Yaşamayı Öğrenmek

68

Tabut, musalla taşında. İçinde yatan, otuz yaşında bir entelektüel. Birkaç dil biliyormuş. Maddi bir sorunu olmamış şimdiye kadar. Ailesi varlıklıymış. Bir insanın bu yaşa kadar edinebileceği bütün bilgilere sahipmiş, kariyer yapmış. Aynı yaştan arkadaşları etrafında toplanmışlar, omuzlarına alıp onu yol etmek için. Herkesin başı öne eğik. Dün akşam intihar etmiş tabuttaki. Babası haykırıyor: “Oğluma her şeyi öğrettim; ama yaşamayı öğretememişim.”

Televizyondaki haberlerde seyrettim bu manzarayı. Babanın feryat ile söylediği “Yaşamayı öğretememişim.” cümlesi hafızamda yer etti.

Ayakkabı boyatmak gibi bir adetim yoktu. Kendim boyardım ayakkabılarımı. Birkaç gün önce karşılaştığım ilk boyacının sandığına dayadım ayakkabılarımı. Bir güler yüz, karşıladı beni. Hal hatır etti. Fırçaları ayakkabının sağına soluna vurdu boyacı. Boyayı sürdü, ince bir fırçayla yaymaya başladı ayakkabının üzerinde. “Bu fırçayı bulandan Allah razı olsun, çağın son buluşu bu.” dedi fırça için. Ona göre, bu fırça boyayı ayakkabının ayrıntılarına kadar nüfuz ettirebiliyormuş, onun için pek marifetliymiş. Ayakkabıyı parlatmaya geldi sıra. Önce cilaladı, sonra fırçalamaya başladı. Bir taraftan da “Koçum be!” diyerek fırçalarını seviyordu. Ayakkabı parladıkça “Sanat, işte bu abi!” demekten kendini alamıyordu. Yoldan geçenlere de selam vermeyi ihmal etmiyordu. Bir ara “Allah’ım kimseyi akılsızlıkla imtihan etme!” dediğini duydum. Verdiğim paraya yerlere kadar eğilerek teşekkür etti. Sadece o beni kazanmadı, ben de onu kazandım.

Öğrencilerimle sohbet ediyoruz zaman zaman. Yaşadığı ortamdan, dönemden memnun olan ve geleceğe dönük yüksek idealler besleyen öğrencilerimin az olduğunu görüyorum. Çoğunluğu, yaşamak için yaşadığını, dış baskılar sebebiyle kendilerine hedefler koyduğunu söylüyor. İdealist görünenler de bunu konfor, prestij, megalomanlıkla temellendiriyorlar. Bu duygular da olmasa idealist bir gençlikten yoksun kalacağız. Yetişmesine sebep olan insanlara borcunu ödemek, memleketine, insanlığa yararlı olmak, bir şeyler yapmayı varlığının gereği kabul etmek gibi bir gerekçe ile izah eden gençlere pek rastlamıyoruz. Bu tabloyla kendimizi kıyaslayınca “Hey gençlik!” diyerek hayıflanmaktan kendimi alamıyorum.  

Sınıfta öğrencilerime “yaşamayı öğrenmenin” ne demek olduğunu sordum. Beklediğim cevap gelmemişti. Onlara göre yaşamak; gülüp oynamak, eğlenmek, doldur boşalt işlemi yapmaktı. Dedim ki: “Yaşamak, eşyanın sihrini keşfetmektir. Varlığının nedenini bilmek, buna göre bir hayat sürmektir. Varlığınla hayata değer katmaktır. İki yanıcı olan hidrojen ve oksijenin bir araya gelmesiyle nasıl söndürücü olan, insanlara hayat veren suya dönüştüğünü görmek ve bundaki sırrı anlamaktır.” Samimiyetle onayladıkları bu bakış açıma öğrencilerim pek uzak kalmıştı. Bunda onların da bir suçu yok. Uygulanan eğitim, yaşadıkları ortam onlara bunu telkin etmiyor. Hazların tatminine dayanan pozitivist eğitim, insanları öğütüyor, insanlar otuz yaşına da gelse onları intihar etmekten sakındıramıyor. Geride, boşa geçen yıllar, tüketilen emekler, gözü yaşlı ebeveynler kalıyor. 

Hayatımızın kozmolojisini gözden geçirmeliyiz. Doğadaki kozmoloji ile genlerimizin kozmolojisi arasındaki barışıklığı yaşantımıza indirgemeliyiz. Nefsimize zor gelse de bunu başarmak zorundayız. “Sac tava gelir hamur tükenir, insan tava gelir ömür tükenir.” demiş atalarımız. Sacı tava getiren ateş, insanları tava getiren eğitimdir. Ömrü tüketmeden tavı yakalamak için doğru bir eğitim şart.

Şimdi düşünmek lazım: Maddi kaygılardan uzak olduğu, dünya standartlarına göre iyi bir öğrenim sürecinden geçtiği halde otuzuncu yaşında intihar etmeyi kurtuluş gören kişinin eğitimi mi daha insani, “Allah’ım bizi akısızlıkla imtihan etme!” diyen boyacının eğitimsizliği mi daha insani? Hangisi yaşamayı öğrenmiş ve nerede; hangisi yaşamaya karşı kör edilmiş ve nerede?

Bugünden itibaren yaşantımızı bir daha sorgulamalıyız.