olduğunu görüyorum. Türkiye gündemine dair yorumlarımı sıcağı sıcağına sizlerle paylaşmış olmak ise son derece haz veren bir vakıa.

Bunca yazı içinde muhakkak ki bazı hata ve yanlışlarım olmuştur. Çok şükür ki bahsettiğim ilkelerden ve değişmez değer ölçülerimden taviz vermeden yazdığım bunca yazı içinde, “keşke böyle yazmasaydım” dediğim veya bana “bak şöyle yazmıştın ama fena çuvalladın” dedirtecek büyük hatalarla dolu bir yazım olmadı. Bundan sonra da olmayacağının bir garantisi maalesef yok. Ben yine her yazımda hata yapma korkusunu yaşamaya devam edeceğim. Dileğim bundan sonra da size ve kendime mahcup olmamak.

Bir başka dileğim ise, mesleki açıdan hayatımda radikal bir değişiklik içerisinde olduğum bu yeni dönemde, yine aynı şekilde kesintisiz olarak yazmayı sürdürebilmek.

Bu Çınar

Evlat! bize gelmez fitne ve fesat
Meyletme ifrata var ise vasat.
Sevgi ek toprağa huzurla hasat.
Berekettir, bu çınarın gölgesi.

Evlat! kime gerek o kimdi, bu kim?
Bizde güne sığar daim dört iklim.
Herkes can evinde ezelden mukim.
Muhabbettir, bu çınarın gölgesi.

Veysel’in gittiği yol ince,uzun.
Sevdalar her mevsim düğünler güzün.
Yetimler derdine ağlar öksüzün
Merhamettir,bu çınarın gölgesi

Evlat! bir kulak ver, duy o nefesi
Ezelden bu güne gül manzumesi
Mevlana’sı Şems’i,Yunus Emre’si
Marifettir, bu çınarın gölgesi.

Çınar ki; kökleri emsal tarihe.
Lisanın kudreti yetmez tarife.
Şairlere ilham, ilim arife.
Emanettir,bu çınarın gölgesi

Mezkür Meçhul Mesele (1)

Türkiye’nin Büyük Çatısı (7 s) yazımda belirttiğim gibi Kasım ayında yapılacak ikinci çalıştaya çağrıldığımı ve izlenimlerimi paylaşacağımı yazmıştım. 16-17 Kasım 2009 tarihindeki çalıştaya katıldım.Yazdığım Ahlaki disiplinlerin ekonomiye katkısı ve zenginleşme (1..7s) yazılarını yazdığım için değinememiştim. Prof Dr. Vamık Volkan’ın yönetiminde sevgili dostum Ekopolitik Koordinatörü A.Tarık Çelenk’in organizatörlüğünde 16 Kasım 2009 tarihinde “Türkiye’nin Büyük Çatısı: Mezkur Meçhul Mesele” başlığında Dedeman Otel’de basına ve kameralara kapalı, bilimsel formatta seviyeli bir çalıştay oldu. Gecesinde de bu çalıştayın yapıldığını öğrenen İçişleri Bakanı sayın Beşir Atalay’da çalıştaya katılanlarla birlikte bir akşam yemeği yemek istediği öğrenildi. Yemek aynı zamanda “Demokratik açılım” konusunda hem bakanın hem katılımcılarının görüşlerini de içeren yemekli bir toplantı haline dönüştü. 17 Kasım 2009 tarihinde de İstanbul Ticaret Üniversitesi Kampüsünde Öğrencilere, basına ve serbest katılımcılara açık konferans şekilde yapılarak hem canlı olarak ulusal kanallarda gösterildi. Bir şekliyle de kamuoyuyla çalıştay paylaşılmış olundu. 

Türkiye’nin uzunca bir dönem gündeminde kalacak gibi gözüken “Demokratik açılım” sürecinin, dedikodulara, duygusallıklara, aşırılıklara kaçmadan soğukkanlılıkla yaklaşılabileceğini ve bilimsel bir tabana oturtulabilineceğini göstermesi bakımından çok önemliydi. Bu çalıştayın yapılmasında büyük gayret gösteren A.Tarık Çelenk, Murat Sofuoğlu ve diğer Ekopolitik yönetimi ve gönüllülerini kutlamak gerekir.  Ayrıca bu derece toplumun tüm kesimini ilgilendiren ve güncel olan bir konuda ABD’den gelen sayın Vamık Volkan beyle diğer katılımcılara teşekkür etmek gerekir.  

Toplantıya giderken kafamda hem çok soru işaretleri vardı, hem de böyle girift bir konu bu kadar farklı bakış açılarına sahip insanlarla nasıl yönetilebilecekti. Salona girdiğimde salon dizaynı ve oturuş şekilleri benim şimdiye kadar görmediğim bir formattaydı. İç içe geçmiş üç halka gibiydi. İç halkada Katılımcılar, 2. Halkada gözlemciler, 3. halka daha az kişiden oluşan misafirler. 

Yöntem olarak şöyle bir yol izlendi, katılımcılar konuşacak sonra gözlemciler ve misafirler katılımcılara sorular soracak veya fikirleri beyan edecek şeklindeydi. Toplantı yapılan salona,  kesinlikle kamera ve haberci alınmadı. Kişilerin kendilerini güvende hissettikleri seyirci ve kamera olmadığı için tribüne de oynama ihtiyacı olmadan, sadece açık olarak duygularını ifade edecekleri seviyeli bir ortam hazırlanmış oldu. 

Toplumsal sorumluluk gereği Ülkemizin en önemli meselelerinden biri olan “Mezkur mechül mesele” hakkında bu çaplı bir organizasyonun tamamen sivil bir insiyatif tarafından yapılması çok önemli bir gelişmeydi. Bu tip çalışmaların diğer sivil insiyatifler tarafından da yapılarak, ortaya bu mesele hakkında enine boyuna kafa yorarak, geçmiş, şimdiki durum ve gelecekteki etkileri hakkında, yalan yanlış değil de belirli bir zeminde tartışılmış sonuçlarının herkes tarafından faydalanacağı fikirler olarak çıkması önemlidir. 

Toplumu doğrudan etkileyen sorunlar karşısında; doğru veya yanlış çözümleri gördük. Yıllarca birileri düşünmüş, birileri uygulamaya çalışmış şekilde gelişti. Artık demokratik ortamda bireylerin sivil organizasyonların ne dediklerinin önemli hale gelmesi gerekiyor. Bu gereklilik bizleri daha özgür düşünen, daha sivilleşen, olaylara farklı pencerelerden bakmamızı sağlayan, fikirlerimizin saygı gösterildiği, ortamların oluşmasında ve fazlalaşmasında büyük roller oynayacaktır. Bu bağlamda da bu organizasyon önemliydi. 

Bu düşüncelerle sizlere katılımcı ve gözlemcilerin kimlerden oluştuğunu yazayım; 

Katılımcılar: 

Abdi Açıl, Altan Tan, A.Tarık Çelenk, Bayram Bozyel, Cengiz Çandar, Cezmi Bayram, Durmuş Hocaoğlu, Gültan Kışanak, Haşim Haşimi, İbrahim Kalın, Mete Yarar, Murat Belge, Murat Sofuoğlu, Musa Serdar Çelebi, Seydi Fırat, Şerafettin Elçi, Uygar Aktan, Ümit Fırat, Üstün Dökmen,  

Gözlemciler:  

Altay Ünaltay, Avni Özgürel, Ayhan Bilgen, Ayşe Betül Çelik, Cevat Öneş, Cevat Özkaya, Deniz Ülke Arıboğan, Ercüment Aksoy, Esra Çuhadar Gürkaynak, Fethi Şimşek, Gürkan Zengin, Halit Yalçın, Hamidullah Öztürk, Hatip Dicle, Mazhar Bağlı, Medaim Yanık, Mesut Yeğen, Müfid Yüksel, Osman Bostan, Özdem Sanberk, Özden Zeynep Oktav, Özler Aykan, Raif Türk, Rebia Dirim, Ruşen Çakır, Sema Sezer, Selahattin Kaya, Süreyya Sırrı Önder, Şaban Gülbahar, Taha Özhan, Vamık Volkan, Yavuz Arslan Argun 

Müzakere Konuları:  

1. Türkiye’de ortak bir aidiyetten bahsedilebilir mi?

2. Birlik ve beraberlik oluşturabilecek bir terkibin sağlanmasında tarihin yeri nedir?

3. Kimlikleri ayıran ve etnik gruplar için kimlik sembolü olan tarihi olaylar var mıdır?

4. Uzun senelerden beri kimlik adına birçok insan kaybı oluştuktan ve güvenlik sorunu yaşandıktan sonra kimlik kavramı ile bağlantılı ne gibi sorunlar ortaya çıktı?

5. Ülkemizde ayrımcılığın ve ırkçılığın ortaya çıkması ve yayılması tehlikesi var mıdır?

6. Yas tutan insanları  rahatlatmak için neler yapılmalıdır?

7. Türkiye’de herkesin eşit vatandaş olduğunu ve/veya olmadığını gösteren örnekler var mıdır?

8. Toplumda ortak yaşama güveni ve iradesini geliştirmek için nasıl “reçeteler” düşünülebilir? 

Ve bu maddeler dışında maddelere bağlı kalmadan da kişiler görüşlerini ifade edecekleri özgür bir ortam hazırlanmıştı. 

Kısaca Türkiye’de son dönemin  en önemli gündem maddesi olan “demokratik açılım” konusunu;  Politik psikoloji açısından da ele alınarak, Türkiye’nin önde gelen ve bu konuyla ilgilenenlerinin, kanaat önderlerinin bir araya getirildiği, seviyeli bir platform olarak değerlendirdim. 

Bizler de yukarıda ifade edilen müzakere konularına cevaplar verelim ve yeni müzakere soruları çıkaralım. Konuşmadan, düşünmeden, kafamızın arkasındaki düşünceleri açıkça ifade etmeden, bastırılmış duygularımızla problem gördüğümüz her konudaki çözümlere ulaşmamız mümkün değildir.

Mezkür Meçhul Mesele (1)

Mezkür Meçhul Mesele (1)

 

Yaşamayı Öğrenmek

Tabut, musalla taşında. İçinde yatan, otuz yaşında bir entelektüel. Birkaç dil biliyormuş. Maddi bir sorunu olmamış şimdiye kadar. Ailesi varlıklıymış. Bir insanın bu yaşa kadar edinebileceği bütün bilgilere sahipmiş, kariyer yapmış. Aynı yaştan arkadaşları etrafında toplanmışlar, omuzlarına alıp onu yol etmek için. Herkesin başı öne eğik. Dün akşam intihar etmiş tabuttaki. Babası haykırıyor: “Oğluma her şeyi öğrettim; ama yaşamayı öğretememişim.”

Televizyondaki haberlerde seyrettim bu manzarayı. Babanın feryat ile söylediği “Yaşamayı öğretememişim.” cümlesi hafızamda yer etti.

Ayakkabı boyatmak gibi bir adetim yoktu. Kendim boyardım ayakkabılarımı. Birkaç gün önce karşılaştığım ilk boyacının sandığına dayadım ayakkabılarımı. Bir güler yüz, karşıladı beni. Hal hatır etti. Fırçaları ayakkabının sağına soluna vurdu boyacı. Boyayı sürdü, ince bir fırçayla yaymaya başladı ayakkabının üzerinde. “Bu fırçayı bulandan Allah razı olsun, çağın son buluşu bu.” dedi fırça için. Ona göre, bu fırça boyayı ayakkabının ayrıntılarına kadar nüfuz ettirebiliyormuş, onun için pek marifetliymiş. Ayakkabıyı parlatmaya geldi sıra. Önce cilaladı, sonra fırçalamaya başladı. Bir taraftan da “Koçum be!” diyerek fırçalarını seviyordu. Ayakkabı parladıkça “Sanat, işte bu abi!” demekten kendini alamıyordu. Yoldan geçenlere de selam vermeyi ihmal etmiyordu. Bir ara “Allah’ım kimseyi akılsızlıkla imtihan etme!” dediğini duydum. Verdiğim paraya yerlere kadar eğilerek teşekkür etti. Sadece o beni kazanmadı, ben de onu kazandım.

Öğrencilerimle sohbet ediyoruz zaman zaman. Yaşadığı ortamdan, dönemden memnun olan ve geleceğe dönük yüksek idealler besleyen öğrencilerimin az olduğunu görüyorum. Çoğunluğu, yaşamak için yaşadığını, dış baskılar sebebiyle kendilerine hedefler koyduğunu söylüyor. İdealist görünenler de bunu konfor, prestij, megalomanlıkla temellendiriyorlar. Bu duygular da olmasa idealist bir gençlikten yoksun kalacağız. Yetişmesine sebep olan insanlara borcunu ödemek, memleketine, insanlığa yararlı olmak, bir şeyler yapmayı varlığının gereği kabul etmek gibi bir gerekçe ile izah eden gençlere pek rastlamıyoruz. Bu tabloyla kendimizi kıyaslayınca “Hey gençlik!” diyerek hayıflanmaktan kendimi alamıyorum.  

Sınıfta öğrencilerime “yaşamayı öğrenmenin” ne demek olduğunu sordum. Beklediğim cevap gelmemişti. Onlara göre yaşamak; gülüp oynamak, eğlenmek, doldur boşalt işlemi yapmaktı. Dedim ki: “Yaşamak, eşyanın sihrini keşfetmektir. Varlığının nedenini bilmek, buna göre bir hayat sürmektir. Varlığınla hayata değer katmaktır. İki yanıcı olan hidrojen ve oksijenin bir araya gelmesiyle nasıl söndürücü olan, insanlara hayat veren suya dönüştüğünü görmek ve bundaki sırrı anlamaktır.” Samimiyetle onayladıkları bu bakış açıma öğrencilerim pek uzak kalmıştı. Bunda onların da bir suçu yok. Uygulanan eğitim, yaşadıkları ortam onlara bunu telkin etmiyor. Hazların tatminine dayanan pozitivist eğitim, insanları öğütüyor, insanlar otuz yaşına da gelse onları intihar etmekten sakındıramıyor. Geride, boşa geçen yıllar, tüketilen emekler, gözü yaşlı ebeveynler kalıyor. 

Hayatımızın kozmolojisini gözden geçirmeliyiz. Doğadaki kozmoloji ile genlerimizin kozmolojisi arasındaki barışıklığı yaşantımıza indirgemeliyiz. Nefsimize zor gelse de bunu başarmak zorundayız. “Sac tava gelir hamur tükenir, insan tava gelir ömür tükenir.” demiş atalarımız. Sacı tava getiren ateş, insanları tava getiren eğitimdir. Ömrü tüketmeden tavı yakalamak için doğru bir eğitim şart.

Şimdi düşünmek lazım: Maddi kaygılardan uzak olduğu, dünya standartlarına göre iyi bir öğrenim sürecinden geçtiği halde otuzuncu yaşında intihar etmeyi kurtuluş gören kişinin eğitimi mi daha insani, “Allah’ım bizi akısızlıkla imtihan etme!” diyen boyacının eğitimsizliği mi daha insani? Hangisi yaşamayı öğrenmiş ve nerede; hangisi yaşamaya karşı kör edilmiş ve nerede?

Bugünden itibaren yaşantımızı bir daha sorgulamalıyız.

 

Bilmek, Düşünce İle Deneyimin Sonucudur

“Ben bilirim”cilere ithaf edilir.

Öğrenme psikolojisinde en akıllı yol, söylenilmek istenileni, gene kendi hasmına söyletebilmek- yedirebilmektir… Ancak bunu yaparken de amaçlanan görüşü, hasmın kendi görüşü haline getirmek hünerini gösterebilmektir… Kısaca sonuca ulaşıldığında, hasım neyi yediğinin farkına bile varmamalıdır…

Hikayeye göre, bir Alman, bir İtalyan, bir Fransız ve bir İngiliz aralarında köpeğe hardal yedirmek konusunda iddiaya tutuşurlar.                                                                       

Alman önceliği alır, hardalı topak yapar ve köpeğin ensesinden tutarak zorla ağzına tıkar… Hayvanın ağzı yandığı için hardalı yemez ve çıkarır…       

İtalyan hemen atılır, öyle olmaz der ve hardalı makarna şeklinde ufak parçalar halinde bölerek, köpeğe yedirmeğe çalışırsa da, hayvanın ağzı gene yandığından o da başaramaz…

Fransız da, konuya kendi açısından yaklaşarak, hardalı önce sulandırıp, sos olarak köpeğe yedirmek için uğraşırsa da, bu uygulama ile de bir sonuç alamaz…                              

Sıra İngiliz’e geldiğinde, İngiliz, önce köpeği okşayarak yanına çeker, sırtını sıvazlar, sonra, hardalı topak yaparak hayvanın poposuna yapıştırır. Köpek ardı yandıkça başlar hardalı yani arkasını yalamaya, kısaca, canı yandıkça yalar, yandıkça yalar ve sonuçta yalaya yalaya hardalı bitirir…..  

Akıllı ülkeler, hedef ülkeleri istedikleri çizgide tutabilmek için onlara hardalı öyle yedirirler ki, o ülkeler neyi yediklerinin (?) farkına vardıklarında iş işten çoktan geçmiş olur!

Cumhuriyetine Sahip Çık…

Liberal Faşist Çete

Türkiye’de garip şeyler oluyor. Aydınlar Ocağı’nın düzenlediği “Muhafazakârlık ve Liberalleşme” konulu toplantısında da ortaya konduğu gibi, muhafazakârın gerçekten muhafazakâr olmadığı, sadece şekilciliği esas alanlarca kavramın içinin boşaltıldığı; statü ve menfaat elde etmede kullanıldığı görülmektedir. Kısaca, kavramların bile DNA’sı bozulmuştur. Milli ve dini geleneklerle kavgalı bir muhafazakâr tipi doğmuştur.

Diğer taraftan; ferdi hak ve hürriyetleri genişletici, Devletle ve kurallarla çatışan, müdahale yerine özgürlükçülüğü ütopya haline getiren liberallerin önemli bir bölümü de bunları sadece kendileri için düşünüyor. Kendi dışındakiler “öteki” kabul edildiği için her türlü mahrumiyet, baskı, kısıtlama, basının gerçekleştirdiği yargısız infazlar, yasa dışı telefon dinlemeleri, hukuk devletinin parti devletine dönüşmesi, kendi fikri dışındakileri kabul edememe, ötekiler için normal kabul ediliyor. Herhalde bundan dolayı bir kavram sıkça kullanılıyor: liberal faşizm.

Geçenlerde TRT 2’de Avrupa Birliği ile ilgili bir program vardı. Yunanistan’ın içine düştüğü ekonomik krizden biz de faydalanıp bazı Yunan bankalarını onların yaptığı gibi satın alsak olmaz mı sorusu, Gazi Üniversitesi’nden bir iktisatçı doçente soruldu. Bizim bankaları satmamızın yanlışlığı da program düzenleyicisi tarafından belirtildi. Liberal doçentimiz bankaların el değiştirmesine bir kısıtlama getirilemeyeceğini, bunun serbestliği bozacağını, aksi takdirde; iktisadi milliyetçiliğin gündeme geleceğini belirtti. İktisadi milliyetçiliğin zirve yaptığı bir çağda çağdışı, liberalleştirilmiş, uysallaştırılmış bir kafa ancak bunları söyleyebilirdi. Böyle bir iktisatçı, ülke çıkarlarını koruyabilir mi? Tabii ki koruyamaz; ama, görevi zaten bu değil ki…

Bunlar için milli egemenlik ve bağımsızlık, milli ve üniter devlet yapısı, milli kimlik hiç de önemli değil. Ama, etnik ayrımcılık, farklılıklar ve ırkçılık gerekli. Bunların çoğu dün farklı düşünüyordu. Komünist ideolojinin özüne veya sulandırılmış şekillerine bağlıydılar. Dün de “Türkiye halklarının devrimci mücadelesi”nden bahsediyor, milliyetçiliği ve Türk Milletini reddediyor, Türkiyeliliği öne çıkarıyorlardı. Türkiye’nin tarihinde aşırı sol Batı’dakinden farklıdır. Bugün ülkeyle kavgada artık bunlar kullanılmıyor. Devletin egemenliğini, otoritesini, hukuk düzenini alt üst edecek oyun ve tezgâhlar demokratikleşme örtüsü altında ortaya konuyor.

İktidara yıkama yağlama servisi yapan, teslimiyetçi ve küresel çıkarlara hizmet eden liberallerle dünün muhafazakârı, bugünün devşirilmiş bazı mikro muhafazakârlarının çirkin işbirliği ortadadır. Bunlara bir de Kürt olmamasına rağmen; Kürtçülük yapan ırkçıları ilâve edersek; ortaya enteresan bir çete çıkıyor. Bu çete, ülkeyi kamplaştırmak için her şeyi kullanıyor. Kürtçülükten Alevilere, hatta Romanlara ve bazı şehir ve yer adlarının değiştirilmesine kadar… Devletin başı da bu çetenin etkisinde kalıyor ki; kendileri de bir yer adını değiştirerek kullanıyor.

Askeri darbeler öne çıkarılarak asıl son üç-dört senedir cesaretle gerçekleştirilen sivil darbeler örtülmek isteniyor. Yapılmış ve yapılacak olan Anayasa ve yasa değişiklikleri birer sivil darbe değil mi? Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle, Milli Mücadeleyi gerçekleştiren ve onu Cumhuriyetle taçlandıran Türk Milletinin milli iradesiyle oynanmıyor mu?  

Ülke, yangın yerine çevrilmiştir. 2010’a girerken birbirini tamamlaması gereken kurumlar arasındaki üstünlük mücadelesi ve iktidara itaat zorlamaları demokrasiyle çelişiyor. Hür olmayan basın, demokrasinin basını değildir. En güvenilen kurumlar, halkın en çok desteğini alan TSK, hedef tahtası yapılıyor. Polise askerin elindeki ağır silâhlar veriliyor.

Kozmik odalara sızılıyor. Notlar tutuluyor. İnşallah bu notlar dost ve müttefiklere verilmez. Eğer verilirse; Süleymaniye’de askerin başına çuval geçiren süreç devam ediyor demektir. Bu süreç, suikast tefrikalarıyla destekleniyor. Bu iddianın öznesi olan şahıs, her konuşmasında huzur ve istikrarı dinamitliyor. Geçenlerde teröristbaşının yol haritasından istifade edebiliriz diyen de, Ege’de Yunan karasularının 12 mile çıkarılmasına da itiraz etmeyiz diyen yine kendisi. Devlet adamlığı daha ciddi bir iştir.

Sorumluluk, milli birliği ve milli menfaatleri korumayı gerektirir.     

Eczacıların Samimiyet Testi

Eczane sahibi eczacıların başı dertte. Yakın zaman da alışveriş merkezlerinde, marketlerde, bakkal da, manav da benzer yerlerde ilaç satımı için hazırlıklar yapıldığını hükümetin başı  açıkladı.

Ülkemiz de 25.000’in üzerinde eczacı var. Bu insanlar iyi bir fakültede 5 yıl eğitim yapmışlar. Yetmemiş üstüne  bir de sermaye koyarak mesleklerini  icra ettikleri, adına “eczane” denilen işletmelerini açmışlar. Yani bu eczacılar, kendilerine ve ülkelerine maliyetleri epeyce fazla olan, aynı zamanda  meslek sahibi, bir insan kitlesi…

Şimdi de başlarında ekmek paralarına musallat olan bir bela var. Ancak duyarlı olanları tenzih ederim ama bu duruma müstahak olduklarını düşünüyorum.

Bu düşüncemin nedeni şu: eczacılar memleketimizin okumuş aydın bir sınıfını teşkil ediyor  ya da ben öyle düşünüyorum. Ülkemiz de neredeyse her mahalle de bir eczane var. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olduğuna göre gelinen bu tablo için daha düne kadar kılını kıpırdatmayan eczacılar, başlarına gelen sıkıntıdan birinci derecede sorumludurlar.

Eczane dışında ilaç satmaya hazırlanan iktidarın; içte cemaat ve tarikatların, dışta küresel güçlerin desteği ile iktidara geldiği ve yine bu güçlerin desteği ile iktidarda kalmaya devam ettiği sağır sultanın bile anladığı bir gerçek.

Peki bu iktidarın varlığını sürdürmesi için neye ihtiyaç var? Cevap: kendisini destekleyen güçleri doyurmaya…

Eczacıların hepsi, bu iktidar başa geldiğinde Türkiye’nin  sosyal güvenlik kurumlarının ilaca kaç para ödediğini çok iyi biliyor. Şimdi de kaç para ödendiğini biliyor. Peki bu güne kadar millet ve devlet aleyhine olan bu gidişata, niye seslerini çıkarmadılar? Milletin parası, ilaç ithalatı adı altında küresel güçlerin bir parçası olan ilaç tröstlerine akarken neden sustular?

İlaç sanayimiz küresel güçlerin eline geçerken, ilaç ihtiyacımızın neredeyse tamamı  ithalat ile karşılanırken, ilaç için harcanan para ithalatımızda enerjiden sonra ikinci sıraya otururken bu eczacılarımız neredeydi?

Ülkemizde konuşlanmış bulunan ve küresel sermayenin elinde olan büyük marketler zinciri elbette yeni kazanç kapıları bulmak için başkalarının ekmeğine göz dikecek. Ya siz ne yapacaklar sanıyordunuz? Obama’nın desteğini almak kolay mı zannettiniz? “One minute” aslanı olmanın bir bedeli var bunu bilmiyormuydunuz?  Elbette eczacılarda paylarına düşeni ödeyecek…

Sağlıkla ilgili bakanlık tarikat ve cemaatlere teslim edilirken eczacılar niye sustular?

Bu gerçekleri mahallelerde hizmet verdikleri halka  niye anlatmadılar?

Ben Temmuz 2007 seçimlerinde milletvekili ve Mart 2009 yerel seçimlerinde de belediye başkanı adayı idim. Varlığı ve yokluğu tartışmalı bir  Türk aristokrasisine veya burjuvazisine dahil olmadığım yani bir halk çocuğu olduğumdan dolayı, dağ bayır demeden dolaştım. Özellikle her önüme çıkan eczaneye atlamadan girdim. O zaman böyle bir sorunları da ortalığa dökülmemişti.

Onlara sosyal sorumluluk açısından bir eczanenin ve eczacının önemini aklım yettiği ve dilim döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. Kızmasınlar ama genelleme yaparsak çok duyarsız olduklarını müşahede ettim. Ya da uyarılarımızı duymak istemiyor ” bizim işimiz tıkırında hadi başka kapıya” der gibi davranıyorlardı.

Bu ülkeyi korumak o kadar kolay değildir. Eğer sadece ayağınıza basıldığı zaman feryad ederseniz sizi kimse ciddiye almaz. Buna karşılık kendi gücünüzü objektif  bir şekilde toplum yararına kullanırsanız size karşı yapılacak haksızlık karşısında millet yek vücud olarak ayağa kalkar.

Lenin’in Ekim 1917 Devrimini 10.000 kişi ile yaparak Sovyetler Birliğini kurduğu anlatılır. Bu örnek açısından bakıldığında; iş başında olan iktidar 1994 yılında büyük başarı ile yerel yönetimlerde başa gelirken cami imamlarının ve müezzinlerinin desteğini almıştı. Onlar cami cemaatlerine; gerçi şimdi yanıldıklarını itiraf etmeselerde müslümanların iş başına gelmeleri  gerektiğini samimiyetle ve yılmadan anlatmışlardı. Bu sebeple şimdiki  iktidarın başa gelmesinde eğer bir meslek gurubu olarak kabul edilecekse ki; bence kabul edilmelidir, din adamlarının büyük rolü vardır.

Onun için ülkemizde ki 25.000 eczacının varlığı; ülke sathına dengeli bir şekilde yayılmış olmalarına ve sosyo-ekonomik koşullarına bakıldığında bir iktidarı getirmek ve ya götürmek için yeterde artar bile…

Aynı benzetmeyi Tekel işçileri için de yapabiliriz. İşler iyi giderken onlarında sesi çıkmıyordu. Ne zaman hükümetin başı muslukları keseceğim diye ferman buyurdu işçi protestoya başladı. Tayyip döneminin  özelleştirme adı altında milli değerlerin peşkeş çekilme dönemi olduğunu bu Tekel işçisi daha yeni mi anladı?

Bu millet kendisine ağır yaralar açan politikalar uygulayan iktidarı, yerel yönetimlerde 4.dönem ve merkezi yönetimde 2. Dönem başta tutuyor. Eczacılar, Tekel işçileri, memurlar, işçiler, emekliler, köylüler, esnaf ve diğerleri samimi olsalardı; kendilerine bu kadar eziyet eden bir iktidar başta kalabilirmiydi?

Küresel sermayenin Türkiye şubesi TÜSİAD’çılar  yada küresel güçlerin kontrolündeki medya  gibiyseniz hiç tantana yapmayın. Başınıza ne gelirse sesinizi çıkarmadan dizinizi büküp oturun. Eğer zaten böyleyseniz, siz ne kendi hakkınızı ne de bu milletin hakkını koruyabilirsiniz.

Bu hadise; malum hikayedir güneydoğu da isot tarlalarına giren Fransız askerlerini kovalamaya benzedi. Yani bana dokanma da ne yaparsan yap. Ne yazık k i sana da gün gelir işte böyle dokunurlar…

Hepinizin bildiği bir olay başımıza geliyor ve hala seyrediyoruz. Hatırlarsanız Afrika’ya giden emperyalizmin öncü kolu olan misyonerler ellerindeki incili Afrikalılara verdiler ama karşılığında Afrika’nın zenginliklerini aldılar. Bunların izinden gidenlerde Allah, Peygamber, Kuran diyerek ülkemizi  bu hale getirdiler ve sonuçta kendileri zenginleştiler.

Hala bireysel menfaatlerimizin peşinde koşuyormuşuz gibi geliyor. Bu sebeple Allah sonumuzu hayr eylesin…

Gelelim yine eczacılarımıza; eğer samimi iseler sadece kendi sorunlarının çözümü ve dolayısıyla millet menfaatlerinin korunması bakımından üzerlerine düşeni yapmalı ve bulundukları her noktada halkı aydınlatarak, ülkenin bu badireden kurtulmasını sağlamalıdırlar.

Aynı sözüm Tekel işçileri, emekliler, memurlar, esnaf, işçi ve köylülerimiz içinde geçerlidir. Bir parmak bal aklımızı kör etmeye yetiyorsa varsın manav  bile ilaç satsın. Bu da yetmez diyenlere simitçiler ve mısırcılar da hatta ayakkabı boyacılarına bile ilaç sattıralım diyorum. Onlarda hayat üniversitesinden mezun. Ne demişler anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az….

Laiklik Çıkmazı

Dinle devlet işlerinin ayrılığını esas alan siyasi – hukuki ilke olarak tarif edilen laiklik kitabı dinlerin devlet yönetimine müdahalesi dini esas alan devlet yönetimi veya din işlerini devlet yönetimine karıştırmama şeklinde de izah edilebilir.

Daha ziyade batı uygarlığının kendine has fikri ve siyasi gelişimi çevresinde ortaya çıkan laiklik dünyada son bir buçuk asırlık felsefi tutumların kavranabilmesi açısından önemli bir yere sahiptir. Özellikle aydınlanma düşüncesi Fransız ihtilali ve cumhuriyet kavramının laik bir ahlak anlayışıyla olan bağlantısı değerlendirmenin ahlaki boyutlarının ortaya çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Ayrıca günümüzün siyaset ve toplumsal hareketliliğinde kendini düne nazaran daha büyük çapta hissettiren dini tavır alışlar düşünüldüğünde din ve devlet ilişkilerini düzene koyan laiklik prensibinin felsefi temellerinin doğru bir şekilde anlaşılmasının gerekliliği ortaya çıkar.

Laiklik terimi ilk defa İngiltere’de XVI. Yüzyılda papaz olmayanların da kiliseleri yönetebilmelerini isteyen fikir akımını ifade için kullanılmıştır. Yani din adamı olmayanların dini kurumları ve kuruluşları yönetmeye, yönetime katılma isteğidir. Laiklik ruhbanlığa kilise teşkilatına hatta dini alana ait olmayan manasındadır. Laiklik Fransa’da 1870 yıllarından itibaren kullanılmaya başlamıştır. Din söz konusu olduğunda devletin mutlak tarafsızlığı anlamında irdelenmektedir. Nitekim bu ilk anlamı daha sonra da değişmeyecek ve batı idrakinin temel yaklaşımlarından biri olarak günümüzde de devletin siyasi varlığı üzerinde dini inançların söz konusu olamaması, onun bütün din ve mezhepler karşısında tarafsız tavır alması vicdan ve inanç özgürlüğüne saygı göstermesi şeklinde anlaşılacaktır. Laiklik kavramının bir de eğitime ilişkin temel bir tutuma işaret etmesi söz konusudur ki bu da öğretimin dini bir temele göre ve teolojinin güdümünde yapılmaması prensiptir.

Devlet ve Din işleri değerlendirildiğinde bunların belli başlı iki kategoride düşünülebileceği görülür. Bunlardan ilkinde dinle devlet arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Buna göre devlet ya belirli bir din veya mezhebin esasına göre yönetilir ki buna “TEOKRASİ” adı verilir. Yada belli bir din veya mezhebi destekler, yahut hüküm sürdüğü ülkedeki dini hayatı kontrol ve idare eder. İkinci kategoride ise devlet ve din tam anlamıyla bir birinden ayrılmakta ne devlet dini alana müdahale etmekte nede inançlar devlet işlerinde bir etkide bulunabilmektedir ki buna laik adı verilmektedir.

Farklı uygulamalarında bulunabileceği bir an için gözden uzak tutulursa kavramın özü itibariyle ifade ettiği şey Din ve Devlet işlerinin birbirinden kesin olarak ayrılığıdır. Tabiidir ki bu her iki taraf içinde söz konusudur. Yani hem devlet her türlü din veya kiliseden bağımsız kalacak hem din yada dinler devlet katında serbest olacaktır. İdeal olarak verilen bu tanımın uygulamada tam olarak gerçekleşmesi pek mümkün olmamaktadır. Zira hem devlet, din yada dinlerin kendi alanına karışmaması için tedbirler almak adına bir takım sınırlayıcı düzenlemeler yapabilmekte hem de dini alan toplumda oynadığı ahlaki rol ve kendine ilişkin bir eğitim anlayışı dolayısıyla devletle paylaşmak isteyebileceği bir takım sınırlayıcı düzenlemeler yapabilmekte hem de dini alan toplumda oynadığı ahlaki rol ve kendine ilişkin bir eğitim anlayışı dolayısıyla devletle paylaşmak isteyebileceği bir takım kaygılar taşıyabilmektedir. Nitekim dini alanın kendine has olan ve mahiyet çerçevesinde inanç ve ibadet özgürlüğüne sahip olabilmesi kadar ahlaki anlamda da itibarının korunabilmesi devletin meşgul olacağı işler arasında sayılmalıdır. Ayrıca devletin tarafsızlığı bir kayıtsızlık şeklinde anlaşılırsa farklı inanç sistemleri karşısında takınılması gereken eşitlikçi tavır ve bunlar arasında ki ahenkli bir arada oluşu sağlamak güçleşecektir.

Din ve siyaset ilişkisini inceleyen ikinci görüş dini siyasetin emrine onu adeta araç haline getirerek veren fakat bunu yaparken de yine dini vazgeçilmez faydalılığını vurgulayan bakış açısıdır. Bu bakış açısını paylaştığı düşünülen Makyavel ve Monteskio dinin toplumsal işlevi ve siyasi yararlılığını gündeme getirmekte ve onu idaresine yardımda bulunabilecek tarafıyla değerlendirebilmektedir. Daha ileriye giderek Dinin, Siyasetin hakimiyetine verilmesi gerektiğini savunan HOBBES ise bir Hıristiyan devleti fikri onu devlet adına adeta tüketmektedir.

Karl Marx ve Engels’e toplumsal  ve Ekonomik şartların değiştirilmesiyle tam olarak ortadan kalkması gereken din aslında insanın kendi kendine bir yabancılaşması gereken şeklidir. Karl Marks’a göre Din bir afyondur.

Çağdaş laiklik kavramı açısından en etken olan görüşe göre Dinin mi Siyasete, Siyasetin mi Dine bağlı olması gerektiği sorusu anlamsızdır. Zira bu konuda iki tarafında birbirine nazaran tam bir bağımsızlığı söz konusu olacaktır. Bu görüş her iki alanın birbiri karşısındaki özelliğinin herhangi bir vesayete ihtiyaç duyulmayacak şekilde temellendirilmesini savunan bakış açısıdır.

Devlet ve  Din işlerinin birbirinden tam olarak ayrılması şeklinde düşünülen laikliği bu son görüşten hareketle değerlendirmek kavramının özü bakımından daha uygun olacaktır. Üzerinde durulması gereken bir husus da Laikliğin din açısından ortaya konan bir tutum olduğudur. Laiklik karar ve tasarrufu devletin kendi mahiyeti hakkındaki bir karar ve tasarrufudur. Buna göre herhangi bir dinin değil yalnız devletin Laikliğinden bahsedilebilir ve laikliğin kurumsallaşmasını sağlayacak olan ancak devlettir. Yada vatandaşların devlet açısından ortaya koyabilecekleri bir iradedir. Dini alanın bu tip bir kurumsallaşmayı kabul etmekte zorluklar yaşayabileceği açıktır. Bu yüzden Laikliğin benimsediği ülkelerde devletin bir takım zorlamalarda bulunması normal karşılansa da devletin bunu laiklik adına herhangi bir dini tercihte bulunarak yada bizzat kendi ideolojisini bir din haline getirerek yapması esastır. Devlet adına dini alanın aşırı kontrol altında tutulmasının da tanıma uygun bir laiklik anlayışıyla bağdaşmayacağı bellidir.

Laikliğin milli hakimiyet fikriyle yakın ilgisi onu destekleyici, hatta bir manada onu açıklayıcı rolü bu kavramın Cumhuriyetle ne kadar ilgili olduğunu fark ettirir. Şu halde Cumhuriyet Devletinin Milli hakimiyet ruhunu tam olarak ortaya çıkarabilmesi ve ona uygun bir genel kurumsallaşmayı gerçekleştirebilmesi bazı zorlayıcı tedbirlere baş vurulmasını gerekli kılmış olabilir. Ancak laiklik öncelikle özgürleştirici ve bunun içinde bünyesinde kurumlaştığı toplumun insanlarına sorumluluk ve kişilik kazandırıcı mahiyetiyle düşünülmelidir.

Burada Laikliğin hakim olduğu bir devlet düzenine muhatap yada bu düzeni oluşturan ferde ilişkin olarak nasıl bir ahlakçı anlayışının bulunması gerektiği sorusu akla gelmektedir. Bu aslında bir vatandaşlık ahlakıdır. Söz konusu olan kamusal alandır. Ve laiklik prensibi bu alanı onu herhangi bir inanç ve görüşün dayatmacı kontrolü altında tutan baskın unsurundan ve özellikle de kilisenin tasallutundan kurtarmayı hedeflemektedir.

Fakat laikliğin asıl kendisiyle birlikte anılmasının mutlak gerekli olduğu husus devlet ve sivil toplum ayrımıdır. Zira hem laiklik bu ayrımın getirdiği ahenkli yapının ortaya çıkabilmesi için temel bir prensip hem de bu ayrım onun doğru algılanıp yaşayabilmesi için temel zemindir. Nitekim laiklik üzerine son yıllarda düşünenlerin bu ayırım üzerindeki ısrarları son derece dikkat çekicidir. Modern devletin ilgileri daha çok genel ilgiler ve menfaatlerdir. Bunun karşısında ondan ayrı bir şekilde konumlanan ve içinde bireylerin özel ilgi ve menfaatlerini kollayıp güdebilecekleri sivil bir toplumun varlığı önemlidir. Devletin siyasi topluluğun genel menfaatleriyle meşgulken bireylerin özel menfaatlerine nazaran dış ve üst bir konumda kalması fakat aynı zamanda kendine özel ve özgür gelişim ve girişimlere inşa kabiliyetine sahip sivil bir toplumun oluşmasına imkan sağlaması şarttır.

Bu insanın sahip olduğu haklar bağlamında değerlendirilecek olursa devlet ve sivil toplum arasındaki ayırım söz konusu hakların vatandaşlık hakları ve insan hakları şeklinde ayrılarak değerlendirilmesini gerekli kılar. Vatandaşlık hakları devletin oluşturduğu siyasi topluluğa ait olmaktan doğar ve bu devletin bir üyesi olmakla ilgilidir. İnsan hakları ise fertlerin sivil toplumun üyeleri olmalarından dolayı fark edilen haklardır. Ancak modern bir devlet anlayışıyla fark edilebilecek bu kamusal ve özel alan ayırımı aslında Laikliğin üzerinde tam anlamıyla yeşereceği bir ortamı oluşturmaktadır. Zira Laiklik bir taraftan özerk bir devlet yapısının zorunlu olduğunu düşünürken diğer taraftan bu  devletin saygı duyup  korunmasına ve sağlıkla yaşamasına katkıda bulunacağı bir özel alanı var saymak durumundadır. Bu çerçevede dinde bu özel alana ilişkin görülmektedir. Şu halde devlet insan haklarını ve sivil toplumu tanıyıp gözetmek durumunda olduğundan din özgürlüğünü kabul etmekte ve sağlıklı bir dini yaşayışı da onun zatı yapısına müdahalede bulunmadan koruma altına almış bulunmaktadır.

Buraya kadar anlattıklarımız genelde Avrupa Ülkelerinde görülen ve uygulamaya çalışılan laiklik anlayışıdır.

İslam ülkelerinde laiklik; Türkiye Cumhuriyeti de bir İslam ülkesi olduğu için bu kategori içerisinde değerlendireceğiz.

İslam ülkelerinde laikliğin ortaya çıkışı tarihi gelişimi ve uygulama şekliyle bu konulardaki tartışmalar Laikliğin doğup yayıldığı Batı ülkelerine göre farklılık gösterir. İslam dünyasında dini otorite ile siyasi otorite arasında tarih boyunca batıdakine benzer bir çatışma söz konusu olmadığından 19. yüz yılın başlarından itibaren görülen Laiklik süreci iç dinamiklerden çok dış dinamiklerin ve gelişmelerin etkisiyle başlamıştır. 1. ve 2. dünya savaşlarını takip eden yıllarda İslam toplumlarının bağımsızlıklarını kazanmaları ve ulus, devlet ilişkileri şeklinde yapılanmaları ile birlikte Din – Devlet ilişkileri devletin kimliği ve yönetim şekliyle ilgili tartışmalar canlanmış farklı eğilimler ve fikri oluşumlar ortaya çıkmıştır. Osmanlılar hilafetin dini değil millete bırakılması gereken dünyevi bir mesele olduğunu ifade etmişlerdir. Bazı İslam alimleri de İslam dininin devlet hayatından tamamen uzak tutulması gerektiği fikrini savunmuşlardır.

Bağımsızlıklarını kazanma sürecinde İslam ülkelerinin çoğunda devlet yönetimini elinde bulunduran siyasetçilerin ve Batı eğitimi almış olan entelektüellerin Modernist bir İslam yorumuna sıcak baktıkları veya laik ve milliyetçilik ekseni etrafında bir siyaset üretmeye çaba sarf ettikleri görülür.

Bunun sonucu olarak siyaset hukuk ve eğitim alanlarında Batı modellerini benimseme çabalarıyla birlikte laikleşme süreci de hız kazanmıştır. Genellikle Hukuk ve eğitim alanlarındaki uygulamalar bu alanların dini çevrelerin ve gelenekçi ulemanın elinden çıkarak devletin kontrolüne geçmesi sonucunu doğurmuş bir kısım ülkelerde dini faaliyetler doğrudan devlet tarafından düzenlenmiştir. Anayasalarında devletin Laik olduğu ifade edilen Türkiye, Nijerya ve Senegal ile şeri hukuka dayalı bir yönetim tarafının benimsendiği Suudi Arabistan ve İran bir tarafa bırakılırsa İslam ülkelerinin önemli bir kısmı bu alanda karmaşık ve eklektik bir yapı arz eder. Dini referanslı hükümler içerenlerde dahil İslam ülkelerinin anayasaları ve hukuk sistemleri önemli ölçüde batılı modellere dayanmaktadır. Milli ideolojiler devlet kurumları siyasetçiler ve partilerde genellikle laik eğilimlidir.

Türkiye Cumhuriyeti Laikliği her ne kadar resmen 1937 yılında benimsemişse de  bu gelişmeye yol açan süreç Cumhuriyet öncesine uzanır ve esas itibarıyla  tanzimatın ilanıyla başlar. Gülhane Hatt-ı Hümayununun ilanıyla birlikte hem adli yapıda hem uygulanan konularda önemli değişiklikler yapılmaya başlanmış bu dönemde ticaret, ceza, hukuk ve ceza yargılaması cumhuriyet döneminde de medeni hukuk alanı batılı ve laik bir karaktere bürünmüştür. Şeriye mahkemelerinin kalkması Hilafetin ilgası Tevhid-i Tedrisat kanununun kabulü tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve nihayet 1937 de laikliğin açık biçimde anayasal bir prensip olarak esas teşkilat kanununda yerini alması bu dönemde laiklik istikametinde atılmış önemli adımları oluşturmaktadır. Aynı ilke 1961 ve 1982 Anayasalarında da yerini ve önemini korumuştur. 1982 Anayasası laikliği cumhuriyetin temel ilkelerinden sayarak değiştirilmeyecek ve değiştirilmesi teklif edilmeyecek maddeler arasına almıştır. (mad.4)

Laikliğin en önemli argümanı din ve vicdan hürriyeti sağlaması ve bütün dinlere eşit mesafede bulunmasıdır. 1982 Anayasası bir taraftan herkesin din ve vicdan hürriyetine sahip olduğunu, 14. Madde hükmüne aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenlerin serbest bulunduğuna, din ve ahlak eğitim ve öğretiminin devlet gözetimi ve denetimi altında yapılacağını din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alacağını belirtirken diğer taraftan kimsenin devleti sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi yada kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemeyeceğini ve kötüye kullanamayacağını hükme bağlamıştır. 24. maddenin göndermede bulunduğu 14. madde ise temel hak ve hürriyetlerin demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılması yasaklamaktadır. Temel hak ve hürriyetlerin durdurulmasını düzenleyen 15. madde ise savaş seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde dahi durdurulamayacak olan temel hakları düzenlerken kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağına da yer vermektedir.

Laiklikle ilgili Anayasada yer alan önemli bir düzenleme Diyanet İşleri başkanlığıyla ilgili olanıdır. 136. madde “idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir.” Hükmünü getirmektedir. Laik bir ülkede Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı zaman zaman eleştiri konusu olmuşsa da din hizmetlerinin cemaatlere bırakılmasının da kendine özgü problemler doğurabileceği konuşmalara yol açacağı ve milli birlik ve bütünlüğü bozabileceği ileri sürülmüştür. Anayasa mahkemesine göre de Hıristiyanlığın aksine toplumsal – kamusal hayatı da düzenleyen İslam Dininin kötüye kullanılması devletin ve laik ilkesinin yok edilmesi sonucunu doğurur. Bu sebeple Diyanet İşleri Başkanlığının anayasal bir kurum yapılması tarihten ve ülke şartlarından süzülen bir sorumluluktur. Ve Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı bir din hizmetleri sınıfının varlığı da anayasaya aykırı değildir.

Yukarıda izaha çalıştığımız İslam ülkelerinde laiklik anlayışı genel olarak anlatmaya çalıştığımız bilgilerdir.

Araştırdığımız ve okuduğumuz kitaplar, ansiklopediler, makaleler, inceleme yazılarının laiklikle ilgili bölümlerinde tarif sadece Din ve Devlet İşlerinin birbiriden ayrılması şeklinde izah edilmektedir. Yani devlet işleri derken devletin yönetim şekli ve müesseseleri akla gelir. Din işleri de insanların inandıkları dinin koyduğu hükümleri noksansız olarak uygulayabilme hürriyettir.

Devletin işleri kanunlarla tayın edilmiş çerçeve içerisinde yürütülmektedir. Devlet yönetiminde dindar insanlar bulunur, buna kimse engel olamaz. Ancak devlet yönetimini şeri hükümlere göre yönetme eğilimine girerse o zaman laiklik ilkesi zarar görür ve buna kimse müsaade etmez. Ama kangren haline gelmiş başörtüsü İslam-i bir inancın gereğidir. Bunu laiklik içerisinde değerlendirmenin hiçbir hukuki tarafı yoktur.

Başörtülü yönetici olsa ve ben devletimi şeri hükümlere göre yöneteceğim derse o zaman laiklik zarar görür yoksa laiklik insanların kafasının dışı ile ilgilenmez. Kafasının içi önemlidir. Başörtülü hanımlar mevcut kanunlara uyan bir yönetim tarzı benimsemişlerse onlar başları örtülü olsa da laik kişilerdir. Ancak yönetimi ellerinde bulundurduklarında artık herkesin başını örteceğiz, kimse başı açık dolaşamayacak gibi tavırlar içerisinde olursa o zaman laiklik anlayışına ve anayasaya aykırı hareket etmiş olurlar. Laiklik anayasanın teminatı altındadır. Ama sadece yönetim biçimi ile teminatı altındadır. “Kimse dini inanç kanaatlerinden dolayı kınanamaz” hükmünü esas alırsak mesele kökten çözümlenmiş olur.

Son olarak yaşanmış fıkra gibi bir olayı anlatarak yazıma son vermek istiyorum.

MHP davasında OFLU HALİL amca tutuklu olarak yargılanmaktadır. O zamanki sıkıyönetim mahkemelerinde tutuklu olan sağcılara laiklik öğretiliyordu. Solculara da İstiklal Marşı.

Mamak’ta komutan Halil Amcayı çağırmış, gel bakalım Halil Amca anlat Laiklik nedir? Halil Amca da dersi hiç dinlemediği için hemen Karadeniz zekası ile “Komutanım kim ki namazını kılar, orucunu tutar Layıktır Cennete. Kim ki bunları yapmaz Layıktır Cehenneme” der.

Türkiye’de Laiklik daha çok tartışılacağa benziyor, çünkü taraf haline getirilmiş Laik olanlar, olmayanlar diye milletimiz bölünmüş. Laiklik gerçek anlamında izah edildiği zaman mesele çözümlenecek kanaatindeyim.

 

Not: Değerli yazar Yaman Arıkan’ın UYANIŞ Yayınevinden çıkardığı Azrail’e Meydan Okuyan İki Türk kitabını mutlaka okuyun.

Tel : 0212-512-16-88