17.7 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1208

Soykırımı Tanımalısınız!!!

Yine bir 24 Nisan geldi. Ermeniler ve Ermeni yandaşı olmaktan nemalananlar ayaklandı. Neymiş efendim “soykırım” olmuş. Türk Milletini arkadan vur, her türlü melaneti yap, soysuzluğun daniskasını gerçekleştir sonrada ağla. Ermeniye sadece mendil vermek lazım.

Ermenilerin ne menem bir millet olduğunu anlamak için Hocalı katliamına bakmak, yeterde artar bile. Eğer Türklerin tarihte buna benzer değil, ufacık bir katliam yaptığını ispat ederseniz hemen Türk Milletine mensubiyetten vazgeçeceğim.

Yok kardeşim yok! Yeryüzünde Türklerin gösterdiği hoşgörüyü, anlayışı ve insan sevgisini gösterebilen başka bir millet daha yok…

Kendisine kurşun atanı bile belki insafa gelir diye sırf  yaradılmışların en şereflisi olduğu için başını okşayarak kucaklayan ve onu sevgi ile bağrına basan başka bir millet daha yok bu yeryüzünde.

Hamile kadının karnındaki çocuğun cinsiyeti için yazı tura atan ve sonra karnını yararak cinsiyet tespiti yapan ve de süngüsünün üstünde henüz nefes almamış insan yavrusunu katleden bir Türk göremezsiniz. Ancak tarih hem de çok yakın bir zamanda böyle Ermenileri Hocalı’da  görmüştür.

Ermeniler, kendilerini daima korumuş ve kollamış olan Türk Milletini, Rusların ve diğer güçlerin kışkırtması sonucu arkadan vurmuştur. Dün kuvvetle Rusların kullandığı Ermeniler bu gün başta ABD olmak üzere bir çok güç tarafından Türklere karşı kullanılmaktadır.

İnsanın hadi ordan diyesi geliyor ama dünya artık o dünya değil. Bizi suni bir Ermeni meselesi ile meşgul ederek enerjimizi boşa çıkarmak isteyenlere karşı yine akılla dolu, doğru politikalar izleyerek karşılık vermeliyiz.

Dünyanın patronluğunu başka birine kaptırmak istemeyenler güçlü bir Türkiye istemiyor. Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olması haçlı zihniyetinin hiç kabul etmek istemediği bir şey. Hele birde Türk Dünyasının birliği ihtimali var ki bu ihtimal onların uykusunu kaçırıyor. Onun için devamlı surette suni meseleler üretmek  kaydıyla Türkiye meşgul ediliyor.

Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun  son 300 senesi ile genç Türkiye Cumhuriyetini 87 yıllık ömrü buna benzer sorunlarla uğraşmakla geçmiştir. Bu sebeple kalıcı ve istikrarlı stratejik hamleler içeren plan ve politikalara ihtiyaç vardır.

Yapılması gereken en önemli şeylerden biri, iç ihanetin afişe edilmesidir. Haydarpaşa Garında ve Taksim Meydanında sözde Ermeni Soykırımının tanınmasını isteyenlerin kim olduğunu Türk Milletinin bilmek ve tanımak hakkı vardır.

Düşünce özgürlüğünün bir insan hakkı olduğunu kabul etmekle birlikte bukalemun gibi davranarak Türk Milletine ihanet içinde olmanın yine Türk Milletine çok büyük bir haksızlık olduğunu belirtmeliyim.

Daima vurguladığım bir husus var. Yine tekrar etmek istiyorum. Türk Milletine yapılan bu haksızlığa cemaat ve tarikatların, minberleri ve kürsüleri işgal etmiş olan din adamlarının, sözde STK’ların, siyasal İslamcı medya ve bunların mensubu  gazetecilerin ve buna benzer olanların tepkisini görüyormusunuz?

Amerika’nın Iraktaki 1.5 milyon müslümanı katledişine ses çıkarmayıp sadece Türk ordusunu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarını hedef alıp yıpratmaya çalışan dinler arası diyalog ihanetinin mimarı kürtçü – Amerikancı cemaat acaba Ermenilerin bu taleplerini için ne diyor merak ediyorum doğrusu?

Cami cemaatini kandırıp, İslamiyeti kullanarak iktidar olanların Ermenilere ibadet için hazırladığı Van’ın Akdamar Adasındaki tören sebebiyle Türkiye Ermenileri Ruhani Meclis Başkanı Aram Ateşyan “Akdamar’da sınırlama olursa ayin yapmam” küstahlığı içinde “Biz hem kilisemizin isminin yazılmasını hem de haçın konulmasını istiyoruz” diyor.

Nerede bu taklacı cemaat ve tarikatlar. Onlar niye “Erivan’da yok edilmiş camilerimizden birinin yeniden ihyasını, Erivan semalarında ezan seslerini duymak, yine Erivan’da alnımızı secdeye vardırmak istiyoruz” diye haykırmıyorlar. Ama Türkiye Cumhuriyetinin bir vatandaşı olarak ben hepsini talep ediyorum.

Evet! Soykırım vardır ama bu soykırım Türk Milletine karşı yapılmıştır. Sadece 1821 – 1922 yılları arsında Balkanlar’da 5.5 milyon Türk katledilmiştir. Balkan Savaşlarında katledilen Müslüman Türkün sayısı 632 binin üzerindedir. Bu rakamları ben değil dünyanın  tanıdığı araştırmacı Justin McCarthy veriyor.

Balkanlarda Türklere karşı yapılan bu soykırım tanınmalıdır. Türk Milleti bu soykırımların peşine düşmelidir. İnsanlık tarihinin en büyük suçlarından biri olan “Balkanlarda Türk Soykırımı” dünyanın önüne getirilmelidir. Bu yetmez diyorsanız başta Ruslar, Çinliler olmak üzere Türk Dünyasında yapılan ve Prof. Dr. Turan Yazgan’ın hesabına göre katledilen 150 milyon Türkün hesabı suçlulardan sorulmalıdır.

Bunlar Türkün öldürülürken bile kendisini korumasını bir kabahat olarak görüyorlar. İstiyorlar ki Türk ölürken bile ses çıkarmasın. Uyan be Türk uyan artık…

Çanakkale Savaşı’nın Gurbetteki İki Kahraman Şehidi

Çanakkale savaşlarından yaklaşık üç yıl önce, Padişah Sultan Mehmet Reşad’ın iradesiyle, 350 kişilik bir askeri birlik Hindistan’a gönderilir. Birlik, işgalci ve emperyalist İngilizlere karşı savaşan Müslüman Hindistanlılara katılır. Silah ve mühimmat açısından kısıtlılık ve yetersizlik yüzünden uzun süren mücadele sonunda savaşı kaybederler.  Bu arada kırk kadar Osmanlı askeri de İngilizlere esir düşer.

İngilizler bu kırk Osmanlı esir askerini gemide çalıştırmaya başlar. Gemi, Avustralya’ya yola çıkar. Esir Osmanlı askerlerinden ikisi, bir plan yapıp gemiden kaçarlar. Bir süre gizlendikten sonra Avustralya’da iş sahibi olup çalışmaya başlarlar.

Avustralya’nın Silver City kentinde Karadenizli Menteşoğlu Molla Abdullah aile mesleği olan dondurmacılık, Afyon Kara Hisarlı Tarakçıoğlu Gül Mehmet’te baba mesleği olan kasaplık yaparlar. Bulundukları ortama ve koşullara uyum sağlamış, çalışkan ve dürüst iki Anadolu insanı olarak tanınarak  çevrelerinden sevgi görürler.

Ancak 1915 yılında Avustralya, Çanakkale’ye asker gönderince Tarakçıoğlu Mehmet ile Menteşoğlu Abdullah bir araya gelerek bir durum değerlendirmesi yaparlar. Avustralya, mademki Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmiştir. Bizde birer Türk askeri olarak bu savaşta yer almalıyız kararını verirler. 

Eylemlerine başlamadan önce silahlanırlar ve gerekli hazırlıkları yaparlar. Bu arada Avustralya devleti başbakanına yazdıkları bir mektupla savaş ilan ederler. Mektupları kısa ve özdür. Mealen ; “Sayın başbakan, duyduk ki devletimize savaş açmışsınız. Çanakkale’ye  asker göndermişsiniz. Biz de sizinle savaşacağız. Bilginiz olsun. “imza Osmanlı askerleri Menteşoğlu Abdullah ve Tarakçıoğlu Mehmet.

Doğal olarak hiç yetkili bu mektubu dikkate almaz.

İki Osmanlı askeri öncelikle Broken Hill bölgesindeki White Rock’ta (Karlı Kayalar) mevzilerini hazırlarlar. Daha sonra savaş planlarını uygulamaya başlarlar. İlk önce bölgeden geçen tren yolunun viraj kısımlarındaki raylarını sökerek pusuya yatarlar. Peş peşe 3 treni devirirler. Trende bulunan askerlere ve mühimmatlara ağır zarar verirler. Planları gereği ikinci uygulamalarında, bölgede bulunan 8 karakolu basarlar ve karakoldaki askerlerin tamamını etkisiz hale getirirler. 

Avustralya yetkilileri peş peşe gelen bu felaket haberleri ile  şaşkına dönerler. Sonunda biri, iki Türk askerinin yazmış olduğu mektubu hatırlar. Ve derhal bölgeye 250 tam teçhizatlı bir askeri birlik gönderilir. Birkaç gün sonra Molla Abdullah ve Gül Mehmet’in yerleri tespit edilir. İki kahraman askerimiz son kurşunları bitinceye kadar savaşırlar ve şehit olurlar. 

Konu ile ilgili bilim adamlarımızın ve bazı yazarlarımızın zaman zaman yaptıkları açıklama ve yorumlarla  bu önemli tarihi olay gündeme gelmektedir. Zira hadisenin “Battle Of Broken Hills” yani Broken Hill Savaşı adıyla resmi Avustralya savaş tarihine girdiği bilinmektedir. 

Şimdi Avustralyalılar White Rock’a Türk Kayalıkları adını vermişler. Dış İşleri yetkililerimiz bu alanda bir anıt dikilmesini ve anıta Atatürk’ün, Anzaklar için söylediği kucaklayıcı sevgi ve barış dolu beyanatının “Uzak memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar: burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlarda evlatlarını harbe gönderen analar; gözyaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”  

Aynen  anıtın gövdesine  yazılması için girişimde bulunmuşlardır. 

Çanakkale Zaferimizin 95. yılında ülkelerinin istiklâli, bekâsı ve kutsal saydıkları değerleri uğruna hayatlarını gözünü kırpmadan feda etmiş olan kahraman askerlerimizi minnet ve şükranla anarken aynı ideal uğruna binlerce kilometre ötede şehit olan bu iki büyük kahramanımızı da aynı duygularla sevgi ve saygıyla anıyoruz. 

 

AKP Hükümeti ve Murphy Kanunları

Murphy Kanunlarını çoğunuz duymuşsunuzdur. Edward Murphy‘nin (1918-1990) hayat tecrübelerinden yola çıkarak ortaya koyduğu esprili ama aslında ciddi bir temel üzerine oturtulmuş kurallardır. Yaşanmış bazı durum ve tersliklerden mülhem olarak ifade edilmiştir. Zaman içinde pek çok kişi benzer terslikleri Murphy Kanunu adı altında listeye eklemiş, kurallar anonim bir hal almıştır.

 Murphy Kanunları’nın temeli şu söze dayanır:

“Eğer bir işi halletmek için birden fazla ihtimal varsa ve bu ihtimallerden biri istenmeyen sonuçlar veya felaket doğuracaksa; kesinlikle bu ihtimal gerçekleşecektir.”

Hükümetimizin ve iktidar partisi AKP’nin yapmak istediği icraata dair önemli gelişmeleri, Murphy Kanunları çerçevesinde incelemek ilginç olabilir.

Hükümetimiz, Murphy Kanunu’nuneğer kötü giden bir işi kendi haline bırakırsanız, durum kötüden daha kötüye gidecektir” diyen maddesini ciddiye alarak çok önemli konularda cesur çıkışlar yapmakta.

Hükümet bu çıkışları yaparken de her iş düşündüğünüzden daha uzun sürer kuralının sonuçlarına katlanmayı da göze almış olmalıydı.

************************

KIBRIS POLİTİKASI: Dış politikamız “herkesten önce bir adım atmak ve komşularla sıfır problem” tezi üzerine oturtulmuştu. Uzun yıllar boyu çözülemeyen problemlere kısa yoldan çözümler üretme iddiasıyla yola çıkılmıştı. Bu politikanın gereği olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde önce Rauf Denktaş‘ın yerine M. Ali Talat‘ın seçilmesi desteklenmiş, sonra “Annan Planı‘na” Kıbrıs Türk Halkının evet (yes be annem) denilmesi sağlanmıştı.

Oysa Murphy diyordu ki, “kestirme, iki nokta arasındaki en uzun yoldur.Nitekim Kıbrıs’ta Rumlar, Annan Planı’na hayır demişti. Aradan geçen zamandan sonra da “çözüm” yerine, Hükümetimizin desteklediği M. Ali Talat‘ın seçimlerde yenilmesi, yerine Denktaş’la benzer görüşleri savunan Derviş Eroğlu‘nun gelmesi ile yeni ve uzun bir süreç başlamış oldu.

ERMENİSTAN İLİŞKİLERİ: Aynı politika gereğince “Ermenistan’la ilişkilerin normalleşmesi” adına bu ülke ile ABD gözetiminde protokoller imzalanmıştı. Gelişmeler Hükümetimizin istediği gibi olmadı. Protokoller Ermenistan parlamentosunda görüşülmeden geri çekildi ve süreç donduruldu. Soykırımı tanıyan ülkelerin sayısı arttı. Obama yine soykırım demeden Türk devletinin soykırım yaptığını ifade etti. “Ufak bir arızayı gidermeye çalışırken, daha önemli bir arızaya sebep olursunuz” diyen Murphy’i yanıltmayan Hükümetimiz, Ermenistan’la ilişkileri düzeltemediği gibi, Azerbaycan‘la kardeşlik münasebetlerimizi bozdu ve bunun ilk sonucu, Azeri doğalgazı fiyatının artması ve bir milyar dolarlık ilave doğalgaz faturası ödemek olarak karşımıza çıktı.

KÜRT AÇILIMI: “İyi şeyler olacak” denerek “Kürt Açılımı/ Demokrasi Açılımı” başlatılmış, “analar ağlamayacak”, “terör bitecek” sloganlarıyla 40 yıldır çözülemeyen meseleyi çözmek iddiasıyla harekete geçilmişti. Murphy’nin kuralı burada da devreye girdi: “Bir iş, önemiyle doğru orantılı olarak ters gider.” Yani ne kadar önemli bir işe kalkıştı iseniz, işlerin ters gitme ihtimali o kadar yüksektir. Habur‘da yaşanan rezaletin millet vicdanında açtığı yara o kadar derin oldu ki, anketlerde AKP’ye olan destek şiddetle düştü ve açılım rölantiye alındı. Terör de bitmediği gibi, teröristbaşının İmralı’dan verdiği talimatlar gereğince yeniden tırmanışa geçti. Üçü PKK’nın son karakol baskınında olmak üzere, dün de beş şehit verdik.

**************************

ÇIKARILABİLECEK DERSLER: Murphy’nin bütün bu olumsuz kurallarının gerçekleşmesi kaçınılmaz bir kader midir? Gerekli hazırlık ve tedbirler alınsaydı bu olumsuz sonuçlar çıkar mıydı? Murphy’nin tavsiyesi şöyledir: “Seyahate çıkarken, ihtiyacınız olan elbiselerin yarısını ve ihtiyacınız olan paranın iki mislini yanınıza alınız.”

1- AKP, Meclis çoğunluğuna güvenerek öngörebildiği tedbirleri alarak hareket etmeye çalışıyor. Ancak Murphy’nin işaret ettiği öngörülemeyen ihtimallerin oluş yüksekliğini hesaba katmıyor. Mesela şu sıralar Anayasa değişikliği paketini birinci tur oylamada 330 oyun üzerinde oylarla (referanduma gidilmesini gerektirecek oy çokluğu ile) geçirmeyi başardı. Bu yeniden bir özgüven yükselmesine yol açtı. Tabii bu da geçecektir. Çünkü herkesin kabul edebileceği bir Murphy kuralı da şudur: “Kendinizi iyi hissediyorsanız kaygılanmayın, geçer.” Ve daha da acısı,  “işler yolunda gittiği zaman mutlaka bir terslik vardır.”

2- AKP’nin, Muhalefeti, Yüksek Yargı’yı ve TSK’yı yaylım ateşi altına alarak kontrol ettiği inancıyla yaşadığı bu iyilik hali, aynı zamanda bir tehlikeyi de işaret ediyor: “Eğer düşman menzil içinde ise sen de öylesindir.”

3- Yine de biz dostça başka bir Murphy kuralını daha hatırlatalım: “Bir işin ters gidebileceği dört muhtemel yol varsa, çok geçmeden ortaya bir beşinci yol çıkacaktır.” AKP, dört muhtemel tersliğe göre gerekli tedbirleri almış olmaya güvenmek yerine beşinci, altıncı terslik ihtimallerine göre, muhalefetle mutabakat yolunu seçse herhalde daha uygun olurdu. Zira “iş bir kere çorba olmuşsa, düzeltmek için yapacağınız her şey durumu daha da berbat eder.”

*******************

SİYASİ MANZARA: Murphy’nin kuralları bunlardan ibaret değil. Bunlardan bir kaçını günümüz olaylarına uyarlamaya çalışınca aklıma geliverenler şunlar: İktidar- muhalefet arasındaki diyalogu anlamak için, İki monolog bir diyalog oluşturmaz.”

Çok konuşan, konuştukça belagatin şehvetine kapılıp daha çok konuşan siyasiler için bir uyarı,  “konuşmanızda bir yanlış yapana kadar kimse sizi dinlemiyordur.” Ve sanki Başbakanımız için söylenmiş, İnsanlar gerçekleri arar, fakat hep kendi görüşleri doğrultusunda ilerler.”

AKP Grup toplantısında Anayasa değişikliklerine olumlu oy veren AKP’li milletvekillerini “tarihe geçtiniz” tarzı etkili sözleriyle motive eden Başbakan Erdoğan’ın sözlerinin arka planında şu kural olabilir mi? “Şüpheye düştüğünüzde, ikna edici olmaya çalışın.”

Murphy Kanunlarının bu kadar anonim hale gelmesi boşuna değil, bir hikmeti olsa gerek.

Ne yazık

Nedense gülmedi baharda bile,
Mutluluk muradım dallarda kaldı.
Bülbülüm cefada geldi de dile.
Gülüme hasretim kollarda kaldı.

Ne senden bir haber aldım aylarca.
Nasibimden bana düşen paylarca.
Bekledim ne oldu? sanki yıllarca.
Tükendim gözlerim yollarda kaldı.

Efkarın elemin izi var bende.
Dermanı bulunmaz sızı var bende.
Mutlaka dönerim sözü var bende.
Ne yazık yeminler dillerde kaldı.  

Değerlerimiz ve değer kırılmaları üzerine(2)

Henry David Thoreau Tüm dünyada Özellikle “sivil itiatsizlik” üzerine 1849’lı yılında yazdığı deneme yazısı ve herkesin bildiği ” Waldo, sen denen burada değilsin?” ifadesi ile tanınan Amerikalı bir yazar, ilk çevreci ve naturalistir. Bu olay nedir dersek eğer; Henry David Thoreau, Amerika’nın Meksika’ya karşı yürüttüğü savaş sırasında konan vergiyi, ‘Ödediği vergiler ile bir insanı öldürmek üzere kullanılmasın’ gerekçesiyle vergi vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden 14 yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan dostu arkadaşı Ralph Waldo Emerson, telaşla arkadaşını görmek üzere hapishaneye gittiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın geçtiği anlatılır: “Henry, neden buradasın?-Waldo, sen neden burada değilsin?

Eğer toplum olarak kaliteli insani değerlerimiz olduğunu savunuyorsak ve bu değerlerin kaybolması konusunda endişelerimiz varsa. Bu değerlerimizin elimizden göz gör göre kaydığını görüyorsak ne yapıyoruz?… En basitinden İnsanın doğumundan itibaren gelişen doğum, kırk meselesi, ilk yürüme, ilk diş çıkışı, ilk yaşı, sonraki yaş günleri, okul mezuniyetleri, kız isteme, söz, nişan, evlilik, kariyer yükselmeleri, hastalık, ölüm, sonrası 7’si 40’ı 52’si gibi tören mesabesinde yaptığımız alışkanlıklarımız var. Bakın bu törenlerin hangileri bize özgün hangileri diğer dünya devletleri ile aynı veya melezleşmiş!.

Kendini mili ve manevi değerler çok saygılı olduğunu söyleyen ve bunun dışındaki (haklı olarak) dışarıdan gelen adetlerin yozlaşmalar neden olacaklarını söyleyen kişi, gurup ve cemaatlerin bu temel törenlerde eli kolu bağlı olduğunu görmüşüzdür. Ne olduysa özellikle 1980 sonrası düğünle ile mevlütler aynı olmuştur. Camilerde pilav üstü tavuk veya et ilave birde tatlı, ayran, su. Bazılarında da pide ayran. Bu bir mevlüt törenimidir? yoksa nişan törenimidir? düğün törenimidir? Sünnet törenemidir? Anlaşılamaz, eğer tören ile bir yakınlığınız yoksa. Sizce ne oldu da toplum kendine özgün törenler oluşturamayıp, ithal ve melezleştirilmiş törenlere rağbet etmiştir?

Toplum köyden kente geçiş sürecinde bir çok adet, gelenek, görenek gibi değerlerini oralarda bırakmış veya kente getirdiklerini de bir süre sonra melezleştirerek veya kentte olana uydurarak devam etmiştir.

Kendini milli ve manevi hassasiyeti olan kişi ve topluluklar olarak addeden herkese soruyorum? Neden biz bu fikirlerimize uygun kişilikli kimlikli davranışlar geliştiremiyoruz? Neden biz “fikirlerimizin olduğu yerde değiliz.”

Her milletin tarihsel süreçlerinde oluşturdukları değerler vardır. Bu değerlerde aynı canlılar gibidir, doğar zamanla gelişir kullanılır ve çeşitli sebeplerden değerler kaybolur kullanılmaz hale gelir(ölür). Tabi ki bu değerler; dil, bölge, kültür, din ve diğer parametrelerle birlikte oluşur ve o mille özgü motifleri üzerinde taşır.

Teknolojik gelişmeler, yeni dünya düzenindeki ulus kavramındaki değişiklikler, dünyanın küreselleşmesi ile birlikte de, yerleşik kültürler, değişimler karşısında ciddi tehdit altındadır ve savunmasızdır. O zaman bizler değerlerimizi sürdürebilir kılmak için özünden bir şey kaybetmeden, günün şartlarına uygun haline getirmeliyiz, dönüşmesini istemediğimiz değerlerimizi de sürdürülebilir hale getirmemiz yolunda caba sarf etmemiz gerekiyor.

Henry’nin iki sözünü hatırlatarak bitireyim “Ahlaktan önce amaç. Sadece iyi olmayın, bir şeyler için iyi olun”, “Durumlar değişmez, biz değişiriz“.

 

12 Eylül Mağdurları kimler?

Meclis’te AKP’nin Anayasa değişiklikleri ile ilgili Genel Kurula sunduğu maddelerin görüşülmesini izliyorum.

Milletvekilleri çok yorgun.

Uykusuzluk, hem sinirlerini yıpratmış, hem de yüz ifadeleri farklılaşmış.

Anayasanın, 12 Eylül dönemindeki Milli Güvenlik Konseyi üyeleriyle bu dönemde kurulan Hükümetler ve Danışma Meclisinde görev alanların yargılanmasını önleyen Geçici 15. maddesinin yürürlükten kaldırılmasını öngören 25. maddesi görüşülüyor.

AK Parti Gurup Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı ne güzel sözler sarf ediyor.

Geçici 15. maddenin, aynı zamanda darbe heveslilerine cesaret ve güven verdiğini anlatıyor Bahçekapılı.

Darbe yapanın da darbeye teşebbüs edenin de yargıya hesap vermesi gerektiğini anlatıyor..

Geçici 15. maddenin, 12 Eylül darbesini yapanların yargılanmasını önleyen bir madde olduğunu söylüyor.

Ardından da, ”Ancak bugün, milletvekili olan bizler, kabul oylarımızla geçici 15. maddeyi Anayasa metninden çıkarak, bu maddeyle korunanlara, ‘Sizler sorumlusunuz. Bu darbeyi siz yaptınız. Ayrıcalığınız yoktur. Suç işlediniz’ demek zorundayız” diye devam ediyor.

1960 doğumluların gençliklerini yaşayamadığını, korkusuzca direndiklerini, ancak bu darbeyi gerçekleştirenlerin, Geçici 15. maddeye sığındıklarını, Geçici 15. Maddenin kaldırılması için kullanılacak oyların, halkın, milletin, milletvekillerine yüklediği sorumluluğun yerine getirilmesi olarak kabul etiğini ve bundan onur duyduğunu söyledi Bahçekapılı Milletvekilimiz.

12 Eylül darbesinde idam edilen sağcı ve solcuların isimlerini sıralayarak, ”Onları, kabul oylarımızla selamlayalım. Ben bugün, Anayasa değişikliği teklifinde imzası olan milletvekili olarak rahat uyuyacağım. Çünkü Geçici 15. maddenin Anayasa metninden çıkarılmasına yönelik verdiğim kabul oyu ile bir nebze olsun vicdanımı özgürleştireceğim” diye konuştu.

Buraya kadar ne güzel değil mi?

Bence de…

Ama anlatılanlara bakıp da karar verirseniz yanılırsınız.

Zira gerçekte kazın ayağı hiç de öyle değil.

Darbe yapanın da, darbeye teşebbüs edenin de yargıya hesap vermesi gerektiğini söylüyor ama “28 Şubat Paşası” Çevik Bir‘i danışman yapıyorlar kendilerine yargılamak yerine.

27 Nisan’ın “Post Modern Darbe Paşası” Yaşar Büyükanıt‘ın altına da trilyonluk araba vererek ödüllendiriyorlar yargılamak yerine.

Elde kala kala yaşı neredeyse 100 ü bulan “Armutalan Paşası” Kenan Evren kalıyor.

Bu satırların yazarı 12 Eylül denilen “Hain Darbe”nin mağdurudur.

O tarihte çile çekeni de, işkence göreni de, soğuk taş duvarlarda mahpus yatanı da en iyi biz biliriz.

Kuran’i Kerim okuyarak, Tekbirle, yirmi üç yaşın baharında idam sehpasına gönderdiğimiz İsmet Şahin’in bizi teselli etme çabalarını, bizden başka kim hatırlayabilir?

Dolayısı ile 12 Eylül Darbecilerinin yargılanmasını en çok biz isteriz.

Ama onu isterken, “demokrasi havarisi” kesilen Bahçekapılı’dan farklı olarak, demokrasiye kast etmiş, yukarıda bahsi geçen, AKP’ye iktidar yolunu açan “AKP Paşaları”nın da yargılanmasını isteriz.

Siz eğer bunu istemek yerine, gözünüzü yalnızca yüzlük Kenan Evren’e dikmiş iseniz, samimi olduğunuza bizi inandıramazsınız.

Anayasa’nın Geçici 15. Maddesi’ne saklananların yargılanmalarının önündeki engeli kaldırırken, başta Başbakan olmak üzere fezlekeleri mahkemelerde bekletilen aynı Anayasa’nın “Milletvekili Dokunulmazlık” maddesine saklanan milletvekillerinin yargılanmasının önündeki engelleri neden kaldırmazsınız?

“Demokrasi”, “Özgürlük”, “İnsan Hakkı” gibi kavramlar, gerektiği zaman çıkınınızdan çıkarıp kullandığınız silahlar oldu hep.

Merhamet duygusunun bile sizin elinizde silaha dönüştüğüne bir kez daha tanık olduk, Meclisteki bu konuşmanızda.

Bırakın bizim yiğitlerimize biz ağlayalım.

O gün de mağdur bizdik, bugün de..

O gün de yalandan ağlıyordunuz, bugün de..

O gün de samimi değildiniz, bugün de…

 

Mardin Fetvası ve İbni Teymiye’nin Chi Guevara’sı ?

0

Mardin fetvası yeni bir kavram olarak literatüre girdi. Daha önce hiç bir İslami kaynakta yer almayan bir fetva özelliği taşımaktadır. Bundan dolayı tuhaf ve garip bağlantıların ve ilişkilerin önünü de açmış bulunmaktadır. Chi Guevara, sosyalizm ve komünizm felsefelerine inanmış ve bu uğurda başta Küba olmak üzere, anti emperyalist mücadelelere ve savaşlara hayatını adamış bir liderdir. İbni Teymiyye ise 13. yüzyılda yaşamış, ilmi birikimi ve eserleri ile İslam dünyasında önemli eserler bırakmış muttaki bir alimdir. Bu iki kahramanın aynı başlıkta bir araya getirilmesi ise, açıklanması zor bir konudur. Bu ikisini bir araya getirerek bir konuyu açıklamak için Mardin fetvası gibi bir fetvanın yayınlanması gerekiyormuş.

BBC ve Amerikan yayınlarını doğrudan takip etmeyen benim gibi bir çok kimse konudan daha sonra haberdar oldu.  İngiltere’den yönetilen Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi ile Conapus Danışmanlık Şirketi tarafından, “Barış Diyarı Mardin” adıyla bir konferans Artuklu Üniversitesi’nin ev sahipliğinde 27-28 Mart 2010 tarihinde düzenlendi. Konferansa, uluslararası düzeyde dini politik programlara konuşmacı olarak katılan kişiler çağrılı olarak davet edilmiş.

Konferansa Mardin’den kaç kişi dinleyici olarak katıldı? Bu konuşmaları dinlemek için kaç kişi Mardin’e gitti? Halk konferansa ne kadar ilgi gösterdi? Bilinmiyor. Bu konular üzerinde duran da olmadı. Zaten konferansın dili de Mardinlilerin bildiği bir dil değildi. İslami bir sorunu ele alma iddiasıyla düzenlenen bu konferansın dili de İngilizceydi. Ne Türkçe, ne Farsça ne de kitaplarını Arap dili ile yazan İbni Teymiye’nin dili ile konuştular. Anlaşılacağı gibi, konferansın muhatapları Mardin halkı değildir. O zaman bu konferansın muhatap kitlesi kimlerdir?

Konferansa, İngiltere ve ABD menşeli yayın kuruluşları, büyük ilgi göstermiş. Konu onların yayınları sayesinde uluslararası düzeyde tartışılan bir imaja ve söyleme dönüşmüş. Konferans bu özelliğiyle, sanki İslamla ilgili olarak medyatik alanda yeni bir metafor, imaj,  temsil, simulakr ve gösterge inşa etmek için düzenlenmiş. İnşa edilmeye çalışılan bu yeni gösterge, İslamofobia(İslam korkusu saplantısı) tartışmalarının yoğunlaşmasından sonra, Batılı İslam karşıtlarının geleneksel olarak Müslümanlar hakkında inşa edilen yüklemeleri, meşrulaştırmak ve güncellemek için yeni bir girişimdir.

Mardin fetvası ülkeleri işgal edilen Müslüman halkların durumunu gizleyen ve çarpıtan bir temsil yani bir metafor olarak gündeme düştü. Çünkü işgale karşı yapılan halk direnişlerini terörize eden ve bunu da İslami kaynaklara dayandırmaya çalışan bir çabanın ilmi olarak temellendirilmesi ve basın yoluyla söylemleştirilmesi amacıyla hazırlanmış bir toplantı gibi görünmektedir.  Daha önce işgal altındaki ülkelerde yapılan terör eylemlerinin bizzat işgalci güçlerce yönetildiğine açıklamaya çalışan birkaç makale yazmıştım.[1]

Hatırlanacağı gibi, daha önce Papa, İslamı duygusal heyecanları yöneten ve makul bir yönü olmayan bir din olarak yaftalamıştı. Ona göre Müslümanlar duygusal davranan ve akılcı olmayan insanlardır. ABD devlet başkanı Barack Obama’da seçim zaferi konuşmasında Müslümanları, yumruklarını sıkmış saplantılı kitleler olarak itham etmişti.

İslam dünyasında ise birçok kimse bu ithamları kendilerine hakaret olarak algılamadı. Bu ithamların doğruluğunu bile savunan Müslümanlar oldu. Batının Müslümanlarla ilgili bu söylemine, bazen Kuran-ı Kerim’den ayetler örnek gösterildi, bazen de Peygamberimiz (a.s)’ın gazaları bu söyleme delil olarak ileri sürüldü. Şimdi de Mardin Fetvası adıyla gündeme gelen yeni durumla, ünlü âlimlerden İbni Teymiye’nin Moğollara karşı Müslümancı direnmeyi öngören görüşleri, söz konusu saplantılı yüklemeye delil olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.

Konferansla inşa edilmek istenen imaja ve anlama bakılırsa, ülkeleri işgal edilen Müslüman halklar, işgalcilere karşı İbni Teymiye’nin 13. yüzyılda Moğol saldırılarına karşı durmayı ve direnmeyi dini bir görev olarak telakki eden fetvasını, kendilerine mesnet edinmişler. Konferansın konuşmacıları da bu duruma karşı, İbni Teymiye’nin fetvasının eleştirisini yapmışlar. Direniş hareketlerini, terör eylemi olarak damgalamışlar. İşgale karşı gelmeyi, barışı ihlal etmek olarak değerlendirmişler. ABD ve İsrail işgaline karşı gelmeyi, İbni Teymiye’nin memleketinde, İslami dayanaktan yoksun bir davranış olarak mütalaa etme yolunda yeni içtihatlar yapmaya ve fetvalar vermeye kalkışmışlar.

Öncelikle konu hakkında şunu da hatırlatmakta yarar vardır. Moğol saldırılarına karşı gelmenin dini vücubiyeti hakkında, sadece İbni Teymiye değil, dönemin birçok din âlimi ve toplumsal hareket önderi, çağrıda bulunmuştur. Ahi Evren ve Kadı İzzeddin bunların başında gelmektedir. İkinci olarak işgale karşı gelme ve işgale direnme sadece Müslümanlıkta mevcut olan bir olgu değildir. Bütün halkların ve milletlerin maşeri vicdanında ve geleneğinde, işgale karşı gelme, önemli bir değer, tutum ve davranış olarak görülmüştür.

Vietnam halkının önce Fransa, daha sonra ABD işgal kuvvetlerine karşı direnişi, Fransa halkının işgalci Alman kuvvetlerine karşı  mücadele etmesi, Çek halkının Prag’da işgalci Sovyet kuvvetlerine karşı gelmesi, Küba halkının ABD kuvvetlerine karşı savaşması ve hepsinden önemlisi, Anadolu halkının Türk ve Müslüman kimliği ile İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı mücadele etmesi, kurtuluş savaşına katılması, işgal karşıtı halk direnişlerinin en önemli örneklerindendir. Bu liste daha da uzatılabilir.   

Mardin konferansını düzenleyenlerin mantığına göre, Chi Guevara, Küba işgaline karşı mücadeleye katılırken İbni Teymiye’nin Fetvasına göre davranmış olmalıdır?  Chi Guevara, “Görevlerin en kutsalı nerede olursa olsun, emperyalizme direnme görevidir” derken, İbni Teymiye’nin fetvasına göre hareket etmiş olmalıdır!? Hu Şi Min, Vietnam halkını Fransız ve Amerikan işgal kuvvetlerine karşı direnişe çağırırken, İbni Teymiye’nin fetvasına göre düşünmüş olmalıdır!?  Mahatma Gandhi İngiliz emperyalizmine karşı “Barışçı direniş mücadelesini” başlatırken, İbni Teymiye’nin fetvasına göre karar vermiş olmalıdır!? Bu tuhaf benzetmeler ve yakıştırmalar tabi ki gerçek değildir. Gerçek olma ihtimali de yoktur. Ancak ülkeleri işgal edilen halklar yukarıda belirtildiği gibi, hürriyetleri ve bağımsızlıkları için mücadele etmeyi, direnmeyi ve savaşmayı her zaman bir inanç ve varoluş biçimi olarak telakki etmişlerdir.

İnsan hakları kavramı çerçevesinde konuya yaklaşıldığında, Birleşmiş Milletlerin yayınladığı “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nde de işgale karşı direnme, ülkesinin bağımsızlığı için mücadele etme ve bu amaçla örgütlenme, temel insan hakkı olarak tanımlanmıştır. Cezayir’in ve Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesi ve direnişi bu direniş hakkının kullanımının müşahhas örnekleridir. Dolayısıyla Irak’ta, Afganistan’da ve ABD’nin işgal kuvvetlerinin etki alanı içerisinde bulunan Körfez ülkeleri, Pakistan ve Yemen gibi ülkelerde, halkın işgale karşı gelmesi, her şeyden önce İnsan hakları evrensel bildirgesine göre kullanılan bir haktır. İşgale karşı gelen halkın İbni Teymiye’yi bildiği ve ona göre davrandığı da şüphelidir. 

Malum konferansı düzenleyenlerin ve konferansın sonuç bildirgesini imzalayanların bu örnekleri bilmeme ihtimali yoktur. İbni Teymiye’nin fetvasını yanlışlamalarının mevcut direniş hareketlerinin direnme ruhiyatlarını sarsacağını sanmaları ise saflık olur. Direnişlerin temelinde iman olmakla birlikte, bu imanın bir fetvaya bağlı olarak şekillendiğini varsaymak önemli bir yanılgıdır.  Direniş her şeyden önce bir varolma biçimidir.

Mardin konferansı, Batıda İslam karşıtı hareketlerin Müslümanlara ve İslami inanç ilkelerine yükledikleri olumsuz söylemin doğruluğunun Müslümanlarca itiraf edilmesi anlamına gelmektedir. Konferansta konuşulanlara bakılırsa, tarihte Batılıların iddia ettiği gibi, terörist eylemleri meşrulaştıran İbni Teymiye gibi âlimler olmuştur. Yani terörist eylemlerin arkasında İslami inançların yattığına dair bir itiraf söz konusudur. Mardin konferansında konuşanlar bu tavırları ve tutumları ile işgale karşı direnmeyi terör olarak değerlendirmişler. Terörün İbni Teymiye’nin 13. yüzyılda verdiği fetvaya bağlı olarak biçimlendiğini varsaymışlar. Böylece İslamofobia söylemini meşrulaştıran itiraflarda bulunmuşlar. Diğer taraftan da bir Müslüman ülke halkının işgal kuvvetlerinin egemenliğinde barış içinde yaşayabileceğini de söylemiş oluyorlar.  

Mardin konferansı, Müslüman ülkelerde halkın işgal güçlerini olumlu karşılamalarını sağlamayacaktır. Bu konuda bir etki bırakmayacaktır. Çünkü işgal devam ettikçe direniş artacaktır. Bu durum, Vietnam’da böyle oldu. Fransa’da böyle oldu. Cezayir’de hakeza böyle oldu. Ancak Batı ülkelerinde İslam karşıtı hareketlere de yeni malzeme vermiş olacaktır. Onların İslam karşıtı şiddet eylemlerini arttırmalarına neden olacaktır.  Temel İslam inançlarına yönelik olarak başlatılan mantıksal propagandaya yeni veri sağlamış olacaktır.

 

 

 

 


[1] Duran Hacı, ABD Saldırılarının Doğası

Mutluluğa Giden Ayaklarım

Yasaklar, engeller, güçsüzlükler
Yaradılışlar hoyrat bakışlar!
Seni aldatan görüşler.
Alçaktan uçan sevimsiz leş yiyen kuşlar.
Mevsimsiz yağan karlar, buzlu dağlar…
Üşütüyor, ürpertiyor soğuk soğuk taşlar.

Nefretlerin, azapların bana değen günahların…
Uzaktan bakan kartal bakışların
Keskinleşen gözlerinde
Dondurdu beni hayallerin

Sonu gelmeyen çilelerimle
Örgülü saçlarımdaki tokalarım
Aynada gördüğüm güzelliğimle
Saygısızlarla olan diyaloglarım

Yeter artık bu duygularım
İhtiyacım var sana ALLAH’IM !
Ettiğim dualarımla silahlarım
Mutluluğa erdiren ayaklarım

 

Nefsin Terbiyesi ve “Biz” Olabilmek

El birliği ile Türkiye’nin krizlere sürüklenmek istendiği bir dönem yaşıyoruz. Rövanş ve intikam hevesleri, hesaplaşma, şuur altına yerleşmiş, bir fırsat kolluyor. Dışarısı ile işbirliği yapanlar bize dünün mütareke yıllarını hatırlatıyor. İşgal yıllarındaki İstanbul’da olup bitenler bugün de tekrar ediliyor.  Her konuda ülkesine karşı olanlar, milli davalarla mücadele eden işbirlikçiler Ermeni iddiaları lehine Taksim’de oturma eylemi yaptılar.  

Türkiye’nin sosyal yapısı ve anayasası çok kültürlülüğe ve milli egemenliğin ona buna paylaştırılması yönünde zorlanıyor. Anayasa değişikliklerinin sonunda neye varacağı bazılarınca fark edilmiş değil. Onlar, sadece Kenan Evren anayasası, çekilen işkence ve kötü muamelelerle uğraşıyor. Türkiye’nin demokratikleştiğini zanneden bazı milliyetçiler, iktidarın oltasına tutulmuş Anayasanın tamamen değişmesinden yana… Buna acaba temel giriş maddeleri de dahil mi? Cumhuriyet’in ve milli devletin kuruluşuna dün karşı olanların bugünkü torunları Türkiye’nin varlığından rahatsız. Neticesi hesap edilmeden kurumlar arası çatışma tırmandırılıyor. Seçilmiş Cumhurbaşkanının partiler üstü olup olmadığı tartışılıyor. Yürütme, yargı erkinin yerine geçici beyanlarda bulunuyor. Yandaş yargı için Anayasa zorlanıyor.

Etrafımızda olup bitenler de ülkeyi yönetenler başta olmak üzere; çoğumuzu uyandırmıyor. Dirayetsiz, ufuksuz, teslimiyetçi siyasetçiler eliyle ülke kamplaşmalara götürülüyor. Yabancılar ve sömürge müfettişi rolünü üstlenenler de bunu zevkle seyrediyor ve akıl veriyor. Aklıselim, ülke çıkarı, mutedil olma ve soğukkanlılık sözlüğümüzde yer almıyor. Tahrik, çatışma bizzat toplumun tepesinde yer alanlarca adeta teşvik ediliyor. Sanki “yumruklu demokrasi” arzulanıyor. Uzlaşma kültürü ve mutabakatların altına adeta mayın konuyor. Bu çirkin oyunu, Orduyla ve yargıyla çatışmayı demokrasinin ve demokrat olmanın gereği zannediyoruz.

Kısır çekişmelerden ve birbiri ile uğraşma hastalığından kurtulalım. Yazılı ve sözlü basının çok küçük bir grubu Türkiye’ye yönelen ihanet ittifakına ve kuşatmaya karşı şerefli bir mücadele veriyor. Diğerleri ikbal ve menfaat kollama peşinde. Aynen Milli Mücadele döneminde olduğu gibi…  Basının basın dışı amaçlar için kullanıldığı ve yönetenler tarafından televizyonlar ve gazetelerin ele geçirildiği ve susturulduğu bir ortamda, bir takım menfaat hesaplarını iterek gaflet ve ihanetleri sergilemek, aslında bir ibadettir.

Muhalefet yapılmasına imkân verilmediği, sindirme, bastırma, korkutmanın demokrasinin gereği gibi yutturulduğu günümüzde; askeri darbe edebiyatı yapılarak demokrasiyi tahrip eden birçok sivil darbe, özelleştirme ve yasa hazırlıkları  göz ardı edilmeye çalışılıyor. “Madem ki halkın oyunu aldım ve çoğunluğu temsil ediyorum, düşündüğüm her şeyi yapabilirim” anlayışı demokrasi ile taban tabana zıttır. 

Milli iradeye sahip olmak, devletin var oluş ve kuruluş felsefesi ve amacına her türlü saldırı yapılırken; Milli Mücadele ile kazanılmış milli devlete sahip çıkabilmektir. Devleti tanınmaz hale getirmek, ona buna egemenliği paylaştırmak, hatta işbirliği yapmak değil… 

Acaba, karşılaştığımız düşündürücü ve acı manzaralardan şikâyetçi olma hakkımız var mı? Hemşehricilik gösterilerinden, grup ve cemaat dayanışmasından sıyrılabiliyor muyuz? Fedakârlık yapabiliyor muyuz?

Aynı fikre sahip olanların birbirine rakip olamayacağını, birbirini ancak tamamlayabileceğini; ne siyasette, ne üniversitede, ne de dernek faaliyetlerinde öğrenebildik. Ben merkezli davranmaktan kurtulup biz merkezli olamadık. Hizipçiliği aşıp fikir üretemedik.  Nefislerimizi terbiye etmeyi öğrenemedik. Herkesin kendini tek başına düşündüğü, kendine üstün vasıflar yüklediği ve kendini aşırı beğendiği bir ortamda dayanışma ve güç birliği olmaz. Bizde herkes başkan, herkes reis, herkes önderdir. Birbirimizle işbirliği ve dayanışma itibar kırıcı zannedilir. Herkes bağımsız faaliyette bulunmayı sever. Dayanışma ve işbirliği peşinde olanlar da dışlanır. Aşiret havasından uzaklaşıp şehirli olmanın olumlu taraflarını yakalayamadık. Bir takım kışkırtmalara, yönlendirmelere, haksız ve temelsiz ithamlara hemen teslim olma ve birbirimizi suçlama kötü meziyetimiz var. Birimize yönelen suçlamayı hemen doğru kabul etmek bir davranış bozukluğudur. Bu da bizde oldukça fazla…

Nefislerimizi terbiye etmeden ülke sorunlarını konuşmayalım.

 

 

CHP Genel Başkanı Sn. Deniz Baykal’a Açık Mektup

Sn Deniz Baykal’ı Diyanet İşleri Başkanlığının düzenlediği  Kutlu Doğum Haftası’nda yapmış olduğu konuşmasından dolayı tebrik ederek yazıma başlamak istiyorum. Bu yazı tamamen okunmadan doğru anlaşılmaz.

CHP Hakkındaki samimi düşüncelerimi kaleme aldığım bir yazıdır.

CHP’li olmamakla beraber her siyasi görüşe saygı duyarım.

Bu gün CHP’nin siyaset sahnesinde ülke ve millet menfaati için doğru rotada ilerlediği kanaatinde değilim.

Sanıyorum ki büyük oranda seçmende bunun farkında.

Şimdi samimi birkaç soru;

CHP yalnız başına en son ne zaman iktidar olmuştu?

Yâda birinci parti olmuştu?

Aradan kaç yıl geçti.

Geçmişe bakıp bir durum değerlendirmesi yaptı mı?

CHP iktidar olmak istiyor mu?

İstiyorsa niçin olamıyor?

Ben halimden memnunum diyorsa mesele yok.

CHP sosyal demokrasiyi savunan bir parti.

Sosyal demokrasi nedir?

CHP’liler sosyal demokrasiyi doğru biliyorlar mı?

Şu anki görüntüsü sosyal demokrasi açısından pek olumlu değildir

Şu haliyle emekçiden ziyade burjuvanın yanındadır.

Sosyal demokrasi işçinin, ezilenin sömürülenin yanında olmak haksızlıklara karşı çıkıp hakkı savunmaktır.

Emeklinin memurum işçinin çiftçinin gözü kulağı olmaktır

CHP bugün bunun neresindedir?

Sosyal demokrat olmak ezilenin yanında olmayı gerektirdiği gibi inançlara saygılı olmayı hatta dindar olmayı da gerektirir.

Nasıl mı?

İşçinin alın teri kurumadan ücretini tam olarak veriniz buyuruyor peygamberimiz

Sosyal demokratlıkta emeği savunmak değil mi?

Yine ‘KOMŞUSU AÇKEN TOK YATAN OLGUN MÜSLÜMAN DEĞİLDİR’ buyuruyor peygamberimiz

Bu düşünce sosyal refahın tabana yayılması herkesin üretimden istifade etmesi değimlidir?

İnsanca yaşam bu değimlidir?

Bu düşünce kaynağını dinden almaktadır

‘Şimdi sosyal demokratlar dindar olmalıdır’ sözü biraz daha anlaşılmıştır.

Sosyal demokratlık işçinin yanında olmayı gerektirdiği gibi

YAŞ zedelerin, başörtülünün İmam Hatip’linin ve tüm meslek liselilerin yanında katsayı adaletsizliğinin de karşısında olmayı gerektirir

Sosyal demokratlık her konuda haksızlığa uğrayanların hakkını savunmak, mazlumun yanında zalimin karşısında olmaktır

Ama bak şu CHP’nin haline kimin yanında kimin karşısında?

CHP gecekonduda yaşayanlarla alt gelir gurubundaki insanlardan oy alabiliyor mu?

Alamıyorsa neden alamıyor?

Peki, CHP dindar kesimden neden oy alamıyor?

Bunu düşünmesi sorgulaması gerekmez mi?

Oysa sosyal demokrasi onlarında haklarını savunmak, onlarında sorunlarına çözüm üretmektir

İstanbul’da CHP’nin oy aldığı; seçim kazandığı bölgelere bir bakalım

Nişantaşı, Beşiktaş Kadıköy, Bakırköy vb.

Hepsi tuzu kuru burjuvanın ağırlıkta olduğu kesim.

Bunlardan oy almasın demiyorum ama varlık sebebini de unutmasın

Gecekondu ve varoşlarda CHP niçin yok?

Söyleyin bakalım şu haliyle CHP KİMLERİN PARTİSİ?

Ankara’nın Çankaya’sında her dönem seçim kazanan CHP niçin diğer bölgelerde aynı başarıyı gösteremiyor

Yoksa CHP HALKÇI DEĞİLDE BURJUVACI BİR PARTİ MİDİR?

CHP’nin silkinip acilen kendine gelmesi gerekir.

Anadolu’da CHP neden yok?

Anadolu şöyle dursun CHP bu gün Türkiye’nin yarısında yok.

Bunlar önemsiz meseleler mi?

Üzerinde düşünmeye değmez mi?

Sizin danışmanlarınız yetkili organlarınız bunları düşünmüyor çözüm önerileri üretmiyorsa ne iş yapıyorlar.

CHP Ülkenin her köşesinde var olmak istiyorsa,                           

Evet, CHP Ülkenin her köşesinde var olmak istiyorsa

Halkın inancıyla kültürüyle tarihiyle barışmalı halkın içine karışmalıdır.

İnsanların ibadetleri kendileriyle Allah arasındadır beni ilgilendirmez ama şöyle bir şeyde halkın hoşuna gitmez mi?

Ramazan ayında her akşam demiyorum

Ama haftada 1-2 kez her hangi bir gecekondu mahallesinde çat kapı bir vatandaşın evinde iftar etseniz

Onlarla hemhal olsanız hayatlarından haberdar olsanız aynı havayı teneffüs etseniz

Nezaketsizlik saymazsanız bir önerim daha olacak.

Cuma namazlarında camilerde halkla iç içe olmanızın size yani partinize büyük getirisi olacağı kanaatindeyim.

Unutmayın bunu sadece seçim zamanı yaparsanız ters teper.

Laikliği cami ve cemaat karşıtlığı olarak görenlerin hoşuna gitmez ama inanın ne laiklik elden gider nede rejim çöker

Sizin boş bıraktığınız alanlar mutlaka siyasi rakipleriniz tarafından doldurulacaktır.

Halkımız hızla muhafazakârlaşıyor.

 Siz bu dönüşüme ayak uyduramazsanız kendi elinizle kendi sonunuzu hazırlamış olursunuz.

Artık derin güçlerin ve toplum mühendislerinin gölgesinde siyaset yapılamayacağı aşikârdır.

Derin güçlere yanaştığınız kadar halka yanaşsaydınız ülke siyasetinde çok daha farklı konumda olabilirdiniz

CHP REDİ MİRAS ETMEMEK KAYDIYLA GEÇMİŞİYLE YÜZLEŞMELİ KENDİSİNİ YENİLEMELİ ÇAĞA UYGÜN HALE GELMELİDİR.

Dünyamız artık ne 46’ların ne 60’ların nede71’lerin dünyasıdır.

Siz hala dünyaya o pencereden bakıyorsanız, kendinize de bu halkada yazık ediyorsunuz

2009-Yerel seçimlerde yaptığınız azıcık bir çarşaf açılımı size 2007’deki Cumhuriyet mitingleri ve DSP’ ile yaptığınız ittifaktan daha fazla oy getirmedi mi?

Her şey meydanda değil mi?

Bunu görmemek için siyasi özürlü olmak gerekir

Siyaset halka rağmen değil halkla beraber, düğününde bayramında, CENAZESİNDE, MEVLİDİNDE HALKLA ELELE KOLKOLA YAPILIR

Bunu halkın kutsallarını istismar etmek için değil halkın bir parçası olduğunuz için samimi bir şekilde yapmalısınız

Oyu halktan alacağınıza göre samimi bir şekilde halkın dertleriyle dertlenmeniz gerekir.

Fildişi kulelerde sırça köşklerde halktan kopuk bir şekilde oturmakla halkçılık olmaz olmuyor işte.

Halkın sizi kendilerimden birileri olarak görüp kabullenmelerini sağlamanız gerekir.

Tabi bunun için samimiyet çok önemlidir.

 Unutmayınız ki halk samimi olanla istismar edeni çabuk ayırır ve affetmez

Bir önemli hususta şudur.

Milletvekili ve teşkilat mensuplarınızın büyük çoğunluğu cenaze törenlerine geliyor güzel ama vakit namazı şöyle dursun cenaze namazı dahi kılmıyorlar.

Bu dunumda halkçı olduğunu söyleyen bir partiye yakışmıyor halk bunu yadırgıyor

Değişimin ve halkla kaynaşmanın bir yolu da toplumda sevilen sayılan dürüst, güvenilir ve muhafazakâr kimlikleriyle takdir kazanan insanlarla gerek genel merkezinizi gerekse il ve ilçe yönetimlerinizi takviye etmektir.

Artık millet gerginlikte değil hizmette yarışan partiler istiyor.

Size ve partinize son önerim şudur:

Ak Parti’nin yargı reformu ve birkaç başlıktan oluşacak anayasa değişikliğine karşı çıkmayıpta beraberce anayasanın tümünü referanduma götürmeden mecliste değiştirseniz hukukun üstünlüğüne dayalı inançlara saygılı, içerisinde başörtüsü yasağı katsayı dayatması vb. çağdışı yasaklardan arındırılmış bu ülkeye ve asil Türk milletine yakışır çağdaş medeni ve sivil bir anayasa yapsanız tarihe geçersiniz

Bu yaklaşımda size iktidar yolunu açar.

Burada kazançlı çıkan AK Parti değil CHP olur.

Çünkü sizin desteğiniz olmadan bu değişiklik olmaz.

AK Partinin size rağmen yapacağı mini anayasa değişikliğinin de halka ciddi bir yararı olmaz.

Size rağmen bu değişiklik referanduma gitse halkın kabul edeceğinden hiç kuşkum yok.

Bu meseleler gündemden çıkarsa halk gerçek gündemini, kendi meselelerini yani işsizliği, geçim sıkıntısını konuşmaya başlar.

Böyle yapmakla AK Parti’nin değirmenine su taşıdığınızın farkında değil misiniz?

Bu güne kadar CHP’lilerin sözünü dinlediniz sonuç ortada.

Bir kez de CHP’li olmayan bir eğitimcinin samimi düşüncelerini önemseyiniz.

Karar sizin.

Siyasi hayatımıza ve yüce milletimize katkısı olur düşüncesi ile…

Unutmayınız ki iktidar yolu halkla aranıza duvar örmekten değil köprü kurmaktan geçer

Saygılarımla…