15.9 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1205

Zina Suçu ve R. T. Erdoğan

Bundan yaklaşık üç yıl önce 13 Mart 2007 tarihinde “GÜNDEMİ KOŞTURUYORLAR” adlı bir yazı kaleme almış ve şöyle yazmıştım. “Türkiye enteresan bir coğrafya üzerinde. Ülkemiz içinde ve çevresinde devamlı olarak değişik hadiseler cereyan ediyor. Bunları yakalamak ve analiz etmek sıradan vatandaşın harcı değil. Zaten amaçlanan da bu.”

Günümüzde Türkiye’yi içten ve dıştan etkileyen olaylara baktığımda üç yıl öncesinde belirttiğim şeylerin aynen artarak devam ettiğini görüyorum.

Vatandaş şaşkın bir şekilde her yönden tokat yer vaziyette.

Deniz Baykal’ın ortaya çıkan ve red etmediği görüntüleri büyük bir skandaldır. Bırakın Türk toplumunu dünyada hiç bir toplum evli bir kadınla, evlilik dışı bir ilişkiyi onaylamaz ve ahlâka uygun olarak kabul etmez.

Bu sebeple CHP eski lideri Deniz Baykal’ın yaptıkları hiçbir nedenle mazur gösterilemez. CHP’lilerin liderleri Deniz Baykal’a sahip çıkmasını anlıyor ama onun yaptıklarının sorgulanmamasını da yadırgıyorum.

Ayrıca AKP iktidarına karşı çok anlamlı bir muhalefet yapan Deniz Baykal’ın bu olay nedeniyle saf dışı kalması da ülkenin hayrına olmamıştır.

Başka bir açıdan bakılınca Deniz Baykal’ın başına gelenler özel hayatın ihlalidir ve kamuoyunun önüne bu şekilde getirilmesi bir alçaklıktır. Bu durum yani kişinin özel hayatının ihlali Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası anlaşmalar açısından koruma altına alınmış ve özel hayatı ihlal edenler ceza kanunları açısından suçlu görülerek cezalandırma yoluna gidilmiştir.

Bu nedenle Deniz Baykal’a ve Nesrin Baytok’a karşı işlenen bir suç vardır ve bu suçu işleyenler mutlaka bulunarak cezalandırılmalıdır. Bu konuda da görev, Başbakan Erdoğan’a ve hükümete düşmektedir.

R. T. Erdoğan; bir yandan Baykal’a ahlak dersi vermeye kalkışırken diğer yandan İslam dininin en büyük günahlar arasında saydığı zina yapmayı, Türk Ceza Kanununda suç olmaktan çıkardığını unutmuş gözükmektedir.

İster dindar, ister mütedeyyin diyebileceğiniz R. T. Erdoğan, AB’nin isteğiyle orijinalinde olmamasına rağmen eski TCK’nun ilgili maddesine Atatürk tarafından konulan, zina’yı suç olmaktan çıkarmıştır. Türkiye’de bazı kesimler tarafından dinsizlikle suçlanan Atatürk’ün, birde muhafazakar lider R. T. Erdoğan’ın yaptığına bakın. Sizce hangisi dindar acaba? Ve bu konu niçin cemaat ve tarikatlar tarafından gündeme getirilmemekte ve Erdoğan’dan bu konuda hesap sorulmamaktadır?

Sonra da aynı R. T. Erdoğan, Baykal’ı gidip belden aşağı vuruyor. Kim haklı dersiniz? Ben ikisini de yaptıkları itibarıyla, haksız ve yanlış bulmaktayım.

Başbakan Erdoğan sadece bu konuda değil bir çok konuda Türk halkının kafasını karıştırmaya çalışmaktadır. Yabancıların kontrolüne girmiş ve yandaş olmayı becermiş medya bu kafa karıştırıcılığının aracılığını yapmaktadır. Böylece Erdoğan hedef kitlesine rahatça ulaşmaktadır.

Yine Erdoğan’ın, Fener Rum Patrikhanesini ve başındaki papaza, ecdadının ekümenikliği tanıma konusunda gösterdiği toleransı, kendisinin de çok rahatça gösterebileceğini, son Yunanistan gezisinde ifade etmesi ise Türk Milleti açısından asla kabul edilebilecek bir husus değildir.

Erdoğan’ın bu açıklaması; benim ve onun ecdadının farklı olduğunu göstermesi bakımından çok ilginçtir.

Benim ecdadım geçmişi şan dolu Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun efsaneleşmiş isimleri ile Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarıdır. Onlar Türk Milletine inanılmaz tuzaklar kuran Patriği patrikhane kapısında asmış, patrikhaneyi “melanet yuvası” olarak nitelemiş ve başarabilseler patrikhaneyi sınırların dışına çıkarmaya çalışmış insanlardır.         “Ekümeniklik” iddiası asla benim ecdadım tarafından kabul görmemiş ve hoş karşılanmamıştır. Peki Sayın Erdoğan’ın patrikhanenin ekümeniklik iddiasından rahatsız olmayan bu ecdadı acaba kimlerdir?

BDP milletvekilleri ve İmralı canisinin açıklamaları karşısında sesi fazla çıkmayan, 8 yıllık AKP iktidarında bölücülüğün geldiği noktayı görmezden gelen Erdoğan’ın şehit cenazelerinde yükselen anlamlı feryatları çarpıtmaya çalışması da anlaşılır olmaktan çok uzaktır.,

Canı yanan halk kimi protesto edecektir?

Başbakan Erdoğan,değişik konular hakkında işine geldiği gibi konuşup, medya aracılığıyla halkı yanıltırken, ülkenin gerçek sorunu olan işsizlik, Şubat ayı itibarı ile % 14.4 çıkarak, işsiz sayısı 3.564.000 kişiye ulaşmıştır. Türkiye’nin eli iş tutması gereken genç nüfusunda ise bu oran % 25.5 ‘tir. Mart ayında ortaya  çıkan cari açık 4.3 milyar dolardır. Ocak – Mart 2010’da cari açık ise yıllık % 403 artışla  10 milyar dolara yükselmiştir. Ülkenin iç ve dış borç stokunun her gün arttığı ve cari açığın yükseldiği bir Türkiye’nin elbette sorunu R. T. Erdoğan’ın koşturduğu gündem olamaz.

Onun için satır aralarında Erdoğan’ın söylediği fakat Türk Milletine hiçbir fayda getirmeyecek hususları yakalamalı ve kendisine hak ettiği cevapları vermeliyiz.

Yine Kalkınma Ajansları ve Anayasa

Yaşadığımız dönem, küreselleştirmenin iktisat ve inanç dünyaları da dahil her alanda gelişmekte olan ülkeler üzerinde baskı ve yönlendirmelerini hissettiğimiz bir dönemdir. Küreselleştirme parçayı bütünün karşısına diken, parçayı ayrı düşünen, mahalli ile milliyi farklı ve çatışması gereken unsurlar olarak ele alan bir yaklaşıma sahiptir.

Genelde ülke çapında uygulanan iktisat politikalarını ve sonuçlarını bölgelerden ayrı düşünemeyiz. Bir ülkenin genel ekonomik sorunları bölge seviyesinde de kendisini hissettirir. Nitekim, Türkiye’deki işsizlik oranındaki artış, ülkenin az gelişmiş yörelerinde de artışa sebep olmuştur. Geleneksel olarak bölgelerarası eşitsizlikleri gidermek ve mümkün olduğu kadar dengeleyici politikalar uygulamak, milli ekonomik büyüme içine konuyu oturtmak esas alınır. Bölge plânları yapılsa dahi, bunlar milli plânları dışlayarak gerçekleştirilmez.

Ancak, son yıllarda küreselleştirmenin doğurduğu etkiler yeni modelleri gündeme getirmekte, bölgelerarası eşitlik ve dengeden çok; bölgelerarası rekabeti, milli ekonomik büyümeden ayrı bölgesel ekonomik büyümeyi öne çıkarmaktadır. Henüz ekonomik gelişmede mesafe kat etmemiş, kalkış sağlayamamış bir yöre veya bölgenin diğerleriyle nasıl rekabet edebileceği çok tartışmalıdır.

Son yıllarda AB’nin dayatması olarak gündemde tutulan, belki de demokratikleşmenin bir gereği olarak(!) pek de tartışılmadan benimsenen ve 14 Temmuz 2009’da yasalaştırılan bölge kalkınma ajansları, ABD, İngiltere, Almanya ve Polonya gibi bir çok ülkede kurulmuştur. Bizde de 3 veya 4 ili kapsayan 26 kalkınma ajansı gerçekleştirilmiştir. Henüz sonuçları ortaya çıkmamakla beraber, birçok soru işareti bulunmaktadır. DPT’nin eşgüdümünde faaliyet gösterirken, mahalli ve iç kaynakları harekete geçirirken, uluslararası fonlardan ve bilhassa AB fonlarından da istifade edileceği anlaşılmaktadır.

Yabancı fonların bir ülkeye hele o ülkenin sermaye-hasıla katsayısı düşük, az gelişmiş yörelerine gelmesinin bir beklentisi vardır. Bunların kâr amacı gütmemesi ve kamu yararını hesaba katması nasıl beklenebilir? Bu kadar aşırı iyimser olmak, ülke çıkarlarını göz ardı etme sonucunu doğurabilir. Ancak, bazılarına göre milli çıkarları korumak, milliyetçilik yapmak çağdaş bir suç haline sokulmuş; uysal ve evrenselci bir garip sömürge aydını tipi makbul bir nesne gibi takdim edilmiştir; edilmeye de devam etmektedir. Ülkeyi yönetenlerin bu yönde maalesef bazı beyanları vardır.

Ülkelerin politik gücü ve siyasi tesirliliği bu ajansların faaliyetlerini etkileyecektir. Meselâ; Almanya’da kurulan ajanslarda sınırlı sorumlu olan şirketler, diğer bazı ülkelerde ne ölçüde sınırlı sorumlu olabilecek ve kamu denetimi dışında düşünülebileceklerdir? Dünya kaynaklarını denetim altına alma iddiaları geçerliliğini korumaktadır. Türkiye gibi ülkelerde kamu kuruluşlarının özelleştirilmesinden sonra sıra bizzat Devletin özelleştirilmesine gelmiştir.   Aslında Anayasa değişikliklerini diğer birçok uygulama ve konudan ayrı ve bağımsız düşünemeyiz. Türkiye’ye yeni bir rota çizilmeye çalışılmakta ve bu rotanın tayin edicileri de maalesef biz olmuyoruz. Başbakanlıkta Ergun Özbudun ekibine hazırlattırılan taslak unutulmamıştır. Acaba Devletle ve Türklükle kavgalı bu ekibe neden taslak hazırlattırılmıştır? Asıl hedef; Anayasanın temel giriş maddeleri ve bunlarla bağlantılı diğer bazı maddeler değil mi? Engel görülen Yargıyı ve askeri sindirme hedeflenmiyor mu?

Anayasa değişiklikleri mutabakat gerektirir. Her iktidara göre Anayasa hazırlanmaz ve değişiklik yapılmaz. Devletin Anayasası olur; partilerin değil… Bu bizde ters işletilmeye çalışılmaktadır. Liberal diktaya götürücü, demokrasiyi tanınmaz hale getirici bu yolda ısrarlı olunduğu anlaşılmaktadır.

 

Skandal mı Komplo mu?

0

Olaya ateş olmayan yerden duman çıkmaz mantığıyla yaklaşmayacağım.

Siyasi tarihimiz skandal ve komplolarla doludur.

Skandalda olsa, komplo da olsa hoş bir olay değil.

Baykal’a acımıyorum.

Kızdığım için değil.

Neden?

Baykal bizim merhametimize muhtaç değil.

Acımak onu mağdur ve mazlum konumuna sokmak demektir.

Mağdur olup olmadığı belli değildir.

Üzülüyor musun diye sorarsanız?

Skandalsa  hayır.

Komplo ise evet .

Burada iki durum söz konusudur.

Bir gerçekse ki buna mahkeme karar verecek o zaman üzülmem ama ayıplarım.

Komplo ise,

Bu komployu kimler niçin yaptı?

Bu sıradan insanların yapabileceği iş değildir.

Bunun kökünü derinlerde aramak gereklidir.

Ben bu konuda suçludur veya suçsuzdur deme konumunda değilim.

Ama olayların gelişiminde mide bulandırıcı taraflar var.

Mesela yıllarca sekreterliğini yapan bir hanımı milletvekili yapması sizce etik mi?

10. Cumhurbaşkanımız sn A.N Sezer’in damadını bile seçilme garantisi olmayan bir yerden aday yaparken bu hanıma bu kıyak neyin nesi?

Bu olayı medya mensuplarının birçoğunun dediği gibi özel hayat kategorisinde değerlendirmek çok yanlış olur.

Neden?

1. Özel hayat meşru yanı yasaldır.

2.  Özel hayatta suç unsuru bulunmaz, insanın utanması, kızarması, mahcup olmasını gerektiren bir durum olmaz.

3.  Özel hayat bir insanın nikâhlı eşiyle yaşadıklarıdır.

4.   Başkasının eşiyle yaşadıkları değildir

Toplumdan da saklanıp gizlenmez.

Başkalarını da ilgilendirmez.

Böyle bir hadiseyi özel hayata müdahale olarak görmek, gizli kalmak kaydıyla toplumda her türlü ahlaksızlığın işlenebileceğini, düşünmektir ki bu kanunen olmasa bile toplum değerleri açısından suçtur.

Bu olayın gerçek olması komplo olmasından çok daha fazla üzücüdür.

Hoş görmekle beraber komplo olmasını temenni ederim.

Çünkü böyle çirkin bir olayı sn. Baykal gibi deneyimli bir siyasetçiye yakıştıramam.

Hiç kimsede yakıştıramaz.

Komplo ise: bunu derinlerde aramak gerektiğini söylemiştim

Bu örgütsel bir derinlik midir?

Ulusal derinlik mi?

Uluslar arası derinlik mi?

Bunu kestirmek çok kolay değil

Bu komplo kimin işine yarar mutlaka birilerinin bu işte hesabı var.

CHP’yi yeniden tanzim ederek Ak Partiyle yarışır duruma getirmek isteyen güçler olmaz mı?

Bu iş Baykal’la olmuyor

Baykal’da ayrılmıyor

Öyleyse ver kaseti servise

Bu olayı Ak Parti yapmaz

Neden?

Ak parti CHP’ye yani Baykal’a karşı 2002’de, 2004’de, 2007’de, 2009’da yapılan seçimlerde açık üstünlük sağlamıştı.

Yani Baykal Erdoğan’ın tam istediği gibi bir ana muhalefet lideri idi

Kendine alternatif olacak birinin CHP’nin başında olmasını istemez.

Sn. Baykal’ın istifa kararı doğrudur.

Daha doğru olan ise kararın arkasında durabilmektir.

Baykal tekrar aday olur mu?

Onu CHP’nin yönetim kadrosu ve delegeleri bilir.

Bize düşen onların verdiği karara saygı duymaktır.

Benim şahsi görüşüm tekrar aday olması etik olmaz.

İnsanlar zamanı gelince ayrılmayı bilmeli tekrar gelecekse neden istifa etti ki;

Zaten kendiside CHP’liler de bu işin komplo olduğunu düşünüyorlar.

Neresinden bakarsanız bakın bunlar hoş şeyler değil

İnsana üzüntü veriyor.

Ama ibret alıp ah almamak gerekir.

Sn. Baykal çok ah aldı

Katsayı mağdurlarının,

Başörtülülerin,

Sn. Sarıgül ve sevenlerinin,

Bunları derken oh oldu demiyorum.

Ah almamak gerekir diyorum

Çünkü bu ahların ne zaman nasıl çıkacağı belli olmaz.

Komplosuz ve temiz yarınlar temennisiyle…

                                                             

Dünya Süt Günü ve Süt Haftası

0

Uluslar arası Sütçülük federasyonunun 1956 yılında aldığı bir kararla 21 Mayıs, bütün üye ülkelerde “Dünya Süt Günü ” olarak kutlanmaktadır. Ülkemizde Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nca yürütülmekte olan “Süt Tüketimini Artırma” kampanyası çerçevesince 21-28 Mayıs’ta süt haftası olarak kutlanmaktadır.

Süt haftası; sağlıklı nesilleri yetiştirilmesi için süt talebini canlandırmak, her yaştaki insanlara süt içme alışkanlığı kazandırılması, süt tüketiminin artırılması, süt ve süt ürünlerinin besin değeri konusunda kamuoyunu aydınlatmak, daha dinamik toplum yapısı oluşturmak amacıyla kutlanmaktadır. Ülkemizde sütün sağlığımız açısından son derece önemli olduğunun ve besleyici değerinin tam olarak bilinmesine karşılık, değişik nedenlerle süt içme alışkanlığının kazanılmamış olması süt tüketimini yetersiz kılmıştır.

Şahsım 11 yıl Ziraat Teknisyeni olarak görev yaptıktan sonra Trakya Üniversitesi Kırklareli MYO Gıda Süt Bölümünü 1993 yılında bitirip, 1994 yılında İlimiz İl Tarım Müdürlüğü Kontrol Şubesinde göreve başladığımda Şube Müdürümüz süt günü çalışmalarını bize verdi.

İlk konferansımı İl Tarım Müdürlüğü toplantı salonunda vermiştim. Herhalde beğenilmiş olacak ki daha sonra Dünya Gıda Günü çalışmaları ile de görevlendirildim. Ve yıllarca bu özel günlerde yerel TV erde yıllarca program yapmak ve okullarda çocuklara eğitim verme ve çeşitli etkinliklerin içerisinde naçizane bulunmam beni çok mutlu etmiştir.

İşte bu nedenledir ki; Mayıs ayını süt konusuna ayırdım. Dolayısıyla süt konusu ile ilgili 3 tane yazı gelecek. Değerli okuyucular umarım sıkılmazsınız.

Sağlıklı günler dilerim.

İnce Giyerim İnce, Pembe Yakışır Gence

Facebook‘ta vakit geçiriyoruz. FarmvilleFishville oynuyoruz. Resimler, komik videolar yüklüyoruz. Beğeniyoruz, paylaşıyoruz, yorum yapıyoruz. Bir takım ayarlar yaparak Türkiye’de erişimi yasak olan youtube‘dan video izliyoruz. Gülben ErgenAhmet Hakan kullanıyor diye twitter’i kenarından köşesinden inceliyoruz. Bu saydığım servislerin hepsine birden sosyal medya diyorlar.

Sosyal medyada içeriği tamamen kullanıcılar oluşturuyor. Eğlenceli, sade ve kullanımı kolay servisler. Rengini, görünümünü, yerleşimini kullanıcılar kendilerine göre belirliyorlar. Bu dünyanın da kendine göre in’leri var, out’ları var, hatta kendi ünlüleri bile var.

“Bu iş buraya kadar nasıl geldi? Adına sosyal medya dediklerine göre bir yolunu bulup bu medyada bir şekilde benim de yer almam lazım,  bu işin raconu nedir?” gibi sorular sormaya başladıysanız ahkam kesmeye başlamanın tam sırası.

Buraya nasıl geldik, hangi yollardan geçtik? Bilgisayar kocamandı, bir odayı dolduracak büyüklükteydi 🙂 Elbette bu kadar geriye gitmeyeceğim. Hızlı internetin güncel yaşamda yerini almasıyla birlikte 2004 yılında hayatımıza web 2.0 kavramı da girdi. Statik ve kontrolcü bir dönem bitti; dinamik, katılımcı ve özgür bir dönem başladı. İlerleyen yıllarda teknolojinin sağladığı dönüşümle birlikte herşeyin bir de 2.0 sürümü olmaya başladı. Medya 2.0, siyaset 2.0, iletişim 2.0, iş 2.0…

Tek taraflı iletişim bu süreçte yerini karşılıklı diyaloğa bıraktı. İnternet servislerine sosyal özellikler eklendi. İçeriğini sadece kullanıcılarının oluşturduğu servisler çıktı. Youtube, Facebook, Twitter, … Sosyal medya kavramı çok konuşulur oldu. Nihayetinde üzerimize yakışanı giyebileceğimiz, tamamen kişiselleştirilebilir sosyal servisler günlük hayatımızın vazgeçilmezi olmaya başladı.

Hızlı internetle başlayan bu dönüşüm iş yapış şekillerimizi de değiştirdi. İşler, meslekler yeniden tanımlandı. Teşkilat hiyerarşileri değişti. Bazı meslekler tarih olurken yeni meslekler ortaya çıktı. Hatta birçoğumuz öğrenci iken eğitimini almadığımız, o zaman var olmayan meslekleri şu anda icra ediyoruz. Çocuklarımızı, ne olacağını tahmin bile edemeyeceğimiz işler, meslekler için hazırlamaya çalışıyoruz.

Devletler de bu süreçte değişti. E-devlet çalışmaları devletin vatandaşla olan ilişkilerine, devlet kurumlarının birbirleriyle olan ilişkilerine, hatta devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerine yeni bir boyut getirdi. Bürokrasinin azaltıldığı yeni devlet hiyerarşisi tanımlanıyor. Bizim ülkemizde de bu çalışmalar belirli bir noktaya geldi.

Sosyal medya diye adlandırmaya çalıştığımız paylaşım ortamlarını ana başlıklarıyla tanımaya çalışalım. Öncelikle bu servislerin tamamına yakını bedava. Ücretli olanların da bedava seçenekleri var. Yeterki paylaşmaya değer bir içeriğe sahip olun.

En başta blogları saymak gerekiyor. Web günlüğü anlamına gelse de pek çok çeşidi var. Günlük başınızdan geçenleri bir blogda paylaşabilirsiniz. Resimlerinizi, anasınıfına giden çocuğunuzun video görüntülerini paylaşabilirsiniz. Bildiği yemek tariflerini paylaşmak isteyen bir ev hanımı olabilirsiniz. Yaşadığı deneyimleri meslektaşları ile paylaşmak isteyen bir elektronik mühendisi olabilirsiniz. Aklınıza ne geldiyse, havadan sudan şeyleri, şiirleri ortaya karışık yapabilirsiniz. Google’da arayın, bu saydıklarımın hepsine karşılık gelen pek çok blog örneği göreceksiniz.

Birden çok yazarı olan bloglar var. Kurumsal bloglar var. Blogu blog yapan samimi olması, resmi bir dil kullanmaması, güncel olmasıdır. Bloglara yorumlarınızla katkıda bulunursunuz. Blogu takip edilesi kılan şey tabiki içeriğinin kalitesidir.

Blog yayınlama hizmetini bedava sunan servisler sayesinde 5-10 dakikada blog sahibi olabilir, içeriğini oluşturmaya başladığınız anda da pek çok kişi tarafından takip edilir olabilirsiniz. Mesela bir google hizmeti olan blogger en popüler servislerden biri. Blogcu gibi Türk girişimleri de var.

Bir SMS mesajı kadar kısa ve anlık paylaşımlar için mikro blog servisleri var. İnsanların anlık olarak ne yaptıklarını başkalarıyla paylaşmalarını sağlayan mikro bloglar, özellikle profesyoneller tarafından bilgi ve haber paylaşımı amaçlı kullanılıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde olan bir gelişmeyi en hızlı duyuran platformlar mikro bloglardır. Bir iki cümleyle sınırlı içerikle güncellenebilmeleri, cep telefonu gibi mobil araçlar ile kolayca kullanılabilmeleri, içeriğin hızlı bir şekilde yayılmasına olanak sağlıyor. En ünlü mikro blog servisi twitter ülkemizde de yaygınlaşmaya başladı.

İlkokul arkadaşlarınızı bulabileceğiniz, 🙂 yeni arkadaşlıklar kurabileceğiniz, ilgi alanınıza giren gruplarda paylaşımlar yapabileceğiniz, arkadaş ağınızı oluşturup sürekli iletişim ve etkileşim içinde olabileceğiniz sosyal ağlar var. Ülkemizde yaygın olarak facebook kullanılıyor. Her sabah kalktığında elinizi yüzünü yıkamadan facebook hesabını açanların sayısı diğer normal insanlardan daha fazla galiba. Sadece iş amaçlı ilişkiler kurabileceğiniz Linkedin gibi sosyal ağ servisleri de var tabiki.

Video yükleyip paylaşabileceğiniz youtube, izlesenevimeo gibi servisler var.Resim paylaşabileceğinizsunumlarını paylaşabileceğiniz, beğendiğiniz web adreslerini paylaşabileceğiniz saymakla bitmez servis var.

Friendfeed vb servisler sayesinde de bütün bu servsilerde yaptığınız paylaşımları bir arada toplu olarak sunabilir, arkadaşlarınızın yaptığı paylaşımlar hakkında tartışabilirsiniz.

Geleneksel medya tarafından hazırlanmış, bazıları öne çıkarılmış, bazıları gizlenmiş, gerekirse sansürlenmiş rafine (!) içeriklerin sadece alıcısı olabiliyorken, sosyal medya ile herkes kendi medyasını oluşturabilecek güce kavuştu, hem de bedavaya. Sosyal Medya, medyada oyunun kurallarını değiştirdi, değiştirmeye de devam ediyor. Sosyal Medya’da kral kullanıcının kendisi. İçeriği yazarlar, editörler, muhabirler değil kullanıcı oluşturuyor. Videoların tümünü kullanıcıların ürettiği yepyeni bir TV kanalı YouTube. Facebook’ta arkadaşlarımızın ürettiği içeriği okuyoruz. Twitter’da kimlerin yazdıklarını okuyacağımıza kendimiz karar veriyoruz.

Eskiden işler kolaydı. Gerçekler mutfakta pişirilip, tabakta süslenip, arzu edilen kıvamda sunulurdu müşteriye. Ne bir eksik ne bir fazla, şefin tam istediği kıvamda gelirdi mesajlar sofraya.

Sosyal Medya, medyadaki bu tek yönlülüğü kökünden değiştirdi. Yazılanlar, söylenenler artık şefin, şeflerin kontrolünde değil. Usta şeflere düşen mesajı kontrol etmek değil, mesaja yön vermek artık. Dinlemek ve ikna etmek önemli olan.

Sosyal medyanın bireye sağladığı gücün farkına varmak ve bu servisleri gerektiğinde kullanmak gerekiyor.

Daha yazacak çok şey vardı ama, neyse… Lafı bile var; önümüzdeki haftanın yazısını bugünden yazma 🙂

Teveccüh

0

Türkçe-Osmanlıca Lugat’ta “1. çevrilme, yönelme, doğrulma 2. bir yere doğru hareket etme 3. güler yüz gösterme, yakınlık duyma; hoşlanma, sevgi 4. nasip ve müyesser olma.” anlamlarıyla açıklanan “teveccüh” sözcüğü Arapça olup “vech” isminden türetilmiştir. Vech’te yön vardır, istikamet vardır.

Teveccühün kaynağı kalptir, kanalı gözlerdir. Teveccühümüz, tercihlerimizdir. Tercihlerimiz, karakterimizdir, inancımızdır. Bunların her ikisi, kimliğimizi oluşturur.

Ayçiçeğine, bazı bölgelerde “gündöndü”, “günebakan” dendiğini biliriz. Niçin? Ayçiçeği, gün boyu, hep güneşe bakar, güneşin dönüşüyle birlikte hareket eder. O, güneşten gıdalanır, teveccühün nedeni, budur.

Teveccühümüzü; ihtiyaçlarımız, ilgilerimiz, cibilliyetimiz, beklentilerimiz, dünya görüşümüz belirler. Yeni doğan bebeğin, annesine teveccühünün nedeni, maddi ve manevi açlıktır. Çocuğun, babasına: öğrencinin, öğretmenine; halkın, bir lidere, bitkinin, toprağa veya suya teveccühünün nedenleri hep farklıdır.

Teveccüh, canlılık belirtisidir. Kendisine teveccüh edilen varlıktan yararlanmak, samimiyet gerektirir. Sizin samimiyetiniz, teveccüh edilenin size teveccühünü sağlar. İçtenlik taşımayan yönelişler, iki taraf için de yüktür, ıstıraptır. Platonik aşkın sonucu, yorgunluktur, Fuzuli gibi yakınmadır. “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bâdı sâbâdan gayrı” (Bana gönül ateşinden başka yanan, sabah rüzgarından başka kapımı açan yoktur.) dizeleri bu yorgunluğun, yakınmamın samimi ifadesi değil midir? İçinde samimiyet bulunan yemek, lezzetlidir; iş verimlidir; ibadet, makbuldür.

Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir” diyen Necip Fazıl, teveccühteki adreslere dikkat çekiyor. Yöneliş, kaçınılmaz; peki bu, niçin, nereye, ne kadar olacak? İşin sırrı, sınav tarafı burada? Sizin tercihiniz hangi şartlarda ne oldu? Bulunduğunuz yer neresi, istikamet nereye? Kendinize hiç “Dur yolcu” veya “Titre ve kendine dön!” dediniz mi? Sonuç, yerinde saymak mı, bir arpa boyu da olsa, ilerleyebilmek mi? Yoksa çift kanatlılardan mı oldunuz?

Bir öğrencimin, getirdiği anı defterine şu cümleyi yazdığımı hatırlıyorum: “Hayatına öyle yön ver ki, herkesin “Eyvah!” dediği o anda, yaptıklarından pişman olmayan tek ama tek sen olasın!” İddialı bir öneri, ağır bir sorumluluk. Tercihlerimizden, teveccühümüzden dolayı pişmanlık duymayacağımızdan kaçımız eminiz? Şairin bahsettiği iki oluğun hangisinde yer alıyoruz?

İnsan tabiatı, iyiliğe, güzelliğe müteveccihtir. Kötülüğe yönelme, ancak fıtratı zorlamakla mümkündür. Burada irada devreye girer. İrade, ya dış baskılara direnecek ya da tabiatın gereğini yaparak güzelliğe yönelecektir. Şöyle kendinizi bir kontrol ediniz: Kendiniz ve başkaları için yaptığınız iyiliklerin ve kötülüklerin kaçı fıtri, kaçı zorlamaya dayalı? Fıtri olanlar sizi mutlu, diğerleri huzursuz eder.

İnsanız, bir daha dünyaya gelmeyeceğiz. “At ölür, meydan kalır; yiğit ölür, şan kalır.” Teveccühümüz, şanımız olacaktır. Halkımız tarafından “Demirkazık” diye nitelendirilen “Kutupyıldızı” hangi yöndeydi? Haydi bulalım, oraya teveccüh edelim.         

Umre Notları

Allaha hamd olsun Nisan ayı içersinde umreye gidip gelmek nasip oldu. Talep üzerine, bazı hususları dostlarımız ile paylaşmak istedim.

Bildiğiniz gibi umre, hac mevsimi dışında yapılan Kabe ziyaretidir. Gücü yetenlerin ömürlerinde bir kere umre yapması kuvvetli sünnet, hatta vaciptir. Ancak genelde, hacca gidildiğinde umre de yapılmakta ve ikisi bir arada yerine getirilebilmektedir.

Bugünkü anlamda müstakil umreler, bir mecburiyetten ziyade, dünya kaygılarından bir süre uzaklaşmak, Rabbül alemine yakınlaşmak,  ilahi feyizden nasiplenmek, mübarek mekanlarla teberrük, affedilmek, Peygamber Aleyhisselamı ziyaret ve şefaatine nail olmak v.b. sebeplerden yapılmaktadır.

Kabe, yer yüzünün ilk mabedidir ve ilk insanla aynı yaştadır. Adem Aleyhisselamı yaratan Rabbül Alemin, semada meleklerin tavaf ettiği Beytülma’murun tam altında, Kabe-i Muazzamayı inşa ettirdi ve burayı “alemlere bereket ve hidayet kaynağı” kıldı. (Ali İmran,96)

Kabe-i Muazzama sadece insanlar için değil bütün alemler için bereket ve hidayet kaynağıdır. Onun içindir ki ‘Kabeye bakmak ibadet, Kabeye girmek hasenat, Kabeden çıkmak günahtan temizlenmektir’ denmiştir. Cenabı Hak, Kabeyi ziyaret ederek ona tazim edenin şerefini, yüceliğini, saygınlığını ve heybetini artırmaktadır.

“Kim inanarak ve mükafatını Allahtan bekleyerek Beytullaha bakarsa önceki günahları ve geriye kalmış günahları affolunur, kıyamet gününde emin kullar arasında haşredilir.” (Haisi Şerif, İbn Cemaa, Hediyyetüs-Salik, 1/75)

Tavafın başlama noktasında bulunan Hacerülesved, yeryüzünde Allahın sağ eli hükmündedir. Rasulüllahın biatına erişemeyip Hacerülesvedi istilam eden kişi, Allaha ve Rasılüne biat etmiş olur. (Fakihi, Ahbarul Mekke, 1/12)

Kabe yakınında çıkan zemzem de, hangi niyetle içilirse ona çare olan, açlığı gideren ve hastalıklara şifa olan bir sudur. (İbni Mace, Menasik, 78)

Medine-i Münevverede Peygamber Aleyhisselamın kabrini ziyaret ise Hz. Peygamberin şefaatini vacip kılacak bir ameldir (Beyhaki, Şuabül İman, 6/48,51)

“Kim hac yapar da ölümümden sonra kabrimi ziyaret ederse beni hayatımda ziyaret etmiş gibidir” (Taberani) hadisi de bu yolculuğun külfetini nimete çeviren bir müjdedir.

“Minberim ile evim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir” hadisi şerifine istinaden kim bu dünyada cennette namaz kılmak isterse Medine’ye Mescidi Nebevi’deki Ravza-i Mutahharaya girmelidir.

Bütün bu sebepler umreyi cazip hale getirdiği gibi oralarda bulunan manevi atmosfer ve açıkça hissedilen feyz-i ilahi, gidenleri tekrar tekrar kendine çekmektedir.

Bu manevi ziyafetten azami istifade edebilmek için şu hususlara dikkat etmek gerektiği kanaatindeyim:

Öncelikle yola, salih bir arkadaş ve güvenilir bir kafile ile çıkmak gerekir.

Gitmeden önce, orada yapılacakları, oraların faziletini, gidip gelenlerin hatıralarını anlatan kitap ve yazıları okumalı, hatta yanına almalı, ihtiyaç halinde tekrar gözden geçirmelidir. Her şeyi rehberden beklemek olmaz.

Yaşlılar ve kadınlar yalnız gönderilmemeli, mutlaka yanlarında işi bilen, sağlıklı biri bulunmalı. Yoksa zahmetler çekilmekte, huzursuzluk yaşanmaktadır.

Kafile başkanının yönlendirmelerine uymak, duyurulara dikkat etmek ve önemsemek gerekiyor. Bilhassa ilk günlerde grupla hareket etmek önem arzetmekte.

Oralarda kafile görevlilerinin yaptığı sohbetlere mutlaka katılmak lazım. Sohbet insanı gayrete getiriyor, hissiyatını coşturuyor.

Allah dostları, oralarda kendilerini ibadete veriyorlar, bir saniyelerini bile Allahtan gafil geçirmemeye çalışıyorlar, bütün zamanlarını tavaf, namaz, oruç, zikir, dua, Kuran okuma, tevbe, umre ile geçiriyorlar, Allahın dinine ve kullarına hizmet etmeye çalışıyorlar ve bol bol sadaka veriyorlarmış. Yaptıkları alışverişi de “bereketlenmek ve hediye vermek” için ibadet maksadıyla yapıyorlarmış. Biz de onlar gibi yapalım.

Mekke-i Mükerremede olsun, Medine-i MÜnevverede olsun beş vakit namazı haremde cemaatle kılmaya özen gösterelim. Hadisi şerifte geçtiği üzere:

“Mescidi Haramdaki namaz, diğer mescitlerdeki namazlardan yüzbin kat, benim mescidimdeki namaz ise bin kat daha faziletlidir.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned,4/5)

Oralarda farzlar dışında, varsa kaza namazlarımızı kazamız yoksa nafile namazlar kılalım. Hele hele peygamber tavsiyesi olan tahiyyatül mescit, kuşluk, evvabin ve teheccüd namazlarını kaçırmayalım. Haremlerde sabah namazından bir saat önce bir ezan daha okunur. Bu ezanla imsakta okunan sabah ezanı arasında teheccüd namazı kılınabilir.

Allahın evi olan Kabe-i Muazzama ziyareti, günahlardan temizlenme sebebidir. Peygamber Aleyhisselam “Kim bu beyte gelir, kötü söz söylemez ve fısk işlemezse annesinden doğduğu gün gibi geri döner” buyurmuştur. Onun için burada bol bol tevbe edelim, göz yaşı dökmeye çalışalım. Ailemiz, yakınlarımız, tanıdıklarımız, idarecilerimiz, Ümmeti Muhammed ve hatta tüm insanlık için gönülden, samimi dualar edelim. Bu mübarek mekanlarda, gözü yaşlı, gönlü dertli binlerce Müslümanın içinde, ellerini açan kimsenin eli boş dönmez.

Oralarda bol bol Kur’an-ı Kerim okuyalım, Allahı zikredelim, düzenli yaptığımız virdlerimize orada da devam edelim.

Sadaka sevabının en bol olduğu yerler buralarıdır. İhtiyaç sahiplerine ve özellikle Haremin hizmetiyle şereflenen fakir Müslümanlara sadaka verelim.

Orada, insanlar ya oranın yerlisidir, ya da ziyaretçidir. Yerlilere, Allah Rasulünün hemşerisi oldukları için, misafirlere de “Allahın misafirleri” olduklarından son derece nazik davranalım.

Hastalanan, hizmete ihtiyaç duyan, yolunu kaybeden, yürüyemeyen, eşyasını taşıyamayanlara hizmet edelim, yer arayanlara yer açalım, tebessüm edelim.

Edep, en çok buralarda lazımdır insana. Dini ihya eden de yıkan da edeptir. Buralarda, kimseyi itip kakmamak, sesi yükseltmemek, abdestsiz gezmemek, edebe azami riayet etmek gerekir. Büyükler, buralarda kediye pist demeyi bile hoş görmemişlerdir.

Oradan dönüşte eş-dosta hediyeler getirildiği gibi giderken de oradakilere hediyeler götürmek güzel olur. Yanınıza aldığınız kalem, koku, tesbih vb. ufak tefek hediyeleri orada tanıştığınız Müslümanlara ikram ettiğinizde güzel bir yakınlaşma oluyor. Özellikle çocuklara verilen şeker, onları çok memnun ediyor, ağlayanların sesini kesiyor.

Haremde görevli kadın polisler, Türkiye’den götürülen yün patiklerden çok memnun kalıyorlar.

Orada yorgunluk, stres insanın maneviyatını çok bozuyor, feyzi azaltıyor. Onun için çok amel edeyim derken aşırı yorgunluklara sebebiyet vermeyelim. İstirahatımızı da ihmal etmeyelim.

Eşli gidişlerde buluşmalarda problemler olmakta, bu da karşılıklı suçlamalara sebebiyet vermektedir. Bunun için gider gitmez oradan her birimiz için cep telefonu hattı alıp haberleşmeleri, buluşmaları bununla yapmak bir çok huzursuzluğun önüne geçecektir.

Tavaf sırasında cepheyi Kabeden çevirmek tavafı zedeleyeceğinden dikkatli olmak gerekmektedir. Bu durumda kaç adım yürünmüşse geri gelip telafi etmek gerekir. Buna imkan yoksa şavt tekrar edilir.

Umrenin tamamlanması için ihramdan çıkarken tıraş olmak gerekmektedir. Kadınların saçlarının ucundan biraz kesmesi yeterli ise de erkeklerin başlarının en az dörtte birini tıraş ettirmeleri gerekmektedir. En iyisi oradaki berberlere tıraş olmaktır.

Oralarda insanların küçücük çocuklarını da yanına alarak geldiğini ve onların eziyetlerine katlandığını görürsün. Bunu, yavrularının salih evlat olması için yaptıkları muhakkak. Siz de bu mübarek mekanlarda gördüğünüz çocukların salih, vatana, millete, dini mübini islama hayırlı birer evlat olması için dua edin.

Orada her namazın peşinden cenaze namazı kılınıyor. Özellikle hanımlar cenaze namazını kılmayı daha önceden öğrenmeli.

Bazı maddi tedbirleri de şöylece sıralayabiliriz:

Güneş gözlüğü çok işe yarıyor. Gitmeden kaliteli bir gözlük edinin.

Sık tavaf, yalınayak yürümeye alışık olmayanların ayak bileklerini ağrıtıyor. Bunu azaltmak için patik giyilebilir. Veya çorap içine sünger tabanlık yerleştirilerek ağrılar azaltılabilir. Tabi ihramlı iken bu mümkün değil.

Ayaklar çatlayabilir, yanınıza krem alın.

Rabbim hepinize bu mübarek mekanları en bereketli bir şekilde ziyaret etmeyi nasip etsin. Amin.

Tahayyül

şehir meydanında
çınar ağaçları
kadim ustalıkları içinde
bir sonraki sabahın
huzur demine aş eriyorken
sığırcık imecesi neş’eler içinde
güneş,
vakti çağıran niyazı bekliyordu.
şairin gözleri,
kan çanağı mısralardan ayrılıp
suyun tenine teması ile
uyandı mahmurluğundan.
bedenine giydiremediği
ilahi çağrının seccadesinde
vefa aradı.
..
gönül meydanında
kelimeler
her zamanki uysallığı içinde
bir sonraki mısranın
sitemine can veriyorken.
his bilmecesi işveler içinde
kelam,
murada kavuşturan ilhamı bekliyordu.
şairin sözleri,
eskimiş hüzünler sayfasından sıyrılıp
sevdanın kaleme iltiması ile
kuşandı aşk buluğundan.
vuslatına eremediği
o hazin ağrının telaşesinde
şifa aradı.
..
ne,
bildik sabahlara uyanmak ihtimali.
ne de,
kalemin ilham ile halvet hali.
şair,
aç vehmin sandığını
tahayyül yelkenleri rüzgar bekliyor…  

Türkiye’deki Kavga Paylaşım Savaşı mı? (1)

 

Hürriyet Gazetesinde Cüneyt Ülsever “Türkiye’ye Ne Oluyor?” başlığı altında 3 günlük yazısında dikkat çekici değerlendirmeler yaptı. Ülsever öncelikle şu tespitleri yapıyor:

“Cumhuriyet’i kuran elitler, 600 yıldır muhafaza edilen hayat tarzını adeta bir gecede değiştirmeye kalktı. Kitleden “muhafazakâr hayat tarzı”ndan vazgeçip, kendilerince artık yaşanması şart olan “modern hayat tarzı”na uyum göstermesi istendi.”   

“Uzun seneler devlet aygıtı elitlerin elinde kaldı ve muhafazakârlar, modern hayat tarzına teslim olmadıkça; ekonomik, siyasal, sosyal hayattan dışlanmaya razı olmak durumunda kaldılar.”

“Farklılaşma, hayat tarzı farkından oluştuğu ve muhafazakâr hayat tarzı temelinde din kurumu tarafından şekillendirildiği için, paylaşma savaşında siyasi ayrışım giderek dini hassasiyeti yüksek olanlar ile bu hassasiyete tepkiyi ifade eden laiklik hassasiyeti yüksek olanlar arasında oluşmaya başladı.

Taraflardan “Birisi siyasette “laiklik hassasiyeti yüksek” kitleyi, diğeri ise “dini hassasiyeti yüksek” kitleyi oluşturuyor.”

***********************

Sosyal olaylar tek boyutlu bir bakış açısıyla açıklanmaya çalışıldığı zaman hata ve yanlışlara, en azından eksikliklere duçar olmamak mümkün değil. Cüneyt Ülsever’in yaptığı değerlendirmeler de, içinde epeyce değerli tespit ve doğruları barındırsa da, birçok sosyal durum ve gelişmeyi açıklayamıyor.

Cumhuriyeti kuranların asker- bürokrat bir elit zümreye dayandığı, özellikle tek parti döneminde CHP’nin geniş halk kitlelerine yeni bir hayat tarzı ve dünya görüşünü dayatmaya çalıştığı doğrudur. Ancak bir “paylaşım savaşı” yaşandığı görüşünün üzerinde düşünmemiz lazım. İlk bakışta meseleyi özünden yakalamış izlenimi veren bu yaklaşımın açıklayamadığı hususlar olduğu da muhakkak. Şöyle ki,

  • Ø Bu “paylaşım savaşının” bugünkü siyasi aktörleri bir tarafta AKP, diğer tarafta CHP gibi gözüküyor. Oysaki dini hassasiyetleri itibariyle MHP ve BBP kitlelerinin AKP’lilerden daha geride olduğunu söylemek insafsızlık olur. Ülsever, bu kitleler neyin paylaşımının peşinde sorusuna cevap aramıyor. Eğer “savaş, paylaşımdan yeteri kadar pay almadıklarını düşünenler ile cumhuriyetin kuruluşundan beri aldıkları payın elden gitmesinden korkanlar arasında” ise MHP ve BBP kitleleri bu savaşın neresinde? BDP’nin paylaşımdan anladığı ise herhalde daha farklı.
  • Ø AKP destekçileri içinde Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler, Emre Aköz vd neo-liberallerin dini hassasiyet içinde olup, bugün AKP’ye en az CHP kadar karşı olan milliyetçi- muhafazakâr kitlelerin ve onları temsil eden aydın ve siyasilerin dini hassasiyet içinde olmadıklarını söylemek hakikati ters yüz etmek olur.
  • Ø Turgut Özal döneminden sonra muhafazakâr hayat tarzını benimseyenlerin ellerine ilk kez siyaseti finanse edecek çapta para geçmeye başlamasıyla dengelerin değişmeye başladığı” tezi de kısmen doğru bir tespittir.

ANAP döneminde olduğu gibi AKP döneminde de “kendi zenginini yaratmak” politikaları ile “serbest piyasa ekonomisi kuralları” birlikte uygulanmaya çalışılıyor. Anadolu sermayesinin gelişmesi, İstanbul dukalığına karşı yeni güç odaklarının oluşmaya başlaması “muhafazakâr hayat tarzınıbenimseyenlerin “modern hayat tarzına” karşı bir zaferi değil, sermayenin (ve demokrasinin) tabana yayılmasının tabii bir sonucudur.  Bu değişim sağlıklı bir gelişmedir. Anadolu kaplanları arasında muhafazakârlar olduğu gibi, “modern hayat tarzını” benimseyenler de bulunmaktadır. Tabii ki oran, muhafazakâr hayat tarzını benimseyenlerin lehinedir.  

  • Ø Cüneyt Ülsever’in paylaşım teorisini en doğrulayan gelişme Fethullah Gülen Hareketidir. Bu cemaat sistemli, planlı ve istikrarlı bir strateji içerisinde devlet teşkilatında, sivil toplum kuruluşları alanında, medyada ve ekonomik faaliyetlerde ciddi bir pay edinme mücadelesi veriyor. Bu mücadelenin cemaate kazanımlarının varabileceği boyut, ABD’nin ılımlı İslam projesini sürdürme iradesine ve dolayısıyla bu cemaate verdiği mevcut desteğin devamına bağlı olacak. Bir de tabii ki cemaatin Gülen sonrası birliğini muhafaza edip edememesi ve hareketin liderliğine geçecek şahsın kişiliği belirleyici olacaktır.
  • Ø Sermaye ve siyasal güce kavuşmanın bir önemli parametresi de uluslararası sermaye ve büyük devletlerle entegrasyon becerisi(!) olsa gerektir. “Bizim çocukların” yaptığı darbeler de, en önemli projesine “eşbaşkan” olana sağlanan destek ve krediler de “hayat tarzı” tercihinden daha önemli etkiler yapmaktadır.

(Devam edecek) 

 

Değerlerimiz ve değer kırılmaları üzerine (4)

Vefa sevgiyi sürdürme ve sevgi bağlığıdır”

Bu yazıyı yazmaya başladığımda en önemli değerimiz olan “vefa” ile ilgili  yakınen iki olaya rastladım. Birincisi Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın Nevzat Yalçıntaş hocamıza 03/04/2010 tarihinde İzmit’te düzenlediği vefa gecesi ve o gecede yaşanan atmosfer. İkincisi 07/05/2010 tarihinde İstanbul İSAM(İslam Araştırmaları Merkezi) Kütüphanesinde düzenlenen çok sevdiğim, değer verdiğim, dostumuz Yavuz Argıt ağabeyimizin hakka yürüdüğünün 1. yılında düzenlenen anma toplantısı. Sonra tekrar aklıma geldi. Yine Kocaeli Aydınlar Ocağının Türkiye’mizin ender yetiştirdiği mütefekkirlerimizden ve yaşayan değerlerimizden Mustafa Yazgan bey için 3/11/1998 tarihinde İzmit’te yapılan ve akıllarda kalacak şekilde düzenlenmiş bir vefa toplantısı idi. Ayrıca Kocaeli Aydınlar Ocağı 2000 ve 2003 yılları arasında İzmit, İstanbul ve Ankara’da Ahde vefa toplantıları yapmış ve plaket takdim etmişti. Dolayısı ile bu değerimizin yaşaması ve yaşatılması konusundaki hassasiyeti olan kişi ve kurumları önemsiyorum.

Çok fazla duyarsınız “Vefa artık İstanbul’da bir semt adı“, ” vefalı insan kalmadı“,”artık ahde vefalı kişiler yok“. İşte İnsanı insan yapan bizi biz yapan değerlerimizin yok olduğunu hepimiz görüyoruz. Bu tip değerlerimize uygun davranış gösteren gurup ve kişilere karşı da takdir edici, övücü sözler söylemeyi ihmal etmeyiz. Ancak şuna hiç bakmayız. Biz acaba “vefalımıyız?“, “ahde vefa gösterebiliyor muyuz?“. Biz bu tip hizmetleri üreten kişi ve kuruluşlar için ne yapıyoruz?. Bu tip organizasyon yapanlara katkımız var mı? Yeni yetişen yavrularımıza “iyi insan” olma değerlerimizden bahsediyormuyuz? Öğretmenlerimizin, ailelerimizin bu anlamda bir gayretleri var mı? Yeni yetişen gençlik vefa duyacak kişi ve kuruluşları mı? Bulamıyor! sorgulamak gerekiyor.

Vefalı olmak; vefa göstereceğimiz kişiye karşı duygu ve davranışlarımızı hissettirmek, göstermektir diye düşünüyorum. İnsan değer verdiği şeylere karşı hayranlık duyar, saygı duyar, onu kaybetmek istemez ve sahip çıkma duygusu ön plana çıkar. Vefa farklı farklı tarif edilmiştir. En çok bilinen tarifi “Sevgiyi sürdürme ve sevgi bağlığıdır.”

Vefa hakikaten çok önemli bir kavram. İnsanı insan yapan duyguların başında gelir. Sevgi süreklilik arz eder. Vefa ise sürekli sevgi demektir. Sürekli sevgiyi göstermekte kolay olmasa gerek. Bazı vefalı insanlara bakın bazıları sadece kendinle ilgili kişi, konu ve kurumlara vefa duyabilir. Bazıları da daha geniş kapsamda yapılan bir iyiliği, bir hizmeti, güzel bir davranış biçimini unutmaz ve onu yad eder. Kısaca yapılan güzel bir davranışı, iyiliği, yakınlığı, dostluğu, hizmeti, yardımı, güzellikleri unutmamayı “vefa” diye tanımlayabiliriz.

Biraz somutlaştıracak olursak insan kendisini yetiştiren ve bu güne gelmesinde katkısı olan eksiğiyle gediğiyle kişi ve kurumlara vefa duymalıdır. Ayrıca Öncelikli olarak ülkesi için farklılıkları ortaya çıkaran herkese de vefa duymalıdır. Ülkesine, vatanına, milletine, çalıştığı kuruma, annesine, babasına, yakınlarına, dostlarına, büyüklerine, kahramanlarına, komşularına, ilim adamlarına, idarecilerine v.b…

Vefanın bir ölçüsü var mıdır? Bilemiyorum.

Ancak bu duygunun yaşatılmasında öncü olmuş kişi ve kurumları tebrik etmek gerekir. Bu manada da sadece vefatından sonra vefa toplantıları yapılır görüşünün, anlayışın dışına çıkartan KAO (Kocaeli Aydınlar Ocağı) yönetimini kutluyorum. Ayrıca bir İzmit beyefendisi, dünya tatlısı aziz dostumuz, bir kitap sevdalısı Yavuz ağabeyimiz için düzenlenen vefa toplantısı takdire şayandı. Buna ilaveten çok az kişiye çıkarılan bir armağan kitabı “Yavuz Argıt Armağanı” hazırlayıp, toplantı sonunda toplantıya katılanlar hediye ettiklerinden dolayı, İSAM idarecilerine, Onu seven kitapseverlere, kütüphane yönetimine, çalışanlara “Yavuz amcalarına” layık gerçekten güzel bir geleneğimiz ve değerimiz olan bir vefa toplantısı yaptıkları için teşekkür ediyorum.