15.5 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1219

Yar ile sohbet

Hani mutlu olacaktık gel gör dertler yığın, yığın
Nasıl da düştük peşine ayrılığın, dargınlığın
Kenarına güller çizip hayaline yolladığım,
Mısralara dudak büküp, ilhamımı çalan kimdi?

Erguvani akşamlara tutkundu yağmur gözlerin
Yüreğimdeki o serap öyle ılık, öyle serin
Sahibi sen değil misin? hayatımdaki her demin
Bir sözüme gönül koyup, günahımı alan kimdi?

Erik çiçeği misali, aldandık erken bahara
Oysa bağrım alışkındı senden gelen ah-ü zara
Adresimi unutmadın.beni yüreğinde ara
Efkarımı ezberleyip, aynı yerde kalan kimdi?

Kimdi? kavak yellerine salan ipek saçlarını
Gönül denen hoş iklime serpiştiren düşlerimi
Hataysa da, günahsa da söyle,cümle suçlarımı
İnsafını mühürleyip,beni derde salan kimdi?

Ey sevgili ne dersen de! kadersen de, ölümsen de.
Duruyorsa can bedende, düşün! aşk mı yalan şimdi?  

Hacim Kütle Meselesi -2

Müslümanlar zalimlerim mallarını bir sene boykot etseler yeryüzünde zülüm kalmaz işte kütle o zaman ortaya çıkar.

Tüketimden gelen hakkımızı kullanarak ulusal ve de uluslar arası zalimlerin mallarını 12 ay boykot etmek imkânsızı mıdır?

Biz tüketmeyince onların üretimi beş para etmez kısa zamanda iflas konumuna gelirler o zaman zulmetmek şöyle dursun saygıda bile kusur etmezler.

Karanlığa küfretmeyip mum yakmış oluruz.

Burada dindar zenginlere de önemli görevler düşmektedir.

Vatandaşların boykot ettikleri malların alternatiflerini sizlerin üretmesi gerekmez mi?

Siz özel güvenlikli sitelerde oturmaktan,

5 yıldızlı otellerde hayatın tadını çıkarmaktan,

Yabancıların ürettikleri otomobilleri makam aracı olarak kullanmaktan başka bir iş bilmezmisiniz?

Bindiğiniz arabayı,

Seyrettiğiniz televizyonu,

Kullandığınız çamaşır ve bulaşık makinelerini buzdolabını üretmek akıllarınıza gelmez mi?

Halk boykot ederken sizde bunları üretirseniz,

Böylece hacmimizin yanında kütlemizde ortaya çıkar.

İslam dünyası açısından meseleyi ele aldığımızda da aynı durum karşımıza çıkar.

Takriben 6 Milyarlık Dünya nüfusunun 1,5 milyarı müslümandır.

Buda %  25 e denk gelir.

Çin’i Hindistan’ı Japonya’yı yani Komünizmi, Hinduizm’i, Budizm vb dinleri çıkarsanız Hıristiyanların nüfusu % 25 e bile denk gelmez.

Hele Yahudilerin nüfusu  % de ye bile girmez.

Ama bu işler nüfus meselesi değil nüfuz meselesidir.

Bu gün Dünya yönetiminde söz sahibi olanlar kimlerdir.

NATO da veto hakkına sahip kaç Müslüman ülke var?

 Yâda var mı?

Arap Birliği ne işe yarar.

Peki ya Türkî cumhuriyetler.

Doğalgazı, petrolü yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kimlerin ne amaçla kullandıklarının farkındalar mı?

Yeryüzünde kaç Türkî Cumhuriyetin olduğunu ne kadar nüfusa sahip olduğunu bili yomusunuz?

Bu hacim niye kütleye dönüşemiyor.

Eksik olan nedir?

İslam kalkınma Örgütü hangi İslam ülkesini kalkındırmıştır.

Bunlar niçin kurulmuşturlar ve de ne iş yaparlar?

Şurası acı bir gerçektir ki.

Bugün İslam dünyasının başında bulunan insanlar istisnalar hariç halklarını temsil etmezler.

Onlar için Halk her zaman başı ezilmesi gereken potansiyel bir tehlike yani iç düşmandır.

ABD ye yakın olmak koltuğun selameti açısından en garantili yoldur.

İçerideki izzetiniz dışarıdaki zillete bağlı olursa kütleniz ortadan kalkar hacminizde 5 para etmez.

Rüzgârın önündeki yaprak gibi olursunuz.

Bugün İslam Dünyasının NATO benzeri bir İslam savunma paktı,

İMF benzeri bir kalkınma bankası,

AİHM benzeri uluslar arası bir insan hakları mahkemesi,

NASA benzeri bir uzay ve teknoloji merkezi,

Hollywood  benzeri sinema sanayi,

Ve de bir ağır savunma sanayi si olması gerekmez mi?

Ağır savunma sanayiden kastım Muhterem Erbakan Hocanın 70 li yıllarda söylediği uçak tank top sanayisi değil onlar zaten çoktan olmalıydı,

Bugünün ağır sanayisi nükleer sanayidir.

Bugün nükleer güce sahip olmayan ülkeler futbol tabiriyle nci. Ve de 3ncü lig takımları

Yani devletleridir,

Tabi birde mahalle takımları vardır,

Bugün İsrail’den insansız uçak (heron ) almaktansa onları yapmak daha doğru değil midir?

50-60 senelik geçmişi olan İsrail’in üreterek bize sattığı bir uçağı hadi şu Arapları boş verelim zaten onlar bir işe yaramaz diyoruz ya peki biz Üniversiteleri bilim adamları ve sanayicileri ile ne işe yarıyoruz

Tarihi ister 1040dan isterseniz 1071 den başlatın 1000 senelik geçmişi olan ayrıca tarihte 16 tane devlet ve de imparatorluk kurmuş olan bir milletin nesli olan biz yapmıyor ya da, yapamıyorsak hangi kütleden bahsedersiniz.

Yâda sizin kütleniz kaç gram eder?

Kütleli yarınlar temennisi ile…

Devam edecek…                                 

“Demokratikleşme”ye doğru (2)

22-23 Şubat 2010 tarihlerinde Beykoz’da yapılan “Demokratikleşme”ye doğru toplantı bir hazırlık safhası sonucunda meydana geldi. 16-17 Kasım toplantısında oluşan taslak çalışması gereği “çalıştay katılımcıları toplantıları anlama, analiz ve çözüm geliştirme düşünce, duygu, güç ve iradesine kani olmaları halinde toplantıların devamlılık arz edecek şekilde bir sürecin parçaları karakterinde organize edileceği bir yapı geliştirilme düşüncesi mahfuz tutulacaktır” ifadesi vardı.

Prof. Dr. Vamık Volkan’ın politik psikoloji disiplinine uygun olarak bu çalıştay sonrası bir “çekirdek ekip” oluşturuldu. Çekirdek ekip oluşturulurken Milliyetçi, Kürt, liberal ve farklı yapıları bulunan 16-17 Kasım toplantı tecrübesi yaşamış Ekopolitik’in titizlikle üzerinde çalıştığı süreçleri yakın takip eden bir ekip olmasına özen gösterildi.

Bu “çekirdek ekip” 4 defa bir araya geldi. Çekirdek ekip en fazla 12 kişiden oluşuyordu. Toplantılar sırasında ilginç ve önemli diyalogların yanında duygusal diyologların olduğunu Ekopolitik yöneticilerinden öğrendik. Ekopolik’in ifadesi ile “Belki de problemin siyasal alandan insani boyuta çekilebildiği bir çerçevede konuşulması ve çözüm arayışlarının geliştirilmesi birtakım reçetelerin ortaya çıkmasında kritik bir rol oynayabilecektir.” Bende bu görüşe katılıyorum. Bizler duygusal insanlarız. Çözümde bu yön ihmal edilmemeli diye düşünüyorum.

Kısaca Ekopolik’in yöntemini, bakış açısını vermek istersem eğer;

Çekirdek ekip ülkede gelişen hadiselere karşı medyada ve kamuoyunda verilen büyük tepkilerle uğraşmayan (tabi ki bunlardan haberdar olan) en kritik anlarda bile ortak bir çözümün arayışından vazgeçmeyen bir keşif birliği olarak düşünülmektedir. Çekirdek ekip karşılıklı diyalogu geliştirerek kolaylaştıran, yerel çekirdeklerin oluşumuna öncülük eden, yerel projeler düşünen ve süreçten ortaya çıkan fikirleri inceleyen ve yayan bir istasyon olarak tasarlanmaktadır.”  (Ekopolitik)

Gelişen ilk “Çekirdek Ekip”in bir “sivil inisiyatif” olarak tüm kesimlerle konuşmaya açık ve kendi iç kohezyonunun tüm ülke için emsal teşkil eden karakteri ile -eğer öyle ise- yaşanan süreci olumlu manada belli bir istikamete oturtabilecek temel bir fonksiyon görebilir. Toplantılar sonrası “sivil inisiyatif” unsurları duygu ve düşüncelerini kamuoyuyla paylaşma yoluyla pozitif bir atmosferin doğmasına yardımcı olabilir ve “demokratik açılım” öncesi ve sonrası var olan tansiyonu rasyonel bir seviyeye indirip sorunun ilahinihayede Türkiye’nin normalleşmesi çerçevesinde doğal ve hakiki bir zemine yerleşmesini sağlayabilir.

İnisiyatif Türkiye’nin önde gelen siyaset liderlerini ziyaret ederek sürecin verilerini, duygu ve düşüncelerini aktarabilir ve paylaşımlarını Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı, askeri liderler ve STK öncüleri ile genişletebilir. Tüm bu temaslar ile “sivil inisiyatif“in ülkenin karşı karşıya olduğu tarihsel eşiğin büyük kazalar olmadan atlatılmasında pozitif bir katalizatörlük misyonu göreceği umut edilmektedir. Süreç boyunca temel pusulanın hakikat ve hakiki bir inşa düşüncesi olması “Büyük Çatı” toplantılarının asli amacıdır. Ekopolitik doğal süreçlerin ve hakiki insanların gerçek, adil ve barışçı süreçleri üretmenin doğru adresleri olduğu inancı ve düşüncesi ile “Büyük Çatı” toplantılarını organize etmektedir. (Ekopolitik)

22-23 şubat 2010 Beykoz toplantısında metot olarak;

Çekirdek ekibin bu toplantı öncesi yaptıkları toplantılarda oluşturdukları ortak düşünceleri, ortak olmayan düşünceleri, ortak düşüncelerin bölgesel ve genel olarak ülke yaranına ne tip projelere dönüşebilinir. Ayrıca ayrışma-çatışma dinamiklerinin nasıl bir arada yaşama dinamiklerine dönüşebilir. Bu diyalog ortamının farklı alanlarda karşılığının nasıl bulunacağının enine boyuna konuşulduğu bir ortam olarak düşünüldüğünü öğreniyoruz.

Format olarak Prof. Dr. Vamık Volkan’ın yönetiminde yuvarlak masada çekirdek ekip olacak, 7 veya 8 kişiyi geçmeyen bir gözlemci ekibi de bir yuvarlak masa dışında “çekirdek ekibi” en iyi şekilde gözlemleyecek şekilde konumlandırılacaktı. ve de o şekilde oldu. 22 Şubat toplantıları 4 oturumdan oluştu. Tüm oturumlar kamuya ve medyaya kapalı bir formatta gerçekleşti. 23 Şubat ise “çekirdek ekip” , isteyen gözlemciler ve Türkiye’nin önde gelen gazetecilerini bir araya geldi. Prof. Dr. Vamık Volkan’ın yöntem hakkında verdiği bilgi ile başlayan toplantı, çalışmaların değerlendirilmesi ve gazetecilerin soru ve cevapları şeklinde gerçekleşti ve çok verimli oldu.

Ekopolik’in konuya ilişkin özetlerini veriyorum..

“Açılış konuşmasında Prof. Dr. Vamık Volkan Demokratik Açılımın çok iyi bir süreç olduğunu belirtti. Kendisinin de kafasında somut bir çözüm önerisinin olmadığını söyleyen Volkan, bugün burada hep beraber bu sürece yön vermeye çalışacağız dedi.

Vamık Volkan’ın ardından söz alan Murat Belge, bugünlerde demokratik açılım kapsamında yapılan girişimlerden bahsetti. Daha önce de bu tür toplantılara katıldığını belirten Belge, hiçbir toplantının bu tür bir çeşitlilik arz etmediğini bununda çözüm için çok önemli olduğunu söyledi. Dağda insanların birbirine silah atacağına burada ne yapabiliyorsak onu yapalım, meseleyi çözmek değil belki ama yönetilecek hale getirelim, sorunla yaşamayı öğrenmemiz gerek dedi.

Sonrasında ise Prof. Dr. Vamık Volkan toplantıda bulunanlara tek tek “Niye buradasınız?” sorusunu yöneltti. Çekirdek Ekip’ten gelen cevaplarla toplantıdaki insanların arasındaki geçmişten gelen önyargılar kırılmaya çalışıldı.

İlk olarak Altan Tan, Türkiye’de insanların ortak bir gelecek tasavvur edebilecek iradeye sahip olup olmadığını öğrenmek için bu tür toplantılara iştirak ettiğini ve bu toplantılarda sahnede birbiriyle çatışan unsurların bulunduğunu ve bunun ise farklılık yarattığını belirtti. Tan, birbirinden bu kadar uzak insanların birbirlerini anlamalarının ülkenin ortak menfaatine dönüşebileceğini söyledi.

DTP İstanbul eski İl Başkanı olan Halil Aksoy ise, Bugün varılan noktayı önemsediğini belirtti. “Var mıdır, Yok mudur” demiyoruz, “Nasıl aydınlanırız?”ı konuşuyoruz. Halil Aksoy, halkla sohbet ettiği zaman beraber yaşama inancının halen var olduğunu gördüğünü vurguladı.

İstanbul Türk Ocakları Başkanı Cezmi Bayram, burada insanların gözüne bakıp duygularını anlamaya çalıştığını Seydi Fırat’ın sesinden ümitlendiğini belirtti. Biz hep Türkiye’nin büyümesini hayal ederek büyüdük küçülmesine de razı değiliz dedi. Çözüm noktasında insanların duygularının çok önemli olduğunu söyleyen Bayram, karşı tarafın duygularını anlamak için toplantıya katıldığını belirtti.

Seydi Fırat, teselli aradığı için burada olduğunu ve gruplar arasında bir denge aradığını vurguladı. Gelecek hayalinden bahsetti. Şu anda bazı korkularını olduğunu söyleyen Fırat, süreç içinde bu korkulardan kurtulmayı umduğunu belirtti.

Ümit Fırat, şiddeti dışlayan bir çözüm için burada olduğunu söyledi. Fırat, Buradaki insanlardan bir siyasi parti oluşmayacağını buradaki insanların burada oluşan zemini siyasi partilere taşıması gerektiğini vurguladı. Tartışılanların inandırıcı, çalışmaların ise samimi olması gerektiği belirtti.

Mete Yarar önemli olanın aynı hedefe yürümek olduğunu vurguladı. Yarar, ortak giriş kapısını aradığını, hangi kapıdan girmem gerek öğrenmek için buradayım dedi. Geçmişi konuşuyoruz, ancak geleceği konuşmuyoruz diye ekledi. Bu sorunun sadece Kürtler ve Türkler olmadığını söyleyen Yarar, 72 milyonun bu sürecin tarafı olduğunu bunun içinde ortak bir dil oluşturulması gerektiğini söyledi.

Avni Özgürel, Ortak bir dil ihtiyacının farklı kesimleri bir araya getirdiğini söyledi. Özgürel, demokrasi herkesin ilk tercihi ile yaşaması değil ikinci tercihine rıza göstermesidir dedi.

Vamık Volkan, Kıbrıslı biri olarak kendisinin de tarihin yükünü taşıdığını belirtti. Kendisi için Kürt ve Türk ayrımı olmadığını söyleyen Vamık Volkan, bu işi yapmanın kendi öz sevgisini arttırdığını söyledi. Psişik gerçek ve gerçek olmak üzere İki tür gerçekliğin olduğunu vurgulayan Volkan, insanların kimliklerini bazen psişik gerçekliğin üzerinden kurgulayabildiklerini bunun da problemlere neden olduğunu belirtti.

Hakkari’den toplantıya katılan Halit Yalçın, kendini anlatmak için burada olduğunu, geçmişi anlamamız gerektiğini söyledi. Daha sonra Altan Tan, mevcut durumu böyle sürdürülemeyeceğini belirtti. Siyasi, ekonomik, kültürel haliyle bugünü devam ettirirsek rahat edemeyiz dedi. Her iki tarafında güvenin şartlarını koruması gerektiğini söyledi.

Seydi Fırat, geçmişi tartışmanın bir sorun olduğunu ve Türk aydınlarının ve milliyetçilerinin devlete saygı duyduklarına eminim ama bu açılımın ne kadar arkasındalar onu bilmiyorum dedi.

Avni Özgürel, şehitlerimiz için kanınız yerde kalmayacak diyoruz, bu sorun çözülemez ve ülke bölünürse şehitlerimizin kanı yerde kalacak bu Türk toplumuna iyi anlatmalıyız dedi. O insanların öldüğünü ama ülkeyi böldürmemek için öldürmediklerini vurguladı. Özgürel, ülkenin bölünmemesi için ne gerekliyse yapılması gerektiğini ifade etti.

Musa Serdar Çelebi, ortak bir zeminde buluşmak zorunda olduğumuza vurgu yaptı. Çelebi, kardeşçe yaşamak istediğimizi vurgulamamız gerekiyor dedi. Kürt kardeşlerimizin ülkenin sınırlarıyla ve bayrakla problemleri olmadığını duymak beni çok sevindirdi. Böyle bir anlayışla bu sorunu çözebiliriz dedi. Çelebi, Gandi’nin ” Dünyada bir tek mum ışığı bile yanıyorsa kimse dünyanın karanlık olduğunu iddia edemez.” sözünü hatırlatarak umut var olduğundan bahsetti.

Daha sonra Ekopolitik ekibinden Ayşegül Aslantepe Hakkarili çocuklar için hazırlamış olduğu projeyi paylaştı. Bu projeyi beraber yürütmenin planlandığı Ati Derneği’ni Başkanı İdris Ağacanoğlu, yeni nesildeki diyalog sorununun altını çizdi. Ayşegül Aslantepe, bu projede çocukları taş atmaya iten sebepleri aradıklarını belirtti. Ekopolitik ekibinden Mehmet Emre Ölmez, Mezkur Meçhul Mesele toplantılarının yerel ayaklarını Mersin’de başlatmak istediğini ve bu amaçla Mersin’de gerçekleştirmiş olduğu görüşmelerini anlattı.

Mete Yarar, eğer mesele çözülecekse sivil toplum tarafından çözülmelidir dedi. Bu işin bir galibinin ya da mağlubunun olmadığını söyleyerek bu durumun topluma iyi anlatılması gerektiğini vurguladı. Geçmişte yaşanan kötü olayların kurumlara mal edilemeyeceğini çünkü suçun kişisel olduğunu söyledi.

Cezmi Bayram, Kürtlerin başına gelen olumsuz her durumu Kürt olmalarına bağlamamaları gerektiğini söyledi. Aynı sorunların Türkler tarafından da yaşandığını belirtti.

Seydi Fırat, bu tür toplantılarda ortak bir diyaloğu nasıl oluşturabileceğimizin yolunu bulmamız açısından toplantıların yararının altını çizdi. Milliyetçi düşünce tarzının hassasiyetlerinin neler olduğunu öğrenme fırsatı bulduğunu söyledi.

Yavuz Aslan Argun, ferdin kendine inanması ile toplumun değişeceğine inandığını belirtti. Türkiye’nin bu gergin ortamdan çıkmak zorunda olduğunu ve bu tür toplantıların bu çıkış için bir kapı olabileceğini söyledi.” (http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=4586&pid=11)

 

Toplantıya katılanlar

Toplantıya katılanlar

Katılımcılar bir arada

Katılımcılar bir arada

Sessizce

Bu dünyada, kalmak diye bir şey yok,
Bir gün olur, götürürler sessizce.
Bu dünyada, gülmek diye bir şey yok,
Öldüğünü bildirirler sessizce.

Artık uyan, duy birazcık selahı,
Çok uyursun şafaklarda sessizce.
Artık iste yalvararak felahı,
Beyaz gömlek giydirirler sessizce.

Bu dünya boş, hayal meyal sessizce,
Anla artık, kendine gel sessizce.
Tövbe et, ölmeden öl sessizce,
Namazını kıldırırlar sessizce.

Dünya fani, etmez para kıymetsiz,
Ölüm var ya, sende sıra kıymetsiz.
Ve bu hayat; yazı – tura kıymetsiz,
Tabutunu götürürler sessizce.

Merhem olmaz hiçbir ilaç ağrına,
Toprak bir gün, alır seni bağrına.
Hüvel Baki yazarlar mezarına,
Pılın pırtın kaldırırlar sessizce.

Fırsat kaçar ellerinden sessizce,
Ruhun uçar bedeninden sessizce.
Bir gül açar mezarında sessizce,
Dostlarında unuturlar sessizce.

 

Budama Zamanı

 

Budama zamanı, Meyve ağacının toplu büyümesini, kesime karşı göstereceği tepkiyi, verimini, fizyolojik ve ekonomik ömrünü etkiler. Budama kış ve yaz (yeşil) olmak üzere iki ayrı ve zıt mevsimlerde yapılır.

Kış Budama Zamanı:

Kış ılık geçen yerlerde Meyve ağaçlarının kış dinlenmesine girmelerinden sonraki süre, Budama bakımından en uygun zaman dilimidir. Ancak kışı sert geçen yerlerde şiddetli donlardan önce, budama yapılması doğru olmaz. Meyve ağaçlarını budamak için en uygun dönem, yaprak dökümünü izleyen günlerle, ilkbahar gelişme periyodunun başlaması arasında geçen dönemdir.

Yaz Budama Zamanı:

Yaz boyunca meyve ağaçlarında sürgünlerin seyreltilmeleri, uç alma, bükme, eğme, dalların birbiriyle karşılıklı olarak bağlanmaları ve açıların genişletilmeleri, daraltılmaları gibi yapılan işlemlerin tümüne yaz budaması denir. Yaz budamasında amaç, Meyvelerin daha iyi renklenmelerini sağlamak, vejatatif gelişmeyi düzenlemek, kış aylarında yapılacak budama işlemlerini azaltmak ve derim işleri kültürel etkinlikleri geliştirerek kolaylaştırmaktadır. Yaz Budaması özellikle Meyve ağaçlarının şekillendirme yıllarında yapılması gerekli olan önemli bir teknik işlemdir.

 

 

 

Bu Yöneliş Nereye?

Son kandil gecesinde, kandillerini kutlamak amacıyla dostlarıma üç yüz kırk altı mesaj gönderdim. Bunun yarısından fazlası, cevabi mesaj gönderdi. Dostlarımdan bazıları da sesimi duymak arzusuyla telefon ederek kandilimi kutladı. Bu gecelerde ve bayram günlerinde GSM santralleri kilitleniyormuş. Amerika’da, hükümet “Evde Okul Projesi” başlatmış. İsteyen aileler çocuklarını okula göndermeyebilecekmiş ve evlerini okul gibi kullanabileceklermiş. Özellikle, çocuklarına dini eğitim vermek isteyen aileler, bu projeye rağbet ediyormuş. Dini değerlerin afyon kabul edildiği, Demirperde ülkesi olarak bilinen ülkelerde, yönetimler özgürleştikçe ibadethane yapımında artış gözlendiğini gazetelerden okuyoruz. Yine son yıllarda ülkemizde hacca ve umreye gidenlerin sayısının arttığını hem duyuyoruz hem gözleyebiliyoruz.

Bu gök kubbe altında en az yarım asırdır yaşayanlar, verilen örneklerin ülkemizde ve dünyada bir dönüşümün işareti olduğunu rahatlıkla söyleyebilir. İnsanlar, niçin, adına dindarlaşma veya sekülerlikten kaçış diyebileceğimiz bir eğilime yönelirler? Bu yöneliş, bir kötülükten kaçış mıdır yoksa bulunan yeni bir güzelliğe temayül müdür? Evren, dinamizmi sever. Geceyi gündüz, kışı yaz takip eder. Süreklilik var evrenin yasasında. İnsan da böyledir: Doğar, gelişir, ölür. Çağlar değişir, fikirler değişir. İniş ve çıkış, zeval ve kemal; zıt ikiz kardeştir. Aydınlanma denilen ve pozitivist kültürün, laik ahlakın egemen kılındığı bireysel yaşamlar ve toplumsal düzenler, evrenin varlık sebebi kabul edilen insan tarafından artık sorgulanıyor, eleştiriliyor, terk ediliyor.

Son kandil mesajımda, “Güzellik, Peygamber sevgisinde ve ahlakında birleşmektir.” cümlesini kullanmıştım. Bana gelen mesajların içeriği de bir hayli doluydu. Mesajların hemen hepsi, kuru bir kutlamanın ötesinde mana taşıyordu. Günlük yaşamıyla, ilişkileriyle değerlendirdiğimizde farklı dünyaların insanı kabul edebileceğimiz kişiler, sanki bir özlemi haykırıyorlardı. Bu özlem; bunalımdan kurtuluş, huzuru arayış, kendini doğru adrese adayış olarak adlandırılabilir. Buna, insan olarak doğan bizlerin, insan kalma mücadelesi de denebilir.

Şunu rahatça söyleyebiliriz: İnsanlar, hastalığının nedenini biliyorlar; ancak tedavisini bilmiyorlar. Şikayetlerimiz belli: Güvensizlik, tatminsizlik, huzursuzluk vb. Peki bunlardan nasıl kurtulacağız? Kurtulduğumuzda bunların yerine ne koyacağız? Bu hastalıkların reçetesi var mı? Bu hastalıklardan kurtulan örnekler gösterebilir miyiz? Doğru teşhise yanlış tedavi uygulanırsa ne olacak? İnsanların ve toplumların sorunu burada başlıyor.

 Geçen akşam, yemekli bir toplantıya çağrıldım. Kimya mühendisliği yaparak emekli olmuş bir arkadaşın, bir hafta önce cübbe giyerek avukatlığa başladığı duyuruldu. Herkes gibi, kendisini ben de tebrik ettim. Kendisine hitaben söyleme ihtiyacı duyduğum “Sizin, yazılı yasalardan öte, Yaratan’ın genlerimize kodladığı, yani doğal yasaların müdafii, temsilcisi olacağınıza inanıyorum, bunu sizden talep ediyorum.” cümlesi bazılarının başını aşağıya doğru sallamasına sebep oldu. Çünkü onlar, doğru tedavinin adresini anlamışlardı. Sorunun sebebi, fıtrattan uzaklaşmak; çözümü, yaratılışın yasalarına dönmekti.

Maddi değerleri öncelikleyen pozitivist ahlak, insanı fıtratından uzaklaştırıyor. Somut değerleri soyut değerlerle formatlayan, bezeyen dinimiz ise insanı kendisinin dışına çıkmaktan koruyor veya çıkmışsa kendisini kendisine iade ediyor. Adını bilmesek de, adını koymaktan kaçınsak da aslında biz, dinimiz İslam’ın gereğine göre yaşadığımızda huzuru buluyoruz. Yönelişin nedeni, bundan başka bir şey değildir. Bizi esir eden zincirleri kırabilme gücümüz oranında huzura yaklaşıyoruz. Bu mücadelede, dış güçler köstek, iç dinamiklerimiz destek oluyor.

Suyu tersine akıtmak isteyenler, hep kaybediyor. Güneş, doğudan doğup batıdan batmaya göre programlanmış. İnsan da böyle: Huzur sıfır noktasındadır. İçimizde!

Yönetim Boşluğu

0

Genel

Türk Milleti tarihi bir kırılma noktası yaşamaktadır. Milletin birliği ve bütünlüğü ile devletin bekasını tehdit eden gelişmeler yaşanmakta ve bazı çevrelerce demokrasi, insan hakları, iç barış gibi kulağa hoş gelen söylemlerle bin yıllık kardeşliğimiz bozulmaya çalışılmaktadır. Devlet olma şuurundan ve millet olma bilincinden uzaklaşılmakta, etnik ve mezhepsel ayrımlar ön plana çıkarılmakta ve toplum kutuplaştırılmaktadır. Düğmeye basan iç ve dış şer odaklarının; Kürt-Türk Ayrımını tetikledikleri, Alevi-Sünni ayrımını kaşıdıkları, azınlıkları kışkırttıkları ve ülkeyi parçalanmaya götürecek tehlikeli bir süreci başlattıkları görülmektedir.

Aklı selimin hakim olması gereken bu sıkıntılı günlerde iktidarla muhalefet birbirini vatan hainliği ve hakarete varan çok ağır sözlerle suçlamakta, devletin ciddi kurumları ise sağduyulu davranmak ve soğukkanlı olmak yerine medyanın önünde her gün kavga etmektedirler. Türk Ordusu asimetrik/psikolojik harp uygulanarak hırpalanmakta ve gündem değiştirme malzemesi olarak kullanılarak zafiyete uğratılmakta, yargı üzerine sistematik olarak gidilerek yıpratılmakta ve Ümraniye Soruşturmasıyla siyasallaştırılmakta, Emniyet Güçleri taraflı olmakla suçlanmakta ve tele kulak iddialarıyla zayıflatılmakta, Meclis Başkanlığı fırçalanarak TBMM’nin saygınlığı zedelenmektedir. Başbakanlığa bağlı TİB yaptığı dinlemelerle toplumu baskı altına almakta ve önderlik kapasitesi olan kişiler taciz edilerek Türk Milleti’nin reflekslerini kırılmaktadır.

Yoksulluk ve işsizlikle boğuşan, geçim derdine düşen ve tüm umutları sönen halk ise “Tekel İşçileri Eyleminde görüldüğü gibi” çaresizliğin pençesine itilmiştir. Başıbozukluğun hüküm sürdüğü bu ortamda devlete olan güven sarsılmakta ve ülkemiz hukuk devleti olmaktan, korku devleti olmaya doğru sürüklenmektedir. Fakat yandaş medya aracılığıyla insanlar maniple edilmekte ve pembe bir tablo çizilmektedir. Basındaki aykırı sesler ise çeşitli yöntemlerle susturulmaktadır. Türkiye üzerinde uygulanan turuncu devrim tamamlanmak üzeredir.

İçinde bulunduğumuz süreçte T.C. Devleti’nin kuruluş felsefesi inkar edilmekte, ulusal politikaları değiştirilmekte, Milli ve Üniter Devlet yapısı sorgulanmakta, resmi dili tartışılmakta, ülkenin 25 etnik bölgeye ayrılmasından bahsedilmekte, 36 etnik kimlik olduğuna dem vurulmakta, etnik kimliklerin azınlık olarak tanınmasına ve Anayasa teminatı altına alınarak siyasi ve hukuki statü kazandırılmasına çalışılmakta, sonuç itibariyle bir milletten iki millet yaratma arayışları hız kazanmaktadır.

Bu hain oyunun nihai hedefinin ise “hür ve bağımsız olan, bayrağı dalgalanan, ezanı okunan, güçlü bir ordusu bulunan, tek millet-tek devlet esasına dayanan” ülkemizin; milli birlik, bölünmez bütünlük ve egemenlik anlayışının yeniden tanımlanması ve anayasa değiştirilerek çok kimlikli, çok milletli ve çok dilli federatif bir devlet yapısının Türk Milleti’ne dayatılarak kabul ettirilmesi olduğu açıkça görülmektedir.

T.C. Devleti’nin 86. Yıldönümünde geldiğimiz nokta; Sevr’e boyun eğen, Mondros’u imzalayan Osmanlı Devleti’nin içine girdiği sarmalın tam bir benzeridir. Ülkemiz 1914 şartlarına benzer karanlık bir ortama sürüklenmekte ve hem içerden hem de dışarıdan kuşatma altına alınmaktadır. 1000 yıldır sevgiyle yoğurduğumuz kardeşliğimiz zedelenmekte, milli ve manevi değerlerimiz tahrip edilmekte, asırlardan beri sahip olduğumuz varlıklarımız yabancılara peşkeş çekilmektedir. Müslüman-Türk Milletinden adeta Anadolu’daki 1000 yıllık egemenliğinin devri istenmektedir.

AB’ne girmek için yürütülen yanlış, kişiliksiz ve teslimiyetçi politikalar; milli hassasiyet ve çıkarlarımızı ucuz pazarlık konusu haline getirmiş, haysiyet ve şerefimizi ise ciddi anlamda zedelemiştir. Aziz Vatanımızın bekasını tehdit edecek ve geleceğimizi ipotek altına alacak ciddi gelişmeler olmaktadır. Batılı Devletler tarafından önümüze “Kıbrıs Sorunu, Kürt Meselesi, Ermeni Soykırımı, Azınlık Vakıfları, Ruhban Okulu ve Patrikhanenin Ekümenikliği” gibi tarihi meseleler aynı anda konulmuştur. LOZAN’ı delik deşik eden ve SEVR’i hortlatan bu gelişmeleri görüp halkı uyarmak isteyen siyasi partiler, kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütleri, medya organları ve gerçek aydınlar da; SEVR Paronayası içinde olmakla ve demokratik açılıma destek vermemekle suçlanmaktadır.

Ülkenin kendi dinamitleriyle yönetilmediği, teslimiyetçi bir anlayışla hareket edildiği, dış müdahalelere açık hale gelindiği ve tehlikeli mecralara sürüklendiği görülmektedir. Başkent Ankara Türkiye’yi yönetmekten iyice uzaklaşmış, halktan kopmuş, her gün başka entrikaların döndüğü, herkesin birbirine korku ve şüpheyle baktığı, vehimlerle hareket edilen sisli bir başkent haline gelmiştir.

T.C. Devleti’ni hızla bölünüp parçalanmaya doğru götüren ve Türk Milleti’ni terör ve sefalete mahkum eden bu hazin noktaya; arkasında halk desteği olmayan hükümetlerin yarattığı yönetim boşluğu yüzünden gelinmiştir. Elbette bu tabloda sadece mevcut hükümetin değil, ülkeyi idare eden tüm hükümetlerin vebali vardır. Kötü yönetim, uygulanan hatalı siyasi-ekonomik-sosyal ve kültürel politikalar, yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar ve emperyal devletlere verilen tavizler sonucu; iç ve dış borç yükü artmış, ülkenin yer altı ve yer üstü zenginlikleri israf edilmiş, kıt kaynakları bir takım menfaat gruplarına peşkeş çekilmiş, yerli sermaye el değiştirerek yabancıların eline geçmiş, üretim-istihdam ve ihracat daralmış, yoksulluk ve yolsuzluk had safhaya varmış, milli gelir azalmış, gelir dağılımı bozulmuş, bölgeler arası kalkınma farklılıkları yüzünden iç göç artmış, büyük şehirlerimizde güvenlik güçlerinin giremediği gettolar oluşmuş, dini-ahlaki ve kültürel erozyon tırmanmış, suç oranlarında patlamalar görülmüş, hapishaneler dolmuş-taşmış, Kürt-Türk Alevi-Sünni Laik-Anti Laik vb. çatışmalar sonucu kimlik bunalımına girilmiş, dış ve iç mihrakların sistematik çalışmaları sonucu oluşan terör nedeniyle ciddi bir güvenlik endişesi duyulmaya başlanmış ve Türk Milleti neredeyse tüm moral değerlerini kaybetmiş, geleceğe dair umutlarını yitirmiş ve sosyal patlamanın eşiğine gelmiştir. Bu süreçte devletle milletin arası iyice açılmış, aydın halk kopukluğu had safhaya varmış, hiç bitmeyen İrtica, Laiklik, YÖK, İmam-Hatip, Başörtüsü -Katsayı kavgalarıyla toplum bezdirilmiş ve bin yıldır bu vatan için gözünü kırpmadan şehit olan asli unsur incitilmiştir. Necip Fazıl’ın “Öz Yurdunda esirsin, Öz Vatanında parya” mısraları bize içinde bulunduğumuz vahim durumu çok iyi anlatmaktadır.

Elbette çok karamsar olmaya da gerek yoktur. Tarih buyunca hiç bir milletin 200 yıldan fazla hükümranlık süremediği Anadolu’da, 1000 yıldan beri Bayrağımızı dalgalandırmayı başarabilmişsek; içinde bulunduğumuz güçlükleri de çözebiliriz. Ancak önümüze gelen bu ciddi meselelerin, arkasında millet iradesi olmayan atanmış milletvekilleriyle çözülemeyeceği de aşikardır. Türk Milleti; Asya-Avrupa ve Afrika Kıtalarının kesiştiği noktada yer alan, Balkanlar-Kafkaslar ve Ortadoğu gibi kriz bölgelerinin merkezinde bulunan, jeo-stratejik ve jeo-politik önemi tartışılmaz olan bu zor coğrafyada hayatiyetini devam ettirebilmek için; “Devletle ve Milletle kavgası olmayan, devletin ilkeleriyle milletin değerlerini harmanlayan, uluslararası sermaye kuruluşları ve onların kontrolündeki yerli sermaye baronlarına gebeliği bulunmayan, hiçbir yabancı organizasyonun içinde yer almayan, gücünü halktan alan ve kırmızı çizgileri olan” milli hükümetler tarafından yönetilmeli, aktif bir dış politika uygulamalı, ulusal refleksleri olan bilinçli bir kamuoyu ile güçlü bir orduya sahip olmalı, ilim ve bilime gereken önemi vermeli, kültürel değerlerini korumalı, gelecek nesillerini iyi yetiştirmeli ve siyasi-ekonomik istikrara bir an önce kavuşmalıdır.

Elbette tüm bunlar için; ülkenin geleceğinden endişe duyan Milliyetçi, Muhafazakar ve Ulusalcı Kesimlerin aynı hedef etrafında kitlenerek işbirliği içine girmesi ve bir siyasi oluşumda buluşarak harekete geçmesi gerekmektedir. Milli iradeye dayanacak bu oluşumun iktidar olması için de doğal liderlere ihtiyaç vardır. Çünkü insanımız liderle şahlanır ve büyük işler başarır, lider olmazsa da üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi köşesine çekilir. Ancak mevcut yapı doğal liderlerin seçilmesine ve milletin geleceğinde söz sahibi olmasına izin vermemekte, ülkenin bir takım iç ve dış menfaat grupları tarafından yönetilmesine sebebiyet vermektedir. Bu yüzden de “yedi düvele karşı verdiği İstiklal Harbini kazanarak T.C. Devleti’ni kuran ve dünyaya hür ve bağımsız olduğunu haykıran” Türk Milleti; Atatürk’ten sonra yüksek menfaatlerini koruyacak milli bir yönetim oluşturamamıştır.

Birçok gelişmiş ülkenin parlamentolarını dahi kaldırıp halkın tamamını milletvekili sayarak doğrudan yönetime geçtiği ve kanun tasarılarını bilgisayar vasıtasıyla herkesin oyuna sunduğu bilgi çağında Türk Milleti; demokrasinin temel kuralı olan seçme ve seçilme hakkından dahi yararlanamamaktadır. Hiç kimse üye olduğu partisinden kendi iradesiyle milletvekili ve belediye başkan adayı olamamakta, ön seçim zaten yapılmamakta, delegeler masa başında belirlenmekte ve Genel Başkanlar tarafında sözde taban yoklaması yapılarak adaylar açıklanmaktadır.

Başbakanı seçimlerde en çok oyu alan partinin çeşitli entrikalarla seçilen delegeleri kongrede belirlemekte, bürokratlar ise arkasında halk desteği olmayan hükümetler tarafından torpille atanmaktadır. Yani halkın kendisini yöneten hiçbir idarecide aslında direk oyu yoktur. Sadece mecliste yaşanan sıkıntılar ve çıkan kriz nedeniyle Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmektedir ki; bu dahi milletin menfaatine olan önemli bir gelişmedir. Genel Başkanlar tarafından seçilen milletvekillerinden oluşan yasama içinden yürütmeyi çıkarmakta, cumhurbaşkanı adaylarını belirlemekte ve ayrıca adalet bakanlığı marifetiyle yargıyı da atamaktadır. Dolayısıyla kuvvetler ayrılığı prensibi rafa kaldırılmış ve yasama, yürütme ve yargı ergleri birbirine girmiştir. Tüm bunlar ülkeyi tek parti hükümetlerinde daha otoriter-keyfi ve partizanca bir yönetim anlayışına sürüklemekte, koalisyon dönemlerinde ise her kafadan bir ses çıktığı için sistem işlemez hale gelmektedir.

Ayrıca Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar ile koalisyon dönemlerinde ortakların genel başkanlarından oluşan çok başlı yürütme yönetim boşluğu yaratmakta, milleti yok sayan ve ülkede gerilimi artıran bazı kararların alınmasına neden olmaktadır. Yani toplum ülkede demokrasi var diye kandırılmakta, yapılan genel ve yerel seçimlerde halkın gazı alınmakta ve Türk Milleti’nin sadece Muhtar seçmesine izin verilmektedir. Çektiğimiz terör de dahil tüm sıkıntıların kaynağı budur.

Elbette milletvekilleri ve sözde aydınlara ne zaman seçim sisteminin çarpıklığıyla ilgili soru sorulsa hepsi de, Türk Milleti’nin daha bu siyasi olgunluğa erişmediğini söylemektedirler. Halbuki Türk Milleti asırlar önce oba reisleri seçmiş, seçilen reisler büyük kurultayı oluşturmuş, kurultay içinden şura belirlemiş ve şura da hakanı seçmiştir. İstiklal Savaşı veren Şanlı Meclisin Milletvekilleri de halk tarafından her vilayetin reislerinden seçilmiştir. Yani binlerce yıl önce dünya karanlık çağı yaşarken dahi bu demokratik erdemi gösteren, harp zamanında bile doğal liderlerini seçerek meclisi çalıştıran bu Necip Millet, içinde bulunduğumuz bilgi çağında mı yeterli siyasi olgunluğu gösteremeyecektir.

Türk Milleti seçme ve seçilme özgürlüğüne hazırdır ve bunu şiddetle istemektedir. Ancak iktidarı elinde tutan ve bir daha seçilemeyeceklerini bilen güçler; statükoyu devam ettirmek için direnmekte ve sürekli gündem değiştirerek bu konuyu ertelemektedir. Zaten tüm bu olan biten kavganın perde arkasında, gelişen ve modernleşen Türkiye ile dünyanın içine girdiği bilgi çağında mevcut yapıyı daha fazla devam ettiremeyeceklerini gören bazı iç ve dış şer odaklarının kayıkçı kavgası vardır.

Geldiğimiz noktada aydınların da büyük sorumluluğu vardır. Ülkeyi içinde bulunduğu sarmaldan kurtaracak ve topluma yol gösterecek aydınların büyük çoğunluğu Tanzimat’tan beri; doğuyla-batı arasına sıkışıp kalmış, halktan kopmuş ve kendi milli kültürüne yabancılaşarak teslimiyetçi bir anlayışa bürünmüştür. Fikir dünyamız “Türk-Kürt, Alevi-Sünni, İlerici-Gerici vb.” sığ tartışmalarla o kadar meşguldür ki; gerçek gündemden kopulmuş ve halkımızın “terör, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk vb.” ciddi meseleleri tamamen unutulmuştur.

Hâlbuki Türkiye “Yazmadan katip, okumadan alim olanlar tarafından yönetilmemelidir” diyen aydınlar ülkenin içinde bulunduğu bu zor şartlarda daha duyarlı olmalı, muhtemel iç ve dış tehditleri öngörerek halkı uyarmalı ve aydınlatmalı, olaylara sadece yazıp-çizerek eleştirel gözle yukarıdan bakmak yerine milletle kucaklaşarak üzerine düşeni yapmalı, verilecek her türlü göreve talip olmalı ve Eflatun’un “Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen sonuç, cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır” özdeyişinden hareketle taşın altına elini sokmalıdır. Elbette milli duyarlılıkları nedeniyle bir şeyler yapmak isteyen gerçek aydınlar da halk tarafından sayılmalı ve kendilerine siyasi partilerde dahil tüm kamu kurum ve kuruluşlarda hak ettikleri yer verilmelidir.

Sonuç itibariyle Devlet Mekanizması bilgi çağının küresel rekabetine dayanamayacak ve milletin ihtiyaçlarını karşılayamayacak karmaşık bir hale gelmiştir ve sistem günü kurtarmak için zorla devam ettirilmektedir. Dolayısıyla seçim sistemi ile partiler kanunu değiştirilerek ve başkanlık sistemine geçilerek yönetim boşluğu giderilmeli, güven bunalımı aşılmalı, çok başlılık önlenmeli, kuvvetler ayrılığı prensibine uyulmalı, milli irade her seviyede yönetime yansıtılmalı, ülkeyi atanmışlar değil seçilmişler yönetmeli, bürokratlar bilgi ve liyakat esasına göre atanmalı ve halk hak ettiği devlet hizmetini almalıdır.

Seçim Sistemi (Yasama)

Nispi temsil sistemi halkın ihtiyaçlarına cevap vermemekte ve ülke yönetiminde zafiyet yaratmaktadır. Liderler tarafından seçilen milletvekilleri; genel başkanlar istediğinde el kaldıran robotlar haline gelmişler, dolayısıyla Türk Milleti’ni temsil edebilme niteliğinden iyice uzaklaşmışlardır. Halk seçtiği milletvekillerini tanıma imkânı dahi bulamamaktadır. Çünkü liderler partinin kurmaylarıyla, kendi bölgesinde sokağa çıkmaya dahi yüzü kalmayan insanları memleketleri yerine başka şehirlerden aday göstermektedirler. Dolayısıyla halk önüne konan adaylara mecburen oy vermekte fakat seçilen milletvekillerine güvenmemektedir.

Ülkenin her bölgesinde farklı miktarda seçmenin bir milletvekili belirlemesi de adaletsiz bir durum yaratmaktadır. Milli iradeyi meclise azami yansıtan, yönetimde istikrarı ve temsilde adaleti sağlayan, tehlikeli ve marjinal akımların meclise girmesini önleyen “çift turlu dar bölge sistemine” ivedilikle geçilmelidir. Elbette eş zamanlı olarak; siyasi partiler kanunu değiştirilmeli, dokunulmazlıklar sınırlandırılmalı ve artık çürümüş olan delege sistemi tamamen kaldırılmalıdır. Partilerin gerek Milletvekili ve Belediye Başkanı Adayları, gerekse İl ve İlçe Yönetimleri; Seçim Kurulları nezaretinde yapılacak ve üye olan herkesin katılımıyla gerçekleşecek ön seçimlerle sandıkta belirlenmelidir. Yani ülkeyi yönetecek milletvekilleri, şehirleri yönetecek belediye başkanları ve partileri yönetecek il-ilçe başkanları halk tarafından demokratik usul ve yöntemlerle seçilmelidir. Böylece iktidardayken yanlış işler yapan herkes bir daha seçilemeyeceğini bilmelidir.

Çift turlu dar bölge sisteminde; hukuki bir engeli bulunmayan herkes üye olduğu partisinden hür iradesiyle milletvekili adayı olmalı, partiler seçim kurulları nezaretinde üye olan herkesinin katılımıyla yapılacak demokratik bir ön seçimle her dar bölge için bir aday seçmeli ve daha sonra çift turlu genel seçimlere geçilmelidir. Birinci turda %50 üzerinde oy alan aday direk milletvekili olmalı, bu oyu alan çıkmazsa ilk iki veya üç aday ikinci tura kalmalı ve bu turda en çok oyu alan aday o dar bölgenin milletvekili olmalıdır. İkinci tura iki veya üç adayının girmesi veya belirli bir oy yüzdesini aşan partilerin katılması gibi; ülkemizin şartlarına göre değişik alternatifler düşünülmelidir. Dar bölgelerin seçmen sayıları da çok fazla farklılık göstermemeli ve eşit miktarda nüfusun, aynı miktarda milletvekili çıkartmasına azami dikkat edilmelidir.

Partilerin milletvekili yapmak istedikleri kurmay heyetleri için de daha önce uygulanan Türkiye Milletvekilliği sistemi yeniden yürürlüğe konulmalıdır. Yani genel başkanlar vazgeçemeyecekleri insanları seçim bölgelerine gönderip halka zorla seçtirmek yerine, merkezden aday göstermeli ve siyasi partiler aldıkları oy oranlarına göre belirli sayıda milletvekilini Parlamento’ya doğrudan sokmalıdır. Ancak bu oran %10’u geçmemeli, her parti 50 Milletvekili Adayını merkezden listeye koymalı ve bu sayı partilerin aldıkları oy oranına göre bölüşülmelidir. Yani %50 oy alan bir parti 25 milletvekilini TBMM’ne sokmalıdır. Milletvekili sayısı da sınırlandırılmalı, 450 dar bölge ve 50 merkezden olmak üzere en fazla 500 Milletvekili seçilmelidir.

Ülkenin bekası ve milletin menfaatleri de göz önünde bulundurulmalı ve bölücü-yıkıcı kişi, grup ve siyasi partilerin meclise girişini engelleyecek tedbirler alınmalıdır. Bu maksatla %10’luk baraj sistemi muhafaza edilmeli, etnik-mezhepsel-bölgesel kimlik anlayışına dayalı siyasi partilerle, güç-para-itibar-menfaat vb. şahsi nedenlerle kurulan küçük partilerin meclise girmesi önlenmelidir. Yani ilk turda %10 altında oy alan partilerin adayları ikinci tura sokulmamalı ve milletvekili yapılmamalıdır.

Etnik milliyetçilik ve mezhep ayrımcılığı yapacak, feodal yapıları temsil edecek veya kendisine maddi çıkar sağlayacak tehlikeli kişilerin bağımsız aday olarak meclise girmesini ve grup kurmasını önlemek için de; bağımsız adaylara ilk turda en az %50 oy alma zorunluluğu getirilebilir ve almayanlar ikinci tura sokulmayabilir. Her dönemde sıkıntı yaratan bağımsız adaylığın tamamen kaldırılması ve siyaset yapan herkesin safını belli etmesi de düşünülmelidir. Sistem HADEP’in meclise girişi ve kurulan vekil pazarları gibi hadiseleri de göz önünde bulundurarak revize edilmeli ve seçim ittifakları ile milletvekili transferlerine kesinlikle izin vermemelidir. Parti ve adayların genel kabullere uymayan ahlak dışı yöntemlerle değil, doğru-düzgün yapılan şaibesiz bir seçimle ve alnı açık olarak meclise girmeleri, dolayısıyla hem iktidar hem de muktedir olmaları hedeflenmelidir.

Elbette dokunulmazlıklar da sınırlandırılmalı, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sadece kürsü ve fikri planda olmalı, adi suçları kapsamamalıdır. Hiç kimsenin yargı denetiminden kaçmasına izin verilmemeli, Milletvekilliği suç işleyenlerin sığındığı bir liman olmaktan çıkartılmalı ve Yüce Türk Milletine hizmet etmek isteyen idealist insanların hedefi olmalıdır. Elbette milletvekillerinin maddi konularla ilişkisini kesen bir ahlak tasarısı da yasalaştırılmalıdır. Siyasi Partilerde kendisini yenileyerek ve parti içi demokrasiyi geliştirerek sistemin getireceği handikapları aşmalıdır. Halk devamlı aynı partileri seçerse de buna herkes saygı duymalı, siyaset baskı ve dayatmalarla değil karşılıklı sevgi ve saygı anlayışıyla yapılmalı, kaybedenler hatayı kendilerinde arayarak halka inmeli ve bir sonraki seçimlere daha iyi hazırlanmalıdır.

Dar bölge-çift tur sisteminin yukarıda zikredilen artıları ile beraber; temsilde adaletin tam olarak sağlanamayacağı ve bazı görüşlerin parlamentoya yansıtalıyamayacağı gibi eksileri de vardır. İkinci tura kalan partilerin diğer partiler tarafından desteklenmesi esnasında bazı siyasi ahlaka uymayan antlaşmalar olabileceği ve dar bölgelerden bazı etkili kişilerin maddi-manevi nüfuzlarını kullanarak seçilebileceği gibi handikapları da bulunmaktadır.

Ancak ülkenin acilen arkasında halk desteği olan güçlü ve milli iktidarlar ile siyasi-ekonomik istikrara ihtiyacı olduğu hatırlanmalı ve seçim sisteminde köklü bir değişim yapılmazsa hepimizin batan geminin içinde olacağı unutulmamalıdır. Yani sistem bir takım iç ve dış şer odakları ile kişi-kurum ve kuruluşlar değil, milletin menfaatleri düşünülerek düzenlenmelidir.

Çift turlu dar bölge sisteminde TBMM; ülkenin her yerinden en az %50 halk desteğini arkasına alarak gelen seçilmiş doğal liderlerden oluşacaktır. Böylece meclis güçlenecek ve halk indinde saygınlığı artacak, kamu kurum ve kuruluşları da parlâmentoya biat edecektir. Milletvekilleri iç ve dış menfaat grupları ile güç odaklarının isteklerine göre belirlenmeyeceğinden, seçim sonuçlarına halkın ciddi bir itirazı olmayacak, kısır siyasi çekişmeler bitecek ve mevcut yönetim boşluğunu giderilerek devletle milletin arasındaki güven bunalımı aşılacaktır.

Elbette devlet içinde bulunduğu zafiyetten çıkacak, meclis niteliksiz ve ehliyetsiz milletvekillerinden kurtularak milleti daha iyi temsil edecektir. Parti içi demokrasi geliştirilerek lider sultasını yıkılacak ve herkesin umutla beklediği doğal lider bulunacaktır. En önemlisi de iyice bunalan ve hayatından bezen Türk Milleti’ne umut aşılanacak ve taze kan pompalanacaktır.

Yönetim Sistemi (Yürütme)

Mevcut parlamenter yapıda; seçimlerde en çok oyu alan siyasi partinin delegelerince seçilen Genel Başkanı Başbakan olmakta, liyakat ve ehliyet yerine çeşitli siyasi dengeleri gözeterek kendi partisinden seçtiği milletvekilleriyle kabineyi oluşturmakta, meclisten güven oyu almakta ve çoğunlukla kendi partisinden seçilen Cumhurbaşkanının kurduğu hükümeti onaylamasını müteakip de Türk Milleti’ni yönetmeye çalışmaktadır.

Elbette Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlardan oluşan ve arkasında yeterli halk desteği olmayan yürütmenin tamamı aynı siyasi partiden olduğu için genellikle; keyfi bir yönetim anlayışı sergilenmekte, otoriter bir tutum takınılmakta, hükümet etme gücü halkın tümü için değil belirli menfaat gruplarının çıkarı için kullanılmakta, partizanca davranılmakta, adam kayrılmakta, önemli konularda diğer siyasi partilerle milli mutabakat arama ihtiyacı duyulmamakta, toplumun tüm kesimleri kucaklanmadığı için de birlik ve bütünlüğün sağlanması mümkün olmamaktadır.

Bazen de parti menfaatleri, milli menfaatlerin önüne geçmekte ve hükümetle devlet kurumları halkın önünde kavga etmektedir. Elbette hükümetin dışarıda bıraktığı diğer siyasi partilere mensup kişilerin ve farklı menfaat gruplarının devletten beklentileri karşılanmadığı için ortaya çıkan toplumsal tepki nedeniyle gerilim ve çatışmalar başlamakta, huzur bozulmakta, kamu düzeni sarsılmakta, güvenlik ve asayiş sorunları baş göstermekte, yönetim boşluğu doğmakta, güven bunalımı oluşmakta ve zamanla ülke idare edilemez hale gelmektedir.

Ülke yıllardır bu kısır döngüyü aşamamıştır. Arkasında yeterli halk desteği bulunmayan ve toplumun tüm kesimleriyle barışık olmayan bir hükümetin başarılı olması ve herkesi sevgiyle kucaklaması zaten imkansızdır. Dolayısıyla milleti temsil etmesi gereken meclis zamanını kısır siyasi çekişmelerle harcamakta, toplumun meselelerini çözmek için var olan devlet organları birbirleriyle çatışmakta ve ciddi bir yönetim zafiyeti oluşmaktadır.

Ayrıca Atatürk, Menderes, Demirel ve Özal gibi arkasında halk desteği olan tek parti-tek adam dönem ve yönetimlerinde çeşitli sıkıntılara rağmen ileri giden, %8’lik kalkınma hızlarına ulaşan bu milletin karakterine, çift başlılık uymamaktadır. Yani arkasında en az %50 halk desteği olan tek başlı bir yönetime, yani başkanlık sistemine ihtiyacımız vardır. Zaten son üç Cumhurbaşkanımız da bunu hararetle savunmuşlardır.

Elbette bu sistemde Başkan Adayının nasıl belirleneceği, kabinenin nasıl oluşturulacağı ve seçimin nasıl yapılacağı büyük önem addetmektedir. Mevcut durumda Cumhurbaşkanı Adaylarını parlamentoda grubu bulunan siyasi partiler belirlemekte ve yapılan seçimlerde en çok oyu alan kişi Cumhurbaşkanı olmaktadır. Başkan Adaylarını da “çift turlu dar bölge yöntemiyle seçilen ve arkasında halk desteği bulunan” milletvekilleri kendi içlerinden demokratik usul ve yöntemlerle seçmelidir.

Yani meclis dışından Başkan Adayı kesinlikle düşünülmemeli ve hiç kimse o yüce makamlara paraşütle inmemelidir. Her genel seçimden sonra makul bir sürede yine bir milletvekili demokratik usul ve yöntemlerle Meclis Başkanlığına getirilmeli, sonra grubu olan partiler tarafından birer milletvekili ön seçimle Başkan Adayı olarak belirlenmeli ve daha sonra çift turlu bir genel seçimle halk tarafından Başkan seçilmelidir.

Yani milletvekillerinin tamamı kendi partisinden hiçbir engelleme olmadan Başkan Adayı olabilmeli, her parti YSK nezaretinde ön seçim yapmalı ve sandıktan çıkan kişi o partinin Başkan Adayı olmalıdır. Elbette başkan adayı olarak seçilen milletvekilleri önce bakanlar kurulu listelerini belirlemeli, sonra makul bir süre milletin önüne çıkarak kendilerini ifade etmeli, daha sonra yapılacak ilk turda %50 ve üzerinde oy alan aday Başkan olmalıdır. Bu oranı alan olmazsa ilk iki aday ikinci turda yeniden yarışmalı ve sonucunda %50 üzerinde halk desteğiyle herkesin üzerinde birleştiği bir milletvekili T.C. Devleti Başkanı seçilmelidir.

Elbette halk başkanla beraber oluşturduğu bakanlar kurulu listesine de oy vermeli, seçimlerden sonra bazı çıkar çevrelerinin baskısıyla sürpriz isimler bakan yapılamamalıdır. Yani teknik bir kadro dahi olsa bakanlar kurulu da seçimle iktidara gelmelidir. Ancak ölüm, hastalık, istifa vb. nedenler için listede yedeklerde belirtilmelidir. Halk tarafından seçilen hükümetin meclisten güvenoyu almasına gerek kalmamalı ve yasama ile yürütme tamamen ayrılmalıdır. Ancak seçimlerde sadece başkan seçilirse, kurulacak olan hükümet mutlaka meclisten güvenoyu almalıdır. Fakat bu durumda yine yasama ve yürütme ergleri birbirine tabi olacak ve kuvvetler ayrılığı prensibi zarar görecektir. Kabine konusunda uzmanlaşmış “tarafsız, basiretli, liyakatli, bilgili ve dürüst” kişilerden oluşturulmalı, bakan sayısı 15 ile sınırlandırılmalı ve bunların hepsi de icracı bakanlıklar olmalıdır.

Sistemde milletvekilleri yasamayı, Başkan ve bakanlar yürütmeyi, adalet mekanizması da yargıyı oluşturmalı ve kuvvetler ayrılığı tam olarak uygulanmalıdır. Yani üç ergde bağımsız olmalı ve sistem içinde fren mekanizmaları bulundurmalıdır. Yasama yürütmenin çıkartmak istediği kanunları süzgeçten geçirerek onaylamalı, bağımsız yargı da hükümeti denetleyerek hukuk dışına çıkmasını engellemelidir.

Elbette bu sistem bünyemize uydurulmalı, milli devlet ve üniter yapı kesinlikle korunmalı, başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinde görülen eyalet sistemi ülkemizi bölünmeye götürebileceğinden kesinlikle uygulanmamalıdır.

Daha önce üzerinde çalışılan, hükümetin atadığı ve merkezi idareye bağlı bölge valiliği sisteminin uygulanması düşünülmelidir. İl ve ilçelere de yine hükümet tarafından vali ve kaymakam atanmaya devam edilmeli, ancak mahalli idareler güçlendirilmeli, belediye başkanlarının yetkileri artırılmalıdır. Tabi başkanla beraber, milletvekili ve belediye başkanları da çift turla seçilerek her seviyede halk desteği yönetime yansıtılmalıdır. Çift meclisli senato sistemi daha önce büyük sorunlar yaşattığı ve doğal yapımıza uymadığı için düşünülmemeli, tek meclisli sisteme devam edilmelidir.

Halk tarafından seçilen Başkan artık bir siyasi partinin mensubu değil, T. C. Devleti’nin Başkanı olduğu bilinciyle hareket etmeli, devlet organları arasında koordinasyonu sağlamalı, toplumla iletişim kurmalı, tarafsız davranmalı, tüm kesimlere inmeli, herkesi sevgiyle kucaklamalı ve M&uuml

Ermeni Filmi, “Bakkallar” ve Diyalog

Her Mart ayı geldiğinde sözde dost ve müttefikimiz ABD’nde; tarihi belgelerden yoksun sözde Ermeni Soykırımı Tasarısının oylanması gündeme getirilir. Türkiye ile pazarlık yapılır ve değişik tavizler alınır. Her sene bir TBMM heyeti ABD’ye yollanır, harcırahlar alınır, temaslar yapılır, gezilir ve dönülür. Yıllardır itibar ve milli gururumuzu kıran bu yanlış devam eder. Çünkü mütekabiliyet esasına dayalı kozlarımız ya ele alınmaz ya da sürekli zayıflatılır.

Bu dost ve müttefikimiz gereğinden fazla ülkemiz kurumlarına nüfuz ettiği için mücadele zorlaşır. Ülkemizin iç işlerine karışırlar. Hatta örtülü operasyonlar bile yapar ve yaptırırlar. ABD Temsilciler Meclisinin -asıl işi olmamasına rağmen- Tasarıyı kabul etmiş olması ilişkileri zedeler. ABD Ermeni tarafına gözünü kapamakta, her tavizi Türkiye’den beklemektedir. Tasarının kabul edilmesi, TBMM’nde protokollerin kabulü için bir baskıdır. Türkiye benzer tasarıları Meclisinden geçirebilmelidir. Biz Hocalı Soykırımını bile TBMM’nden geçiremedik.

*       *       *

Geçenlerde bakkallarla ilgili tartışma dikkatlerden kaçmadı. Sayın Başbakan bakkalların birleşerek büyük alışveriş merkezleri ile rekabet edebileceklerini, aksi halde yapacak bir şeyin olmadığını belirttiler.  Bakkalların birleşseler dahi büyük alışveriş merkezleri ile başa çıkabilmeleri mümkün değildir. Aslında toplumun bel kemiği olan orta sınıfın erimesinin, çökmesinin normal karşılanması kadar tehlikeli bir şey yoktur.

Muhafazakâr olduğu iddia edilen bir siyasi yönetim, bu konuda farklı düşünmelidir. Sosyal yapımızda bakkal sadece alışveriş yapılan bir kimse değil;  o muhitte birleştirici, kaynaştırıcı, sorunların zaman zaman paylaşıldığı, beşeri ilişki kurulduğu bir geleneğimiz vardır. Bu özelliği hesaba katmadan sosyal dokudan bakkalların dışlanmasını normal karşılamak kabul edilebilir bir şey değildir. Orta sınıflara dayalı olarak iktidara gelenlerin büyük sermayenin sözcüsü gibi davranmaları önemli bir çelişkidir.

Bakkallar sadece burada gündeme gelmedi. Sayın Başbakanın gazete patronlarına yönelttiği tehditte Bakkal bile böyle yönetilmez, para verip çalıştırdığına sahip ol” şeklinde köşe yazarlarına verilen demokrasi dersi de unutulmadı. Pek unutulacak gibi de değil.

*      *       *

Geçenlerde Aydınlar Ocağımızın düzenlediği Dinlerarası Diyalog açık oturumu anlaşılan büyük ilgi çekti. Oturum Başkanı Prof. Dr. Yümni Sezen’e, konuşmacılar Prof. Dr. Mehmet Bayraktar’a, Prof. Dr. Nadim Macit’e, Ahmet Tekin’e ve ilgi gösterip salonu dolduranlara teşekkür ederiz.

Bu toplantıda, birçok Hıristiyan’ın da kabullenemediği diyalogun tek taraflı olduğu, misyonerliğin önündeki engelleri kaldırıcı bir rol üstlendiği ortaya çıktı. İnanç dünyamızı güçlendirici ve İslâm’ı yayıcı bir yönünden çok; onu yıpratıcı ve üç semavi dinin küresel gücün eş güdümüne sokarak tek din -adeta pozitivist Auguste Comte’un Tek İnsanlık Dini örneğinde olduğu gibi-  yaratıcı olan bu faaliyetlerin siyasi amaçlı olduğuna işaret edildi.

İslâm’ın diğer dinlerden takviyeye ihtiyacı olmadığı belirtildi ve bu hareketin kadrolaşarak devleti ve kurumları ele geçirmeyi amaçladığı ve böylece Cumhuriyeti ve milli devleti kuran milli iradeden de rövanşı almak amacı taşıdığı belirtildi.

Diyalogun, Kur’an’daki kavramların anlamlarının değişmesine sebep olduğu ifade edilerek İslâmiyet’in ve Hıristiyanlığın farkları ortaya kondu.  Bu farklar göz ardı edildiği sürece İslâmi kavramlara bir Hıristiyan anlayışı ile yaklaşmanın doğuracağı yozlaşmaya işaret edildi.

İslâm ve Hıristiyan ümmetlerini Hz. İsa’nın önderliğine ve rehberliğinde birleşmeye davet eden unvanlı bazı Müslümanları unutmadık.  Tek kurtuluşu Hz. İsa’da ve onun tekrar dönüşünde -hangi halde döneceğini bir tarafa atarak- görenlerin Hz. Muhammedsiz bir İslâm düşündükleri ortaya çıkıyor. İslâm’ın en son ve en mütekâmil din ve Hz. Muhammed’in en son peygamber olduğuna şüphe ile bakan bir kimse nasıl samimi bir Müslüman olabilir? Kur’an mealinde ayetlerin orijinalliğini bozarak sonlarına İncil’den parçalar koyan bir anlayış ne ölçüde samimidir? Müslüman her şeyden evvel önüne konan kamuflajları fark edebilmeli, okumalı ve düşünmelidir.

Yalancı

Mecburmuyum seni sevmeye
Nasıl söylersin bunu bana
Kim olduğunu zannediyorsun
Ben hür bir kelebeğim bilmiyorsun

Ne diyordun sen bana
Aşıkmısın? Seviyormusun?
Bundan bana ne arkadaşım
Severken sordun mu bana 

Hepsi yalan biliyorum
Kandırıyorsun sen kendini
Sana inanayım mı? Öyle mi?
Bile bile yolunda öleyim mi?

 

Umre

Umre kelimesi, ziyaret etmek anlamına gelmektedir. Dini bir terim olarak Umre, usulüne göre ihrama girerek Kâbe’yi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında sa’y yapmak ve tıraş olup ihramdan çıkmaktan” ibaret bir ibadettir. Hacca “Hacc-ı Ekber” (büyük hac), umreye de “Hacc-ı Asgar” (küçük hac) denir. Hanefî ve Mâlikîler’e göre müslümanın ömründe bir defa umre yapması müekked sünnettir. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise farzdır.

Hanefîler’e göre, umrenin farzları ihram ve tavaf olmak üzere ikidir. Bunlardan ihram şart, tavaf ise rükündür. Vacipleri ise sa’y ile tıraş olup ihramdan çıkmaktır. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre bu dört nüsük yani ihram, tavaf, sa’y ve tıraş birer rükündür. Mâlikî mezhebinde ise, ilk üçü rükün, tıraş ise vâciptir. Haccın menasikinden olan kudüm tavafı, Arafat ve Müzdelife vakfeleri, şeytan taşlama, kurban kesmek ve veda tavafı gibi görevler umrede yoktur.

Umre için belirli bir zaman yoktur, her zaman yapılabilir. Ömürde bir defa umre yapmak sünnettir. Ramazanda yapılması ise daha faziletlidir. Ancak Hanefî mezhebinde “teşrîk günleri” denilen yılda beş gün yani arefe günü sabahından bayramın 4. günü güneş batıncaya kadarki süre içinde umre yapmak, tahrîmen mekruhtur. Diğer üç mezhepte, haccetmeyen kişilerin teşrîk günleri dahil her zaman umre yapmaları, kerâhetsiz câiz görülmüştür. Haccedenler ise, Mâlikîler’e göre bayramın 4. günü güneş batıncaya kadar, Şâfiîler’e göre ise vedâ tavafı dışında haccın bütün menâsiki tamamlanmadıkça umre yapamazlar.

Bu arada yıllardır yanlış anlaşılan ve halkımızı tereddüte düşüren bir konuya açıklık getirilmesinde yarar var. Hacca gidilmeden umre yapılmaz denilmektedir, bu doğru değildir. Hacdan önce umre ibadeti yerine getirilebilir. Nitekim İbn-i Ömer (R.A.) de bu husustaki bir soruya “Evet, hacdan önce umre yapmakta sakınca yoktur. Peygamber (S.A.V.) de haccetmeden önce umre yaptı” (Tecrîd-i Sarîh, c.6, s.178) diye cevap vermiştir.

Umre yapmak isteyenler, bulunulan yere göre mîkat sınırında veya Harem bölgesi dışında gerekli hazırlıkları yaptıktan ve iki rekât ihram namazı kıldıktan sonra, “Allah’ım! Senin rızan için umre yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve kabul eyle” diye niyet edip “telbiye” getirerek ihrama girerler. Niyet ve telbiyenin yapılmasıyle ihrama girilmiş ve ihram yasakları başlamış olur. Telbiye, tekbir, tehlîl ve salavât-ı şerife söyleyerek yolculuğa devam edilir.

Harem-i Şerif’e gelince; “Allahım, senin rızânı kazanmak için umre tavafını yapmak istiyorum. Onu bana kolay eyle ve kabul buyur!” diye niyet edilerek umre tavafı yapılır. Tavaf namazı kıldıktan sonra, “Allahım, senin rızânı kazanmak için umrenin sa’yini yapmak istiyorum. Bana kolaylık ver ve onu benden kabul eyle!” diye niyet edilip Safâ ile Merve arasında umrenin sa’yi yapılır. Sa’y tamamlandıktan sonra, uygun bir yerde saçlar dipten tıraş edilir veya kısaltılır. Böylece umre tamamlanarak ihramdan çıkılır.

Küçük hac olarak ifade edilen umrenin pek çok fazileti vardır. Hz. Peygamber (S.A.V.) hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

 “Umre, diğer bir umre ile arasındaki günahları siler.” (Buhari, Umre:1; Müslim, Hac:437)

Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) Ramazan ayında yapılan umrenin faziletini de şöyle ifade etmektedir:

“Ramazanda yapılan umrenin sevabı bir haccın sevabına denktir.” (Hakim, Müstedrek,1-448)

Umreci kardeşlerimiz Mekke-i Mükerreme’de bulundukları süreyi çok iyi değerlendirmeli, Mescid-i Haram’da Kur’an-ı Kerim tilaveti, dua, zikir ve tesbihatla meşgul olmalı, özellikle bol bol tavaf yapmalıdırlar.

Yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisi olan Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz başka mescitlerde kılınan yüz bin namazdan daha efdaldir. Bir hadis-i şerifte; Mescid-i Haramda kılınan bir namaz da diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir” (İbn Mâce, H. No: 1406) buyrulmuştur.

Haccın ve umrenin şart ve rükunlarından olmamakla beraber hac ve umre yapan Müslümanlar, Sevgili Peygamberimizin kabr-i şeriflerinin bulunduğu kutlu şehir Medine-i Münevvere’yi de mutlaka ziyaret etmektedirler.

Umreciler Medine’de geçen günleri de çok iyi değerlendirmeli,  mümkün oldukça bütün namazlarını Mescid-i Nebevi’de cemaatle kılmaya gayret göstermelidir. Çünkü Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.); “Benim mescidimde kılınacak bir namaz, onun dışındaki mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Ancak Mescid-i Haram hariç. Zira Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz, diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir” (Buhari, Mescid-i Mekke,1; Muslim Hacc 5056-510) buyurmuşlardır.

Ravza-ı Mutahhara’da imkan buldukça ibadet etmeye çalışmalı, Hz. Peygamber (S.A.V.)’i her defasında büyük bir tazim, hürmet ve edeple selamlamalı, şefaatını istemelidir. Zira Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.);

 “Kalbinde beni ziyaretten başka hiçbir düşünce olmaksızın kim beni ziyarete gelirse, kıyamet gününde şefaatimi haketmiş olur” (Beyhakî Sünenü’l-Kübrâ:51246) buyurmuştur.

Bütün ibadetlerde şart olduğu gibi umre ibadetinde ilk şart Allah rızası  olmalıdır. Yüce Rabbimizde bir ayette “Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın” (Furkan Suresi:70) buyurmaktadır. Halis bir niyetle umre ibadetini yerine getiren bir mü’min Hz. Peygamber (S.A.V.)’in; “Hacılar ve umre yapanlar Allah’ın elçileridir. Onlar Allah’a dua etseler, Allah onlara derhal icabet eder (dualarını kabul eder). Eğer kendisinden af ve mağfiret dileseler, derhal onları mağfiret eder” (İbn-i Mace, Menasik:5) müjdesine nail olurlar.

Kutsal umre ibadeti için kutsal topraklara giden Müslümanlar, Mekke ve Medine’de bulunduğu zaman dilimlerinde vakitlerini asla boş geçirmemelidirler. Aile fertleri için, devletimizin bekası, milletimizin birlik ve dirliği için Yüce Rabbimize bol bol dua etmelidirler.

Bu duygu ve düşüncelerle Cenab-ı Hak’tan tüm kardeşlerimize hac ve umre yapmayı nasip etmesini niyaz ediyorum.