Yönetim Boşluğu

110

Genel

Türk Milleti tarihi bir kırılma noktası yaşamaktadır. Milletin birliği ve bütünlüğü ile devletin bekasını tehdit eden gelişmeler yaşanmakta ve bazı çevrelerce demokrasi, insan hakları, iç barış gibi kulağa hoş gelen söylemlerle bin yıllık kardeşliğimiz bozulmaya çalışılmaktadır. Devlet olma şuurundan ve millet olma bilincinden uzaklaşılmakta, etnik ve mezhepsel ayrımlar ön plana çıkarılmakta ve toplum kutuplaştırılmaktadır. Düğmeye basan iç ve dış şer odaklarının; Kürt-Türk Ayrımını tetikledikleri, Alevi-Sünni ayrımını kaşıdıkları, azınlıkları kışkırttıkları ve ülkeyi parçalanmaya götürecek tehlikeli bir süreci başlattıkları görülmektedir.

Aklı selimin hakim olması gereken bu sıkıntılı günlerde iktidarla muhalefet birbirini vatan hainliği ve hakarete varan çok ağır sözlerle suçlamakta, devletin ciddi kurumları ise sağduyulu davranmak ve soğukkanlı olmak yerine medyanın önünde her gün kavga etmektedirler. Türk Ordusu asimetrik/psikolojik harp uygulanarak hırpalanmakta ve gündem değiştirme malzemesi olarak kullanılarak zafiyete uğratılmakta, yargı üzerine sistematik olarak gidilerek yıpratılmakta ve Ümraniye Soruşturmasıyla siyasallaştırılmakta, Emniyet Güçleri taraflı olmakla suçlanmakta ve tele kulak iddialarıyla zayıflatılmakta, Meclis Başkanlığı fırçalanarak TBMM’nin saygınlığı zedelenmektedir. Başbakanlığa bağlı TİB yaptığı dinlemelerle toplumu baskı altına almakta ve önderlik kapasitesi olan kişiler taciz edilerek Türk Milleti’nin reflekslerini kırılmaktadır.

Yoksulluk ve işsizlikle boğuşan, geçim derdine düşen ve tüm umutları sönen halk ise “Tekel İşçileri Eyleminde görüldüğü gibi” çaresizliğin pençesine itilmiştir. Başıbozukluğun hüküm sürdüğü bu ortamda devlete olan güven sarsılmakta ve ülkemiz hukuk devleti olmaktan, korku devleti olmaya doğru sürüklenmektedir. Fakat yandaş medya aracılığıyla insanlar maniple edilmekte ve pembe bir tablo çizilmektedir. Basındaki aykırı sesler ise çeşitli yöntemlerle susturulmaktadır. Türkiye üzerinde uygulanan turuncu devrim tamamlanmak üzeredir.

İçinde bulunduğumuz süreçte T.C. Devleti’nin kuruluş felsefesi inkar edilmekte, ulusal politikaları değiştirilmekte, Milli ve Üniter Devlet yapısı sorgulanmakta, resmi dili tartışılmakta, ülkenin 25 etnik bölgeye ayrılmasından bahsedilmekte, 36 etnik kimlik olduğuna dem vurulmakta, etnik kimliklerin azınlık olarak tanınmasına ve Anayasa teminatı altına alınarak siyasi ve hukuki statü kazandırılmasına çalışılmakta, sonuç itibariyle bir milletten iki millet yaratma arayışları hız kazanmaktadır.

Bu hain oyunun nihai hedefinin ise “hür ve bağımsız olan, bayrağı dalgalanan, ezanı okunan, güçlü bir ordusu bulunan, tek millet-tek devlet esasına dayanan” ülkemizin; milli birlik, bölünmez bütünlük ve egemenlik anlayışının yeniden tanımlanması ve anayasa değiştirilerek çok kimlikli, çok milletli ve çok dilli federatif bir devlet yapısının Türk Milleti’ne dayatılarak kabul ettirilmesi olduğu açıkça görülmektedir.

T.C. Devleti’nin 86. Yıldönümünde geldiğimiz nokta; Sevr’e boyun eğen, Mondros’u imzalayan Osmanlı Devleti’nin içine girdiği sarmalın tam bir benzeridir. Ülkemiz 1914 şartlarına benzer karanlık bir ortama sürüklenmekte ve hem içerden hem de dışarıdan kuşatma altına alınmaktadır. 1000 yıldır sevgiyle yoğurduğumuz kardeşliğimiz zedelenmekte, milli ve manevi değerlerimiz tahrip edilmekte, asırlardan beri sahip olduğumuz varlıklarımız yabancılara peşkeş çekilmektedir. Müslüman-Türk Milletinden adeta Anadolu’daki 1000 yıllık egemenliğinin devri istenmektedir.

AB’ne girmek için yürütülen yanlış, kişiliksiz ve teslimiyetçi politikalar; milli hassasiyet ve çıkarlarımızı ucuz pazarlık konusu haline getirmiş, haysiyet ve şerefimizi ise ciddi anlamda zedelemiştir. Aziz Vatanımızın bekasını tehdit edecek ve geleceğimizi ipotek altına alacak ciddi gelişmeler olmaktadır. Batılı Devletler tarafından önümüze “Kıbrıs Sorunu, Kürt Meselesi, Ermeni Soykırımı, Azınlık Vakıfları, Ruhban Okulu ve Patrikhanenin Ekümenikliği” gibi tarihi meseleler aynı anda konulmuştur. LOZAN’ı delik deşik eden ve SEVR’i hortlatan bu gelişmeleri görüp halkı uyarmak isteyen siyasi partiler, kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütleri, medya organları ve gerçek aydınlar da; SEVR Paronayası içinde olmakla ve demokratik açılıma destek vermemekle suçlanmaktadır.

Ülkenin kendi dinamitleriyle yönetilmediği, teslimiyetçi bir anlayışla hareket edildiği, dış müdahalelere açık hale gelindiği ve tehlikeli mecralara sürüklendiği görülmektedir. Başkent Ankara Türkiye’yi yönetmekten iyice uzaklaşmış, halktan kopmuş, her gün başka entrikaların döndüğü, herkesin birbirine korku ve şüpheyle baktığı, vehimlerle hareket edilen sisli bir başkent haline gelmiştir.

T.C. Devleti’ni hızla bölünüp parçalanmaya doğru götüren ve Türk Milleti’ni terör ve sefalete mahkum eden bu hazin noktaya; arkasında halk desteği olmayan hükümetlerin yarattığı yönetim boşluğu yüzünden gelinmiştir. Elbette bu tabloda sadece mevcut hükümetin değil, ülkeyi idare eden tüm hükümetlerin vebali vardır. Kötü yönetim, uygulanan hatalı siyasi-ekonomik-sosyal ve kültürel politikalar, yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar ve emperyal devletlere verilen tavizler sonucu; iç ve dış borç yükü artmış, ülkenin yer altı ve yer üstü zenginlikleri israf edilmiş, kıt kaynakları bir takım menfaat gruplarına peşkeş çekilmiş, yerli sermaye el değiştirerek yabancıların eline geçmiş, üretim-istihdam ve ihracat daralmış, yoksulluk ve yolsuzluk had safhaya varmış, milli gelir azalmış, gelir dağılımı bozulmuş, bölgeler arası kalkınma farklılıkları yüzünden iç göç artmış, büyük şehirlerimizde güvenlik güçlerinin giremediği gettolar oluşmuş, dini-ahlaki ve kültürel erozyon tırmanmış, suç oranlarında patlamalar görülmüş, hapishaneler dolmuş-taşmış, Kürt-Türk Alevi-Sünni Laik-Anti Laik vb. çatışmalar sonucu kimlik bunalımına girilmiş, dış ve iç mihrakların sistematik çalışmaları sonucu oluşan terör nedeniyle ciddi bir güvenlik endişesi duyulmaya başlanmış ve Türk Milleti neredeyse tüm moral değerlerini kaybetmiş, geleceğe dair umutlarını yitirmiş ve sosyal patlamanın eşiğine gelmiştir. Bu süreçte devletle milletin arası iyice açılmış, aydın halk kopukluğu had safhaya varmış, hiç bitmeyen İrtica, Laiklik, YÖK, İmam-Hatip, Başörtüsü -Katsayı kavgalarıyla toplum bezdirilmiş ve bin yıldır bu vatan için gözünü kırpmadan şehit olan asli unsur incitilmiştir. Necip Fazıl’ın “Öz Yurdunda esirsin, Öz Vatanında parya” mısraları bize içinde bulunduğumuz vahim durumu çok iyi anlatmaktadır.

Elbette çok karamsar olmaya da gerek yoktur. Tarih buyunca hiç bir milletin 200 yıldan fazla hükümranlık süremediği Anadolu’da, 1000 yıldan beri Bayrağımızı dalgalandırmayı başarabilmişsek; içinde bulunduğumuz güçlükleri de çözebiliriz. Ancak önümüze gelen bu ciddi meselelerin, arkasında millet iradesi olmayan atanmış milletvekilleriyle çözülemeyeceği de aşikardır. Türk Milleti; Asya-Avrupa ve Afrika Kıtalarının kesiştiği noktada yer alan, Balkanlar-Kafkaslar ve Ortadoğu gibi kriz bölgelerinin merkezinde bulunan, jeo-stratejik ve jeo-politik önemi tartışılmaz olan bu zor coğrafyada hayatiyetini devam ettirebilmek için; “Devletle ve Milletle kavgası olmayan, devletin ilkeleriyle milletin değerlerini harmanlayan, uluslararası sermaye kuruluşları ve onların kontrolündeki yerli sermaye baronlarına gebeliği bulunmayan, hiçbir yabancı organizasyonun içinde yer almayan, gücünü halktan alan ve kırmızı çizgileri olan” milli hükümetler tarafından yönetilmeli, aktif bir dış politika uygulamalı, ulusal refleksleri olan bilinçli bir kamuoyu ile güçlü bir orduya sahip olmalı, ilim ve bilime gereken önemi vermeli, kültürel değerlerini korumalı, gelecek nesillerini iyi yetiştirmeli ve siyasi-ekonomik istikrara bir an önce kavuşmalıdır.

Elbette tüm bunlar için; ülkenin geleceğinden endişe duyan Milliyetçi, Muhafazakar ve Ulusalcı Kesimlerin aynı hedef etrafında kitlenerek işbirliği içine girmesi ve bir siyasi oluşumda buluşarak harekete geçmesi gerekmektedir. Milli iradeye dayanacak bu oluşumun iktidar olması için de doğal liderlere ihtiyaç vardır. Çünkü insanımız liderle şahlanır ve büyük işler başarır, lider olmazsa da üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi köşesine çekilir. Ancak mevcut yapı doğal liderlerin seçilmesine ve milletin geleceğinde söz sahibi olmasına izin vermemekte, ülkenin bir takım iç ve dış menfaat grupları tarafından yönetilmesine sebebiyet vermektedir. Bu yüzden de “yedi düvele karşı verdiği İstiklal Harbini kazanarak T.C. Devleti’ni kuran ve dünyaya hür ve bağımsız olduğunu haykıran” Türk Milleti; Atatürk’ten sonra yüksek menfaatlerini koruyacak milli bir yönetim oluşturamamıştır.

Birçok gelişmiş ülkenin parlamentolarını dahi kaldırıp halkın tamamını milletvekili sayarak doğrudan yönetime geçtiği ve kanun tasarılarını bilgisayar vasıtasıyla herkesin oyuna sunduğu bilgi çağında Türk Milleti; demokrasinin temel kuralı olan seçme ve seçilme hakkından dahi yararlanamamaktadır. Hiç kimse üye olduğu partisinden kendi iradesiyle milletvekili ve belediye başkan adayı olamamakta, ön seçim zaten yapılmamakta, delegeler masa başında belirlenmekte ve Genel Başkanlar tarafında sözde taban yoklaması yapılarak adaylar açıklanmaktadır.

Başbakanı seçimlerde en çok oyu alan partinin çeşitli entrikalarla seçilen delegeleri kongrede belirlemekte, bürokratlar ise arkasında halk desteği olmayan hükümetler tarafından torpille atanmaktadır. Yani halkın kendisini yöneten hiçbir idarecide aslında direk oyu yoktur. Sadece mecliste yaşanan sıkıntılar ve çıkan kriz nedeniyle Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmektedir ki; bu dahi milletin menfaatine olan önemli bir gelişmedir. Genel Başkanlar tarafından seçilen milletvekillerinden oluşan yasama içinden yürütmeyi çıkarmakta, cumhurbaşkanı adaylarını belirlemekte ve ayrıca adalet bakanlığı marifetiyle yargıyı da atamaktadır. Dolayısıyla kuvvetler ayrılığı prensibi rafa kaldırılmış ve yasama, yürütme ve yargı ergleri birbirine girmiştir. Tüm bunlar ülkeyi tek parti hükümetlerinde daha otoriter-keyfi ve partizanca bir yönetim anlayışına sürüklemekte, koalisyon dönemlerinde ise her kafadan bir ses çıktığı için sistem işlemez hale gelmektedir.

Ayrıca Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar ile koalisyon dönemlerinde ortakların genel başkanlarından oluşan çok başlı yürütme yönetim boşluğu yaratmakta, milleti yok sayan ve ülkede gerilimi artıran bazı kararların alınmasına neden olmaktadır. Yani toplum ülkede demokrasi var diye kandırılmakta, yapılan genel ve yerel seçimlerde halkın gazı alınmakta ve Türk Milleti’nin sadece Muhtar seçmesine izin verilmektedir. Çektiğimiz terör de dahil tüm sıkıntıların kaynağı budur.

Elbette milletvekilleri ve sözde aydınlara ne zaman seçim sisteminin çarpıklığıyla ilgili soru sorulsa hepsi de, Türk Milleti’nin daha bu siyasi olgunluğa erişmediğini söylemektedirler. Halbuki Türk Milleti asırlar önce oba reisleri seçmiş, seçilen reisler büyük kurultayı oluşturmuş, kurultay içinden şura belirlemiş ve şura da hakanı seçmiştir. İstiklal Savaşı veren Şanlı Meclisin Milletvekilleri de halk tarafından her vilayetin reislerinden seçilmiştir. Yani binlerce yıl önce dünya karanlık çağı yaşarken dahi bu demokratik erdemi gösteren, harp zamanında bile doğal liderlerini seçerek meclisi çalıştıran bu Necip Millet, içinde bulunduğumuz bilgi çağında mı yeterli siyasi olgunluğu gösteremeyecektir.

Türk Milleti seçme ve seçilme özgürlüğüne hazırdır ve bunu şiddetle istemektedir. Ancak iktidarı elinde tutan ve bir daha seçilemeyeceklerini bilen güçler; statükoyu devam ettirmek için direnmekte ve sürekli gündem değiştirerek bu konuyu ertelemektedir. Zaten tüm bu olan biten kavganın perde arkasında, gelişen ve modernleşen Türkiye ile dünyanın içine girdiği bilgi çağında mevcut yapıyı daha fazla devam ettiremeyeceklerini gören bazı iç ve dış şer odaklarının kayıkçı kavgası vardır.

Geldiğimiz noktada aydınların da büyük sorumluluğu vardır. Ülkeyi içinde bulunduğu sarmaldan kurtaracak ve topluma yol gösterecek aydınların büyük çoğunluğu Tanzimat’tan beri; doğuyla-batı arasına sıkışıp kalmış, halktan kopmuş ve kendi milli kültürüne yabancılaşarak teslimiyetçi bir anlayışa bürünmüştür. Fikir dünyamız “Türk-Kürt, Alevi-Sünni, İlerici-Gerici vb.” sığ tartışmalarla o kadar meşguldür ki; gerçek gündemden kopulmuş ve halkımızın “terör, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk vb.” ciddi meseleleri tamamen unutulmuştur.

Hâlbuki Türkiye “Yazmadan katip, okumadan alim olanlar tarafından yönetilmemelidir” diyen aydınlar ülkenin içinde bulunduğu bu zor şartlarda daha duyarlı olmalı, muhtemel iç ve dış tehditleri öngörerek halkı uyarmalı ve aydınlatmalı, olaylara sadece yazıp-çizerek eleştirel gözle yukarıdan bakmak yerine milletle kucaklaşarak üzerine düşeni yapmalı, verilecek her türlü göreve talip olmalı ve Eflatun’un “Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen sonuç, cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır” özdeyişinden hareketle taşın altına elini sokmalıdır. Elbette milli duyarlılıkları nedeniyle bir şeyler yapmak isteyen gerçek aydınlar da halk tarafından sayılmalı ve kendilerine siyasi partilerde dahil tüm kamu kurum ve kuruluşlarda hak ettikleri yer verilmelidir.

Sonuç itibariyle Devlet Mekanizması bilgi çağının küresel rekabetine dayanamayacak ve milletin ihtiyaçlarını karşılayamayacak karmaşık bir hale gelmiştir ve sistem günü kurtarmak için zorla devam ettirilmektedir. Dolayısıyla seçim sistemi ile partiler kanunu değiştirilerek ve başkanlık sistemine geçilerek yönetim boşluğu giderilmeli, güven bunalımı aşılmalı, çok başlılık önlenmeli, kuvvetler ayrılığı prensibine uyulmalı, milli irade her seviyede yönetime yansıtılmalı, ülkeyi atanmışlar değil seçilmişler yönetmeli, bürokratlar bilgi ve liyakat esasına göre atanmalı ve halk hak ettiği devlet hizmetini almalıdır.

Seçim Sistemi (Yasama)

Nispi temsil sistemi halkın ihtiyaçlarına cevap vermemekte ve ülke yönetiminde zafiyet yaratmaktadır. Liderler tarafından seçilen milletvekilleri; genel başkanlar istediğinde el kaldıran robotlar haline gelmişler, dolayısıyla Türk Milleti’ni temsil edebilme niteliğinden iyice uzaklaşmışlardır. Halk seçtiği milletvekillerini tanıma imkânı dahi bulamamaktadır. Çünkü liderler partinin kurmaylarıyla, kendi bölgesinde sokağa çıkmaya dahi yüzü kalmayan insanları memleketleri yerine başka şehirlerden aday göstermektedirler. Dolayısıyla halk önüne konan adaylara mecburen oy vermekte fakat seçilen milletvekillerine güvenmemektedir.

Ülkenin her bölgesinde farklı miktarda seçmenin bir milletvekili belirlemesi de adaletsiz bir durum yaratmaktadır. Milli iradeyi meclise azami yansıtan, yönetimde istikrarı ve temsilde adaleti sağlayan, tehlikeli ve marjinal akımların meclise girmesini önleyen “çift turlu dar bölge sistemine” ivedilikle geçilmelidir. Elbette eş zamanlı olarak; siyasi partiler kanunu değiştirilmeli, dokunulmazlıklar sınırlandırılmalı ve artık çürümüş olan delege sistemi tamamen kaldırılmalıdır. Partilerin gerek Milletvekili ve Belediye Başkanı Adayları, gerekse İl ve İlçe Yönetimleri; Seçim Kurulları nezaretinde yapılacak ve üye olan herkesin katılımıyla gerçekleşecek ön seçimlerle sandıkta belirlenmelidir. Yani ülkeyi yönetecek milletvekilleri, şehirleri yönetecek belediye başkanları ve partileri yönetecek il-ilçe başkanları halk tarafından demokratik usul ve yöntemlerle seçilmelidir. Böylece iktidardayken yanlış işler yapan herkes bir daha seçilemeyeceğini bilmelidir.

Çift turlu dar bölge sisteminde; hukuki bir engeli bulunmayan herkes üye olduğu partisinden hür iradesiyle milletvekili adayı olmalı, partiler seçim kurulları nezaretinde üye olan herkesinin katılımıyla yapılacak demokratik bir ön seçimle her dar bölge için bir aday seçmeli ve daha sonra çift turlu genel seçimlere geçilmelidir. Birinci turda %50 üzerinde oy alan aday direk milletvekili olmalı, bu oyu alan çıkmazsa ilk iki veya üç aday ikinci tura kalmalı ve bu turda en çok oyu alan aday o dar bölgenin milletvekili olmalıdır. İkinci tura iki veya üç adayının girmesi veya belirli bir oy yüzdesini aşan partilerin katılması gibi; ülkemizin şartlarına göre değişik alternatifler düşünülmelidir. Dar bölgelerin seçmen sayıları da çok fazla farklılık göstermemeli ve eşit miktarda nüfusun, aynı miktarda milletvekili çıkartmasına azami dikkat edilmelidir.

Partilerin milletvekili yapmak istedikleri kurmay heyetleri için de daha önce uygulanan Türkiye Milletvekilliği sistemi yeniden yürürlüğe konulmalıdır. Yani genel başkanlar vazgeçemeyecekleri insanları seçim bölgelerine gönderip halka zorla seçtirmek yerine, merkezden aday göstermeli ve siyasi partiler aldıkları oy oranlarına göre belirli sayıda milletvekilini Parlamento’ya doğrudan sokmalıdır. Ancak bu oran %10’u geçmemeli, her parti 50 Milletvekili Adayını merkezden listeye koymalı ve bu sayı partilerin aldıkları oy oranına göre bölüşülmelidir. Yani %50 oy alan bir parti 25 milletvekilini TBMM’ne sokmalıdır. Milletvekili sayısı da sınırlandırılmalı, 450 dar bölge ve 50 merkezden olmak üzere en fazla 500 Milletvekili seçilmelidir.

Ülkenin bekası ve milletin menfaatleri de göz önünde bulundurulmalı ve bölücü-yıkıcı kişi, grup ve siyasi partilerin meclise girişini engelleyecek tedbirler alınmalıdır. Bu maksatla %10’luk baraj sistemi muhafaza edilmeli, etnik-mezhepsel-bölgesel kimlik anlayışına dayalı siyasi partilerle, güç-para-itibar-menfaat vb. şahsi nedenlerle kurulan küçük partilerin meclise girmesi önlenmelidir. Yani ilk turda %10 altında oy alan partilerin adayları ikinci tura sokulmamalı ve milletvekili yapılmamalıdır.

Etnik milliyetçilik ve mezhep ayrımcılığı yapacak, feodal yapıları temsil edecek veya kendisine maddi çıkar sağlayacak tehlikeli kişilerin bağımsız aday olarak meclise girmesini ve grup kurmasını önlemek için de; bağımsız adaylara ilk turda en az %50 oy alma zorunluluğu getirilebilir ve almayanlar ikinci tura sokulmayabilir. Her dönemde sıkıntı yaratan bağımsız adaylığın tamamen kaldırılması ve siyaset yapan herkesin safını belli etmesi de düşünülmelidir. Sistem HADEP’in meclise girişi ve kurulan vekil pazarları gibi hadiseleri de göz önünde bulundurarak revize edilmeli ve seçim ittifakları ile milletvekili transferlerine kesinlikle izin vermemelidir. Parti ve adayların genel kabullere uymayan ahlak dışı yöntemlerle değil, doğru-düzgün yapılan şaibesiz bir seçimle ve alnı açık olarak meclise girmeleri, dolayısıyla hem iktidar hem de muktedir olmaları hedeflenmelidir.

Elbette dokunulmazlıklar da sınırlandırılmalı, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sadece kürsü ve fikri planda olmalı, adi suçları kapsamamalıdır. Hiç kimsenin yargı denetiminden kaçmasına izin verilmemeli, Milletvekilliği suç işleyenlerin sığındığı bir liman olmaktan çıkartılmalı ve Yüce Türk Milletine hizmet etmek isteyen idealist insanların hedefi olmalıdır. Elbette milletvekillerinin maddi konularla ilişkisini kesen bir ahlak tasarısı da yasalaştırılmalıdır. Siyasi Partilerde kendisini yenileyerek ve parti içi demokrasiyi geliştirerek sistemin getireceği handikapları aşmalıdır. Halk devamlı aynı partileri seçerse de buna herkes saygı duymalı, siyaset baskı ve dayatmalarla değil karşılıklı sevgi ve saygı anlayışıyla yapılmalı, kaybedenler hatayı kendilerinde arayarak halka inmeli ve bir sonraki seçimlere daha iyi hazırlanmalıdır.

Dar bölge-çift tur sisteminin yukarıda zikredilen artıları ile beraber; temsilde adaletin tam olarak sağlanamayacağı ve bazı görüşlerin parlamentoya yansıtalıyamayacağı gibi eksileri de vardır. İkinci tura kalan partilerin diğer partiler tarafından desteklenmesi esnasında bazı siyasi ahlaka uymayan antlaşmalar olabileceği ve dar bölgelerden bazı etkili kişilerin maddi-manevi nüfuzlarını kullanarak seçilebileceği gibi handikapları da bulunmaktadır.

Ancak ülkenin acilen arkasında halk desteği olan güçlü ve milli iktidarlar ile siyasi-ekonomik istikrara ihtiyacı olduğu hatırlanmalı ve seçim sisteminde köklü bir değişim yapılmazsa hepimizin batan geminin içinde olacağı unutulmamalıdır. Yani sistem bir takım iç ve dış şer odakları ile kişi-kurum ve kuruluşlar değil, milletin menfaatleri düşünülerek düzenlenmelidir.

Çift turlu dar bölge sisteminde TBMM; ülkenin her yerinden en az %50 halk desteğini arkasına alarak gelen seçilmiş doğal liderlerden oluşacaktır. Böylece meclis güçlenecek ve halk indinde saygınlığı artacak, kamu kurum ve kuruluşları da parlâmentoya biat edecektir. Milletvekilleri iç ve dış menfaat grupları ile güç odaklarının isteklerine göre belirlenmeyeceğinden, seçim sonuçlarına halkın ciddi bir itirazı olmayacak, kısır siyasi çekişmeler bitecek ve mevcut yönetim boşluğunu giderilerek devletle milletin arasındaki güven bunalımı aşılacaktır.

Elbette devlet içinde bulunduğu zafiyetten çıkacak, meclis niteliksiz ve ehliyetsiz milletvekillerinden kurtularak milleti daha iyi temsil edecektir. Parti içi demokrasi geliştirilerek lider sultasını yıkılacak ve herkesin umutla beklediği doğal lider bulunacaktır. En önemlisi de iyice bunalan ve hayatından bezen Türk Milleti’ne umut aşılanacak ve taze kan pompalanacaktır.

Yönetim Sistemi (Yürütme)

Mevcut parlamenter yapıda; seçimlerde en çok oyu alan siyasi partinin delegelerince seçilen Genel Başkanı Başbakan olmakta, liyakat ve ehliyet yerine çeşitli siyasi dengeleri gözeterek kendi partisinden seçtiği milletvekilleriyle kabineyi oluşturmakta, meclisten güven oyu almakta ve çoğunlukla kendi partisinden seçilen Cumhurbaşkanının kurduğu hükümeti onaylamasını müteakip de Türk Milleti’ni yönetmeye çalışmaktadır.

Elbette Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlardan oluşan ve arkasında yeterli halk desteği olmayan yürütmenin tamamı aynı siyasi partiden olduğu için genellikle; keyfi bir yönetim anlayışı sergilenmekte, otoriter bir tutum takınılmakta, hükümet etme gücü halkın tümü için değil belirli menfaat gruplarının çıkarı için kullanılmakta, partizanca davranılmakta, adam kayrılmakta, önemli konularda diğer siyasi partilerle milli mutabakat arama ihtiyacı duyulmamakta, toplumun tüm kesimleri kucaklanmadığı için de birlik ve bütünlüğün sağlanması mümkün olmamaktadır.

Bazen de parti menfaatleri, milli menfaatlerin önüne geçmekte ve hükümetle devlet kurumları halkın önünde kavga etmektedir. Elbette hükümetin dışarıda bıraktığı diğer siyasi partilere mensup kişilerin ve farklı menfaat gruplarının devletten beklentileri karşılanmadığı için ortaya çıkan toplumsal tepki nedeniyle gerilim ve çatışmalar başlamakta, huzur bozulmakta, kamu düzeni sarsılmakta, güvenlik ve asayiş sorunları baş göstermekte, yönetim boşluğu doğmakta, güven bunalımı oluşmakta ve zamanla ülke idare edilemez hale gelmektedir.

Ülke yıllardır bu kısır döngüyü aşamamıştır. Arkasında yeterli halk desteği bulunmayan ve toplumun tüm kesimleriyle barışık olmayan bir hükümetin başarılı olması ve herkesi sevgiyle kucaklaması zaten imkansızdır. Dolayısıyla milleti temsil etmesi gereken meclis zamanını kısır siyasi çekişmelerle harcamakta, toplumun meselelerini çözmek için var olan devlet organları birbirleriyle çatışmakta ve ciddi bir yönetim zafiyeti oluşmaktadır.

Ayrıca Atatürk, Menderes, Demirel ve Özal gibi arkasında halk desteği olan tek parti-tek adam dönem ve yönetimlerinde çeşitli sıkıntılara rağmen ileri giden, %8’lik kalkınma hızlarına ulaşan bu milletin karakterine, çift başlılık uymamaktadır. Yani arkasında en az %50 halk desteği olan tek başlı bir yönetime, yani başkanlık sistemine ihtiyacımız vardır. Zaten son üç Cumhurbaşkanımız da bunu hararetle savunmuşlardır.

Elbette bu sistemde Başkan Adayının nasıl belirleneceği, kabinenin nasıl oluşturulacağı ve seçimin nasıl yapılacağı büyük önem addetmektedir. Mevcut durumda Cumhurbaşkanı Adaylarını parlamentoda grubu bulunan siyasi partiler belirlemekte ve yapılan seçimlerde en çok oyu alan kişi Cumhurbaşkanı olmaktadır. Başkan Adaylarını da “çift turlu dar bölge yöntemiyle seçilen ve arkasında halk desteği bulunan” milletvekilleri kendi içlerinden demokratik usul ve yöntemlerle seçmelidir.

Yani meclis dışından Başkan Adayı kesinlikle düşünülmemeli ve hiç kimse o yüce makamlara paraşütle inmemelidir. Her genel seçimden sonra makul bir sürede yine bir milletvekili demokratik usul ve yöntemlerle Meclis Başkanlığına getirilmeli, sonra grubu olan partiler tarafından birer milletvekili ön seçimle Başkan Adayı olarak belirlenmeli ve daha sonra çift turlu bir genel seçimle halk tarafından Başkan seçilmelidir.

Yani milletvekillerinin tamamı kendi partisinden hiçbir engelleme olmadan Başkan Adayı olabilmeli, her parti YSK nezaretinde ön seçim yapmalı ve sandıktan çıkan kişi o partinin Başkan Adayı olmalıdır. Elbette başkan adayı olarak seçilen milletvekilleri önce bakanlar kurulu listelerini belirlemeli, sonra makul bir süre milletin önüne çıkarak kendilerini ifade etmeli, daha sonra yapılacak ilk turda %50 ve üzerinde oy alan aday Başkan olmalıdır. Bu oranı alan olmazsa ilk iki aday ikinci turda yeniden yarışmalı ve sonucunda %50 üzerinde halk desteğiyle herkesin üzerinde birleştiği bir milletvekili T.C. Devleti Başkanı seçilmelidir.

Elbette halk başkanla beraber oluşturduğu bakanlar kurulu listesine de oy vermeli, seçimlerden sonra bazı çıkar çevrelerinin baskısıyla sürpriz isimler bakan yapılamamalıdır. Yani teknik bir kadro dahi olsa bakanlar kurulu da seçimle iktidara gelmelidir. Ancak ölüm, hastalık, istifa vb. nedenler için listede yedeklerde belirtilmelidir. Halk tarafından seçilen hükümetin meclisten güvenoyu almasına gerek kalmamalı ve yasama ile yürütme tamamen ayrılmalıdır. Ancak seçimlerde sadece başkan seçilirse, kurulacak olan hükümet mutlaka meclisten güvenoyu almalıdır. Fakat bu durumda yine yasama ve yürütme ergleri birbirine tabi olacak ve kuvvetler ayrılığı prensibi zarar görecektir. Kabine konusunda uzmanlaşmış “tarafsız, basiretli, liyakatli, bilgili ve dürüst” kişilerden oluşturulmalı, bakan sayısı 15 ile sınırlandırılmalı ve bunların hepsi de icracı bakanlıklar olmalıdır.

Sistemde milletvekilleri yasamayı, Başkan ve bakanlar yürütmeyi, adalet mekanizması da yargıyı oluşturmalı ve kuvvetler ayrılığı tam olarak uygulanmalıdır. Yani üç ergde bağımsız olmalı ve sistem içinde fren mekanizmaları bulundurmalıdır. Yasama yürütmenin çıkartmak istediği kanunları süzgeçten geçirerek onaylamalı, bağımsız yargı da hükümeti denetleyerek hukuk dışına çıkmasını engellemelidir.

Elbette bu sistem bünyemize uydurulmalı, milli devlet ve üniter yapı kesinlikle korunmalı, başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinde görülen eyalet sistemi ülkemizi bölünmeye götürebileceğinden kesinlikle uygulanmamalıdır.

Daha önce üzerinde çalışılan, hükümetin atadığı ve merkezi idareye bağlı bölge valiliği sisteminin uygulanması düşünülmelidir. İl ve ilçelere de yine hükümet tarafından vali ve kaymakam atanmaya devam edilmeli, ancak mahalli idareler güçlendirilmeli, belediye başkanlarının yetkileri artırılmalıdır. Tabi başkanla beraber, milletvekili ve belediye başkanları da çift turla seçilerek her seviyede halk desteği yönetime yansıtılmalıdır. Çift meclisli senato sistemi daha önce büyük sorunlar yaşattığı ve doğal yapımıza uymadığı için düşünülmemeli, tek meclisli sisteme devam edilmelidir.

Halk tarafından seçilen Başkan artık bir siyasi partinin mensubu değil, T. C. Devleti’nin Başkanı olduğu bilinciyle hareket etmeli, devlet organları arasında koordinasyonu sağlamalı, toplumla iletişim kurmalı, tarafsız davranmalı, tüm kesimlere inmeli, herkesi sevgiyle kucaklamalı ve M&uuml