16.6 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1221

Hocalı Katliamı ve Irak Seçimleri

Rus-Ermeni işbirliği sonucu gerçekleştirilen Hocalı Katliamı yapılalı 18 sene oldu. 26 Şubat 1992 gecesi resmi rakamlara göre 613 silâhsız Azeri kardeşimiz katledildi. Türk’e yapılan bütün soykırımları unutmamak ve unutturmamak zorundayız. Sözde soykırımlarla suçlandığımız ve belirli tarihlerde ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan dayatmaları bertaraf edebilmek için asıl soykırımcıları teşhir etmek zorundayız.  Dağlık Karabağ toprakları halâ Ermeni işgali altındadır. Türk söz konusu olduğunda insan hakları, egemenlik ve toprak bütünlüğüne  saygı hemen unutuluyor. Hıristiyan haçlı taassubu 2000’li yıllarda zirveye ulaşmış durumdadır.

Türke yönetilen bir soykırım da 1950’lerden itibaren  Irak’ta Türkmen kardeşlerimize yöneltilmiştir. Yüzlerce kardeşimiz şehit edilmiştir. Şimdi Irak 5-7 Mart tarihleri arasında seçime gidiyor. Demokrasinin olmadığı, can ve mal güvenliğinin bulunmadığı, ABD işgali altındaki bu ülkede demokrasi yok ki seçim olabilsin.

Bu seçim, oyalama ve ayrıştırma seçimidir.  Irak’taki sorun Türkiye’nin güvenliği ile ilgilidir. Barış ve istikrarın dinamitlendiği, her gün onlarca insanın katledildiği bir yerde seçim anlamlı olamaz. Kerkük’ten zorla ayrılmak durumunda bırakılanlara da rey hakkı tanınmalıydı. Herhalde bizimkiler Amerikalılardan izin alamadı. TBMM bir gözlemci heyeti oraya gönderecek mi?  Bu yolda bir teşebbüs var mı yok mu bilmiyoruz. Sözde insan hakları ile ilgili bazı kuruluşlar burası ile ilgilenmezler; çünkü orada Türk gerçeği var. Türk onlara batar.

Irak’a demokrasi gelecek ise; Türkmenleri ve Türkçe’yi hesaba katan eski anayasaya dönülmelidir. Türkiye demokrasinin gelmesini istiyor ise bugüne kadar yaptığı yanlışlardan vazgeçmelidir. Habur Kapısını gerektiğinde kapatır. Yeni Ovacık Kapısını açar. İncirliyi ABD kontrolüne bırakmaz. Türkiye’nin iş dünyasını küçük hesaplar uğruna Kuzey Irak’a yatırım yapmaktan alıkoyar. Ancak, çıkarlarımıza uygun bir anlaşma olursa buna müsaade eder. Oraya elektrik satmaz, Süleymaniye ve Erbil’e uçak seferlerine müsaade etmez.  Mersin’de ve diğer yerlerde faaliyet gösteren Barzani şirketlerini önler. Beylikdüzü’ndeki Tatilya Eğlence Merkezini Erbil’e götürmez. Çeşitli suç şebekelerini iyi takip ederdi.

Irak politikasını başkalarına havale ederseniz bunların hiçbirini yapamazsınız. Beyan ve politikalarınız da devamlı değişir. Bir dönem Irak’ın toprak bütünlüğünü savunursunuz; ancak size dayatıldı mı Kuzey Irak yönetimini muhatap alırsınız.  Bu takdirde, siyasi inisiyatif kullanamazsınız. İnisiyatif; kapasiteli, sahasında uzman, milli davalarına bağlı, ilkeli kimseler tarafından kullanılabilir. Eğer bunlardan yoksunsanız; size zaten bunu kullandırmazlar.

1987’de Kerkük’teki Türkmen nüfus şehir nüfusunun % 73’ü idi. Türkiye ne ölçüde etkili olabildi ki bu nüfus bugün azınlığa düştü. Türkiye’de Türkmenlerin dernek ve vakıflarının sayısı oldukça fazladır. Yabancıların işine gelecek bir ufalanma söz konusudur. Ancak, Türkiye’nin de bunları ciddi bir birleştirme niyeti pek görülmemektedir.

Şimdi bunlar bir tarafa; Irak göstermelik bir seçime gidiyor. Türkmen kardeşlerimize düşen görev mutlaka sandığa gitmek ve küçük hesaplar peşinde koşmamaktır. Birlik ve bütünlüğü koruyabilmek ve duygusallıktan uzaklaşabilmektir. Türkiye’de yaklaşık 25.000 oy bulunmaktadır. Yurt dışı oyların Erbil’de değerlendirilecek olması da bir takım endişeleri davet etmektedir.

Türkiye Erbil’de konsolosluk açarak Irak’ın toprak bütünlüğünü hiçe saymıştır. Şimdi yurtdışı oylar Erbil’de değerlendirilecektir. Türkiye aslında Kerkük’te bir konsolosluk açabilmeliydi. Herhalde izin çıkmadı.  Irak’ta Türklerin varlığı tartıştırılıyor. Türkiye’nin gündemi değiştiriliyor. Sivil darbeler ve Türkiye’yi Türkiye yapan değerler sistemli bir şekilde tahrip edilip değiştirilirken garip açılımlar ve TSK karşıtı senaryolar gündeme oturtuluyor. Bizler başka işlerle uğraşırken dost ve müttefikler malı götürüyor, Orta Doğu’da kendi çıkarlarına uygun bir ortam yaratıyor.

 

Guinness Rekorlar Kitabı

Guinness rekorlar kitabı, kapsadığı değişik ve çeşitli konulardaki rekorların en son durumunu gösteren ve her yıl yeniden basılan bir başvuru kitabıdır.

Ciddiyeti, güvenilirliği ve titizliği, dünyanın tüm ülkelerince kabul edilmiştir. Aynı zamanda ansiklopedi niteliğinde de hizmet veren önemli bir kaynaktır.

Yaklaşık otuz dilde basılan ve milyonlarca kişiyi aydınlatan bu kitabın yayımlanmasının hoş bir öyküsü vardır.

Aslında kitap bir bira üreticisi firmanın ismini taşımaktadır. 1951 yılı ekim ayında, Guinness bira şirketi genel müdürü Sir Hugh Beaver ve arkadaşları, güneydoğu İrlanda’nın County Wexford yöresinin Slaney akarsuyu kenarında ava çıkarlar. Niyetleri sarıyağmur kuşlarını avlamaktır. Beaver ve arkadaşları bütün uğraşlarına rağmen başarılı olamazlar. Avdan elleri boş dönerler.

Her zaman olduğu gibi dönüşlerinde yöredeki birahaneye uğrarlar. Hem bira içerler hem de dinlenirler. Bir süre sonra aralarında bir tartışma başlar. Tartıştıkları konu; sarıyağmur kuşlarının en hızlı uçan kuş mu olduğu, yoksa daha hızlı uçan başka kuşlar  da var mıydı?

Bir yandan içilen biralar, bir yandan yükselen seslerle tartışma büyüdükçe büyür. Ancak sonuç alınamaz. Sonucun alınması da olası değildi. Çünkü en hızlı uçan kuşların belirlendiği, kategorize edildiği popüler bir kaynak kitap yoktu.

Ertesi gün Sir Hugh Beaver, akşam birahanede yaşanan tartışmanın üstünde durur. O yıllarda İngiltere’de kendi satış zincirlerinde 85 bin birahane vardır. Bu birahanelerde her akşam binlerce kişi, yüzlerce konuda tartışmalara giriyor ve iddialaşıyorlardı. Ama tartışmaları sonuçlandıracak, doğru bilgileri verecek kaynak kitap yoktu.

Sir Hugh Beaver, Londra’nın ciddi araştırma kurumu yetkililerini, bira üretim  fabrikasındaki  ofisine davet eder. Onlara düşüncelerini aktarır. Önemli konulardaki rekorları bir kitapta toplamak için gerekli çalışmaları yapıp yapmayacaklarını sorar. Olumlu yanıt alır. Çalışmalar başlar.

Yoğun ve uzun çalışmalar sonunda, 1955 yılında ilk kitaplar yayımlanır. Müthiş bir ilgi gören Guinness rekorlar kitabı aynı yıl en çok satan kitaplar arasında ilk sırayı alır.

Ertesi yıl kitap Amerika, Fransa, Almanya, İtalya’da basılır. Her yıl gördüğü ilgi artarak devam eder. Artık Guinness rekorlar kitabı otuza yakın dilde basılmaya ve yayımlanmaya başlar. Halen günümüzde de dünyanın en fazla satan ve okunan kitapları arasında zirvedeki yerini korumaktadır.

Guinness rekorlar kitabı evrensel boyutuyla çok önemli bir referans kitabıdır. Her yıl yenilenen bilgileriyle yeniden basılarak bizleri aydınlatan dev bir bilgi ve çalışma ürünüdür.

 

Sevgi

Hayatı seven yüreklerden
İnce ince sızıyor sevginin tatlı rengi
Direniyor ve çırpınıyor güçlenerek kalbi
Umutluyum! Seviyorum! Diye haykırıyor
Duygularından güçlenen sese

Saygılı, mutlu ve coşkulu
Her şey güllük gülüstanlık
Ama birden kötüye gidiyor sanki hayat
Kalpleri karartan iğrençliklerle

Umudunu kaybetmiyor yüreği
Her şey bitmedi ki henüz üzülemez
Çünkü seviyor insanları derinden
Sıcak sıcak içimi ısıtan duyguyla

Hormonlu ve Zirai İlaç Kalıntılı Ürünler

0

Son günlerde basın ve yayın kuruluşları aracılığı ile kamuoyu gündeminde sık gündeme getirilen hormonlu veya ilaç kalıntılı ürünlerin satıldığı konusunda bu ürünlerin insan sağlığı açısından tehlike arz ettiği gibi varsayımlara dayalı yorumlar tüketicilerimizin Meyve ve sebze tüketimi konusunda tereddütler oluşmasına neden olmaktadır.

Türkiye’de 4 Milyonun üzerinde tarım işletmesi ve yine 20 milyonun üzerinde insan bu sektörden geçimini sağlamaktadır. Tarımın toplum içerisindeki payı %40 civarında gayrisafi milli hâsıladan aldığı pay %15 ve tarımsal ürün ihracatımız yine %14-15 ler seviyesinde olduğunu var sayar isek;

Bu rakamların bize gösterdiği bir şeyler var, FAO’nun yaptığı araştırmaya göre Dünyada 200 milyonu çocuk olmak üzere 900 milyona yakın insan hala açlıkla karşı karşıyadır. Öyle ise Türkiye’de tarımın katkısının çok büyük olduğu bu katkının daha’da artırılmasının gerektiği ve bu temel meselelerimizden biri olduğu ortaya çıkmaktadır.                                                         

5179 Sayılı Gıdaların Üretimi Tüketimi ve Denetlenmesine dair yasanın yürürlüğe girmesinden dolayı tüketmiş olduğumuz gıdaların, yapılan kontrol ve denetimlerin artması her gıda üreten işyerinin Gıda siciline başvurması üretim izni alması, sorumlu yönetici istihdam etmeleri eskiye göre daha temiz daha kaliteli ürünün soframıza getirilme çabalarıdır. Ancak gerek Teknolojinin getirdiği kirlilik ve gerekse ekonomik nedenler ve iş ahlakının bozulması nedeniyle daha fazla denetim daha etkin önlemler alınmasını gerekli kılmaktadır.      Ülkemizde seracılığımızın son dönemlerde gelişmesi; özellikle sebzelerde hormon kullanımını artırmıştır. Hormonların kullanım amaçlarını şu başlıklar altında özetlemek mümkündür.

– Çelikle çoğaltmanın sağlanması.
– Soğuğa dayanıklılığın artırılması.
– Olgunluğun erkene alınması veya geciktirilmesi.
– Periyodisitenin azaltılması.
– Bitkinin hastalık ve zararlılarına dayanıklılığının artırılması.
– Yabancı ot kontrolü
– Meyve iriliğinin artırılması
– Muhafaza süresinin uzatılması
– Çiçeklenmenin teşvik edilmesi veya geciktirilmesi vb Hormonlar üretimin değişik devrelerinde değişik amaçlı kullanılabilmektedir.

Özellikle örtü altı sebze yetiştiriciliğinde domates, biber, patlıcan üretiminde döllenmenin sağlanması amacıyla sıcaklığın düşük olduğu kış aylarında hormon adını verdiğimiz düzenleyiciler kullanılmaktadır. Eğer sera ısıtılmıyor veya tozlanma olmadan meyve tutan çeşitler kullanılmıyor ise bu hormonların kullanımı kaçınılmazdır. Fakat hormonlar ülkemizde seralarda genellikle çiçeklenme döneminde sadece döllenmeyi sağlamak için çok düşük dozlarda kullanılmakta ve organik bileşikli ürünler olduğu için hasadı dönemine girildiğinde kimyasal yapısı ayrışarak(dekompoze olarak) hormon etkisi ortadan kalkmaktadır.

Böylece kullanılan hormonun ürün üzerindeki etkisi kaybolmakta veya insan sağılığını etkilememektedir. Ayrıca hormonları satışı gelişmiş birçok ülkede sadece izne tabi iken ülkemizde denetim altına alma amacıyla ilaç gibi mütalaa edilerek sadece ruhsatlandırılmış zirai mücadele ilaç bayileri tarafından satışa müsaade edilmektedir.

Özellikle son günlerde pazarlarda tüketici açısından olumsuz tablolarla karşı karşıyayız. Hormonlu hormonsuz olarak ürünler nitelendirilerek haksız kazanç sağlamaktadırlar. Oysa ürünün hormonlu veya ilaçlı olup olmadığı ancak laboratuarlarda yapılacak analizler sonucu ortaya çıkarılabilmektedir. Dolayısıyla pazarlardan sebze ve meyve alan tüketicilerimizin bu duruma müsaade etmemeleri gerekmektedir.

Bugün Türkiye’de büyük sıkıntı zirai ilaçların kullanımında ortaya çıkmaktadır.

Bu konuda Tarım Bakanlığının konuya duyarlı davranarak serada hasadı edilen sebzelerden numune alıp, analiz yapma sıklığının artırılması, zirai ilaç satan bayilerin kontrol ve denetimleri sıklaştırılması, zaten verilmekte olan çiftçi eğitim çalışmalarına ivme kazandırmak gerekir. Ayrıca zirai ilaç alabilmek için Tarım İl ve İlçe Müdürlüğünde görevli Ziraat Teknisyeni, Ziraat Teknikeri; Ziraat Mühendisleri tarafından reçete ile satılmaya başlanması olumlu adımlardır. Yalnız uygulamadaki aksakların giderilmesi gerekir. Yine hal yasasının değiştirilerek hale gelen sebze ve meyvelerin pesti sit(ilaç kalıntısı) analizlerinin yapılması gerekmektedir.   

Sonuç olarak yukarıda saydığımız işlerin doğru yapılması durumunda sağlıklı gıdaya ulaşmada önemli bir aşama kaydetmiş oluruz.    

 

 

Tekel İşçileri Ne İstiyor?

Tuzu kurulara ve iktidar âmincilerine göre ‘sopa‘ istiyor. Oysa tek istedikleri şarkıda söylenen: “İşçisin sen, işçi kal“.

Sosyal devlet kamu işletmesini kapatıp kamu işçisini işsiz bırakmaz. Küresel şirketler ve küçüle küçüle şirketleşen devletler bırakır.

Özelleştirme eşittir işsizlik. Gâvurdan gelecek 3 – 5 paranın bir kısmını bankalardan bayram – seyran kredisi diye vatandaşa pompalarsanız öylece ısıtılan kurbağa gibi vatandaşı yavaş yavaş borçtan rehin alırsınız.

İşçi yürür, memur haset eder; zaten çok alıyorsunuz diye. Memur yürür, esnaf şişinir; yarım yıl çalışıp yarım yıl yatıyorsunuz diye. Esnaf eylem yapar, çiftçiköylü rahatsız olur.

Bu tip kısır çekememezliklerden her zaman Hükümetler kârlı çıkar. Önce çatıştır, sonra araya gir, büyük olarak yatıştır.

Dar ve düşük gelirli tabakaların kendilerine bu yaşam standardını reva görenler yerine birbiriyle uğraşması 1453‘te Bizanslıların yaptığı meleklerin cinsiyetini tartışmanın 2010 versiyonudur.

Ne demiş Cahit Zarifoğlu:

“Başını eğmiş zalimleri dinlersin
Dersin ‘lokmam’ ellerinde”

TEKEL İşçileri; tek cam kırılmadan, tek taş atılmadan 70 günlük eylem yapabildiyse o ilk gün Yunan’ın kanla / barutla denize döküldüğü gibi copla / gazla havuza dökülmeleri sayesindedir. “ölmek var, dönmek yok” kararlılığı İMF baskılı raconları tersyüz eder. Mazlumun mağduriyetinin gücü tazyikli suları ve 4-C’li pusuları da alt eder.

Çokbilmişler, 4-C için ‘Buldunuz da bulanıyorsunuz‘ havası vermeye çalışırlar. 650 liraya 10 ay dolu, 2 ay boş, 5 yıl çalışsalar da ense tıraşlarını görseydik. “Hükümet her zaman haklıdır” prensibi insanî ve İslâmî normlara uymaz uymasına da vatandaş Danimarkalıdır: Yersen.

“Irak bir sınav kâğıdı
Her mü’min kulun önünde”

Kalabalığa uyarım. İşime geleni duyarım. Gazze mevzubahisse nabızlar 180, Bağdat‘sa – 28 Palandöken. Başörtüsüyle eğitim hakkı dendiğinde 170. eylem, ekmek ve iş hakkı dendiğinde 70 günlük ‘tıss’.

‘Benim sevgili yalnız ülkem.’ Kafası karışıkların, ticarî sarmaşıkların ve çıkarla bağlaşıkların ülkesi.. Kimi cepten, kimi ciğerden ekstra askerlik yapanlar ‘bay‘ geçsin. Bunca cümle, bunca ‘yaman çelişki‘den bir gram analiz çıkaramayanları hedef seçsin.

Bugün hava böyledir, yarın hava şöyledir. Balıklar için önemli olan hava değil tavadır. Biz denizlere aitiz. Ve denizlerin sahibine..

‘Hayat bir mücadeledir.’ Her mücadele bir eylem, bir aksiyondur. Her eylem bir kararlılıktır. ‘Yenilmeyen yalnız azimdir.’

Aczin atom gücüne ve kendini ‘acz‘le kodlayan şairin cesur dizlerine emanet olun:

“De gerçeği yaz: Hakikat şehitliğe koşmaktır
De isyan çağır yolun açılır cennet köşelerine”

Fillerin Kavgasında Ezilen Çimler

Türkiye’de siyasi iktidarla kurumlar arasında inkar edilse de savaş gibi üstü örtülü bir mücadele sürüyor.

Bu mücadeleyi kimin kazanacağı şimdilik belirsiz. Ancak kaybedeni her zaman olduğu gibi belli. Türk halkı; bir türlü müdahil olamadığı bu kavganın tek mağlubu.

Kabuğunuzu kırıp etrafınıza şöyle bir bakabildiğinizde müthiş bir zenginlikle karşılaşıyorsunuz. Bunu bir kez daha geçen hafta İstanbul TÜYAP’ta açılan EMİTT Turizm Fuarını gezerken gördüm. Oysa size ülkenizin kaynaklarının kıt olduğu ve sermaye birikiminin oluşmadığı adeta ezberletilmiş durumda.

Niye? Ülkenizin zenginliğinden haberiniz olmasın ve zenginliği değil fakirliği paylaşın diye. Halbuki gerçek size öğretilenden çok farklı.

Yapılan kavga, Türk halkının farkında olmadığı bu zenginliğin üstüne oturma ve onu hiç bırakmadan kontrol etme üzerine kurgulanmış durumda.

Bu yüzden Türk halkının hali fillerin kavgasında ezilen çimlerden farksız.

Türkiye’nin yer altı ve yer üstü değerlerinin ve verimli kullanıldığında potansiyelinin çok yüksek olduğu, hem bu konulara ilişkin envanterlerden hem de istatistiklerden belli.

Ancak bu zenginlik Türk halkı lehine kullanılamıyor ve de kullandırılmıyor.

Tekel işçisi bu sebeple hakkını alamaz, dış ve iç borç faiz sarmalından dolayı kaynak aktaramadığınız emekliniz sürünür, göbekten bağlı olduğunuz dış güçler tarımsal ve hayvansal üretim istemediği için köylünüz can çekişir, özelleştirme ihaneti ile kamu ya da özel sektöre ait neyiniz varsa satıldığı için esnafınız, işçiniz ve orta ölçekli sanayiciniz evine ekmek götüremez hale gelir. Bu liste daha uzar gider.

Bunlar doğru dürüst konuşulmaz bile. Medyanın manşetlerinde bu olaylar sanki sıradanmış gibi geçiştirilmek suretiyle zenginlikler halka hissettirilmez. Bütün bunlara rağmen bilmeliyiz ki; Türkiye çok zengin bir ülkedir.

Zenginliğine el konulmuş Türk halkının varlık yolunda en büyük güvencesi, bağrından çıkardığı Türk Silahlı Kuvvetleridir. O da olmasa vah! halimize…

Genelkurmay Başkanı ve Deniz Kuvvetleri Komutanının sözlerinden anlıyoruz ki; Türk Ordusuna karşı bir asimetrik savaş yürütülerek, Türk Milletinin varlığının en büyük teminatı zaafiyete uğratılmak istenmektedir. Bunun için Org. Başbuğ arka planı anlatmakla kartları açık oynayacağını ifade ediyor.

Tarihe dönüp baktığınızda, zenginliklerine el konulmuş Türk Milleti ve onun teminatı olan Türk Ordusu; Balkan Savaşlarında ve Birinci Dünya Savaşında zaafiyete uğratılarak, Türk topraklarının bu günkünden çok daha fazla bir bölümüne el konulduğunu görürsünüz. Misalmi istiyorsunuz? Alın size Musul – Kerkük, Balkanlar ve Oniki Ada misalleri. İnsanın canı acıyor değil mi?

Yine aynı oyun sahnede. Zenginliklerine el konularak fakirleştirilmiş olan Türk Milletinin, ordusu zaafiyete uğratılarak Türk topraklarına el konulmak isteniyor. Nerelere mi el konulmak isteniyor? Gelişmelerden ve harita benzeri gibi değişik açıklamalardan anlıyoruz ki; öncelikle Güneydoğu Anadolu’ya, Doğu Anadolu’ya, Trakya’ya ve sonra Türk yurdu olan Anadolu’nun tamamına.

Mücadelenin bütün amacı bu. Burada ezilen sadece Türk halkıdır. Türk halkı; kendi üzerinden yürütülen ve farkında olmasada kendisininde muhatap olduğu bu mücadele sebebiyle, ahir ömrünü zenginliğine oranla rahat, huzurlu ve mutlu geçirememekte ve daima gelecek korkusu taşıyarak çocuklarının hayatından endişe etmektedir.

İş öyle bir noktaya gitmiştir ki; Türkiye’nin göbeğindeki Konya ilimizde bir özel yayıncı (Tübigem) kuruluş tarafından hazırlanan “İlköğretim 4. sınıf Tema – Test” adlı soru kitapçığında, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi Kürdistan olarak gösterilmiştir.

Bakmayın bunu yapanların özür dilediğine; siz bunun yanlışlık veya tesadüf eseri mi olduğunu zannediyorsunuz? Eğer böyle zannediyorsanız büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. Bu şekilde yaparak sizleri toprak kaybına ve başınıza gelecek olanlara karşı ruhen hazırlayıp tepkilerinizi ölçüyorlar.

Ergenekon yargılamasının sanıklarından Prof. Dr. Erol Manisalı’nın sanki bu günleri görmüşçesine kaleme aldığı ve ilk baskısı Aralık 2006’da yapılan “Avrupa’nın Askerle Kavgası” adlı kitabında “içinde bulunduğumuz dönemde halkın büyük çoğunluğu AB’ye karşı duruma geldi. Gerçeklerin bir kısmı ile karşılaşmak bile yetmişti. Ya “Türkiye’nin AB üzerinden nasıl sömürgeleştirilmekte olduğunun” ayrıntılarını bilselerdi? Emin olunuz, yüzde % 95 karşı çıkardı. Karşı çıkmayan % 5 ya da onluk kısım ise “bölücü çevreler ve diğer işbirlikçiler” oluşturmaktadır” demektedir.

Türkiye üzerindeki siyasal, etnik ve kültürel dayatmaların karşısında en büyük engel Türk Silahlı Kuvvetleridir. Bazı büyük sermaye çevreleri ve bazı siyasiler bu konularda ne yazık ki ikna edilmiştir.

Bu konular ile Kürdistan, Ermenistan, Patrikhane, Kıbrıs, Ege ve Türkiye’nin federalleşmesi gibi meselelerde, Türk Milletinden yana “milli refleks” gösteren ve bir türlü ikna edilemeyen Türk Silahlı Kuvvetleri, bu projelerin sahipleri ve yandaşları tarafından hedef haline getirilmiştir. Ne için? Türk topraklarına önce dolaylı sonra da doğrudan el koymayı hedefleyenler planlarını tahakkuk ettirsin diye.

Hatırlayın; İzmir’i işgal eden Yunan ve İngiliz askerlerinin işlerini kolaylaştırın diye buyurulan fetva ve fermanları…

Türk Milletinin zenginliğinin nasıl iç edildiğini anlatmayıp yeni zenginlikler vaad edenler bunları bize çeşitli kılıflarda yedirmektedir. Örneğin Kıbrıs’ın toplumsal zenginliğe ulaşmada engel olduğu ve “çağdaş dünyanın son Berlin duvarına kaldırmak” la buna ulaşılacağı, “AKP’ye verilecek oyların Sayın Denktaş’ın maalesef soyunduğu tutucu hatta gerici görüşleri gerileteceği” gibi masallar adlarının önünde Prof. yazanlar tarafından bizlere anlatılmaktadır. Tıpkı Orduya karşı yürütülen çalışmaların ülkemizde demokrasiyi kuvvetlendirip kökleştireceği ve hukukun üstünlüğünü perçinleyeceği masalı gibi.

Halbuki; Rauf Denktaş mücadelesi ile zenginliğine el konulmuş Kıbrıs Türklerinin toprağına da el koyulmasın diye uğraş veriyor. Aynen Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türk toprağına el konulmasın, Türk Milletinin menfaatleri zedelenmesin diye mücadele verdiği gibi.

Son söz: kurumlar binlerce yıldır olduğu gibi dimdik ayakta kalır ezilen her zaman olduğu gibi halk olur. Söylemesi bizden tedbir alması sizden.

Yargı Reformu Yapmadan Önce

Bir haftadır, Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in, Erzurum özel yetkili savcıları tarafından sorgulanması ve tutuklanmasıyla kamuoyuna yansıyan, müthiş bir mücadeleyi izliyoruz. Olayın görünürde hukuki boyutu ön planda gibi olsa da, asıl çatışmanın daha derinlerde ve geniş kapsamlı olduğu ortada. Gelişmeler gösterdi ki asıl çatışma Hükümet ile Yüksek Yargı (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve HSYK) arasındadır.  

Medyaya yansıyan boyutu ile olayın gelişimi kısaca şöyle:

  • 1- İsmailağa Cemaati ile ilgili soruşturma açan Erzincan Başsavcısının bu soruşturmasını çok geniş tutması ve içine çok ünlü AKP’lileri de dâhil etmesinden Hükümet rahatsız olmuş. İddiaya göre zamanın Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek Başsavcıyı arayarak soruşturmayı durdurmasını istemiş.
  • 2- Başsavcı tutumunu değiştirmeyince bu defa Erzurum’daki Geniş Yetkili Mahkemenin (eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri yerine kuruldu) özel yetkili savcıları harekete geçmiş. Dosyanın kendi yetki alanına girdiği gerekçesiyle dosyayı Erzincan Başsavcılığından almış. (Erzurum Mahkemelerinin yetkili olduğu, İsmailağa Cemaatinin silah ve şiddet kullandığına dair gelen imzasız bir ihbar mektubuna dayandırılmış.)
  • 3- Yine iddiaya göre Erzincan Başsavcısının Hükümeti kızdıran başka bir vukuatı(!) daha varmış. İliç İlçesindeki altın madeni hakkında açılan soruşturmayı Başsavcı Cihaner tamamlatmış ve hazırlanan dosya da, madeninin sahibi ABD şirketini, ortağı olan AKP’ye yakın bazı kişileri ve Adalet Bakanlığı’nı rahatsız etmiş.
  • 4- Erzurum özel yetkili savcılarının Erzincan Başsavcısı hakkında da açtığı soruşturma ve tutuklanması talebini müteakip, Başsavcı Cihaner Mahkemece tutuklandı. Başsavcı hakkında “Ergenekon örgütü üyeliği, resmi evrakta sahtecilik yaparak görevini kötüye kullanmak” gibi ciddi iddialar yanında “lojmanlara usulsüz olarak kameriye yaptırmak” gibi iddialar da yer almakta.
  • 5- Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) “yetki aşımı” yaptığı gerekçesiyle Erzurum savcılarının özel yetkilerini kaldırdı. Bunun üzerine Adalet Bakanı kendi başkanı olduğu HSYK hakkında sert bir açıklama yaptı. HSYK da aynı zamanda Kurulun başkanı da olan Adalet Bakanına ağır cümlelerle cevap verdi.
  • 6- Hükümet, Adalet Bakanının sözlerini savunurken, muhalefet HSYK Başkanına destek verdi.  

Hâkimler ve Savcılar Kanununa göre 1. sınıf savcıların soruşturma ve kovuşturmasında ikili bir düzenleme mevcut. Kanun “Görevden doğan veya görev sırasında işlenen suçlar” ile “kişisel suçları” ayırmış. Başsavcıya isnat edilen suçlar kişisel suç olsaydı soruşturma yetkisinin Erzurum savcılarında olacağında ihtilaf yok. Fakat isnat edilen suçlar “görev suçu” kapsamına giren suçlar olduğuna göre “yargılamanın Yargıtay‘da yapılması, soruşturma usulünün ona uygun yapılması gerekir… Asla özel kovuşturmaya tabi tutulamaz.” Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) bu görüşe dayanarak Erzurum savcılarının özel yetkilerini kaldırdı.

Yetki konusunda Hükümetin ve destekçilerinin görüşü ise şöyle: CMK 250. maddeye göre, yargılanması Anayasa Mahkemesi veya Yargıtay tarafından yapılan kişiler, mesela birinci sınıf hâkimler ve savcılar hakkında istisna var (Yargıtay’da yargılanacak bu kişiler geniş yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanamaz) ama “soruşturma” konusunda değil, “yargılama” konusunda! 250. madde açıkça “yargılanır” diyor, “soruşturma”dan bahsetmiyor. Özetle, kişisel olsun, görevle ilgili olsun, ‘katalog suçlar’da “soruşturma”yı Erzurum savcıları yapar! Ama kamu davası açılırsa, Erzincan Savcısı “birinci sınıf hâkim” statüsünde olduğu için, “yargılama”yı Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi değil, Yargıtay yapar.” (Bilmeyen okuyucular için hatırlatalım: “Soruşturma: Kanuna göre yetkili mercilerce suç şüphesinin öğrenilmesinden -Savcılığın hazırladığı- iddianamenin kabulüne kadar geçen evreyi; Kovuşturma: İddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar – Mahkemede – geçen evreyi ifade eder.”)

Eğer Türk yargı sisteminin herhangi bir Mahkemesinde adaletin gerçekleşeceğine tam bir inancımız olsaydı bu “yetki aşımı” tartışmaları sadece teknik bir konu olarak kalır, vicdanlarımız üzerinde önemli bir etkisi olmazdı. Görünen o ki, taraflar yargılamanın mercilerinin kendilerine yakın olan merciler olmasını istemekte. Yani bir tarafın yetkisiz olduğunu iddia ettiği savcılar ve hâkimleri karşı tarafın adamı olarak görmekte.  “Senin savcın kötü, benim savcım iyi” diye düşünülmekte.

Türkiye için en tehlikeli gelişme yargının böyle keskin bir şekilde bölünmesidir. “Konu yargıya intikal etmiştir, adaletin tecelli etmesini beklemeliyiz” sözü artık inandırıcılığı kalmamış bir klişe haline geliyor. 

Zaten uzunca bir süredir “adalet sistemi üzerinde hükümetin siyasi kontrol ve baskısının olduğuna dair” iddialar ve şikâyet konusu uygulamalar hükümet üzerinde ağır bir yük oluşturmakta. Özellikle “Ergenekon davası” yargılamasında dikkat çekilen usulsüzlükler, kişi hak ve hürriyetlerinin kullanılmasına getirilen haksız müdahaleler, “masumiyet karinesini” ihlal eden, bizatihi cezaya dönüşen uzun süreli tutukluluk tedbiri gibi uygulamalar aslında bir hukuk reformu ihtiyacının da göstergeleri. 

Buna karşılık hükümetin “elimizi kolumuzu bağlayan kararlar alıyorlar” diye şikâyetçi olduğu yüksek yargı organlarının zaman zaman haksız ve hukuka aykırı davranmadığını söylemek de mümkün değil. Özellikle AKP hükümetinin “kapatılma davası” açılması tehdidini hissederek çalışmasının, bu partide bir yüksek gerilim ve rövanş duygusu yarattığı açıktır. AKP’lilerin çoğu muhtemelen Başsavcı Cihaner’in (adlarını ve sayısını hatırlamakta zorlandığımız darbe planlarına göre) darbe ortamını oluşturmaya çalışan bir Ergenekoncu olduğunu düşünüyorlar ve en ağır şekilde cezalandırılmasını istiyorlar. 

Geçmiş mağduriyetlere ilaveten “siyaseten en güçlü zamanlarında her istediğini yapamamak” bu rövanş duygusunu kuvvetlendiriyor olsa gerektir. Nitekim sonradan “maksadımı aştı” dese de AKP Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan‘ın ifadeleri bu duyguyu açıkça ifade ediyor: “Bu memlekette kimin kızının başı örtülü, hepsini fişlemişler. Kimin çocuğu İmam Hatip’e gidiyor, hepsini fişlemişler. Kim muhafazakâr, kim Ramazanda oruç tutuyor, hepsini fişlemişler. Eee, şimdi biz onları fişliyoruz. 40 sene onlar bu halka yaptı, inşallah sıra bizde. Yapmaya çalıştığımız bu arkadaşlar.” 

Bu türlü keskin görüşler ve rövanş duyguları toplumu gerdiği gibi, hükümete ve AKP’ye zarar vermektedir. Hükümet gerilimi düşürmek ve makul çözüm yolları bulunmasına öncülük etmek zorundadır.

Hükümetin demokratikleşme gibi bir arzusu varsa öncelikle “hukuk reformu” adı altında Yüksek Yargı üzerinde de kontrolünü sağlayabileceği düzenlemeler yapmak, TSK’dan sonra Yüksek Yargı’ya da balans ayarı yapmak” heveslerini bırakmalıdır.

Demokratik olmak isteniyorsa öncelikle “seçilmiş krallar” yaratan siyasi partiler ve seçim kanunlarını değiştirsinler. Bir tek kişinin TBMM çoğunluğunu, Cumhurbaşkanını, TBMM Başkanını, YÖK ve diğer özerk kuruluşların başkanlarını, üst düzey bürokratların tamamını seçebildiği bir sistem demokratik olabilir mi? 

Genel başkanın sıkça seçilmiş il ve ilçe başkanlarını görevden aldığı, bu görevlere genel başkanın istemediği kimseyi seçtirmeyen bir sistem ne kadar demokrasi ile bağdaşır. Seçilmenin yolu ya genel başkanın yakınında olmak veya yüksek harcamaları göze alabilecek zenginlikte olmaktan geçen, “seçimin finansmanını sorgulamayan” bir sistem neden değiştirilmez? İktidara gelenin ve çevresinin devlet imkânlarından Karunlaştığı bir düzen neden değişmez? 

Demokrasi istiyorsanız, halkın hak ve iradesinin esas alındığı bir sistem istiyorsanız, işe buradan başlayınız. Hukuk reformuna başladığınızda da size güvenelim. Maalesef, mevcut gerilim ortamında yargı reformu yapmak da, Anayasa’yı değiştirmek de mümkün değil.

 

 

Menend

Gönül ihtiras ile aşamazsın o bendi,
Riyakar kuytularda bulur feleğin fendi.

Ömür mal-i hülyada beyhude mi tükendi.
O nigahında deva, bulunmaz ki menendi.

Kirpiği zindan o’nun perçeminde kemendi.
Muhtacım nusretine köleyim o efendi.

Değil mi ki; Akıbet ruhumda gölgelendi.
Ey firakında deva,bulunmaz ki menendi.

Türkiye’nin 2023 hedefleri (3)

TÜBİTAK “2003 – 2023 ulusal bilim ve teknoloji politikaları strateji belgesi“‘nden önemli gördüğüm bölümü sizlerle paylaşıyorum..Bu hedeflerin arka planında olan çalışmayı bilmeden hedeflerin olabilirliklerini kavramakta zorlanırız. Türkiye’nin her alanda 2023 hedefi var. Uzay çalışmaları bu hedeflerinden biri . Bu konuda ileride yazacağım, hakikaten heyecan verici gelişmeler var.

E 7 yazımda da yazdığım gibi 2023 bizim dünyada lider ülke olma kırılımlarının en büyüğü 2050 yılında ise hak ettiği seviyeye geleceğine inanıyorum..

Stratejik Teknoloji Alanları ve Hedefler

Belirlenen stratejik amaçlara ulaşılabilmesi ve bilim, teknoloji ve yenilik hedeflerinin gerçekleştirilmesi  için, ülke kaynaklarının etkin ve verimli bir biçimde kullanılmasını sağlayacak bir “odaklanma” stratejisine sahip olunmasının gerektiği açıktır. Bu strateji, ülke gerçeklerini küresel gerçeklerle birlikte değerlendiren, bilimsel ve teknolojik gelişme yönünde olan, ülkenin diğer politika ve stratejileri ile uyumlu bir yapıda olmalıdır. 

Bu gerçekten hareketle, ülkemizin stratejik teknoloji alanları Vizyon 2023 kapsamında panel çalışmaları ile başlayan ve teknoloji strateji gruplarının çalışmaları ile tamamlanan bir süreç sonunda belirlenmiştir. Bu süreç kısaca aşağıdaki gibi gerçekleşmiştir:

1. Aşama: Öngörü panelleri, ülkemiz için tercih edilen bir gelecek hedefinden yola çıkarak, bu hedefe ulaşma sürecinde öncelik verilmesi gereken teknolojik faaliyet konuları ile bunları destekleyen teknoloji alanlarını belirlemişlerdir.

2. Aşama: Geniş bir katılımla ulusal düzeyde gerçekleştirilen Delfi çalışması ile, paneller tarafından öngörülen teknolojik gelişmeler ve etkileri uzman sorgulamasına tabi tutulmuştur. Bu aşamada, Delfi çalışmasının sonuçları değerlendirilerek, öngörü panelleri raporu oluşturulmuştur.

3. Aşama: Panel çalışmaları ile belirlenmiş ve Delfi sorgulaması yapılmış teknolojik faaliyet konularının değerlendirilmesi sonucunda bir sentez raporu hazırlanmıştır. Yaygın bir biçimde ön plana çıkan teknoloji alanları göz önüne alınarak; Biyoteknoloji ve Gen Teknolojileri, Mekatronik, Nanoteknoloji, Bilgi ve İletişim, Enerji ve Çevre, Malzeme, Tasarım ve Üretim konularında oluşturulan uzman grupları tarafından, o alana ilişkin hedefler ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için uygulanması önerilen politika ve stratejiler belirlenmiştir.

Bu strateji grupları tarafından öncelikli görülen teknoloji alanları aşağıda özetlenmiştir.  

Biyoteknoloji ve Genetik

21. yüzyılın teknolojisi olarak isimlendirilen biyoteknoloji ve gen teknolojilerinde  Türkiye’nin 2023 hedefi, başta sağlık ve tarım olmak üzere tüm alanlara yayılan uygulamalarla toplumun yaşam kalitesi ve refah düzeyini yükselterek bölgesinde ekonomik ve teknolojik bir üstünlüğe sahip olmaktır. Bu kapsamda, aynı zamanda, ulusal gen kaynaklarının ve biyoçeşitliliğin korunduğu ulusal gen bankalarının kurulması ve bu kaynakların biyoteknolojik araştırmalarla fikri mülkiyet üreterek bir ekonomik güce dönüştürülmesi hedeflenmektedir.  Biyoteknoloji ve gen teknolojileri kapsamında aşağıdaki teknoloji alanlarına odaklanılması önerilmiştir:

1.  Yapısal Genombilim, İşlevsel Genombilim, Transkripteomiks, Proteomiks ve

Metabolomiks gibi Yüksek Ölçekli Platform Teknolojileri

2.  Rekombinant DNA Teknolojileri

3.  Hücre Tedavisi ve Kök Hücre Teknolojileri

4.  Terapötik Protein Üretim Teknolojileri ve Kontrollü Salım Sistemleri

5.  Biyoenformatik

Mekatronik 

Tükiye’nin bu alandaki 2023 hedefi; insanla bütünleşik mekatronik sistemlerin üreticisi ve

ihracatçısı olmaktır.

Mekatronik kapsamında aşağıdaki teknoloji alanlarına odaklanılması önerilmiştir:

1.  Mikro/Nano Elektromekanik Sistemler (MEMS/NEMS) ve Sensörler

2.  Robotik ve Otomasyon Teknolojileri

3.  Jenerik Alanlar (Temel Kontrol Teknolojileri, v.b.)

Nanoteknoloji

Türkiye’nin bu alandaki 2023 hedefi, nanoteknoloji devriminin insanlığın yakın geleceğinde yaratacağı değişikliklerde  etkin rol alabilecek bilimsel, teknolojik ve sanayii birikimine sahip olmasıdır.  Çünkü nanobilim ve teknoloji önümüzdeki on yıllarda, insan yaşamını ve ekonomik faaliyetlerini kökten değiştirme gücüne sahip olmaya adaydır. Nanoteknolojinin uygulama alanlarının sınırlarını bugünden kestirmek mümkün değildir.

Nanoteknoloji alanında odaklanılması önerilen teknolojiler şunlardır:

1.  Nanofotonik, nanoelektronik, nanomayetizma

2.  Nanomalzeme

3.  Nanokarekterizasyon

4.  Nanofabrikasyon

5.  Nano ölçekte kuantum bilgi işleme

6.  Nanobiyoteknoloji

Bilgi ve İletişim

Türkiye’nin bu alandaki 2023 hedefi; talep genişliği ve derinliği yüksek, ülkenin teknolojik, ekonomik ve stratejik gereksinimlerini karşılayan, bilgi ve iletişim teknolojilerine ve ilgili ürünlerde küresel rekabet gücüne sahip olmak.

Bilgi ve iletişim kapsamında aşağıdaki teknoloji alanlarına odaklanılması önerilmiştir:

1.  Tümdevre Teknolojileri Tasarım ve Üretimi

2.  Görüntü Birimleri (Gösterge) Teknolojileri

3.  Görüntü Algılayıcı Teknolojileri

4.  Genişbant Teknolojileri

Enerji ve Çevre

Türkiye’nin enerji ve çevre alanındaki 2023 hedefi, geleceğin enerji pazarlarında yarışabilecek enerji teknolojileri geliştiren, su kaynaklarını sürdürülebilir şekilde yönetecek ve kirliliği önleyecek teknolojiler sahip olan bir ülke konumuna gelmektir. 

Enerji ve çevre kapsamında aşağıdaki teknoloji alanlarına odaklanılması önerilmiştir:

1.  Hidrojen Teknolojileri ve Yakıt Pilleri

2.  Enerji Depolama Teknolojileri ve Güç Elektroniği

3.  Yenilenebilir Enerji Teknolojileri

4.  Çevreye Duyarlı ve Yüksek Verimli Yakıt ve Yakna Teknolojileri (Akışkan

Yatak Teknolojileri ve Gazlaştırma Teknolojileri)

5.  Nükleer Enerji Teknolojileri

6.  Su Arıtım Teknolojileri

7.  Atık Değerlendirme Teknolojileri

Malzeme 

Yayılgan özelliği ile hemen her üretim sektöründeki gelişmeler için tetikleyici olan  malzeme alanında Türkiye’nin 2023 hedefi, akıllı ve işlevsel malzemeler, opto-elektronik malzemeler gibi önümüzdeki yıllarda önemli çekim alanları oluşturacak ileri malzemeler; zengin bor rezervlerinden  ve geleneksel malzemelerden yeni ve yüksek performanslı malzemeler geliştirerek bölgesinde güç sahibi olmaktır.  

Malzeme kapsamında aşağıdaki teknoloji alanlarına odaklanılması önerilmiştir:

1.  Kompozit Malzeme Teknolojileri

2.  Polimer Teknolojileri

3.  Akıllı Malzeme Teknolojileri

4.  Manyetik, Elektronik, Opto-elektronik Malzeme Teknolojileri

5.  Hafif ve Yüksek Mukavemetli Malzeme Teknolojileri

6.  Bor Teknolojileri

Tasarım 

Tüm üretim sektörleri ve savunma sanayiinin üretim, ürün ve teknoloji geliştirme faaliyetlerinde temel bir rolü olan tasarım alanında Türkiye’nin 2023 hedefi, kendi teknolojilerini üreterek, katma değeri yüksek teknoloji ürünlerinde ülkemizin uluslararası rekabet gücüne sahip olmasına katkıda bulunmaktır.

Tasarımda aşağıdaki teknoloji alanlarına odaklanılması önerilmiştir:

1.  Sanal Gerçeklik Yazılımları

2.  Sanal Prototipleme

3.  Grid Oluşturma ve Grid Teknolojileri

Üretim

Türkiye’nin bu alandaki 2023 hedefi; bilgi yoğun nitelikli katma değerin yaratıldığı, ekolojik bilinç temelli alt yapı ve yönetim sistemlerine sahip, akıllı fabrikalardan oluşan üretim merkezlerine sahip olmasıdır. 

Üretim yöntem ve makinaları kapsamında aşağıdaki teknoloji alanlarına odaklanılması

önerilmiştir:

1.  Yüzey / arayüzey, ince film ve vakum teknolojileri

2.  Esnek, çevik üretim teknolojileri

3.  Hızlı prototipleme teknolojileri

Teknoloji Alanlarında Odaklanma

2005-2013 döneminde, ArGe desteklerinin öncelikle yukarıda sıralalan teknoloji alanlarına yönlendirilmesi gerekli görülmektedir. İnsan kaynakları yetiştirme, destek ve finansman mekanizmalarının işletilmesi ve tedarik süreçlerinde de bu alanlardaki çalışmaların teşvik edilmesi, ulusal kaynakların etkin ve verimli kullanımı açısından önemlidir. Diğer yandan, ortaya konan bu tablo, küresel teknolojik gelişmeler ile birlikte değerlendirildiğinde, 2014-2023 döneminde ortaya çıkacak ileri teknoloji ürünlerinin aşağıdaki

dört temel özelliği içereceği görülmektedir:

  • Gelişmiş insan-makine arayüzleri
  • Biyomekatronik yapılar
  • Biyoelektronik devreler
  • Yüksek yoğunluklu taşınabilir enerji birimleri

Bu temel özelliklerin ürünlere kazandırılması,

  • Biyoteknoloji
  • Mikro Elektromekanik Sistemler (MEMS)
  • Nanoteknoloji

alanlarında bilimsel ve teknolojik yetkinliğe sahip olunması ile mümkündür. Bu nedenle, çok geniş faaliyet alanlarını kapsayan bu üç teknoloji alanında Türkiye’nin uzun dönemli stratejisi, yukarıda verilen dört temel özelliği destekleyecek ArGe faaliyetlerine odaklanmaktır. Diğer yandan; malzeme teknolojileri, tasarım ve üretim teknolojileri alanlarında 2014-2023 stratejisinin, bu alanlardaki “malzeme, tasarım ve üretim problemlerinin çözümü”ne yukarıda sıralanan dört temel özelliğe yönelik ArGe faaliyetlerine odaklanma olarak belirlenmesi doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Amaca Giden Yolda Kritik Hususlar

Önemi

Stratejik vizyonun gerçekleştirilmesi, stratejik amaçlara ve hedeflere erişilebilmesi için, hiç kuşkusuz,  yaklaşım  ve uygulamalarda eşgüdümün sağlanması; ortak hedeflerin daima yerel kurumsal ve bireysel hedeflerin önünde tutularak sinerji yaratılması; bunu sağlamak için mevcut yaklaşım, alışkanlık ve uygulamalarda değişikliğe gidilebilmesi gerekmektedir.  Bunların yapılamaması durumunda, formal politika ve stratejiler doğru bir biçimde belirl ve planlama, programlama, bütçeleme doğru bir biçimde yapılsa bile, arzu edilen geleceğ oluşturulması mümkün değildir. 

Aşağıdaki paragraflarda, sağlanamamaları durumunda 2023 vizyonu önüne stratejik bir

problem veya engel olarak çıkabilecek hususlar vurgulanmıştır.  

Siyasi Yaklaşım

Bu strateji belgesinde tanımlanan 2023 hedefleri ile, bunları gerçekleştirmek için ortaya model, politika ve stratejilerin gerçekleştirilmesi yönündeki siyasi iradenin mevcudiyeti  sürekliliği olmaksızın belirlenen vizyonun gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinin, sürecin sağlıklı bir biçimde işlemesi için gereken tahsisatı konusunda cesur ve eşgüdüm konusunda taviz vermeyen bir tavır almaları; bu konudaki faaliyetleri siyasi ve partiler üstü bir platformda değerlendirmeleri “gelenek” haline gelmelidir.  

İdari Yaklaşım

Devletin her kurum, birim ve çalışanının, ortak vizyon ve hedeflerimiz doğrultusunda bilinçlendirilmeleri; ortak hedeflerin daima yerel ve bireysel hedeflerin önünde tutulması sağlanması gerekmektedir. Her kurumun, kaynağı bu strateji belgesi ve buna dayanılarak oluşturulacak planlar olan,kurumlar ile olan görev ve sorumluluk paylaşımını dikkate alan, 2023 odaklı bir stratejik vizyona ve hedeflere sahip olması; dönemsel planlama, programlama ve bütçeleme çalışmalarında bu vizyon ve hedeflerin gözetilmesi ve vurgulanması beklenmektedir.

Ekonomik Yaklaşım

Ekonomik faaliyetlerde, bütçelemede, finansmanda, teşviklerde ve vergilendirmede, 2023 vizyonu ve hedeflerine odaklanmış faaliyetlerin kollanması, desteklenmesi ve teşvik edilmesi, ilgili her kesiminin ortak vizyon ve hedeflere odaklanmasını kolaylaştıracaktır.  Diğer yandan, vizyon ve hedeflerin gerçekleştirilmesi için vazgeçilmez olan insan kaynakları geliştirme, alt yapı geliştirme, yaşam boyu eğitim, sağlıklı yeni nesil, ailenin desteklenmesi gibi sosyal faaliyetlerin, daima diğer bilim, teknoloji ve sanayi faaliyetleri ile bir arada düşünülmesi ve bu faaliyetlerin de ekonomik önceliklendirmede ön planda olması gerekmektedir.  

Toplumsal Yaklaşım 

Toplumsal algılama ve destek, arzu edilen geleceğin yaratılması yönünde yürütülecek faaliyetlerin arkasındaki en büyük itici güçtür. Toplumun her kesiminde, bilgi temelli toplum, bilgi temelli ekonomi kavramları ile, buna yönelik faaliyet ve hedeflerimiz konusunda öncelikle farkındalık düzeyi artırılmalı, daha sonra geniş çaplı katılımı sağlayacak sistemler oluşturulmalıdır. Bu amacın bir parçası olarak, özellikle yazılı ve görsel basınımızın bilgilendirilmesi, bilinçlendirilmesi; konuya ilişkin yazı, yayın ve programların teşvik edilmesi gerekmektedir.  

Yönetsel Hususlar 

2023 vizyonu ve hedefleri iddialı hedefler olup, ülke çapında bir dönüşümü amaçlamaktadır. Bu dönüşümün gerçekleştirileceği sürecin “Tek Hedef, Tek Proje” yaklaşımı içinde, eşgüdümlü ve kesintisiz bir biçimde “yönetilmesi” gerekmektedir. Mevcut idari yapı içinde, bu yönetim fonksiyonun alt parçalarını yerine getirecek ve eşgüdümü sağlayacak tüm birimler mevcuttur. Bu birimler arasında, görev ve sorumluluk karmaşasına meydan vermeden, tekrarların oluşmasını engelleyerek “Tek Hedef, Tek Proje” yaklaşımının hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Diğer yandan, yaşanacak süreç içinde değişiklik ve düzeltmelere ihtiyaç duyulacağı açıktır. Bu nedenle, toplum ve basın dahil, sistem içindeki her birim ve bireyden, bu değişiklik ve düzeltmelere ilişkin geribesleme bilgilerinin alınmasını sağlayacak, sağlıklı veri toplama ve ölçme kanalları oluşturulmalıdır.

 “Refah Toplumu” olma yolunda yapılan tüm çalışmaları destekliyor katkı koyan herkesi tebrik ediyorum.

 

Medyanın Taşıdığı Ateş ya da Medyayı Ateşlemek

0

Medyatik, politik, sosyolojik bağlamda dünyanın en zor ülkesi olduğumuzu, bu işlere kafa yorun hemen herkes söylüyor. Hiçbir kurumumuz, dingin değil ve kendisine hizmet üretmekle görevli kitleye güven vermiyor.

Cumhurbaşkanı, “Birkaç gün şiddet haberleri yazmayın.” diyor gazetecilere. Başbakan, “Yalan haber yazan, çarpıtma yorum yapan gazetelere para vermeyin.” diyor meydanlarda. Gazeteler de asparagas haber ve komplo teorileri üretmekte birbiriyle adeta yarışıyor. Ülkemizde medya-siyaset-toplum ilişkisi kangren olmuş durumda.

Medya, içinde barındığı toplumun aynasıdır. Kişiyle ayna arasında görüntü bozukluğu varsa sorun, ya aynanın kalitesinde ya da aynaya konu olan objededir veya her ikisindedir. Obje ve ayna kaliteliyse görüntüde sorun olmaz. Her şey nettir, huzur vericidir.

Toplumumuz medyadan ne istiyor, medya toplumumuza ne veriyor? Bu soru, sosyo-psikolojik tahlile muhtaç. Uzun saha araştırması gerekir bunun için. “Söyle bana medyanı, söyleyeyim sana kim olduğunu.” değerlendirmesiyle baktığımızda “Biz işte böyle bir toplumuz.” diyebiliriz. Hangi gazete kaç satıyor ve bunları kimler okuyor? Hangi kanalın reytingi yüksek ve bu kanalları kimler seyrediyor? Hangi film gişe rekoru kırıyor?

Bir geçiş toplumuyuz; ne istediğimizi henüz bilmiyoruz. Günlük yaşıyoruz. Kültürsüzlük diz boyu. Şiddet, kan, öfke, vahşet, kaza, cinayet, yalan, hırsızlık… toplumun gıdası olmuş. Sanatın, ilmin, irfanın pirim yapmadığı bir ülke halindeyiz. Şiddet, vahşet, kaza haberi olmazsa bir bültende “Bugün haberlerde bir şey yok.” diyebiliyoruz. Öfkelendirmediyse, acıma duygumuzu hareketlendirmediyse, haberler bize yavan geliyor. İstiyoruz ki medya aracılığıyla sadist ve mazoşist duygularımız hazza dönüşsün. Komplocu olmak, yalan söylemek, dedikodu yapmak; karakterimiz olmuş. Boş teneke gibi, gürültüden başka bir şey üretmeyen toplum haline gelmişiz. Böyle bir toplum, medyadan ne bekler? Cevap belli: Kendisi gibi olmasını, kendisini yansıtmasını bekler.

Medyamız da masum değil. Toplumumuzun zaaflarını iyi kullandığını söyleyebiliriz. Medya yalnız bir ayna değil, ayni zamanda öncüsü olmalıdır hizmet ettiği toplumun. Medya, halk dilini ve kültürünü kullanırken bile halk seviyesinde kalmamalıdır. Halkına ışık olmalı, Dede Korkut işlevi görmelidir. Bu işlevde de ölçü, sırat-ı müstakim yani “iyiliği emretmek, kötülükten men etmek” olmalıdır. Bu açıdan, Türk medyasının sınıfta kaldığını söyleyebilirim. Hangi gazete, hangi yazar, hangi kanal, hangi radyo, varlığını borçlu olduğu toplumuna ne katıyor? Bunlar, insanımıza, insanlık adına ne veriyor? Ürettikleri; iyimserlik mi kötümserlik mi, yaşama sevinci mi bezginlik mi, özgürlük mü esaret mi, bilgelik mi yobazlık mı? “Ben okuduğum gazete, dinlediğim bir televizyon programı sayesinde büyük işler başardım.” diyebilen kaç kişi çıkar bu ülkeden.

Bir de tam tersine bakalım. Seyrettiği film, okuduğu haber, hakkında uydurulan medya dedikodusu yüzünden hayatına son veren, ailesini yıkan, toplumdan belki de ülkemizden uzaklaşan binlerce insan var bu ülkede. Yaptığı yanlışlıktan pişmanlık duymayıp bununla övünen bir medya var bu ülkede. Yorumcularının kaleminden bölücülük, öfke, kin, nefret fışkıran bir medya var bu ülkede. Kurduğu derin ilişkilerle, şirretlikle popüler olan yazarlar var bu ülkede. Gücünü, siyasi veya ticari amaçlarına ulaşmak için şantaj olarak kullanan bir medya var bu güzel ülkemizde.

Medya tek başına suçlu değil, masum da değil. Biz toplum olarak medya ile yukarıya doğru değil, aşağıya doğru yarışıyoruz. Bunun sonucu, çukurda, birlikte boğulmaktır. Semud, Ad, Lut kavimlerinin batış nedeninin ahlaksızlıktaki yarış ve azgınlık olduğunu unutmayalım.

“Tencere dibin kara, seninki benden kara.” düşüncesi, bir mazeret olamaz. Dibi kararmamış ve kararmayacak tencereler de var. Bu görev, öncelikle medyaya düşer.