14.4 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1218

Alo

Alo kelimesi, genelde telefonla yapılan konuşmalarda söylenen ilk sözdür. Bütün dillerde de böyle kullanılır. Bu nedenle dünyada en çok kullanılan sözcüktür.
Alo sözcüğü aslında genç, güzel ve sevimli bir kızın isminin baş harflerinin bir araya gelmesiyle oluşturulmuştur. Telefonun mucidi Alexander Graham Bell’in büyük hayranlık duyduğu sevgilisi Alessandra Lolita Oswaldo’nun isminin baş harflerinden esinlenerek kullandığı “Alo” sözü günümüze kadar ulaşmıştır. Halen de milyonlarca  kişinin her gün telefon görüşmelerinde defalarca kullandığı söz olarak yoluna devam etmektedir.
Graham Bell ilk telefon hattını sevgilisinin evine çekmişti. Telefon çalınca arayanın sevgilisi Alessandra Lolita Oswaldo olduğunu bildiğinden sevinçle ahizeyi kaldırıyor ve “-ALO” diye sesleniyordu.
Graham Bell’in telefonunun sür’atle yayılmaya başlaması ve işlerinin çoğalması nedeniyle sevgilisini eskisi gibi sık arayamaması, A. L. Oswaldo ile aralarının açılmasına neden olmuş ve Graham Bell, sevgilisi tarafından terk edilmişti.

Telefonun icadında yıl 1876’dır.
Telefon kullanılmasından beş yıl sonra 1881’de İstanbul’a gelmiştir. Ancak yaygın kullanımı 1909’da Büyük Postahane’de ilk telefon santralinin kurulmasıyla başlamıştır. Telefon abonesi 1915 yılında 11.000’e ulaşmış, cumhuriyet döneminde ise bütün ülkeyi kaplamıştır.
Graham Bell telefonun patentini aldıktan sonra bir davayla karşı karşıya kaldı. Bir İtalyan olan Antonio Meucci telefonun kendi icadı olduğunu, 1871 tarihinde geçici ruhsat aldığını söyledi. Dava devam ederken 1889’da Meucci ölünce dava düştüğünden Graham Bell mucit ilan edildi.
Ancak yıllar sonra, 2002 yılında A.B.D. Temsilciler Meclisi’nin kurduğu komisyon, yaptığı araştırmalar sonucunda, mevcut eski evraklara ve belgelere dayanarak, Antonio Meucci’nin telefonu ilk defa bulan kişi olduğunu kabul etmiştir. Böylece buluşun iki sahibi olmuştur.

Gene yapılan araştırmalarda Alo sözcüğünün Graham Bell’in sevgilisi Alessandra Lolita Oswaldo ile ilgisi olmadığı da açıklanmıştır. Kullanılan sözcüğün “hullo” (hallo-hello) olduğu, kelimenin o tarihte yaygın bir dil olan Fransızcada “allo” diye söylendiği ve alo sözcüğünün de bütün dünyada  bu şekilde yaygınlaştığı anlaşılmıştır.
Alexander Graham Bell, Edinburgh – İskoçya doğumludur (03.03.1847). Edinburgh Üniversitesi’ni bitirmiştir.  Ailesiyle beraber Kanada’ya göç etmişlerdir. Çalışmalarına A.B.D.’de devam etmiştir. Oxford Üniversitesi’ne profesör olarak atanmıştır. Hayatını işitme engellilerin sorunlarının giderilmesine adamıştır. Fransız hükümetince 1880 yılında on bin dolarlık “Volta Ödülü”ne 1882’de de “Legion D’honneur” nişanına layık görülmüştür.
Graham Bell, öğrencisi olan, zengin bir ailenin  duyma engelli kızı  Mabel  Hubbard ile evliydi. Bu insanlık için yararlı ve önemli mucit 02. 08. 1922’de Kanada’da yaşama veda etmiştir.

Coğrafyayı Temizlemede “Wan” Örneği

Gazeteci Behiç Kılıç 05 Mart 2010 günü Yeniçağ Gazetesindeki köşe yazısında bölücü terör örgütü PKK’nın Van ilimizde nasıl bir coğrafya boşaltma işlemi yaptığını ortaya koydu.

Yazıda belirtilen hususlar durumun ne kadar vahim olduğunun bariz bir kanıtıdır. Behiç Kılıç “Türk kökenliler kenti terke zorlanıyor, zaten şu an çoğu da göç etmiş durumda!.. Türk kökenli hele hele kürtçe bilmeyen esnaftan artık alış veriş ettirilmiyor!.. PKK’ya karşı duranlara hayat hakkı tanınmıyor, mülklerine inşaat izni alamıyor, kiraya veremiyorlar. PKK’nın isteği dışında mülkünde hareket sağlayan kiraya veren vs. insanlar saldırıya uğruyorlar… Evlerinde, işyerlerinde Türk bayrağı asamıyorlar. Bayrak asan tehdit ediliyor, polise şikayetin karşılığında “sen de asma kardeşim, tatsızlık çıkmasın” cevabı alınıyor…” diye anlatıyor. Sanki Yunanistan’da Batı Trakya Türklerine yapılanların bire bir aynısı… Oysa burası Türk toprağı. Burda böyle yaparlarsa Yunanistan’ da ne yapmazlar?

Bu sözlerin benzerlerini birkaç ay önce Aydınlar Ocağı Şurası için gittiğim Elazığ’daki toplantıya katılan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan gelen akademisyenlerden dinlemiştim.

Anlaşılan o ki bir coğrafya boşaltma işlemi yapılıyor. Bu konu da PKK tarafından epey mesafe katedilmiş olduğu anlaşılıyor.

Bu gibi coğrafya yani şehir, köy, mezra boşaltmaları sadece Van’da değil, bölgede çok yaygın. Başlangıcı da ilk kürt isyanlarına kadar gidiyor. Bunu 30 yıl önce Bitlis’in Ahlat kazasından göç eden bir aileden dinlemiştim. Babaları beş evladına da batıya göç etmelerini vasiyet etmişti.

Coğrafya boşaltma ve bu coğrafya üzerinde kurulu yerleşim birimlerinin yandaşlarca doldurulması işlemi yüzyılın başında Balkanlarda gerçekleşti. Aynı dönemlerde Ermenistan, Türklerin Erivan dahil olmak üzere coğrafyadan temizlenmesi sureti ile kuruldu. Irak Türklerinin tarihi şehirleri Erbil, Süleymaniye, Musul ve nihayetinde Kerkük bu metodla kürtleştirilmeye çalışılıyor.

Maalesef  Osmanlı – Türk İmparatorluğu ve günümüze kadar  gelen süreçte Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu coğrafyanın Türklerce ve kendini her daim Türk görenlerce boşaltılmasını sadece seyretmiştir. Günümüzde bunun tezahürü Erbil’de konsolosluk açma sureti ile malumun ilanı şeklinde tecelli etmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin bu politikası Irak Türklerini daha da yalnızlığa itecek ve Türk düşmanlarını azdıracaktır. Tıpkı Türkiye’nin doğusunda yaşayanların PKK’nın insafına terk edildiği gibi…

AKP hükümeti bu konularda başarısızdır demiyorum, ülkeyi bu noktaya bilerek ve isteyerek getirmiştir diyorum. Ancak bu tahribatın hesabını yüzyıllar boyunca  Türk Milletine veremeyeceklerdir.

AKP, PKK’nın yaptıklarına karşı sessizdir, bölücüler azmıştır, kanunlar sulandırılmış, suçlar ve suçlular adeta cezasız bırakılmıştır. Siz öyle Belçika’da yapılan operasyonlara ve Roj Tv’yi kapatmalarına  aldanmayın. Bu göz boyamalar mevcut durumun halkımızın gözünden kaçırılması içindir. Türk halkına her olumsuzluk alıştıra alıştıra zerk edilmektedir.

Behiç Kılıç’ın yazdıkları doğru ise İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Van Valisi, Emniyet Müdürü, Van Cumhuriyet Başsavcısı yazılanları ihbar kabul ederek ne yapmıştır?

Başbakan Erdoğan; gündemi bu gerçeklerden sürekli uzak tutarak, Büyük Türk Milletini nereye götürmek istemektedir?

Yürütme – yargı çatışması, Tekel işçilerinin eylemleri, ermeni meselesi, işsizlik, darbe  vs. gibi konular ülkenin bütünlüğünden ve Türk milletinin birliğinden önde olamaz.

Vatan elden gitmişse bu konuların ne hükmü kalır?

Dediğim gibi biz bu boşaltma işlemlerini Balkanlarda ve Irak Türkmeneli bölgesinde gördük ve yaşadık.

Sayın Erdoğan inanmıyorsan danışmanların sana şehit Rıza Demirci’nin bütün Irak Türkmeneli coğrafyasını gezerek hazırladığı haritayı göstersin  de, bu gün kürt şehirleri denilen Erbil’in, Süleymaniye’nin, Musul’un ve Kerkük’ün nasıl Türk şehirleri olduğunu birde sen gör.

Irak Türkmeneli bölgesinin Türklerden arındırılması ve Doğu ile Güneydoğu’da yaşayan kardeşlerimizin “ötekileştirilme”si  Düvel-i Muazzamanın yüzlerce yıldır uygulamaya koyduğu politikalar sebebiyledir. Petrol ve su yatakları başta olmak üzere yer altı ve üstü zenginliklerimize el konulmak istenmektedir.

Eğer sizde bu politikalara karşı doğru politikalarla karşılık veremiyorsanız; bu coğrafyada yaşayan ve ayrılmaz bir parçanız olan insanlara önce başkalaşmak sonra başkalaşana tabi olarak asimile olmak ya da buna direnerek bu baskılarla karşılaşmayacağı topraklara göç etmek düşmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni  bu güne kadar yöneten hükümetlerin seyirci kaldığı ve Erdoğan hükümetlerinin üzerine tüy diktiği uygulamalar sebebiyle Vanlıların başına gelenler kısaca böyle izah edilebilir .

Bu yazımı okuyacak olan ve kalbi Türkiye ve Türk Milleti için atan her kardeşimi bu büyük tehlikeyi halkımıza anlatarak Türkiye’nin gündemini değiştirmeye davet ediyorum.

Eğer bu ülkede bir futbol maçında seyircilerin büyük bölümü İstiklal Marşını ıslıklıyor ve ardından bölücülerin marşı olarak kabul edilen bir şeyi çoğunlukla okuyor ve biz bunları seyrediyorsak; o ilin valisi ile emniyet müdürü bunlara karşı gerekenleri yapamıyorsa nerede bir yanlış var diye durup düşünmek lâzım.

Siz herkesi bölücülerle bir görüp ülkenizin Doğu ve Güneydoğu bölgelerini çakallara bırakıp, ülke – bayrak – millet sevdalılarını önce başkalaşıma, sonra asimilasyona ve nihayetinde  göçe terk edemezsiniz.

Onun için ülkenin AKP’yi iktidarda tutmak için tanzim edilen gündeminden uzaklaşarak “Wan” gibi gerçeklerini görmek için çaba sarf edelim

Arı Ürünlerinden Şifa Kaynağı Bal

0

Bal, insan bünyesi için en mükemmel bir kuvvet ve kudret kaynağıdır. Bu sebeple gelişme çağındaki çocukların, zayıf kimselerin, zafiyet geçirenlerin beslenmesinde ve her türlü sportif yarışa çıkanların enerji ve başarı kazanmasında önemli yer tutar.

Bal, kansızlık, barsak iltihabi, iskorbüt gibi hastalıklara uğrayan ve vaktinden önce doğduğu için gelişmesi geri olan çocuklara verilir. Bağırsak yumuşatıcı özelliğinden başka on iki parmak bağırsağındaki ülserler’ede iyi gelmektedir.

Ameliyatlardan sonra kalbin zayıflaması, tansiyonun düşmesi ve hastanın birdenbire fenalaşması gibi hallerde tehlikeyi Fransızlar damardan bal enjekte suretiyle, diğer tedavilerden çok daha iyi sonuç aldıklarını müşahede etmişlerdir.

Difteri, boğmaca, kızıl, kızamık; balın içindeki sıcaklık verici maddeler ve mikroplar öldürücü özellik sebebiyle süratle önlenmektedir. Boğaz iltihaplarına nezle, grip, damar sertliği ve romatizmaya karşı koruyucu iyi edici özellikleri tıpça kabul edilmektedir. Balın sarhoşları kısa zamanda ayıltarak rahata kavuşturması bileşiminde mevcut B6 vitamini ile ilgilidir.

Yapılan Laboratuar çalışmalarından edinilen bilgilere göre bal aynı zamanda antibiyotik özelliğine sahiptir. En ağır yanıklarda bile krem yerine kullanılan bal yaranın iz bırakmadan iyileşmesini sağlar. Kansızlığın ve solunum yolları hastalıklarının da en iyi ilacı bal zature ve tifo gibi hastalıklarında mikroplarını diğer antibiyotiklerinden daha çabuk yok etmektedir.

Hazreti Peygamber efendimiz(SAV) dünyada en yararlı üç şey varsa bunun biri baldır, demiştir. Çünkü besin maddeleri arasında arı balının büyük önemi vardır. Hiç bir şeyle kıyaslanmayacak tadım ve besleyici özellikleri olan bal tedaviyi ve organizmayı zinde tutma yönünden çok önemlidir.

Eski devirlerden beri bilinen balın bu özellikleri, içindeki terkibinde bulunan glikoz, früktoz, sakaroz, dekstrin, albümin ve azotlu mineral ile diğer maddelerin fermentlerin,12 ayrı vitamin mikro elementlerin, fosfor, demir, magnezyum, kalsiyum, bakır, kurşun, makro-mikro elementleriyle çeşitli hormonların bileşik karışımından meydana gelir.

Ne kadar yenmelidir; sorusuna gelince günde 60-100 gram arasında olmak üzere yemeklerden iki saat önce ya da yemekten 3 saat sonra yenilebildiği gibi kahvaltıda ihmal edilmemelidir. Uzmanların belirttiklerine göre bal ılık süt, çay veya ıhlamurla birlikte alınmalıdır. Şeker hastaları içindeki glikoz miktarını düşünerek ölçüyü kaçırmamalı veya yememelidirler.

 

İksir

Seni sevmediğimi söylemiştim ya
İnanmıyordun doğruydu
Çünkü sen bir yılan gibisin
Hayatımı zehirleyen iksirsin
 
Anlamıştım bunu zaten
Seni gördüğümü zannettiğim
Sesini duyduğum ilk an
İğnen kahkahalarınla aşağılıksın, vahşisin
 
Böyle şeyler düşünemezdim
Fakat tanımamıştım ki seni
En iyisi uzak ol benden
Gölge etme sen başka ihsan istemem
 

Temel de Dursun da Lazım

“Ben geri zekalı mıyım, acaba?” diye düşündüğünüz oldu mu? Bazen öyle durumlar oluyor ki, söylenenleri anlamıyor, yorumlayamıyor, değerlendiremiyoruz. Başkalarının kolayca anladığı ve çözüm ürettiği bir soru veya sorunu bir türlü kavrayamıyoruz. İdrak yoksunluğu, basiretsizlik, önyargı, zeka geriliği, aptallık diyebileceğimiz durumlar, bizde kompleks, pişmanlık, özgüvensizlik oluşturabiliyor.

Zaman zaman yaşadığımız bu duygular geçici de kalıcı da olabilir. Bilgisizlik, yaşlılık, yorgunluk, hepsinden öte, insan olmak, birer hata yapma nedenimizdir. Kalıcı bazı nitelikler, kişinin karakteri haline gelebiliyor. Buna önyargı, düz mantık diyebiliriz. Bizim Temel, bir gün bir işi için devlet dairesine gider. Kendisinden vesikalık altı fotoğraf istenir. Köye döner, Dursun’a vesikalık fotoğrafın ne olduğunu sorar. Dursan, belden yukarı çekilen fotoğrafa “vesikalık” dendiğini, bunun için onun fotoğrafını çekebileceğini söyler. Temel, “Bu nasıl olacak?” deyince, Dursun, “Sen kuyu kazacaksın, beline kadar içine gireceksin, ben fotoğraf makinemi alıp geleceğim, senin kalan kısmının fotoğrafını çekeceğim.” der. Biraz gecikerek dönen Dursun, bir bakar ki Temel altı kuyu kazmıştır. Dursun şaşırır, “Niye bu kadar yoruldun? Ben senin için altı tane fotoğraf makinesi getirmiştim.” der. 

Dinleyenler için tebessüme yol açan, Temel’le Dursun arasındaki bu ilişki, düşüncedeki ayrıntıyı görmemek, idrak edememek demektir. Buna düz mantık diyebiliriz Yalnız siyahla beyazı tanımak, diğer renkleri tanımamak demektir. Böyle bir insan ne resim yapabilir ne şiir yazabilir ne bir güfteyi besteleyebilir. Güzellik, sanat, feraset, hikmet, ilim; ayrıntıdadır. Ayrıntıyı yakalama yeteneği, insanı nükteli, sanatkar, duygulu yapar. İnsan olmanın lezzeti, ayrıntıya nüfuz ettikçe artar. Zaten, bir ince seziş, bir ince ürperiş, bir ince duyuş değil midir şair olmak? Şairler, sanatkarlar; insanın sahip olduğu soyut vasıfları sonuna kadar kullanma çabasına olan kişilerdir.

Göz göre göre, arabayla kırmızı ışıkta geçtiğimi, önümdeki duvara vurduğumu hatırlıyorum. Öğrencilerimin sorduğu çok basit soruda bile yanlış cevap verdiğim oluyor. Yaptığım hatayı anlayınca “Ben aptal mıyım, niye böyle yaptım?” diye söyleniyorum. O gün kendimle barışıksam tebessüm ediyorum, değilsem komplekse düşüyor, kendime öfkeleniyorum. Sizler de böylesi durumlar yaşamışsınızdır. Yoğunluk, yorgunluk, önyargı; hata yapma sebebimiz. Biz insanız; hata da yapacağız, hatamızı anlayıp bundan pişmanlık da duyacağız, başkalarına zarar verdiysek onlardan özür de dileyeceğiz. Kimse kusursuz değil, ilah değil.

Bir yapı, değişik malzemelerin; bir orkestra, değişik enstrümanların bileşkesidir. Yapıda her malzemenin kullanıldığı yere göre kıymeti vardır. Bir orkestra da sadece sazlardan oluşmaz. Vurmalı, üflemeli enstrümanlara ihtiyaç var. Kompozisyondaki mükemmeliyet, malzemeler arasındaki uyumla gerçekleşir. Toplumlar da böyledir. Farklı yetenekler, farklı zekalar olacak ki toplum kendini kompoze edebilsin, ayakta tutabilsin. Bir işyerinde herkes müdür olamaz, müstahdem de gerekli. Toplumda zekilere, aptallara, anlayışı düşük ve yükseklere ihtiyaç var. Her kesim birbiriyle dayanışacak, birbirinden geçinecek. Toplumların kuruluş yasası bu.

Kimse, yapabileceğinin daha fazlasından sorumlu tutulamaz. Bu, ilahi yasaya aykırıdır. Kırk kilo kaldırabilen bir insandan seksen kilo kaldırmasını istemek, ona haksızlıktır, zulümdür. Bu anlamda Temel’e ve Dursun’a ne kızabiliriz ne de onları küçümseyebiliriz. Onların da toplum içinde görebilecekleri oldukça faydalı işler vardır. Önemli olan, bunu bilmek ve bu kişileri buna göre değerlendirebilmektir. Kişileri taşıdıkları niteliklerden dolayı küçümsemek veya yüceltmek yanlıştır. Doğru olan, nitelik sahiplerini kendi konumları içinde değerlendirmektir.

İnsani değerleri önemseyenler, öncelikle buna dikkat etmeli. Unutmayalım, değerleri tanımayanlar, değer üretemezler.

Neden Cumhuriyet?

Cumhuriyet nedir?

Klasik tarifi, sayfalarda kaladursun da, biz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini oluşturan Cumhuriyetten ne anladığımızı, farklı bir bakış açısıyla ifade edelim; Cumhuriyet, kendi içinde birçok devrimi barındıran bir hayat biçimi, yaşama biçimi olarak anlaşılmalıdır. Bu anlayış ve kavrayışla Türk milletine sunuldu.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimini bu bakış açısına göre düşünmek gerek…

Şu hususlar sorgulanmalıdır; niye harf devrimi yapıldı?

Niye kılık kıyafet evrimi yapıldı?

Niye hukuk devrimi yapıldı, neden medeni kanun çıkarıldı?

Neden maarif devrimi yapıldı?

Neden tek yasaya dayalı eşit vatandaşlık hakkı?

Neden “kul” değil de birey, “ümmet” değil de millet olma isteği?

Bunları iyi anlamak gerek, cumhuriyeti anlamak için..

Sevr ve Lozan haritalarını kıyaslamak

Mustafa Kemal Atatürk, tüm bu soruların cevabını bulacağımız cumhuriyet devlet sistemini kurdu ve “buyurun sahip olun” dedi.

Pekâlâ, kime karşı bu savaşı kazandı?

Dışta Batı emperyalizmine, içte karanlık kafalara karşı…

Her fırsatta Batı emperyalizmi “Sevr”i çağrıştıran isteklerde bulunabiliyor…

Sevr uygulandı mı, uygulanmadı mı, tekrara gündeme gelebilir mi tartışması bile yapılıyor…

Önce şu hususta anlaşmalıyız; Sevr, bir iki yılda olup biten bir olay değildir; 100 yıllık ön çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmış bir sonuçtur.

Osmanlıyı parçalayıp paylaşmak için on yıllarca plân ve strateji örgüsü yapıldı, tuzaklar kuruldu, avlar için ağlar örüldü…

Sonuçta hedefe varıldı…

Koca dev imparatorluk paylaşıldı; 364 maddelik bir antlaşma ile paylaşım teyit edildi; belge Paris’in banliyösü Sevr’de imzalandı…

Peki, Sevr uygulandı mı uygulanmadı mı?

Kimilerine göre uygulanmadı, kimine göre de uygulandı!

Bize göre de uygulandı!

Neden mi?

Sevr antlaşması “meclis ve padişahın onayından geçmedi” diye uygulanmadığı iddia ediliyor; bu, doğru değil, şöyle ki; imzadan hemen sonra, 12 Eylül de, İzmir resmen ve törenle Yunanlıların yönetimine devredildi, bu bir.

Kapitülasyonlar yeniden yaygınlaştırıldı, bu iki.

Posta-telgraf idaresi, İstanbul sular idaresi, Devlet Demir Yolları yabancıların elinde kalmaya devam etti, bu üç.

Osmanlı idaresi dışarıdaki memurların maaşını ödüyordu, o da kesildi, bu dört.

Ordu dağıtıldı, silahlar teslim edildi, bu da beş…

Daha pek çok benzer şeyler…

Sevr uygulanmadı de daha ne olsun ki?

Neymiş, padişah imzalamamış!

İmzalayacak hali yoktu ki; çünkü Osmanlı meclis kapatılmıştı, mebuslar Malta’ya sürülmüştü…

Ardından Anadolu’da kutsal mücadele başladı; İstiklal Savaşıyla emperyalistlerin hevesleri kursaklarında kaldı…

Şimdilerde Türkiye üzerinde oynanan oyunları iyi görmek ve anlamak için, çok basit bir önerim olacaktır; Sevr ile Lozan’ın farkını iyi anlamak için, her iki antlaşmanın sonucunu yansıtan haritaları yan yana koyup kıyaslamak ve düşünmek…

O zaman, eğer kalemler ve beyinler uşaklık mukavelesi imzalamamış ise, gerçeği görebileceklerdir…

O zaman düşmanın nereden geldiği bilinir, Atatürk’ün ve İstiklal Savaşının kıymeti daha iyi anlaşılır..

Milli heyecan

Kurtuluş Savaşından sonra devlet çok fakirdi, fakat tertemiz bir vatan vardı… Bugünkü gibi yabancılara satılmış kurumları, kiraya verilmiş beyinler yoktu…

Yol yok, liman yok, uçak yok…

Bir tek tuğla fabrikası bile yok…

En önemlisi bunları yapacak ne usta, ne mühendis, ne müteahhit, ne öğretmen, ne sanatçı, ne bilim insanı vardı…

Köprü yıkıldığı zaman Belçika’dan mühendis gelirdi…

Türk müteahhit tarafından yapılmış ilk Cumhuriyet binası, Ankara yakınındaki “Kayaş istasyonu” binası…

Yapılan her yeni bir yapı, büyük bir heyecanla, bayram havasıyla ve törenlerle açılıyordu; herkes heyecanlı; ilk kez Türkler tarafından başarılmış bir iş olduğu için herkes gururlu idi…

İstanbul’un sular idaresi; posta-telefon idaresi yabancıların elindeydi.

Borçlanmadan kalkınmak

Millet fakir, fakat çalışkandı, azimliydi, milli heyecan vardı, bağımsız olmanın, vatandaş olmanın özlemini, sevincini sindiriyordu içine…

“Kul” olmaktan kurtulmuştu, yurttaş olmuştu, yurtsever olmuştu…

Millet olmuştu…

Yunan Anadolu’dan kovulduktan sonra geriye 10 bin civarında yakılmış-yıkılmış ev bıraktı… Bunların hepsini vatandaş kendisi yaptı, onardı…

Geriye, yakıp yıkmış olduğu 2000 den fazla cami bıraktı; bunları da Cumhuriyet idaresi sessiz-sedasız yeniden yaptı-onardı; siyasi malzeme yapmadan, istismar etmeden, din ticareti yapmadan, laikliğin erdemliliği içinde bunu yaptı…

Cumhuriyet döneminde kalkınma hızı %10, sanayileşme hızı %20, bunlar dünya rekoru işler…

Devletin en fakir döneminde dahi DDY millileştirildi; Osmanlı borçları ödendi…

Devletin tek kuruş dış borcu yoktu…

Her yapılan eser Türklerindi, bunun anlamı şuydu; “Anadolu bizim yurdumuzdur” demekti…

Bu toprağın sahibi “Türklerdir” demekti…

“Biz bu yurdun sahibiyiz” demekti..

Tek kuruş borç almıyor Cumhuriyet idaresi, kredi tekliflerini ret ediyor…

Ne İMF den ne de Dünya Bankasından kredi alınarak!

Her şeyi kendisi üretiyor, dışa bağımlı değildi…

Şimdi ise, alınan dış borçlara ödenen haftalık faizle 50 okul, 50 hastane, 50 kültür merkezi birlikte yapılır…

Atatürk’ün aklı yok muydu ki yabancı sermayeyi getirsin de kullansın?

Borç para alsın IMF den, Dünya Bankasından?

Ülkenin milli bir ekonomisi, milli bir maliyesi yoksa o ülke bağımsız değildir.

Bugün ne durumda olduğumuzu siz düşünün lütfen…

“Emret başkanım” deyip, kirli okyanus suyunu millete şırınga eden “uydu” kadroların egemenliğindeki bir ülke değildi…

Çağdaşlaşmak ana hedef…

Cumhuriyet çağdaşlaşma rejimidir…

Çağdaşlaşmak mecburiyeti vardı; Atatürk bunu yaptı; çağdaşlaşarak Ortaçağı yendi! Yeniçağa doğru koştu…

Atatürk hep çağdaşlığı, çağdaşlaşmayı, hatta onun da üzerine çıkmayı hedef olarak gösterdi… O’nun yolundan ayrılırsak, çağdaşlaşmaya devam etmezsek geri gideriz, tekrar Ortaçağa döneriz…

Bugünlerde “yeni Osmanlılık” hikâyeleri duyuyorum; şayet doğruysa, Osmanlının Kanuni dönemine değil, olsa olsa son batış dönemine döneriz!

Onun için çağdaşlaşma sürecinde fren olmaz, geri durulmaz…

Bilimde, sanatta, düşüncede, teknikte çağdaşlığı yakalamak gerek; milli kültürünü, dilini, gelenek ve folklorunu koruyarak çağdaşlaşmak gerek…

Gelişerek değişmek gerek; gelişmeden değişirsen, geri kalmış mahallenin ileri gitmiş sosyetik kızı gibi olursunuz!

Onun için cumhuriyetin değerini iyi anlamak gerek, Atatürk’ü iyi anlamak gerek; çünkü cumhuriyet demek insan olmak demektir, yurttaş olmak demektir, birey olmak demektir..

Tek yol eğitimli toplum…

Cumhuriyet kurulduğunda halkın eğitimi için şehirlerde “Halk Evleri”, kasabalarda “Halk Odaları” vardı…  Şehrin belli yerlerinde “Halk Kürsüleri” vardı. Bu kürsülere isteyen çıkar düşüncelerini anlatır, konuşurdu; kimisi şiir okur, kimisi hikâye, kimisi nutuk atardı…

Halk evlerinde insanlar tiyatro oynardı, münazara yapardı, edebiyat ve şiir geceleri düzenlerdi… Böylece halkın eğitimi gerçekleşirdi, bunların hiç birine Cumhuriyet idaresinin müdahalesi olmazdı, vatandaşa hükümetin siyasi müdahalesi olmazdı… Kimse bunu hissetmez, aklına bile getirmezdi…

Özellikle “Halk Evleri” insanları uygarlığa çağırırdı..

Okullarda tek tip önlük giydirme konusu da siyasi malzeme bile yapıldı o zamanlar; işin aslı şuydu: okullarda çocuklara tek tip yakalık, önlük giydirilmenin sebebi, fakir insanların yırtık pırtık elbiseleri görünmesin diye, fakir aile çocukları mahcup olmasın, fakirlikleri anlaşılmasın, herkes en az görünüşte eşit görünsün diye giydirilirdi… Yoksa birilerinin dediği gibi “tek tip insan yaratmak” amacını taşımazdı. Bunu yazan ve söyleyen iyi niyetli olamaz…

Milliyetçi olmaya mecburuz 

Onun için mutlaka milliyetçi olmamız lazım, Türk milliyetçisi olmamız lazım…

Yanlış algılanıyor, ya da öyle empoze ediliyor; milliyetçilik ırkçılık, soy-sop ayırımcılığı demek değildir; ırka, soya dayanan bir anlam-anlayış değildir…

Milliyetçilik yurtseverliktir…

Yabancılar bu duyguyu gençliğine aşılar, kendileri adına, milletlerinin geleceği bunu gerekli hisseder, görürler…

Bir Fransız’ın, bir Alman’ın, İngiliz’in yurdunu sevmediğini, milliyetçi olmadığını göremezsiniz…

Fakat bizim milliyetçiliğimizi istemezler, bunu yasaklamaya kalkarlar, AB aracılığıyla!

Atatürk’ün resimlerine bile tahammülleri yoktur…

Milliyetçiliğin bizde bitmesini istiyorlar…

Buna da müsaade edenler, bu zihniyeti taşıyanlar şayet başımızda idareci olurlarsa, suç bizim; onları biz oylarımızla seçmişiz…

O zaman “yazıklar olsun bize” dememiz gerek!

Milli değerlerin korunması

Milli değerleri korumak gerek; kültürümüzü, tarihimizi, dilimiz bilmek ve güçlendirerek, geliştirmek gerek…

Bilimde, sanatta, resimde, müzikte, insan haklarında evrenselliğe evet, ama milli değerlerin erozyona uğramasına, yozlaşmaya, yabancılaşmaya hayır demeliyiz…

Onun için Batı emperyalizmin ne olup olmadığını iyi anlamak gerek, tanımak gerek…

Dünü bilmeden bugünü anlamak, yarını kestirmek mümkün olmaz, dünü bilmeliyiz ki bugünün doğrusunu, eğrisini bilebilelim..

Emperyalistler Atatürk’ü sevmez

Emperyalistler Atatürk’ü zoraki kabullenirler, fakat sevmezler; çünkü onların hevesleri olan “Türk’ü Anadolu’da boğmak ve yok etmek” emellerine mani oldu; heveslerini kursaklarında bıraktı; onun için sevmeler…

Atatürk sevgisini, Türk milliyetçiliğini zayıflatmak için Kemalist doktrinden vazgeçilmesini isterler; buna, AB şampiyonu siyasiler de alet oluyorlar; Atanın sınıflardaki, resmi dairelerdeki, her yerdeki resimlerine, heykellerine bile tahammülleri yoktur…

Milliyetçiliği, yurtseverliği zayıflatılmış, yok edilmiş bir toplumu sömürmek, yönetmek çok daha kolay…

Emperyalistlerin hedefi her zaman böyle olmuştur, böyle olmaya devam edecektir…

Bizim görevimiz, düşmanı iyi tanımak, birlik ve bütünlük içinde çağdaşlaşma yolunda devam etmek, çalışmak, çalışmak, pek çok çalışmaktır…

 

Avrupa Birliği Gençlik Programı ve Gençlere Katkıları

Gençlik Programı Avrupa Komisyonu tarafından gençler için uygulamaya konmuş bir programdır. Programa katılan her ülkede Programı idare eden “ulusal ajanslar” bulunmaktadır. Ülkemizin Ulusal Ajansı görevini ulusal ajans (T.C. Başbakanlık – DPT – AB Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığı)  yürütmektedir. Programlara tam katılım hakkını elde ettiğimiz 2004 yılından beri aşağıda anlatılan alt Eylemlere ait proje başvuruları doğrudan ulusal ajansa yapılmakta ve ulusal ajans tarafından değerlendirilmektedir. Her yıl, yılda 5 dönem halinde (1 Şubat, 1 Nisan, 1 Haziran, 1 Eylül ve 1 Kasım), binlerce başvuru alınmakta ve kabul edilen başvurulara hibe sağlanmaktadır.

Gençlik Programı ve gençlere katkılarına açıklamadan önce gençlerin isteklerine ve Türkiye’nin durumuna bir göz atmak gerekir. Genel olarak gençler; saygı görmeyi, muhatap alınmayı, toplumda var olduğunu ispatlamayı, özgür olmayı, kendisine güvenilmesini,  herkesle eşit olmayı ister. Tabi bütün bunlardan daha somut ve önemlisi gelecekte; Bol maaşlı bir iş, güzel bir ev-araba, iyi bir eş ister. Bunun ışığında Türkiye’nin genel durumuna bir göz atmak gerekiyor. Türkiye’de 2008 rakamlarına göre, 15-30 yaş arası nüfus 18.910.444 kişi, buda ülke nüfusunun  %27’sini oluşturmaktadır.  İşsizlik oranı % 10 ‘dur. Bu oran ise 1.891.044 kişi’ye tekabül ediyor. Bu işsizler arasında üniversite mezunu olanların oranı ise % 44’dir.

Tablo böyle iken gençlerin %44 dilimin dışına çıkabilmesi için bir çaba sarf etmesi gerekiyor. İşte tam bu noktada AB Gençlik Projeleri karşımıza önemli bir fırsat olarak çıkmaktadır. Türkiye her ne kadar ilk yıllarda bu fırsatlardan yararlanmasa da, gün geçtikçe gençlerin bu projelere ilgisi artmaktadır. 2004 ve 2005’te bu konuda ayrılan hibe kullanılmadığı için geri iade edilmiştir. Gecen süre içerisinde ayrılan hibenin tamamı kullanılmıştır. 2003-2008 yılları arasında;  81 İl’de  1.749 adet proje ve bu projelerden dolayı toplamda 18.731.368 € hibe alınmıştır. Bu hibelerden ise 20.000 genç yararlanmıştır. Türkiye’nin 18.891.044 kişilik genç nüfusu düşünülünce 20.000 çok küçük bir rakam olarak kalmaktadır. Bölgelere Göre Gençlik Programı Projeleri (2003-2007) yararlanma oranlarına baktığımızda ise; %31 ile İç Anadolu  birinci, %24 ile Marmara ikinci, %12 ile Akdeniz’in  takip ettiğini görüyoruz.   

Gençlik Programından Kimler Yararlanabilir? 13-30 yaş arasındaki gençler,  Sivil Toplum Kuruluşları, Gençlik çalışanları,  Gençlik liderleri,  Yerel yönetimler ve Gençlik Politikaları Belirleyicileri bu projelerden yararlanabilir.

 Bu projeler neleri kapsar?

  • 1. Eylem 1.1 – Gençlik Değişimleri: Gençlik Değişimleri, farklı ülkelerden genç gruplarına bir araya gelme ve birbirlerinin kültürleri hakkında öğrenme fırsatı sunar. Gruplar, karşılıklı ilgi duyulan bir konu etrafında Gençlik Değişimini birlikte planlarlar. Gençler bu Eylem ile yurt dışındaki projelere katılabildikleri gibi yurt içinde de uluslar arası projeler yapabiliyorlar. Bir Gençlik Değişimine katılmak için yabancı dilinizin çok iyi seviyede olması da gerekmiyor.
  • 2. Eylem 1.2 – Gençlik Girişimleri: Gençlik Girişimleri yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde tasarlanan grup projelerini destekler. Sokağınızda, köyünüzde, ilinizde veya bölgenizde gerçekleştireceğiniz her türlü yararlı proje fikri için geçerli olan eylemdir. Bu alt eylem ayrıca gençler arasında işbirliğini ve deneyim değişimini geliştirmek amacıyla farklı ülkeler arasında benzer projelerden oluşan bir ağ kurulmasını da destekler.
  • 3. Eylem 1.3 – Gençlik Demokrasi Projeleri: Gençlik Demokrasi Projeleri, gençlerin hem yerel, bölgesel ya da ulusal düzeyde, hem de uluslararası düzeyde demokratik yaşama katılımını destekler.
  • 4. Eylem 2 -AvrupaGönüllüHizmeti: Avrupa Gönüllü Hizmeti, istediğiniz bir AB ülkesinde sosyal içerikli bir projede 2-12 aylık süreler dahilinde yer almanızı sağlayan bir etkinliktir. Dil eğitimini de (% 5) içeren Avrupa Gönüllü Hizmeti 18-30 yaş arasındaki tüm gençlere açıktır. Avrupa Gönüllü Hizmetinin (AGH) amacı, Avrupa Birliği’nin içinde ve dışında çeşitli şekillerdeki gönüllü faaliyetlere gençlerin katılımını desteklemektir. Bu Eylem kapsamında gençler, bireysel olarak ya da gruplar halinde kâr amacı gütmeyen, ücretsiz faaliyetlerde yer alırlar.
  • 5. Eylem 3.1 – Avrupa Birliği Komşu Ülkeleriyle İş Birliği: Bu alt-Eylem Komşu Ortak Ülkelerle gençlik alanında Gençlik Değişimleri ve Eğitim ve Ağ Kurma projelerini destekler. Başka bir deyişle 2 ayrı alt faaliyet ile Eylem 1.1 ve Eylem 4.3 projelerinin Komşu Ortak Ülkelerden katılan ortaklar ile de yapılmasını sağlar.
  • 6. Eylem 4.3 – Gençlik Çalışanları ve Gençlik Kuruluşları İçin Eğitim ve Ağ Kurma: Bu alt-Eylem, gençlik çalışmalarında ve kuruluşlarında aktif kişilerin eğitimini, özellikle deneyimlerin, uzmanlığın ve aralarında iyi uygulamaların yanı sıra uzun süreli kalite projeleri ile ortaklıklar ve ağların oluşmasını sağlayacak faaliyetlerin değişimini destekler. İşbaşı Eğitimi, Fizibilite Ziyareti, Değerlendirme Toplantısı, Çalışma Ziyareti, Ortaklık Oluşturma Faaliyeti, Seminer, Eğitim Kursu ve Ağ Kurma projeleri yapmanıza olanak sağlar.
  • 7. Eylem 5.1 – Gençler ve Gençlik Politikalarından Sorumlu Olanlar İçin Toplantılar: Bu alt-Eylem, gençler, gençlik çalışmalarında aktif kişiler ve gençlik politikalarından sorumlu kişiler arasında işbirliğini, seminerleri ve yapılandırılmış diyalogu destekler. Ulusal tipinde yurt dışından ortaklara ihtiyaç yoktur. Çok sayıda gencin katıldığı büyük toplantı ve seminerleri mümkün kılar.
  • 8. TCP (Training and Coordination Plan – Eğitim ve İşbirliği Planı): Yurt dışında diğer Ulusal Ajanslarca veya Avrupa Komisyonunca; yurt içinde ise ulusal ajans tarafından düzenlenen bazı eğitim ve etkinliklere TCP kapsamında alacağınız hibeyi kullanarak katılabilirsiniz. Bu etkinliklere katılarak Gençlik Programı hakkındaki tecrübenizi daha da artırabilirsiniz. Bu etkinliklere katılan katılımcıların konaklama ve yemek masrafları ile yolculuk ve vize masrafları ulusal ajans ve diğer Ulusal Ajanslarca karşılanır.

AB Gençlik Programının gençlere katkıları neler?

AB Gençlik Programı 2003-2006 Etki Değerlendirme Raporunda; 7 coğrafi bölge, 23 il, 800 proje katılımcısı genç, 100 proje grup lideri, 90 eğitmen, proje sorumlusu, katılımcı genç ile yapılan değerlendirmede sorulan sorulara verilen cevaplar ile gençlere neler kattığını gözlemleyebiliriz.

  • Öncelikli olarak farklı kültürler tanınmış ve kendi kültürümüzü birçok ülkeye tanıtma fırsatı yakalamışız. Bu konuda “Gittiğiniz ülkedeki-ülkemize gelenler hakkında görüşlerinde olumlu değişimler oldu mu?” sorusuna cevap verenlerin %65 Evet demiştir.
  • Gençler farklı ülke vatandaşlarıyla iş yapabilme olanağı bulmuştur, buda gençlerin farklı kültürlerde yetişmiş insanlarla ilişki kurma yeteneği kazanmasına sebep olmuştur. Bu konuda ” Farklı ülke vatandaşları ile sosyal ilişki kurma beceriniz gelişti mi?” sorusuna %81,7 Evet, %11,2 Hayır demiştir.
  • Gençlerin olaylara bakış açısı gelişmiştir. “Sorunlara hem yerel hem de küresel bakış açın gelişti mi?” sorusuna ise %83 Evet ile karşılık vermiştir.
  • 1980 darbesinden sonra gençliğin en büyük eleştirilen yönü yönetime ve siyasete katılmamasıydı. Bu program sayesinde “Aktif katılım duygunuzu geliştirdi mi?” sorusuna %94 Evet, bunun karşısında sadece %2 Hayır demiştir.
  • Türkiye’de proje diyince herkes bir ilkilir ve geri kaçar. Ama program sayesinde ” Proje hazırlama-yürütme bilgi ve beceriniz arttı mı?” sorusuna %92,2 Evet demiştir.
  • Ülkemizin en büyük problemlerinden biri olan işsizlik konusunda ise; ” İş dünyasındaki şansınızı artırdı mı?” ya verilen cevapların %60 Evet.
  • Genel olarak bakıldığında ise; “Proje yapmak hayatınızı olumlu yönde etkiledi mi?” sorusuna, %91 Evet olduğu görülmüştür.

Bütün bu sonuçlar açısından bakacak olursak gençlerin bu programlardan haberdar edilmesi gerekmektedir. Bununla da yetinilmeyip bu tür programlardan istifade edilmesi sağlanmalıdır.

 

KAYNAKLAR:

  • 1. http://www.ua.gov.tr
  • 2. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2008 verileri
  • 3. AB Gençlik Programı 2003-2006 Etki Değerlendirme Raporuna

 

‘Size paşam yerine Çevik Bir diyebilir miyim?

Biraz gerilere götürmek istiyorum sizi. Yıl 2000. Yer İstanbul Sheraton Oteli. Kısa ismi RUİAD olan Rumelili İş Adamları Derneği’nin yemekli bir toplantısı var. Konuk da çiçeği burnunda Emekli Orgeneral Çevik Bir. 04 Şubat 1997 de tankları Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı’dan habersiz Sincan’da yürüten, dönemin Genelkurmay 2.Başkanı Orgeneral olarak, o döneme mühür vurmuş önemli bir isim.

“Şeriatçı bir yönetime karşı, müdahalenin kaçınılmaz olduğu” şeklindeki düşüncesini, her fırsatta emrindeki komutanlara ve Genel Kurmay Başkanı Karadayı’ya ileten Çevik Bir ile ilgili 8 Eylül 2003 tarihli Vatan Gazetesi’nde Bilal Çetin imzalı çıkan yazıdan bazı alıntılar yapmak istiyorum.

Sonra konumuza tekrar döneriz.

“4 Şubat sabahı Sincanlılar müthiş bir palet gürültüsüyle uyanıyorlar. 15 tank, 20 zırhlı kariyer, cip ve REO’lardan oluşan konvoy ağır ağır Sincan’ın ana caddesinden ilerliyor.. İlçe merkezine gelindiğinde birlik komutanı yüzbaşı çadırı arıyor, ama çadır çoktan kaldırılmış. Çünkü kamuoyundan yükselen sert tepki RP’lileri de endişelendirmiş ve o gün akşam saatlerinde RP Genel Merkezi, Belediye Başkanı Yıldız’a “o çadırı kaldır” talimatı vermişti. Palet gürültülerinin Sincan caddelerinde duyulduğu sabahın erken saatlerinden itibaren Ankara’da müthiş bir panik yaşanmaya başlıyor.  Darbe oldu mu, oluyor mu konuşmaları sürerken Genelkurmay’dan kısa bir açıklama geliyor: “Motorlu yürüyüş tatbikatı yapılıyor.”  

Haberi duyan Cumhurbaşkanı  Demirel, Genelkurmay Başkanı  Karadayı’ya telefon ediyor. Karadayı, Cumhurbaşkanı Demirel ile yaptığı telefon görüşmesinin ardından 2. Başkan Çevik Bir’i makamına çağırıyor. Karadayı oldukça sert bir ifadeyle “Tank emrini kim verdi?” diye soruyor. “Ben verdim komutanım” oluyor Bir’in yanıtı. Bir an susuyor Karadayı ve şunları söylüyor: Keşke yapmasaydın. Durum nazik bir noktada. Cumhurbaşkanı ile konuşuyoruz. Bu ayki MGK toplantısında her şeyi halledeceğiz…” Çevik Bir kıpkırmızı oluyor, adeta kendini kaybediyor, Karadayı’nın üstüne yürüyor ve iki eliyle yakasına yapışıp çok sert bir ses tonuyla şunları söylüyor: “Komutanım Türkiye elden gidiyor, siz ne diyorsunuz. Demirel de bizi uyutuyor. Çıkın bakın birlik komutanları neler söylüyor, bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin alt personeline bile sorsanız hâlâ ‘Bunları niye seyrediyoruz’ diyorlar, İrticanın Atatürk Cumhuriyeti’ni ele geçirişini seyredecek miyiz? Bunun sorumluluğunu nasıl taşırız?”  

Bu olayın ardından hepimizin yakinen bildiği 28 Şubat tarihinde alınan MGK tavsiyesi (!) yapılıyor RP-DYP Hükümeti’ne.  

Biz gelelim yine Fenerbahçe’nin Efsanevi Başkanı Ali Şen’in yöneticiliğini yaptığı  o RUİAD Toplantısı’na.  

Basın yoğun ilgi göstermişti. Kimler yoktu ki. Hatırımda kalanlardan bazıları Mehmet Ali Birand, Deniz Arman, Ali Kırca ve Reha Muhtar.  

Reha Muhtar bir soru sordu Bir’e.   

– 1960- 1971-1980 derken 28 Şubat. Türkiye’nin kaderi midir bu? 1960 İhtilali’nde babam elimden tutup, “Oğlum gel bak tanklar geçiyor” deyince korktum. Bu tanklar ne zaman kışlaya dönecek?  

Çevik Bir bu soruya karşılık bir soruyla cevap verdi Reha Muhtar’a.  

– Kaç doğumlusun sen?  

Reha Muhtar;  

– 1959.  

Çevik Bir’in; 1960 ta 1 yaşındayken mi hatırlıyorsun bunu sen şeklindeki cevabı karşısında Reha Muhtar’ın düştüğü duruma herkes gibi ben de gülmüştüm.  

Gecenin bombasını  ise Gazeteci Mehmet Ali Birand patlatmıştı. Soru sordu Çevik Bir’e.   

– Efendim, şimdi size bir soru soracağım. Ama cevabını  da net olarak almak istiyorum. Cumhurbaşkanlığı’na aday mısınız?   

Çevik Bir, lafı biraz sağından solundan dolaştırsa da sonunda gönlünden geçeni, ağzındaki baklayı  çıkarttı.

–  Şartlar da uygun olursa neden olmasın.

O cevapla birlikte Çevik Bir’in hayallerinin sonu oldu. Zira artık 28 Şubat’ın o güçlü  Paşa’sı gitmiş, siyasetçi Çevik Bir gelmişti. Bunu teyiden hemen bu cevaptan sonra salonda bulunan Kurt Politikacı Orhan Keçeli’nin Bir’e dönerek; “Size Paşam yerine Çevik Bir diyebilir miyim” diye sorması bitişin de başlangıcıydı.

Bu anımı sizinle neden paylaştığıma gelince:

Bütün bunlardan sonra 2002 de AKP İktidar oldu. Hem de tek başına.

28 Şubat’ın Mimarı diye bilinen Çevik Bir, bu Hükümet’in görevlendirmesiyle mutemet bir vatandaş  olarak, AKP İstanbul Milletvekili Alaattin Büyükkaya, RUİAD Başkanı Em. General İdris Koralp ve beraberindeki heyetle geçen yıl Makedonya’daki seçimlerde Türk Partisi TDP’ye duygusal (!) ve de fiziki destek vermek üzere Makedonya’ya gidiyor.

Peki, şimdi söyleyin bakalım. Komutanlara yönelik bu operasyona 28 Şubat’ın rövanşı diyenlere sesleniyorum özellikle.

– 28 Şubat kime yaramış?

– 28 Şubat Paşası’nın Hükümet ile bu kadar yakın olmasını  nasıl izah edeceksiniz?

Madem bir rövanş var, öyle ya, hayali falan değil, harbi bir müdahalenin gerçek Mimarı  ile ilgili neden herhangi bir girişim yok da aksine bir yakınlaşma söz konusu.

Yoksa 28 Şubat, “Bu Hükümet’in temellerinin atılmasına yardım etmekten başka bir şey değildir” diyenler haklı mı?

Veya 28 Şubat’ın Mimarı, Amerika’nın koruyup kolladığı bir askerken, gözaltına alınanlar Amerika’nın yaramaz çocukları mı?

Temeli Eskiye Dayanan Gerginlik

1960’lı, 70’li yıllarda Hukuk Fakültelerinde, Siyasalda sağcıların okuması mümkün olmuyordu.

Hele ODTÜ, geleceği şekillendirecek ilim ve bilim adamları(!)’nın tatbikat sahasıydı.

Sular hiç durulmaz, hiçbir bölümüne sağcılar giremez ve sol fraksiyonların taşlı, sopalı eğitimleri bütün hızıyla sürdürülürdü.

Ülkenin yönetiminde gerekli olan siyaset bilimi solcuların elinde olduğu gibi, ders kitapları da militan yazarlar tarafından şekillendirilip, Türk Milletinin milli ve manevi değerleri, örf ve ananeleri göz ardı edilerek yazılırdı.

Bu çöreklenme sebebiyle, o yıllarda hükümette kim olursa olsun, bu hakikat değişmiyordu.

Oldukça uzun bir süre okullarda kontrolü elinde bulunduran o zümre, hükümette kim olursa olsun, iktidarı elinde bulunduracak gücü elinde tutmuştur, tutuyor.

Belki bu zümreye tepkidendir, uzun süredir genelde sağ hükümetler kurulur.

Ancak iktidar hep solun elinde olur.

Zira en büyük güç, yani anayasayı kullanma, işletme, uygulama yetkisi olanlar, genelde solculardan oluşmuştur.

Hele birde Moğoltay faciası sonucu, solcuların da en güçlüleri(!) toplu halde işbaşına getirilince, sol iktidar, gücüne güç katmış oldu.

İşte bu yüzden bugünkü hükümet de, meclisteki muhalefetin zorlayamamasına rağmen hep diken üzerinde, zamanının önemli bir bölümünü kapatma savunmalarını hazırlamakla ve mahkeme kapılarında geçirmektedir.

Yani tarihi bir meclis çoğunluğuna rağmen AKP hükümeti iktidar olamıyor, hatta devrik bir savcı kadar güçlü olamıyor.

12 Eylül darbesi silahla, kaba kuvvetle, zorbalıkla yapılan son darbeydi.

O günden sonra Rütbeliler bir takım tatbiki darbe hazırlıkları(!) ile oyalanırlarken, Cübbeli darbeciler peş peşe darbelerini sıraladılar bile.

Ülkenin en büyük makamına oturacak kişi, yani Cumhurbaşkanı, sadece bir kişinin, hem de meclis dışında, devrik bir savcının biryerlere direktifi doğrultusunda, akıllara durgunluk veren bir ihtilal sonucunda, planlanan sürede makamına oturamadı.

Cübbeliler o kadar ileri gittiler ki, rütbelileri de rahatlıkla kullanabildiler, bir takım rütbelilerle içli dışlı oldular ve Türkiye’nin bekası için(!) ortak eylem planları yaptılar. Hem de Genelkurmay Başkanlığını bile uyutarak.

Hani Sayın Genelkurmay Başkanımız ıslak mı-kuru mu diye tartışılan bir belgeye “sadece bir kağıt parçası” demişti ya, hani ciddiye almamıştı ya…

Adli Tıp’tan sonra, TSK’dan da aynı yönde bir karar ile, belgenin gerçek ve imzanın ıslak imza olduğu açıkladı.

Şimdi merak ediyorum; Bir subay tarafından, bir ülkenin, koskocaman Orgenerali uyutuldu, ana muhalefet lideri ve birçok KÖŞE yazarı uyutuldu(!), peki imzanın ıslak olduğu kesinleşti, şimdi ne olacak?

Emelleri uğruna askerleri kullanma ve yönlendirme yolunda marifet sergileyen hukukçuların hali şimdi ne olacak?

Hastanelerde bile öncelikli olan bu elit(!) insanlara, bu görevleri adaleti adilce dağıtmak olması gereken insanlara hala dokunulamayacak mı?

Ya da hasbelkader dokunulursa HSYK hemen gereğini mi yapacak?

HSYK’nun yapacağı (gereği) hangi kıstaslara uygun olacak?

Bu kurulun tavrı gerçekten hukuki mi, yoksa siyasimidir?

Benim cevabım; tereddütsüz SİYASİ.

Bunu Erzincan Başsavcısı konusundaki kararları ile alenen ortaya koydular.

Malum Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in evi ve ofisinin aranma kararını da tutuklama kararını da hâkimler vermiş, itirazı reddedenler de yine hâkimler olmuştu.

Bu karar; yürüyen bir soruşturmayı etkilemeye yöneliktir, bu karar siyasidir, bu karar skandaldır.

Aksini iddia mümkün müdür?

Ortada gerçekliği şüphe götürmez bir Ergenekon çetesi var, malum başsavcı zaman zaman bu çetenin toplantılarında başkanlık yapıyor, dindar insanlara “evlerine silah koydurtarak” tuzak kuruyor, Polis ve askeri karşı karşıya getirmeye çalışıyor, Ergenekon’u aklamaya, delilleri sulandırmaya gayret ediyor, AK Parti’yi kapatmaya yönelik yasa dışı yoldan delil oluşturmayı planlıyor vs. vs…

Karıştırmadığı halt kalmamış ve bu zevat HSYK’nın şemsiyesi altında.

“İBDA-C” ve “HİZBULLAH” mensubu olarak gösterilen dindar insanların telefonları gizli takibe alınmış.

İsmailağa Cemaati’ne mensup olduğuna inandığı insanlar hakkında dinleme yapabilmek için onları terörist olarak resmi belgelere kaydetmiş.

İki yıl boyunca Ağır Ceza Savcıları’nın alanına giren bir soruşturmayı üstlerinden gizlemiş…

Bütün iddiaları bir yana, tele-kulak skandalından en çok şikâyet edenler Yargıtay, YARSAV, HSYK üyeleri değil miydi?

Tele-kulak konusunda hassas yayın yapan basın kuruluşları da Cihaner konusunda ters köşede yer aldılar.

CHP’nin tavrı ise bir başka skandal…

CHP, tele-kulak konusunda İçişleri Bakanı aleyhine gensoru bile vermişti.

Ama CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin Erzurum’a gidiyor ve Sayın Cihaner’i cezaevinde ziyaret ediyor.

Neden? Acaba yasa dışı dinlemelerin nedenini sormak için mi?

Sayın Ersin, İnsan Hakları Komisyonu’nda oluşturulan “Gizli Dinleme Yoluyla Özel Haberleşmenin İhlali” Alt Komisyonu’nun bir üyesi değil mi?

Komisyonun raporunu yeterli bulmayarak muhalefet yazısı yazacak kadar bu konuda hassas!

Ancak, Erzincan soruşturmasının her safhasına tepki koyan bir isim. Acaba neden?

Kendini Ergenekon’un savcısı ilan eden ana muhalefet partisi, her hukuki sürecin de karşısındayım mı demek istiyor?

Adaleti savsaklayan, yasaları kullanmayı tekelinde zanneden, dindarlar için tele-kulak özel hayatın ihlali değil diri ima edenlerin samimiyetleri sorgulanmalıdır vesselam.

Özetle; İrtica diye bir düşman üretip, bununla insanları korkutup sindiren bir Gizli Komite yapılanması varmış ve sürekli bizi kandırıp değerlerimiz ve gözyaşlarımız üzerinden fayda temin eden çetelerin esiri edilmiş bir ülkede yaşıyoruz

Ne Ekersen Onu Biçersin

Yazının başlığı olan meşhur atasözümüz, ‘herkes yaptığının veya davranışlarının karşılığını görür’ anlamında kullanılır.

Bu atasözü buğday ekenin buğday hasat edeceğini, yulaf ekenin yulaf elde edeceğini anlatırken, ekilen miktar ile hasat edilen arasındaki verim oranını ifade etmiyor. Ekonomik terimle anlatmaya çalışırsak, fayda/maliyet oranına bir atıf/gönderme yapmıyor.

Tarımın ilkel şartlarda yapıldığı çocukluk dönemlerimizde (hâlâ bazı yörelerde devam ediyor) tohumları toprağa serpen köylü ‘bu yele, bu kurda/haşereye, bu kuşa, bu toprağa’ diye ekerdi. Yani ektiklerinin küçük bir kısmı toprakla buluşur, tohum ürüne dönüşürmüş. Fakat toprakla hemhal olan tohum öyle bir bereketli mahsul verir ki yele, kuşa verilen yani görünüşte zayi olandan çok daha fazla ürün elde etmek, kendinin ve ailesinin rızkını temin etmek mümkün olabilirdi.

İnsanlar da bazen sosyal ilişkilerinde umutsuzluğa kapılıyor. ‘Ben çevremdeki insanlara hep iyi davranışlarda bulunmama, çeşitli fedakârlıklarda bulunmama rağmen yeterince karşılık göremiyorum’ şeklinde hayıflanmalar, karamsarlıklar içine düşebiliyor. Hatta daha karamsar tipler ‘ben iyilik ekiyorum ama karşılığında kötülük görüyorum‘ düşüncesini dile getirirler.

Toplumda bu tarz yakınmaya içten inananın pek olmadığını düşünüyorum. Çünkü toplum vicdanı, gerçekten ne ekilirse onun biçileceğine dair köklü bir inanç içindedir. Topluma, çevresine iyilik içerisinde olan insanlar kıskanılabilir, çekememezliklere muhatap olabilir ama böyle kişilerden toplumun nefret ettiği görülmemiştir.

Yüce Yaratıcımız, dünyevi bir karşılık beklemeksizin sırf Allah rızası için yapılan iyiliklerin karşılığını Kitabında anlatıyor: “Mallarını Allah yolunda sarf edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın lütfü geniştir, O her şeyi bilendir.” (Bakara 261)

Hadis-i Şerifte ise şöyle bildiriliyor: “Rabbiniz Rahimdir. Bir iyilik yapmak isteyip de yapamayana, bir sevap verir. On mislinden yedi yüz misline kadar veya daha fazla sevap yazar. Kötülük yapmak isteyip de yapmayana bir sevap, yaparsa bir günah yazar.” (Taberani)

Bana bütün bunları, 05 Mart Cuma günü Avukatlık Büromun açılışında çevremden, dost ve arkadaşlarımdan gördüğüm yakın alaka, verilen moral ve gönülden yapılan teşvik, iyi dilekler ve dualar düşündürttü.

Eğer benim fiil (eylem) ve davranışlarıma Cenab-ı Allah bire bir karşılık verseydi, yani ektiğim kadar biçmek durumunda kalsaydım, böyle bir güzelliği yaşamam mümkün olamazdı. Yaratıcımızın, bizim yapmadığımız kötülüklere bile sevap yazan, yaptığımız iyiliklere de yedi yüz kat ve daha fazlasını veren rahmeti ve cömertliği olmasaydı bu kadar güzel dostlara, kardeşlere sahip olmanın hazzını tadamazdım.

Büro açılışıma katılan, çiçek gönderen, telefon, e-posta, telgraf ile mesaj gönderen, bu suretle moral ve güç veren dostlarıma teşekkürlerimi arz ediyor, bana bu dostlukları bahşeden Rabbime şükrediyorum.

* * * * * * * *

Ne ekersen onu biçersin” atasözünün değişik halleri de var. Mesela güncel siyasette sıkça kullanılan “rüzgâr eken, fırtına biçer” sözünü anmamız için “siyasi gerilimin” iyice arttığı günümüzde yeterince sebebimiz olduğunu sanıyorum.

Camilerde hocalardan sıkça duyduğumuz “ne verirsen elinle, o gelir seninle” atasözü de yapılan iyiliğin mükâfatının mutlaka alınacağını gösterirken, “eden bulur” sözü ise yapılan kötülüğün karşılıksız kalmayacağını vurgulamakta.

Bu atasözlerinin hepsi farklı gerçekleri, değişik boyutlarıyla içimize nakşeden ve dünyaya bakış açımızı/ değerler dizimizi (paradigmamızı) oluşturan çok faydalı özlü sözler. Yeter ki yerinde kullanmayı bilelim.

*******************

Çin Bambu Ağacının Yetişmesi

Stephen Covey’in “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” kitabından yıllar önce okuduğum ve internette çok yaygın olarak paylaşılan Çin Bambu Ağacının yetişmesine dair örneği kendime ve sizlere hatırlatmak istiyorum.

Çin Bambu ağacının yetişmesi, kısa vadeli semerelerden ziyade, uzun vadeli başarılara odaklananlara cesaret verici, olumlu ısrar için güzel bir örnektir.

“Çinliler bu ağacı şöyle yetiştiriyorlar:

Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.

Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.

Tohum yeniden sulanıp gübrelenir.

Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez.

Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.

Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez.

Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.

Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

Akla gelen ilk soru şudur:

Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı? Yoksa beş yılda mı ulaşmıştır? Kuşkusuz ki beş yılda.

Büyük bir sabırla ve ısrarla beş yıl süresince, tohum sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edilebilir miydi?”