17.7 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1225

Gıda Tarihine Kısa Bir Bakış

0

MÖ. 5000:İnsanlar Kaynatılmış Hububat ve kızartılmış et yemeğe başladılar.
MÖ. 4000: Orta doğuda insanlar süt mayalamayı başardılar.
MÖ. 3500: Aşağı Mezopotamya’da bira ve şarap içilmeye başlandı.
MÖ. 3000: Gılgamış destanından insanların o çağda salatalık, incir soğan ekmek yediklerini öğreniyoruz.
MÖ. 2750: Çin imparatoru Çen Nong devrinde ilk çay içildi.
MÖ. 2500: Girit ve Yunanistan’da şarap kültürü gelişmeye başladı.
MÖ. 1700: Hamurabi Kanunlarından Babil’de kıyılmış et ve tuzlanmış balığın yenildiği.
MÖ. 1680: Mısırda ilk kez mayalı hamurdan ekmek yapıldı.
MÖ. 1200: Mısırlılar yağda kızartmayı keşfettiler.
MÖ. 1000: Çinliler besinlerin bozulmasını önlemek için buz kullanmaya başladı.
MÖ. 500: Kuzey Hindistan’da şeker kamışından şeker elde edildi.
MÖ. 400: Uzak Doğu’dan Avrupa’ya Baharat yolu ile besin maddeleri gelmeye başladı.
MÖ. 350: Archestratos ilk yemek tariflerini bu kitapta topladı.
MÖ. 327: Büyük İskender’in orduları muz ve şeker kamışı ile tanıştı.
Peki, Dünyaca ünlü olduğunu söylediğimiz Türk mutfağı Dünya gıda tarihine nasıl katkılarda bulunmuştur. Şöyle bir düşününce aklımıza gelenleri kısaca bahsedelim.

YOĞURT: Eski Türkçede yoğurt kelimesi 8.yy metinlerinde yer alırken Kaşgarlı Mahmut tarafından 10 yy.da yazılan Divani lügat üt Türk ve Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eserinde bugünkü anlamında yoğurt kelimesi kullanıldı. Osmanlı imparatorluğu döneminde saray mutfağının vazgeçilmez bir besin kaynağı olan yoğurt Kanuni Sultan Süleyman tarafından Fransa krallarından 1.Franseu ateşli ishal hastalığına yakalandığında krala ilaç olarak gönderildi. Bakterileri öldürücü özelliği nedeniyle yoğurt 1. Franseu kısa sürede iyileştirdi.

Peki, günümüzde sokakta evde iş yerlerimizde konuşmağa başladığımız sağlığa uygunluk ve kalite kelimelerinin arasında bağlantı sorusuna cevaplandığı ilk yerin ihtisab kanunnameleri (Bursa, İstanbul ve Edirne). II. Bayezid devrine ait en mühim kanunlardan birisidir. Şüphesiz ki, Bu kanunname Dünyada ilk tüketici haklarını koruyan kanun ilk gıda maddeleri düzenlemesidir. Bu kanun Mevlana Yaraluca Muhyiddin tarafından hazırlanmıştır.(1502).

Kanundan birkaç madde.

Ekmekçiler, Standart olarak alınan ekmeği narh üzere pak işleyeler eksik ve çiğ olamaya. Ekmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa tabanına let uralar; eksük olursa tahta külah uralar veyahut para cezası alalar. Ve her etmek çinin elinde iki aylık en az bir aylık un buluna. Ta ki; aniden Pazar un gelmeyub Müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhalefet edecek olurlarsa cezalandırıla. Eyle olıcak ekmek gayet eyu ve arı olmak gerekdir.

Aşçılar bişürdükleri aşı pak bişureler ve çanakların pak su ile yuyalar ve aaagahlarında kâfir olmaya. Ve iç yağıyla nesne bişumeyeler. Ve bir akçelik eti her ne narh üzerine alurlar ise beş paye olur. Bir akçelik aş alanın aşına bir pare koyalar. İki pulluk dahi etmek vereler. Bir akçelikten artuk alsalar ya eksük alsalar bu hisab üzerine vereler. Cemi Edirne’nin aşçıları ittifakıyla teftiş olundu.

Un kapanında olan kapan taşlarını, Mahkeme kararıyla muhtesip daim görüp gözede. Ta ki; hile telbis olup un alan ve satan kimselere zarar ve ziyan olmaya. Ve sirke ve yoğurda su koymayalar. Su katılmış olup bulunursa, teşhir edeler veyahut tahta külah uralar, gezdireler.

Görülüyor ki 7000 yıldır işlemeye başladığımız gıdalar hakkında ilk kalite kriterleri ve gıda güvenliğinin ilk maddeleri bugün gibi insanın güvenli gıdaya ulaşması için çeşitli hükümler içermektedir. Gıda kanunu ve kalite kriterlerinin en önemli fonksiyonu tüketicinin ve toplum sağlığının korunması ve haksız rekabetin önlenmesidir. Tüketicinin sağlığa zarar verebilecek fiziksel, kimyasal, biyolojik ve her türlü etkinin engellenmesi için alınacak önlemleri kapsar. Tarih bize öğretiyor ki kanunlar ve kriterler insanoğlunun gereksinimleri sonucunda çıkmış kurallar silsilesidir. Yanlızca yasaklamaları değil gıda üreticisini ve tüketiciyi koruyan ve toplumun ihtiyaçlarına hizmet vermesini sağlayan uygulamalardır.

 

Değerli hemşehrilerim,

Kocaeli 1999 da son  1000 yılın afetini yaşadı. Aradan 10 yıl geçmesine rağmen afeti yaşayanlar üzerindeki travma hala atılamadı. Zaman zaman “Unutmadık. Unutturmayacağız.” sloganı sebebi ile de afetin psikolojik olumsuzluklarını  defalarca yaşamaktayız.

Afet zararlarını önleme  konusunda alınan tedbirler ciddi boyutlarda olmasa bile bazı konuşmacılar, uzmanlık konularının dışında da konuşarak, hatalı açıklamalarda bulunmaktadırlar.

Bu durum bir takım sıkıntılara sebep olmaktadır.

Örnek verecek olursam şunu söyleyebilirim. Bazı konuşmacılar “az hasarlı yapı yoktur. Hasarlı yapı vardır. Bu yapılar sıvanarak içinde insanların yaşamasına izin veriliyor. Bu yapılara izin verenler cinayet işliyorlar.” demektedirler.

Öncelikle şunu söylemeliyim. 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinde Bakanlıkça görevlendirilen hasar tespit elemanlarının birçoğu işinin ehli meslek erbabı elemanlar değillerdi. Yapıların az hasarlı, orta hasarlı, ağır hasarlı olarak değerlendirilmesine Bakanlıkça izin verildi. Bu hasar tespit elemanları, şayet hafif kiriş veya kolon çatlağı olan bir yapıya, sadece “hasarlı yapı.” diyerek o yapıyı yıkılacak yapı sınıfına soksalardı, Kocaeli’de on misli daha fazla  yapı yerle bir edilirdi.

Betonun çekme dayanımı 0 kabul edilebilecek düzeyde düşükken, deprem esnasında kiriş veya kolonlarda meydana gelen çekme gerilmesini kolon veya kiriş  içindeki demir donatısı karşılıyorsa, bu gerilme esnasında çekme gerilmesine dayanımı çok küçük olan betonun çizgisel çatlak vermesi tabiidir. Bu çizgisel çatlar yarık haline dönüşmediği müddetçe bu kolon veya kirişe hasarlı kolon veya kiriş denilemez. Bu ince çizgi şeklindeki çatlaklar duvar çatlağı ile birlikte tamir edilip sıvanmışsa, “hasarlı yapı sıvanarak oturulur hale getirildi.” asla denilemez.

Hiçbir hasar almadığı halde 1975 Afet yönetmeliği kurallarına göre yapılmış tüm yapılar, 1998 ve 2004 Afet yönetmeliklerine göre mühendislik açısından incelendiğinde on binlerce yapının tamamının  bir proje dahilinde güçlendirilmesi gerekir.

Soruyorum size buna imkan var mı?

Bence asıl sorun yanlış onarım güçlendirme yapılmış yapılarla, ağır hasardan mahkeme kararı ile orta hasara dönüştürülmüş yapılardadır. Bu işlemler  bir veya birkaç mühendis imzası ile yapılmıştır. Doğru raporlarla yapılan işlere sözümüz olamaz. Yanlış verilen raporlar ile, yanlış yapılan projeler gelecek depremlerde sorun olacaktır.

Bu sebeple yerüstü yapılarında  ihtisas sahibi meslek erbaplarının bu gibi konularda açıklama yapması doğru bir yaklaşımdır.

“İstanbul depreminde Kocaeli’nde de çok yapı yıkılacak.” gibi iddialı sözler söylemek, hala üzerinden deprem travmasını atamamış olan birçok insanı yeni streslere sokmaktan başka işe yaramayacaktır.

İstanbul da olacağı varsayılan deprem için;

Sayın Ahmet Mete Işıkara’nın şu sözünü unutmuyorum. Sayın Işıkara “Kocaeli depremi yaşarken, İstanbullu hissetti. İstanbullu depremi  yaşadığında Kocaeli hissedecek.” diyor.

Kocaeli de yaşanacak büyüklüğü 7’nin altında olan bir deprem, yanlış onarılmamış veya hile ile ağır hasardan orta hasara dönüştürülmemişse, deprem görmüş az veya orta  hasarlı mevcut yapıları çökertmeyecektir.

Bu bakımdan özellikle vurgulamak istiyorum.

İnsan için asıl yıkım yanlış yapılan konuşmalarla olmaktadır. 1999’dan önce yapılmış olduğu halde ufak tefek çatlaklarla afeti atlatmış bina sahipleri, bu yanlış beyanatlar karşısında ne evini terk edebilmekte nede evinde huzurla oturabilmektedir.

Lütfen uzmanı olduğumuz konuda konuşalım.

Saygılar sunuyorum.

Sağır Kim?

0

Karısının sağırlığından şüphelenen adam, ne yapması gerektiğini öğrenmek için gittiği psikologdan aldığı taktiği eve dönüşte karısına uygular. Taktik gereği otuz metre ileriden “Karıcığım, bu akşam ne yiyeceğiz?” diye sorar, cevap alamaz. Yirmi beş, yirmi, on beş metrelerden aynı soruyu tekrarlar. Yine cevap alamaz. Karısının sağırlığından artık emindir. Yanına beş metre kadar yaklaşır, son bir şans, bir daha bu akşam kendisine karısının ne hazırladığını, ne yiyeceklerini sorar. Kadın, “Sana beş defadır “tavuk” diyorum, bana niye aynı soruyu soruyorsun? Bunu anlayabilmiş değilim.” der.

Birçoğumuz, duyma özürlüyüz. Bunun ya farkında değiliz ya da bunu bir türlü kabullenemiyoruz.  Taraflardan biri özürlü olursa diyalogsuzluk başlar. Diyalogsuz insanlar veya toplumlar, özürlü insanlar veya toplumlardır. Kimse, belki, özürlü olduğunu kabul etmez; ancak ortaya çıkan sonuç, bir özürlülüktür.

İnsan, yalnız biyolojik değil, sosyal organizmadır. Sosyal olmanın en önemli gereği, diyalog kurmaktır. Diyalog, hem bizim genlerimize kodlanmış hem de Yaratan tarafından bize emredilmiştir. İnsanın farklı renklerde, dillerde yaratılması; kişinin birbiriyle tanışmasının, bilişmesinin gereği değil midir? Yunus Emre: “Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim, sevilelim / Bu dünya kimseye kalmaz” diyerek insanları diyaloga davet ediyor, diyalogun gerekçesini de ” işi kolay kılmak, sevmek ve sevilmek” olarak açıklıyor.

Diyalog, paylaşmak, anlaşmak; demektir. İyi niyete dayalı diyalog zoru kolaylaştır, kederi azaltır, sevinci artırır, sevme ve sevilme hazzı verir. İnsanlar bir eldeki parmaklar, insanlar arasındaki diyalog da bir eser başarmak için yardımlaşan iki el gibidir. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var.” atasözündeki benzetmede olduğu gibi, başarının, sosyal huzurun, sevginin, medeniyetin gereğidir diyalog.

Göz, kulak, el; birer diyalog enstrümanıdır. Diyalogsuzluk, bir bakıma bu enstrümanları işlevsiz bırakmaktır. Bir körlüktür. Buna insan olan hiç kimsenin hakkı yoktur. Bir bakıma zorunluluktur diyalog. Gözle göreceğiz, kulakla duyacağız, elle üreteceğiz. Varlık nedenimizdir, diyalog. Bir an, diyalogu kestiğimizi düşünelim insanlarla. Neyi başarırız bu durumda? Cevap, kocaman bir “hiç”. Hem kendimize hem çevremize haksızlık yapmış olmaz mıyız?

Öğrenme, eğitim, ilerleme; hep diyalogla başlar, diyalogla devam eder. Kişiler arasındaki açık kapıdır diyalog. Kapatmamak gerekir bu kapıyı. Küslük, bir diyalogsuzluktur. Kişinin hem kendisine hem çevresine yaptığı zulümdür. Yerinde saymak, bulunduğu yerden geriye gitmektir küslük. Bir hak gaspıdır; çünkü insanların birbirleri üzerinde hakları vardır. Beklentilerimizin gerçekleşmemesi, ihtiraslarımızın tatmin olmaması, nefsimizin şımarması; çok kere diyalogları koparmamıza yani küslüğe neden olabilir. Çok kere bu durumlarda suçu karşımızdakine yükleriz. Biz, tamamen masum rolleri oynarız. Bize içimizden birleri haklı olduğumuzu söyler. Dost, görünseler de dostluk değildir onların bize yaptıkları. Bir, diyalogsuzluk başlar böylece. Belki ciddi bir sebep de yoktur ortada diyalogsuzluk için. Olan olmuştur, dönülmez bu yoldan geriye. Diyalogsuzluk, düşmanlığa kadar götürür sizi. Siz kapıyı kapattıysanız, karşınızdaki kapatmasa bile öykücükteki sağır koca gibi, hep karşınızdakini sağır zannedeceksiniz. Çünkü diyalog kesilmiştir.

Diyalog, herkesi içeri almak anlamına da gelmez. Diyalog arzusu, ilkesizliği doğurmamalı. İnsan, ilkeleri ile vardır ve yaşar. Bizi yaşatan temel doğrular, değişmez; evrenseldir. Diyalogu devam ettirme adına, ahlakımıza, moralimize, işimize, zarar verenlere, moralimizi bozanlara izin veremeyiz. Diyalog kurmak, bizi biz yapan değerlerimizden vazgeçmeyi gerektirmez. Diyalog, bir yalakalık, çıkarcılık, sömürücülük nedeni olmamalıdır. Buradaki ince çizgi, kimliğimizidir. “Söyle bana arkadaşını, söyleyeyim sana kim olduğunu.”

İyi niyete dayalı diyalog, bir insan olarak görevimizdir. Başka görevlerimizi de unutmadan bu görevimizi ihmal etmeyelim.

Güç Kullanımının Sınırlandırılması ve Tekel İşçilerinin Mücadelesi

Fransız düşünür Montesquieu‘dan beri demokratik yönetim şeklini düzenleyen bir model olarak “kuvvetler ayrılığı” ve uygulamadaki farklılıkları konuşulur.  Gerçekten devleti oluşturan üç temel birimin yani yasama, yürütme ve yargının her birinin sorumluluk alanları ayrı olduğu gibi, her birimin kendi güç alanları mevcuttur.

Kuvvetler ayrılığı ilkesini savunanlar, bu ilkenin demokrasiyi koruyan, zorba ve totaliter bir yönetime doğru kayan hükümetlere engel olan yönünü vurgularken, karşıtlar da kuvvetler arası çatışmalar sebebiyle, yönetimin karar alma ve uygulama hızının yavaşladığını, yürütme ve yasamanın gücünün azaldığını öne çıkarırlar.

Nitekim Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesi, on yıldan beri ezici bir çoğunlukla tek başına iktidarda olan Demokrat Parti‘nin demokrasi dışına çıkan, otokratik bir yönetim tarzına kaydığı gerekçesi ile yapılmıştı. (Demokrat Parti’nin bu gerekçeyi haklı gösterecek uygulamaları olsa da, darbenin meşru ve haklı olduğunu bizzat darbeyi yapanlar bile sonradan savunamaz olmuşlardır.)

27 Mayıs 1960 sonrası hazırlanan ve 1961’de yürürlüğe giren Anayasa bugün bile birçok aydın tarafından en özgürlükçü ve gelişmiş Anayasamız olarak tanımlanmakta. Ancak bu Anayasa uygulaması döneminde yürütmenin gerçekten eli kolu bağlanmış, icraat yapamaz hale getirilmişti. İktidarlar bu Anayasa’nın Türkiye’ye birkaç numara bol bir gömleğe benzediğini söylerler ve şikâyetçi olurlardı.

12 Eylül 1980 darbesi sonrası hazırlanan ve kabul edilen 82 Anayasası’nda ise bu bol gömlek daraltılmış, güçler dengesinde yürütmenin gücü ve ağırlığı artırılmıştır. Dünyada hızın ve rekabetin öne çıktığı bir devirde icranın önündeki engellerin kaldırılmasının elbette ki birçok faydası olmakta idi.

Fakat şu da var ki, artık özellikle yasama organındaki çoğunluğu da ele geçiren tek başına bir iktidarın karar almasında ve uygulamaya geçmesinde sınırlandırıcı tek güç yasamadan ibarettir. Yasamanın müdahale alanları da Anayasa ile daraltıldığı için icranın önü büyük ölçüde açılmıştır.

Yürütmenin bir ayağını teşkil eden Cumhurbaşkanının, hükümetten farklı bir dünya görüşüne sahip olması halinde, hükümetin gücü sınırlanmaktadır.  Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı olduğu dönemde AKP hükümetinin istediği bütün kanunları çıkaramadığını ve hatta istediği atamaların bir kısmını yapamadığını hatırlayalım.

Anayasa Mahkemesinin de Anayasa’daki “Anayasa değişikliklerini usul yönünden denetleme yetkisini” içtihat yoluyla genişleterek esastan inceleme yetkisini de kazanması gibi yargı kararlarıyla hükümet icraatları daha sıkı denetlenebilir hale geldi. Bu durum hükümete muhalif olanları kısmen rahatlatmakta, iktidarın her istediğini yapamayacağına dair bir güven duygusuna yol açmakta idi.

Buna zaman zaman TSK’nın yaptığı balans ayarları, medyanın ara sıra yaptığı muhalif yayınlar da eklenince hükümetin yetkilerini kısıtlayan kendimize has bazı dengelerin varlığını görebiliyorduk.

Yani kısacası sistemin işleyebilmesi için kuvvetler ayrılığı ilkesini uygulayan her ülke gibi, Türkiye’de kendi frenler ve dengeler sistemini oluşturmuştu.

Cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ün seçilmesi, YÖK gibi kısmen bağımsız kuruluşların, sendikaların, basının/medyanın, oda ve borsa birliklerinin hükümete yandaş hale gelmesi ve Silivri’de devam eden “Ergenekon Davası” yargılamaları, “kozmik oda araştırması” gibi süreçlerle TSK’nın kendini savunma pozisyonuna çekilmesi gibi gelişmeler…

Kuvvetler ayrılığından beklenen “frenler ve dengeler” sistemini bozdu.

Her ne kadar hükümet hala yargının kendisine fren olduğunu, basının icraatlarını yeterince yansıtmadığını, sendikaların ideolojik davrandığını söylese de, durum pek öyle değil. Olaylar ve hükümetin tavırları, iktidar ve yandaşları haricindeki vatandaşların sistemden ümitlerini kesmelerine yol açacak, derin bir çaresizlik içerisine girmelerine sebep olabilecek şekilde kuvvetlerin (temerküzü) tek elde toplanmasına doğru gidildiğini göstermekte.

Muhalif olan fakat ülkesini, milletini seven bir vatandaş hükümetin icraatından hoşnut olmayabilir. Hükümetin övündüğü icraatları onun için tam tersi bir mana ifade edebilir. Özelleştirmeler vasıtasıyla ülkenin varlıklarının yabancı sermayenin eline geçmesinden, “Kürt açılımı“, “Alevi Açılımı“, “Roman Açılımı“, “Ermeni Açılımı” gibi politikaların ülkeyi bölünmeye götüreceğinden derin bir endişe duyabilir. Hükümetin çoğunluğuna dayanarak, kendisini frenlemesi muhtemel güçleri saf dışı bırakarak “babalar gibi” ülkeyi sattığını düşünebilir.

Hükümetin bu vatandaşların duygu ve düşüncelerini dikkate alması gerekir.

Bu vatandaşlarımız için, “dönüşü olmayan bu gidişatı” durduracak her şeyin ortadan kalktığını hissettiği anda, Tekel İşçilerinin hak arama mücadelesi bir çıkış noktası olma ümidi aşıladı.

Hem de kırıp dökmeden, hükümeti düşürmekten bahsetmeden ve yöneticilere küfür ve hakaret etmeden, tamamen demokratik bir üslupla yapılan bir eylemin mazlum kitlelere ne kadar güç verdiğini gösterdi.

Örgütlü ve inançlı kitlelerin, kendilerinde bütün kuvvetlerin temerküz ettiği mercilerin “merhametine” sığınmadan, hak aramaları mutlaka netice verecektir.

Kendi iradeleri dışında, tamamen hükümetin özelleştirme politikaları ve yanlış uygulamaları sebebiyle işyerleri kapanan işçiler söz konusu. Devlet, özelleştirme yapılırken işçilerin durumunun dikkate almadan ihale yapmış. Elbette “yapılması gereken çalışanların haklarını vermektir. Çünkü hatayı ve yanlış özelleştirmeyi yapan devlettir.”

Keşke sadece Tekel işçilerinin özlük haklarını değil, tütüncülükten geçinen (ancak devletin politikaları yüzünden tütün ekemez hale gelen, başka ürün ekimi konusunda devletçe bilgi, tohum, gübre desteği ve beş-on sene ürün alım garantisi gibi teşvikler de yapılmayan) çiftçilerimizin durumunu da dile getirebilseydik.

Keşke, mesela Batman’daki, tütün üreticisi binlerce ailenin gelirsiz kalmasının sosyal, ekonomik ve güvenlik açısından sonuçlarını görebilseydik.

Tekel işçileri ve bütün işçi sendikaları, keşke bundan önceki özelleştirmelerde hem işçi hakları açısından, hem ülke menfaatleri açısından yapılan yanlışlıklara da aynı kararlılıkla direnebilselerdi.

Keşke, Hükümete muhalif vatandaşlarımız da, kendilerini derin endişe ve ümitsizliğe düşüren hükümet icraatlarına karşı, Türkiye sathında aynı inanç ve kararlılıkla, ama mutlaka demokratik kurallar içinde fikir ve ifade hürriyeti kapsamında, örgütlü bir irade ortaya koyabilselerdi.

Böyle olabilseydi yasadışı plan, eylem ve müdahalelerden ümit bekleyenler bu oranda olmazdı.

Evladı Adem

Sus,
Susmak yalandan evladır.
Hakikat az da saklı, kıymet az dadır.
Yara sözle başlar,
Unutma şifa sözdedir.

Susma,
Sükut ikrardır.
Suskunluğun odun taşır zulmün ateşine.
Yüksünme zahmet olur, rahmet olur düş peşine
Teslim olmaktansa yenil.
Mağlubiyet şerefindir.
Haysiyetli ol!

Kork,
Gücü yetene kadar sana dost kalandan.
Hıyanet vaktine vardığında akrep,
Yelkovan kahpe mermiye namluda yol verir.

Korkma,
Düşmanın kininden can alır mertçe.
Cepheden gelen kurşuna ölmek ağır gelmezde,
Sırtındaki kalleş mermi sıyrığı çürütür bedenini.
Akıllı ol!

Gül,
Tebessüm cemalin sadakasıdır, esirgeme hakkın kulundan.
Haddi aşıp kahkahaya varmadan gem vur.

Gülme,
Ayıbını saklayanın peşini bırak.
İnsanın olduğu yerde hata olur.
Edepli ol!

Duy,
Hisset.
Feryadı tanırsan acı veremezsin.
Çağrısına uyduğun buyruk seni anlatır.
Vicdanının sesini dinle, huzur onda dır.

Duyma,
Senden gizlenen sana ait değil ki;
Boğaz dokuz boğum, kulak derin dehliz.
Her duyduğun doğru değil
Vicdanında süz.
Adil ol!

Zalim olma, bencil olma, cahil olma

Yadırgama
Yadırgadığın senindir.

Ey evladı adem insan ol.  

2023 ‘den 2050’ye

Türkiye ilk defa kendisine düzgün erişilebilir, her alanda ciddi hedefler koydu. Bu hedeflere doğru yürüyor. Bu hedeflere uygun altyapıları oluşturuyor. Bu sürece ben normalleşme süreci ve Türk insanını hak ettiği müreffeh bir hayat süreci olarak tanımlıyorum.

Değişim hepimizin bildiği gibi kaçınılmazdır. Ülkeler birbirlerinden muhakkak etkilenmişler ve sadece kültürel ilişkiler değil siyasi ve ekonomik ilişkilere de girerek değişimin tetikçi rolünü üslenirler. Eskiden bu değişimi ancak üst düzey ilişkide olan kurum ve fertler öğrenir zorunlu olarak uygular veya değiştirerek uygular biçiminde tezahür ederdi.

Şimdilerde ise değişimi ülkelerden önce yani ülke kurumlarından önce halkları bu değişimi gelişimi iletişimi sağlamaktadır. Daha önceleri Televizyon, kısıtlı dergi ve gazetelerle ve diğer haberleşme araçları ile başlayan süreç, günümüzde “delikli demir icat oldu mertlik bozuldu” kabilinden İnternetin yaygınlaşması ile birlikte değişim ve gelişim (olumlu veya olumsuz yönde) kurumlardan önce yaşanmakta hatta kurumlar bu değişim ve gelişime ayak uyduramamaktadır bile.

Ben bu değişimi sele benzetiyorum. Değişim karşıtlarını da selin önüne set yapmak isteyen kişilere benzetiyorum. Sizce selin önüne bent yapmak ne kadar sele maruz kalacak insanları korur? Ben bilemiyorum.  Bu durumda sizce sel mi? Suçludur yoksa sele neden olan şartlar mı suçludur?  Bu şartları oluşturan kişiler kurumlar mı? Suçludur. Bu şartlar oluşurken sesini çıkarmayan kişiler mi?

Sonuçlar sebeplerin oluşturduğu kaçınılmaz olgulardır.. Sebeplerin oluşmasında kimlerin dahli varsa onlar suçlu olması lazım değil mi? Gelelim sel meselesine yapılması gereken seli engellemenin çok zor olduğunu hepimiz biliyoruz selin yollarını değiştirip selin büyüklüğüne göre yollara ayırıp selin akışını kontrollü hale getirip bir sel yönetimi oluşturmaktır aslında esas olan. Sele mazur kalacakları ancak o zaman koruyabileceğimizi söyleyebilirim.

Ülkemiz Dünyanın geçiş köprüsünde olduğundan her türlü akıma açık bir yer. Her türlü fiziki ve fiziki olmayan sellere maruz kalıyor toplumu korumak bence bu selleri yönetmekten geçer diye düşünüyorum. Türkiye üzerinde Dünyaya hakim olmak isteyen, bölgesine hakim olmak isteyen herkesin gözü var sadece bu gözle de kalmıyor. Ciddi toplumsal, stratejik, ekonomik mühendislikler yapılarak Türkiye’nin tüm potansiyellerini kendi idealleri uğrana kullanılmak istediklerini hepimiz görüyoruz. Bu riskler ve bu tehditleri iyi yönetebiliyormuyuz? Bilemiyorum. Ancak iyi yönetmek için bir çabanın olduğunu da görmüyor deyilim açıkçası.

Bildiğim bir şey var. 70 sente muhtaç bir duruma getirilen ülkeden krizde bile 100 milyar doların üzerinde ihracat yapan Merkez Bankasında ciddi dolar rezervi olan bir konuma geldik. Biz 2023 yılında 500 milyar dolar ihracatı yakaladığımızda 45 ve 55 bin aralığında fert başı düşen milli gelir olduğunda, demokratik hukuk devletinin normlarını oturttuğumuzda, 2050 yılında ülkemizi  dünyada ilk 5 de hatta ilk 3 de bile görebiliriz. Ülkemizi lider ülke yapacak nitelikli insan gücüne erişebileceğimizi bu potansiyelin olduğunun emareleri şimdiden gözükmektedir.

Eskiden söylene gelen bir söz vardı “un var yağ var şeker var  neden helva yapamıyoruz?” diye Artık helva yapacak hem irade var hem helva yapacak kişiler var. Artık kendimizi küçük görmeden dünyada bir oyun kurucu olabileceğimizi düşünerek, bunu gerçekleştirecek potansiyelimizin olduğunu bilerek, yolumuza devam etmeliyiz. Neden derseniz genlerimizde dünyada lider ülke olma emareleri var.

“Sorun”Un Özü

Dikkat çekici bir döneme girdik. Dünkü sözde dost ve müttefiklerimiz, asker çıkarmadan, fiili işgal denemelerine girmeden, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere vatan topraklarında Türkiye’ye karşı psikolojik harekât ölçekli bir savaş açmışlardır. Bu psikolojik savaşta Türkiye’yi Türkiye yapan değerler yıpratılıyor, birlik ve bütünlük değil; parça ve ufalanma öne çıkarılıyor. Cumhuriyetle ve Devletle kavgalı, farklı görüşlere de sahip olsalar malum çevreler arasında bir işbirliği doğuyor.

Bu işbirliğinin bayraktarlığını TSK’ni hedef alan ve devşirilmiş, ilâveli ekli hale getirilmiş raporlar neşreden malum bir gazete alıyor. 1998 CIA raporundan esinlenerek balyoz plânları hazırlattırılıyor. Devlet kuruluşlarına alternatif bir kurumlaşma sağlanarak Devlette iki başlılık ve Devlete karşı alternatif egemenlik alanları yaratılıyor. Birkaç kişi uğruna kurumların bütünü engel görüldüğü için yıpratılmaya çalışılıyor. Dünkü Batı Çalışma Grubu paralelinde ve hiçbir ortak noktamız olmayan bir grup öne çıkarılıyor. Bazı siyasiler de bunu fırsat bilerek darbe karşıtlığını ve sözde demokrasiden yana olmayı kullanarak iktidarlarını sürdürmek istiyorlar.  

Genelkurmay’ın bir biriminde ve kozmik oda ismi verilen alanda yapılan arama fos çıkmıştır. Ancak, büyük emeklerle hazırlanan, devlet sırrı olan raporlar, titizlikle hazırlanmış gizli belgeler arama dolayısıyla iptal edilmiştir. Bu arama kime yaramıştır? Aramayı yapan hakim, F tipi örgütlenmenin başındaki kişiyi beraat ettiren bir hakim olunca; konunun üzerine daha fazla gitmek gerekiyor.

Washington’un sesi olarak yayın hayatına giren ve açıkça taraf olan gazete, Türkiye Cumhuriyeti Devletiyle kavgalıdır. Görevini yerine getirmektedir. Bunlar tamam da; 2009 Şubatında bu gazetede 68’liler Dayanışma Derneği ile Devrimci 78’liler Federasyonunun Ulaş Bardakçı’nın ölüm yıldönümü için bir ilân vermelerine ne demeli? Bu ilânın Taraf Gazetesi’nde çıkması oldukça düşündürücü olmuş ve zihinleri karıştırmıştı. 40 sene önce aynı yolda yürüyen, aynı devrimci eylemlerde yer alan herkesin tabii ki bu ilânı verenlerle bugün belirli bir oranda aynı şeyleri paylaşmadıklarını biliyoruz. Solun enternasyonelci, beynelmilelci, Leninleştirilmiş Marksizmin sorgu sualsiz emrine giren, milli olan her şeyi reddeden bölümleriyle; değişen Dünya şartları karşısında milli çıkarları öne çıkaran, milli kimliğinin farkında olan, önü açılmış milli devletlerin önüne etnik tuzakların dikildiğini gören, insanlık tarihini sınıf çatışmalarının tarihi olarak değil de; milli menfaat çatışmalarının tarihi olarak ele alanların bulunduğunu da biliyoruz. Az da olsa bu kesimin “Tam bağımsızlık, tam gaddarlıktır” manşetini atan bu gazeteyle ortak bir tarafının olmadığının da farkındayız.  

İyi de; dün de bugün de farkında olarak aynı görevi değişik şekillerde ifa edenlere ne demeli? Meselâ dün hızlı aşırı solcu, bugün teslimiyetçi ve küreselci… Dün anti-emperyalist, tam bağımsızlıkçı, halktan yana olanlar… Bugün fikriyle, vicdanıyla, cüzdanıyla emperyal güçlerin önünde eğilenler, çirkin işbirliği örnekleri verenler, dönek ve devşirilmiş olanlar… Dün Lenin’e benzettikleri Atatürk posterlerine sığınanlar, bugün Kemalizmi modası geçmiş bir araba gibi görüp duvarlardaki resimleriyle uğraşanlar…

Aslında çözülmesi gereken denklem budur! Bu dönek ve devşirmeler sağın sadece anti-komünist, milliyetçi olmayan, milliyetsiz kesimiyle utanmadan ve sıkılmadan Türk kimliğine, milli devlete ve Cumhuriyete karşı operasyonlar düzenlemektedirler. Sahipleri adına…  

                    

Karaosmanoğlu’nun ardından

Çarşamba günü Sanayi Odası Meclisi’nin 13.Oturumu’nun konuğu Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu idi.

Neredeyse bir yıla yaklaşan Kocaeli Sanayi Odası Meclisi’nde bulunduğum bu sürede, Oda Yönetimi’nin AKP’li siyasetçileri ağırlamak için hiçbir fırsatı kaçırmadıklarını görüyorum. 

Vardır bir bildikleri veya görülecek bir işleri, bunca yoğun konuk bombardımanına tuttuklarına göre Meclis’i.

Biz gelelim Karaosmanoğlu’nun konuşmasında değindiği konulara.

Bir kere sevinerek ifade edebilirim ki; Karaosmanoğlu, şehrin batı yakasının nihayet farkına varmış. Daha önceki dönemde Dilovası, Gebze, Darıca ve Çayırova’da mahalle aralarına ve köylerin metruk köşelerine yapılan plastik oyuncakların bulunduğu “çocuk parkları” dışında, neredeyse Büyükşehir’in hiçbir yatırımını görememiştik. Oysa bu kez Sanayi Odası’ndaki sunumunda, Başkan’ın bahsettiği proje ve yatırımların neredeyse tamamına yakını bu bölgeye aitti.

– Gebze Atık Su Arıtma Tesisi,

– Gebze Küçük Organize Sanayi Sitesi Yaya Üst Geçidi,

– GOSB Mutlukent Kavşak İnşaatları,

– Şekerpınarı Katlı Kavşağı,

– Tamamlanan Denizli Göleti İçme Suyu Arıtma Projesi,

– Dilovası’nda çeşitli rekreasyon çalışmaları ve kavşak projeleri..

Tabii ki bunların yanında D-100 Karayolu Körfez Kavşağı, Derince Ro-Ro Limanı Katlı Kavşağı, Suadiye Aslanbey OSB’ye Giriş Kavşak Projesi, Kocaeli Serbest Bölgesi Ulaşım Yolları, projeleri ile slaytlar eşliğinde uzunca bir bahsetti Karaosmanoğlu.

Bütün bunları dinlerken güzel de, iş bu projeleri gerçekleştirecek kaynağa gelince orada bir görün bak Başkan ne formül bulmuş.

Formül şu: Sanayici-Belediye İşbirliği.

Yani bu projelerin bulunduğu mahallerdeki OSB’lerinde mukim sanayicilerden, kaynak aktarımı istiyor Karaosmanoğlu.

Bu hem insafsızlık hem de imkânsız.

– “Neden insafsızlık?”

– Neredeyse Türkiye’nin en yüksek matrahından emlak vergisini belediyelere ödeyen bu sanayiciler, bu ödedikleri vergiler karşısında belediyeden yol dışında ne hizmet alıyorlar ki?

Bir de bunun üstüne, bütün bu projeler için katılım payı istiyorsa belediye, bir sanayici olarak kendimi “sağmal inek” gibi görmeye devam ederim ben de..

– “Neden imkansız” derseniz, cevabım gayet basit Sayın Karaosmanoğlu..

– Mensubu bulunduğunuz partinin iktidarında sanayicide can mı kaldı ki belediyeye yol için kaynak aktarımı yapacak.  Meclis Toplantı Salonu’nda bulunan sanayicilerin yüzlerindeki ifade, ne kadar sıkıntıda olduğunu anlatmadı mı size?

Üretmek için, çalışanlarına ücret ödemek için çırpınan sanayicilerin kullandığı suya bir yıl içinde %192 zam yapmak dışında, Büyükşehir Belediyesi olarak nasıl bir katkınız (!) oldu ki bugüne dek.

Diyeceğim o ki Sayın Başkan, bu projeleriniz için, orada günü kurtarmanın peşinde olan sanayicilerden bir şey beklemekten vazgeçin. Karayollarının bağlandığı, Telekom’dan gelen 6,5 milyar doların aktarıldığı Ulaştırma Bakanlığı’nın kapısını çalın siz.

Sanayi Odası Başkanı Ayhan Zeytinoğlu’nun Kocaeli Ekonomisi’ne yönelik verdiği bazı  rakamlar içimi acıttı o gün.

Kocaeli’nde tahakkuk eden toplam 24.950.000 TL verginin sadece 1.641.589 TL si Gelir ve Kurumlar Vergisi.

Yani sadece % 7 si.

İlimizin Vergi Rekortmeni İbrahim Aracı’nın verdiği 700.000 TL tutarındaki vergi de bunun içinde üstelik.

Bu size ülke ekonomisini nereye gittiğine dair çok şey anlatmıyor mu?

Sanayi Odası’na bir bildiri göndermiş  TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu. Taraf Gazetesi’nin kendisini Başbakan ilan ettiği habere karşın hazırlamış olduğu bir metindi zannediyorum. Zannediyorum dedim, zira okumadım. Bu bildiriyi dağıtan personele; “Bunu bize değil Taraf Gazetesi’ne göndersin Sayın Hisarcıklıoğlu” dedim.  Gerçekten bizlere neden gönderme gereği duymuş Sayın TOBB Başkanı, halen anlayabilmiş değilim.

Kayserili hemşerisi olan Meclis Üyesi bir arkadaşımızın da, o gün yenen yemek esnasında, “Başbakan’ın en çekindiği adam” diye bahsettiği Hisarcıklıoğlu, çok korkmuş olmalı Taraf Gazetesi’nin bu haberinden. Televizyonda bu habere karşın yaptığı açıklama esnasında beti benzi sararmıştı adeta.

Üstelik Başbakan’ın Hisarcıklıoğlu’ndan çekiniyor olmasına da sadece güldüm.

Benzer filmi daha önce seyretmiştik biz.

Yine eski bir TOBB Başkanı kendini Başbakan ilan edip, hükümet oluşturamadan görevi iade etmişti hatırladınız mı? Baba’nın yaptığı kıyak bile fayda etmemişti.

Şimdi nerede mi o gazla Başbakan ilan edilen o eski TOBB Başkanı?

– Makedonya’da, tuğlacılık yapıyor.

Başbakan’ın en çok çekindiği söylenen şimdiki Başkan da, görevi bittikten sonra soluğu nerede alır bilmem. Ama siyaset yapacak yüreği olmadığını biliyorum.

Siyaset, vesayet altında yapılmayan bir iş.

Yürek işi… 

“Dahili Bedhahlar”

Bu deyimi bir yerlerden hatırlıyoruz değil mi? Mustafa Kemal Atatürk “Ey Türk Gençliği!” diyerek başladığı Gençliğe Hitabında, bizlere seslenerek “Birinci vazifen, Türk İstiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır…”

Bedhah; farsça bir sözcük. Anlamı da; fenalık isteyen, kötülük isteyen, herkesin kötülüğünü isteyen demek.

Atatürk bu deyimle; Türk Milletinin kötülüğünü isteyenlerin sadece dışarıda değil aynı zamanda içimizde aranması gerektiğini vurguluyor.

Aslında Atatürk bu sözleriyle, iç ve dış düşmanların varlığına işaret ediyor.

Dış düşmanları anladıkta bu iç düşmanlar neyin nesi oluyor. Bir ülkenin içinde düşman olabiliyor mu? Böyle bir şey nasıl olur? Oluyormuş demek ki; bizlerde iç düşmanların varlığını gelişen olaylara bakınca çok rahatlıkla görüyoruz.

Atatürk devam ediyor “… iktidara sahip olanlar gaflet ve delalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler..” diye bizleri başka bir açıdan da uyarıyor.

Gelelim 2010 yılına. Hepimiz izliyoruz. Türkiye dış düşmanların işbirlikçisi olan iç düşmanlar tarafından sürekli olarak karıştırılıyor.

Yaşadıklarımıza bakınca Atatürk’ün haklılığı bir kez daha anlaşılıyor.

Onun için ihanet kelimesinin sulandırılmasına karşı çok uyanık olmalı ve olayları dikkatle izlemeliyiz. Gelişen her olay geleceğimizi yakından ilgilendiriyor. Çocuğunuzun okul, ders, dershane, sağlık, evlilik vs. gibi her türlü sorununu yakından izliyor ve çözüm arıyorsunuz. Ülke meseleleri de çocuklarınızın geleceğini belirleyecek ve göz ardı edilmemesi gereken birincil sorunumuzdur. En önemli sorunu atlayarak diğer sorunlara çözüm bulmaya çalışmak çocuklarımızın geleceğini tehlikeye atacak bir davranış olur. Hangi ana baba bunu ister? O zaman aman dikkat!

“Gelecek sizin geleceğiniz. Tek sınır hayal gücünüzün sınırı. Yaşamak istediğiniz dünyayı hayal edin, sesli düşünün, yüksek sesli” diyor Bono isimli biri.

Gündemimizi meşgul eden en önemli konu demokratik prensiplerin ihlal edildiğine dair iddialar.

Bakıyoruz ki; ihlal edildiği söylenilen bu demokratik prensipler, yeri geldiğinde Türk milletine karşı kullanılmak üzere uygun kılıflara sokulmuş. Görüyoruz ki; kurallar rejimi olan demokrasi, siyasal iktidarın sürekliliğini ve yandaşlarının huzurunu temin için kullanılır olmuştur.

İhanet sözcüğünü ilk kullananlar günümüzün muhalif siyasi liderleri değildir. Gençliğe Hitabe’den anlıyoruz, Atatürk’te bu sözcüğü yıllar evvel kullanmış. Geçmişe döndüğünüzde ihanet sözcüğüne Türk tarihinde çok sık rastlıyorsunuz. Demek ki ortada bir vakıa var.

Atilla İlhan’da bu ülkede % 10’luk bir ihanet kontenjanından bahsediyordu. Ayrıca ihanet olgusuna vurgu yapan başkaları da var. O zaman ihanet denilen konu üzerinde her zaman durmakta fayda bulunuyor. Bir an için ihanet edenleri unutursanız onlar sizi acımadan duvara toslatırlar.

Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Yüzyıllardır Türk devleti ve milletinin içinde ihanet denen olgu ve hainler yaşamak için maalesef uygun zemin bulmuştur.

Türk milletinin en önemli sorunlarından biri bu hainleri tespit ederek afişe etmek ve Atatürk’ünde işaret ettiği iç düşmanların etkisini asgariye indirmektir.

Ülkemizin dört bir yandan saldırı altında olduğu, bu saldırıyı gerçekleştirenlerin işbirlikçilerinin içimizde bulunduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Türkiye’nin gündemini meşgul eden konuların dışında çok önemli sorunları vardır. Türkiye’nin bu sorunları çözmesi ve bölgesinde hatta dünya sathında bir güç haline gelmesi istenmemektedir. Çünkü bazıları kabul etmese de Türkiye’nin böyle bir potansiyeli vardır.

Bu açıdan bakıldığında, dış düşman tanımlaması içinde görülenlerin Türkiye için kötü düşünceler beslemesi ve bunları bir plan dahilinde uygulamaya çalışması anlaşılabilir bir durumdur.

Ancak iç ihanet şebekelerinin, dışarıdan yapılan saldırılara uygun bir zemin yaratarak işbirliği içinde olması asla affedilebilecek bir şey değildir. Türkiye’de uzun yıllardır iç düşmanların ihaneti görmezden gelinmektedir.

Şöyle kendinizi geriye çekerek görüş açınızı bir genişletin. Ülkenin binlerce yılda oluşmuş kurumlarına, milli ve manevi değerlere, maddi zenginliklere nasıl zarar veriliyor görün. Buna karşılık perdelenenler, gizlenenler, manipüle edilenler; neler onlara gözlerinizi dört açarak bir bakın…

Küreselleşme dalgası ile Türkiye’nin bağımsızlığının son kırıntıları da elinden alınmak istenmektedir. Ekonomisi milli olmayan bir ülkenin bağımsızlığını sürdürebilmesi imkansızdır. AKP iktidarı döneminde izlenen politikalar ekonominin küresel güçlerin eline geçmesini hızlandırmış ve bunun neticesi olarak ekonomimiz millilik vasfını iyice yitirmiş, bunun neticesinde halkımız daha da fakirleşmiştir.

Bu durum halkımızın gözünden; kürt, alevi, roman açılımları, Ergenekon soruşturması, Anayasa Mahkemesinin DTP’yi kapatması, darbe plan iddiaları, telefon ve ortam dinlemeleri, domuz gribi ve aşı polemikleri, Deniz Feneri davası ve meslek liselerine uygulanan katsayı farkı düzenlemeleri gibi hususlarla kaçırılmaktadır.

Oysa halkımız ağır bir geçim derdindedir. İşsizlik boyutları tarihi sınırlara ulaşmıştır. İnsanlarımız nafakalarını temin edemedikleri için bir çorbaya muhtaç hale gelmiştir.

Sadaka kültürünün yaratıcıları ve savunucuları “çorbalar bizden” diyebilirler ama insanlık onuru ve gururu bunu her zaman kaldırmaz. Hem siz kimin parası ile kime çorba içirmeye kalkıyorsunuz!!!

Hal böyleyken suni olarak yaratılan gündemlerle bizi nelerle uğraştırıyorlar. Siyasi gündem; satılmış medyanın ve sözde aydınların ihaneti ile iç düşmanların çığırtkanlığıyla şekilleniyor. Devletin televizyonunda bile aynı görüntü var.

Atatürk yine Gençliğe Hitabe’sinde “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir” diyor. Sanki işler oraya doğru gidiyormuş gibi bir duyguya kapılıyor insan.

Sakın ola, beni hükümetin başının işaret ettiği gibi “kötümserlik ve karamsarlık pompalayanlar” dan zannetmeyin. Öyle birileri varsa bile ben onlardan biri değilim.

Ben aksine her pozisyonda yolunu takip ettiğim Mustafa Kemal’in “Ey Türk istikbalinin evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” dediği gibi halkına ümit pompalayanlardan biriyim. Tabii ki benim pompaladığım ümit “dahili bedhah” ların canını sıkıyor.

Son günlerde yaşanan olayları, kavram çarpıtmalarını ve halkın psikolojisini etkileme çabalarını bir de “dahili bedhah” lar açısından irdelerseniz ne demek istediğimi daha net anlayacaksınız.

Yeter ki akıl gözümüz açık olsun, çok çalışarak her türlü zorluğun üstesinden geleceğiz. Elbette demokrasiyle, elbette halkın iradesiyle…

Saraybosna Gezisi Işığında Şehirleşme Anlayışımız ve Cephanelik Bölgesinin Değerlendirilmesi

Şehirlerimizdeki yapılaşma anlayışındaki çarpıklıkları Bosna-Hersek ziyareti ve Saray Bosna şehrini görünce daha iyi anlamıştım. Saray Bosna şehri yapılarıyla, doğasıyla, çevresiyle bir kimlik, bir kişilik taşıyor ve kendisine gelen insanlara bu yönleri ile mesajlar verebiliyordu. Geçmişinden bugüne ve yarına bir şeyler söyleyebiliyordu. Yakın zamanda bir savaştan çıkmış olmasına rağmen bu özelliğini bozmamış, muhafaza edebilmişti. Bakırcılar çarşısı, Gazi Hüsrev Paşa Camii ve külliyesi, büyük meydanı ve çeşmesi ile aynen muhafaza edilmişti. Çevresinde ahşap 2 katlı evleri, dar sokakları ile insanı 1400’lü yıllara götürüyordu. Buradan 3-4 katlı binaları ve farklı kendine has mimari çizgileri ve de biraz daha geniş yollar ile şehrin bir başka dönemi yaşadığını, 1800’lü yılların farklı çizgilerini okuyabiliyordun. Belirli bir hattan sonra ise

8 -10 katlı yeni binaları ve geniş yolları ile günümüz Bosna şehrini görebiliyordun

Eski tarihi Bosna, Avusturya-Macaristan imparatorluğu dönemi Bosna, yeni Bosna şehrini görüp kanaat sahibi olabiliyordun. Şehrin ortasından geçen nehir ve köprüleri, etrafındaki yapıları ile şehrin geçmişini okuyabiliyordun. Şehir müslüman-katolik hıristiyan-protestan-hristiyan gibi kültürel  özelliklerini bile kendi mahallerinde bunu belli ediyor ve insanlara bunu sanki konuşuyordu.

Gazetelerde okuduğum bir haber bu yazıyı yazmamın sebebidir. Santraldeki hastaneyi kaldırıp otopark ve yeşil alan yapmak, 50. Yıl İlköğretim okulunu yıkıp antik dokuyu çıkarmak, Kız lisesini satmak… Cephanelik yeşil alanını bu ihtiyaçlarla doldurmak… Cephanelik alanı, askeriye’ye bırakılmış ve bu sayede muhafaza edilerek bu günlere doğal ve yeşil dokusunu bozmadan gelebilmiş bir alandır. 850 dönümlük bu alan, Bekirpaşanın kuzey doğusunda otoban viyadükleri ile şehrin bu bölgedeki pek de düzenli olmayan 1950 sonrası yapılan 1-2 en fazla üç katlı, az veya çok bahçesi olan iyi planlanmadığı için yol ve çevre sorunları çözülememiş Türk insanının el yordamı ile şekillendirdiği evlerin bulunduğu bir mahallemizin bitişiğindedir.

Daha sonra 1999 depremi sonrası yapılan çevre, altyapı ve katları ile iyi planlanarak şehrimize kazandırılan kalıcı deprem konutları ve de son dönemde TOKİ tarafından yapılan çok yüksek katlı konutların bulunduğu alanda DOĞAL DOKUSU ile KALABİLMİŞ  BOŞ BİR ALANDIR. Askeri maksadı kalktığı için MSB tarafından, eğitim ve sağlık amaçlı tahsis ile şu anda özel idareye değerlendirilmek üzere devredilmiş bulunmaktadır.  Tahminen çevresinde 250-300 bin nüfus barındırmaktadır. Yerleşim alanlarının içinde olmakla beraber ana ulaşım arterleri ile de direkt bağlantısı yeterince olmayan bir bölgededir. Bu özellikleri ile gerek Hastane kampüsü, gerek eğitim kampüsü gibi bir ihtiyaç için düşünülmesi, modern şehircilik yönü ile yeniden gözden geçirilmelidir. Bu alanın böyle bir maksada cevap vermekten ziyade BOTANİK BAHÇESİ – HAYVANAT BAHÇESİ, YÜRÜME YOLLARI – BİSİKLET PARKURU, o bölgede yaşayanların, gençlerin ve çocukların ihtiyaçlarına yönelik bina ağırlığı olmayan sportif unsurlar gibi konulara çok daha uygun bir alan özelliği taşımaktadır.

Bugünkü yöneticilerimizden 30-40 yıllık çözümlerden ziyade daha uzun ömürlü planlamalar yapmalarını bekliyoruz. Daha önceki yöneticilerimizin yaptığı gibi 2 katlıları 4, 15-20 yıl sonra 4 katlıları 6-7 kat ruhsatları vererek şehrin doğal-çevre – tarihi- tarihi yapısını yok eden bir şehirleşme anlayışını bırakmalıyız. 30-40 yıl önce yapılan orijinal planlarındaki bahçelerine eklemeler yaparak bozduğumuz ve bu gün sorunlu hale gelen okul, hastane gibi kamu binalarını  yıkıp yok etmekten ziyade orijinal hallerine dönüştürüp bırakarak şehrin adres kimliği-kişiliği olan bu yerlerin sağlıklı bir şekilde yaşamalarını ve şehir insanına hizmete devamlarını sağlamalıyız.

Düşündüğümüz zaman Kocaeli Devlet Hastanesinin ilk planlandığı zamanki hali bozulmasa idi bu günkü  sorunları yaşarmı idik. Orası hastanesi ile, bahçesi ile ilk planlandığı gibi kalabilseydi şirin bir yapı-geniş bahçesi ile de mahallesinin cazip bir alanı olan sağlık kuruluşu olarak görülürdü. Ulu Gazi İlköğretim Okulu, Sanat okulu içinde aynı şeyi söyleyebiliriz… Yeni Cuma Cami, Fevziye Cami, çevresi ile muhafaza edildiği için çok daha değerlidir. Keşke yemeniciler çarşısını, bakırcılar çarşısını da muhafaza edebilseydik. Kozluğun 40-50 yıl önceki yaşadığı, insan ile  kucaklaşan, ona her türlü doğal zevki veren güzelliği kaldı mı? Demiryolu caddesi ile Alemdar ve Fethiye caddeleri sağı ve solu ile dört katlı binalı dönemini muhafaza edebilseydi şehir merkezi çok daha güzel ve cazip, daha yaşanabilir bir alan olmaz mı idi? Uzun vadede hem üst yapılarda hem alt yapılarda (yol, ulaşım, ortak alanlar) şehir hayatını çekilmez hale getiren, yalnız o bölgedeki mülk sahiplerine yeni kaynaklar yaratan uzun ömürlü olmayan yık-yap, boz kat çık, bahçeye yeni bina ekle anlayışını terk etmeliyiz.

Yöneticilerimizden şehirlerimizle ilgili kararları alırken konunun uzmanları, ilgili meslek odaları, STK’ler ve bölge halkının da kanaatlerinin alındığı, bilimsel planlamalar ve buna uyan uzun ömürlü kalıcı, kamu kaynaklarının israfına sebep olmayan  uygulamaları bekliyoruz. Ülkemizin imarında, şehirlerimizin yapılanmasında tarihi dokunun muhafaza edildiği ve güncel işlevler yüklendiği yenilenmeleri yapmalarını istiyoruz. Türk vatandaşları da gelişmiş batı ülkelerindeki gibi tarihi dokusu bozulmamış, çevre ve tabiat bağlantıları koparılmamış, alt ve üst yapıları yeterli, yaşanılan, gezilen, görülmeye değer kıymetleri olan şehirlere layıktır inancı ile…