12.7 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1197

Doğan görünümlü Şahin’den helikoptere

Meclis Başkanlığı makamı da tefessüh etti AKP İktidarı sayesinde.

Daha önce, Bülent Arınç döneminde, AKP Meclis Teşkilatı gibi çalıştırdılar Meclisi.

Öyle bir kadro dağıttılar ki, daha önceki dönemlerde Meclis kadroları neden şişirildi diye feryat figan haykıranlar, bir de baktık ki, ne kadar hısım akraba, eş dost, partili var ise Meclis’e yerleştirdiler.

Bu kadrolarda görev yapmaya ne eğitimleri ne tecrübeleri ne de kıdemleri yetmediği halde, “bizden” deyip yerleştirildiler.

Meclis’in kadrosu neredeyse ikiye katlandı.

Yüce Meclis’e atadıkları Genel Sekreter‘in, mahiyetinde çalışan sekreter hanımla birlikte yaşadığı gönül ilişkisi, evlilik dışı dünyaya gelen çocuk gibi yaşanan rezaletler, hep bu dönemim dillenmeyen rezaletleriydi.

Devlet’i tanımayan, Devlet Terbiyesi’nden yoksun kadroların “ne olduk delisi” tavırlarının tezahürü bunlar.

Bir söz var Rumeli’de çok kullanılır.

“Sonradan görme, gâvurdan dönme” derler.

Ya şimdiki Meclis Başkanı Şahin’e ne demeli.

Mehmet Ali Şahin ve Orman Genel Müdürü Osman Kahveci, Orman Genel Müdürlüğü’ne ait helikopterle Karabük’ün Ovacık İlçesi’nde bulunan Sporcu Kamp Eğitim Merkezi’nin bahçesine inmiş..

Şahin,  oğlunu ve babasını da almış yanına, evinin bulunduğu Ekincik Köyü’ne gitmiş helikopterle.

Bu kadar görgüsüzlüğe ne demeli?

Devlet’in imkânlarının pervasızca şahsi ihtiyaçlar için kullanılması bu dönemin hatırlarda kalacak hadiseleridir.

Geçmişlerine inat, yaptıkları bu ve benzeri olaylarla acısını çıkartıyorlar geçmişlerinin.

Bunların büyük bir çoğunluğu, seçilmeden önce, bırakın helikopteri, uçağa bile binememiş adamlar.

Ankara’ya giderken Doğan görünümlü bir Şahin arabaya, arkayı dörtleyerek altı kişi binip, Bolu Dağı’nda İsmail’in yerinde bir tas çorba ile yolculuk yaparken, bir de baktılar ki Devlet’in tüm imkânları ellerinin altında.

Gidin bir sorun bakın İsmail’in Yeri’ ne, hiç uğrayan var mı şimdi.

“Hepsi de havadalar (yani uçaktalar) artık” diyordu orada çalışan bir garson.

Eskiden sabah çorbasını burada içip yola devam edenleri, son sekiz yıldır görememekten şikâyetçiler İsmail’in Yeri’nde çalışanlar.

Ben bunların birçoğunla arkadaşlık yaptım geçmişte.

Devlet Malı için “Beyt-ül Mal” diyenler, dediklerini o kadar çabuk unuttular ki.

Bu mukaddes cümleye o kadar çok ihanet ettiler ki…

Birçoğu, inanın gördükleri yerde bakışlarını kaçırmak zorunda kalıyorlar.

Silivrikapı’daki Fatih Belediyesi Kooperatif Blokları‘nda otururken, şimdi Çamlıca’da lüks villalarda kalmalarını izah edecek durumda değiller, nasıl yüzüme bakacaklar ki?

Bunlardan birine, AKP kurulurken, kurulma aşamasında hukuki katkı veren birine, Haseki’de, Şahin arabası ile trafik polisleri tarafından çevrildiğinde rastlamıştım.

Trafik Sigortası yaptıramamış, Trafik Ekibi arabasını bağlıyordu.

Şimdi Emniyet Teşkilatı’nda önemli bir görevde bulunan, o dönemin Trafik Bölge Müdürü’ne telefonla ulaşıp, ceza yazmalarını ama arabasını bağlamamalarını rica etmiştim.

Biliyordum ki gerçekten o gün o Şahin araba onun her şeyiydi.

Ya şimdi?

Ne siz sorun ne de ben anlatayım.

 

Terör Üzerindeki Vesayet

Terör olaylarındaki büyük artışın sebebini dışarıda aramayalım. Kendi çelişkilerimizi ve gaflet örneklerimizi görelim. Siyasi iktidar terördeki artış karşısında herhalde hakem değildi. Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Dairesinden yapılan açıklamaya göre; 1994’de bölgede 3300, 1995’de 1436, 1996’da 1512, 1997’de 919, 1998’de 589, 1999’da 488, 2000’de ise 18 terör olayının yaşandığı ortaya çıkıyor. Peki bugün bu noktaya nasıl ve neden geldik? Siyasi irade bu sorumluluğun dışında mı? Şehit sayılarımız da bu artışa paralel olarak dikkat çekiyor. 2000 ve 2003’de 22 ve 21 olan şehit sayısı 2010’un ilk 6 ayında 134’e çıkıyor.

2002’den beri asla hoşgörülemeyecek öyle yanlışlar yapılıp terör tahrik edildi ve demokratikleşme oyunu altında örgüt ve siyasi yandaşları öyle şımartıldı ki; bugünkü sonuçtan başka bir şey zaten ortaya çıkamazdı. İspanya’da terör örgütü ile bağlantılı partiler kapatılıyor. Teröre bulaşmış olanlara demokratik hak zaten verilemez deniyor ve yargılanıyorlar. Bizde ise bazı belediye başkanları derebeyi edası ile devlete kafa tutabiliyor, yasaları ve anayasayı çiğneyebiliyor ama demokratikleşme adına görevden alınamıyor. Arkanızda yabancıların desteği varsa; sırtınız sürekli sıvazlanıyor.

Türkiye’de terörün hızlandırılması ve terörle ablukaya alınarak ülkenin bunaltılması, umutsuzluğun yayılması ve tavizlere zorlanması, herhalde bazı siyasilerin işine de geliyor. Anayasayı değiştirirken ve ülkenin güvenlik kuvvetleri ile mücadele ederken bunlar malzeme olarak kullanılıyor. Demokrasi, asker vesayeti altında diye hedef şaşırtanlar, küresel gücün ve Brüksel’in vesayeti altındaki bir Türkiye’yi atlıyorlar. “Gerekirse terörist başının yol haritasından istifade edebiliriz” diyen bu ülkenin başbakan yardımcısı değil miydi? Ergenekon adı takılan Ümraniye Davası dolayısıyla kozmik odalara girilip devlet deşifre edilmedi mi? Erzincan’daki Ergenekon Davasının duruşmalarında başta terör örgütü olmak üzere diğer örgütlere karşı kullanılan 329 muhbirin kimlik, telefon bilgileri, açık adresleri hatta otomobil plakaları klasörlere girip örgüt yandaşlarının eline geçmedi mi? İstihbarat eksikliğinden neden şikayetçi oluyorsunuz? Bu konuda müttefikimize güvenmek ve bel bağlamak büyük bir gaflet değil mi?  Türk Milletine mensubiyet duygusu yerine; etnik ufalanmayı öne çıkaran anlayış terörle nasıl mücadele edebilir? Örgütün isteklerinden bir kısmını yerine getiren bir anlayışın terörden şikayetçi olmaya hakkı var mı? Irkçı bölücü terör örgütünü Barzani’den nasıl ayrı düşünebilirsiniz?

Yabancıları suçlamayalım. “Efendim ne iade ediyorlar; ne de yargılıyorlar; ama kaçmalarına göz yumuyorlar” şeklinde Sayın Cemil Çiçek’in aslında haklı tepkisini anlamak da zordur. Siz örgüte doğrudan veya dolaylı hoşgörü gösterirseniz; Habur’da hukuk rezaletine ve örgütü muhatap alma yanlışına ortam hazırlarsanız sözde dost ve müttefiklerimizden ne beklersiniz?

Yapılması gerekenler meçhul değildir. Siz siyasi iradeden bahsedin.  Demokrasiyi küresel gücün vesayeti altına sokarsanız; yabancı etkilere göre yönlendirilirseniz; yasaları, anayasa değişikliklerini işbirlikçilerle beraber pazarlarsanız; bırakın terörü hiçbir konuda başarı sağlayamazsınız.

Irak’ın Kuzey’ini kalkındırmak ve bazı menfaatler uğruna oraya heyet üzerine heyet gidiyor. Erbil’e Avcılar’daki “Tatilya”yı gönderdik. Kerkük yerine Erbil‘de konsolosluk açtık. Peki, bunun karşılığında Türkiye ne elde ediyor? Karakol baskınları, mayınlar ve şehitler…

Türkiye’yi kendilerine çok büyük ve fazla gören, mirasyedi tavırlı bazı iş adamları ihanet kokan teklifler ileri sürebiliyorlar. Genel aftan Anayasanın iki ve üç milletli ve dilli yapılmasına, katil başının muhatap alınmasına, bölgesel özerklik ve bazı belediyelere egemenlik devrine, askerin silah bırakmasına, bir bilmece görüntülü açılımın hızlandırılmasına kadar fikir maskaralıkları ortada dolaşıyor. Bazıları ile aynı ülkenin vatandaşı olmaktan utanç duyuyoruz.

Bunlar olurken devletin TRT’si tarafsızlığı oynuyor. Hayatının bağışlanması için terörist başını nasıl pazarlık yaptığı ekranlara tekrar getirilmiyor. Devletin TRT’si ve kurumları devlete karşı yöneltilmiş bir psikolojik harekâta karşı psikolojik savaş veremiyor. Terörist başı enterne edilemiyor;  ama şehit aileleri kolay kontrol altına alınıyor.

“Kürtçü” Feodalizm ve Kardelen Elif

Türkiye Cumhuriyeti Devleti; iç ve dış kaynaklı sosyal, siyasal ve etnik ayrışma riskiyle karşı karşıyadır… Türkiye birçok yönden kuşatma altındadır!!! Haziran 2010 tarihi itibarıyla en önemli sorunu Türkiye’nin, etnik kimliğe dayalı bölücülük hareketleridir. Cumhuriyeti yıkıp yerine “İslam Kürt Cumhuriyetini Kurmak” amacıyla 1925’te Türkiye Cumhuriyeti Devletine isyan eden hainler, bugünlerde “kahraman” addedilip anılmaktadır. Bir büyük kentin sokaklarının duvarlarına, onun “şerrüt” kokan surat afişleri asılmaktadır… Bir anlamda 1925’te yapılan kalkışmanın tekrarı için ortam hazırlanmaktadır…

**

Etnik bölücüler ne istiyor? Amaçları nedir?  Bu soruların net cevabının ortaya konulması gerekir. Artık açıkça ifade edilen ve Türkiye Cumhuriyetinden istenenler şunlardır; 1- Anayasanın teklif edilmesi dahi yasak olan ilk üç maddesinin değiştirilmesi, 2-Devletin kurucu unsuru olarak “iki millet” varlığının ifadesi ve buna uygun bir devlet yapısı, 3- Etnik kökene göre ana dilde eğitim, 4- Bölgesel özerklik veya otonomi…

Evet, şimdilik istenenler bu ana başlıklarla ifade edilebilir… Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu istekleri kabul edecek mi? Etnik kimliklere göre devlet yapılanması isteğini esas alan ayrışmayı benimseyecek mi? Bütün mesele budur…

**

Türkiye karar verme aşamasında…

Türkiye Devleti bu istekleri karşılayıp karşılamayacağına karar vermelidir… Dünyaya duyurmalıdır… Terör gücüne dayalı istemlere göre devlet yapısını ve anayasasını değiştirip değiştirmeyeceğine karar vermeli ve ona göre terörle topyekûn bir mücadele başlatmalıdır… Siyasi iradenin ve devletin kurumları bu noktada tavır belirlemelidirler…

Terör örgütü ve ona destek veren tüm odaklar, bu amaçlara ulaşmak için aşamalı stratejiler uygulanmaktadır. Bunun için sürekli taktikler değişmekte, hedeflere saldırılar çeşitlenmektedir. Amaçlarına ulaşmak için çok yönlü ön hazırlıkları yapmak gerekiyor; bunun için de Türkiye Cumhuriyeti Devletini “operasyona açık bir ülke” konumuna getirmek ilk etapta varılması gereken hedeftir…

Nitekim aşamalı olarak sürdürülen ve zaman içinde şiddetlenen terör olayları bundan sonra da farklı şekil ve şiddetlerde devam edeceğe benziyor. Zira buna destek veren “kuşatma” faktörleri ve odaklar giderek niyetlerini ve nihai hedeflerini açıklamaktan geri durmamaktadırlar.

“Kürtçülük” hareketleri yeni değildir. Tarihi bir vakıadır. Türk milletine ait devlet egemenliğini ve bağımsızlığını yıkmak için bugün de “Kürtçülük” kartı kullanılmaktadır. Amaca yönelik kurgulanmış nihai hedef, Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmektir. Dün “yok” edemedikleri Türk milletini, bugün farklı silahlarla zora sokulmaktadır. Emperyalistlerin Birinci Cihan Harbinde başaramadıklarını, bugün terör örgütü aracıyla, AB’ne üyelik kamuflajı ile başarmaya çalışmaktadırlar. Emperyalizme karşı kazanılan Kurtuluş Savaşı, Batı tarafından bir türlü hazmedilememiştir.

Her fırsatta Türkiye gagalanmaktadır; oluşturulan suni sorunlarla birikmiş kinlerini, bilenmiş nefretlerini dışa vurmaktalar; “öç almak”  emperyalistlerin ana hedefleridir… Hedef tahtasına oturtulan değer, cumhuriyetin kurucu felsefesi olan “millilik” özelliğini önce sulandırmak, sonra da yok etmektir…

**

Kuruluş felsefesi ve kurucu kadrolar…

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucu kadroları ve kuruluş felsefesinde güdülen temel ilke, milletin birliği ve bütünlüğüdür. Kurucu unsur olan Anadolu halkı arasında “milliyet”  ya da “etnik” ya da “din” ya da “mezhep” ayırımı yapılmadan, tek kimlikli halk (İslam kimliği ile) ortak kimliği ile Türkiye Cumhuriyet Devleti inşa edildi… Ulus Devlet oluşturmak için de Türk milleti üst kimliği ortak kimlik olarak benimsendi…

Şimdilerde bu “kurucu unsur” söylemi farklı amaçlar için kullanılmak istenmektedir. Bölücü örgütün siyasal ve sosyal kanadını oluşturan kravatlı ve papyonlu feodalizm artıkları ile ne olduğu belli olmayan eksantrik “numaracı cumhuriyetçiler” ve ılımlı İslâmcı-liberal diplomalı cahiller “ortak kurucu halk” statüsünü gündeme getirmektedirler. Etnik ayırıma dayalı “ortak kurucu halk” fikri, cumhuriyet düşmanı eksantrik diplomalılar ile “numaracı cumhuriyetçiler” ile “din tüccarı” ılıman İslâmcı-liberaller tarafından savunulmaktadır. 

Bunlar, Anayasamızın, Türk Devleti’nin kuruluş esaslarını belirleyen, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek ilk üç maddesinin değiştirilmesi için çığırtkanlık yapmaktadırlar. Bunların amacı, Türk Devleti’nin kuruluş esaslarını belirleyen, ana ilkeleri gösteren Anayasa maddelerinin değiştirilmesi yoluyla etnik temele dayanan bölücü, “Kürtçü” ekibin işini kolaylaştırmaktır.

Terör “timleri”nin siyasi kanadını oluşturan dünün feodalizminin bugünkü artıkları, her fırsatta; “Bu devlet için beraber şehitler verdik; bu ülkeyi beraber kurtardık. Bu devleti beraber kurduk” demeleri, etnik ayırımcılığı öne çıkarma gayretidir; bu amacın dışa vurumudur; “Kürtçülük” yapmalarına kılıf hazırlamaktadırlar…

Demezler mi ki mademki kurtardın ve dahi kurdun bu devleti, o zaman sıkıntın nedir? Neyin eksik kaldı? Bu devlette yapmak isteyip de yapamadığın, olmak isteyip de olamadığın nedir?

Kurtuluş Savaşının ilk yıllarına gidelim; Amasya, Sivas, Erzurum toplantılarını ve buralarda alınan kararların içeriğini, hedeflerini, amaçlarını hatırlayalım… Hatırlanmıyorsa okuyalım yeniden… Anadolu’da kurtuluş kıvılcımını çakan Gazi Mustafa Kemal, Cumhuriyeti kurarken, tabii ki yalnız değildi; dar bir kadronun yerine milletin birlik ve bütünlüğüne dayalı bir devlet inşa ediyordu…

Anadolu halkının her kesimini temsil eden Birinci Milli Meclis vardı yanında; etnik ve dini inanca dayalı bir ayırım asla yapmamıştır. Ne cumhuriyetin kurucusu olan kadrolar, ne de devletin kuruluş felsefesi olan “millilik” yani “milliyetçilik” ilkelerinde bir ayırım, ayrıştırma yoktur; olmamıştır da… Kuruluş aşamasında ne Türk ne de başka bir etnik zikredilmeden bütünleştirici ve birleştiricilik esas alınmıştır. Kurucu felsefenin temeli, bu vatan için, bayrak için, iffet için, hürriyet için çarpışanları, gazi ve şehit olanları hiçbir şekilde ve durumda “etnik kimliklerine” göre ayırmamışlardır. Bunun aksini söylemek, yazmak gaflettir, ihanettir…

**

Filistin’deki ihanet ve Türkiye…

Türk milleti Birinci Cihan Harbinde 9 cephede savaştı. Çanakkale cephesi hariç diğer tüm cephelerde yenilgi aldı. Bazı cephelerde ihanete uğradı. İhanete uğranılan cephelerden biri de, bugün uğruna ülkenin huzurunu feda etme aymazlığını göstermek için ajite hamasi nutukların atıldığı, kalemlerin “cihat” kustuğu Filistin cephesidir… O Filistin cephesi ki, o toprakları ve halkının canını korumak için orada bulunan Osmanlı askerine ihanet ettiler. O Filistinliler ki, İngilizlerle iş birliği yaparak, Osmanlı ordusunu arkadan hançerleyerek yenilmesini sağladılar… Arap-Filistinliler yüzünde 150 bin Mehmetçik esir oldu… Filistinliler ki sonraları vatan topraklarını 3-5 bin kuruşa Yahudilere sattılar…

Bu 150 bin esir Mehmetçik, İngilizlerin Uzakdoğu sömürgelerinde, yol-köprü yapımında, su kanalları açılmasında, kırbaç ve dipçik altında çalıştırıldılar; esaret altında öldüler; bugün bu 150 bin Mehmetçiğin mezar taşları bile belli değildir… İşte size, uğruna, İsrail’le savaşma (!) eşiğine geldiğimiz Filistin…

**

Milli kimlik…

Çanakkale’de şehit olan askerlerimiz arasında farklı milliyet ve dinden olanlar vardı; bunlar Rum, Musevi ve Ermeni etnik kökenli askerlerimizdi, onlar arasında hiçbir zaman etnik ayırım yapılmadı, düşünülmedi de… Hepsi Osmanlı ordusunun mensubuydu ve vatan için düşmanla savaştılar… Onlar, aynı vatan için aynı cephede çarpışan kardeşler olarak anıldılar. Din ve milliyet ayırımı yapılmadan herkes kardeş olarak bilindi, vatanları için şehit olmuş insanlar olarak vatanın bağrına “evlâdımız” olarak verildi…

Emperyalistler, Anadolu’daki bu kurtuluş hareketini bir türlü hazmedemedikleri için, Lozan’da, son anda dahi, milli birlik ve beraberliğe “çomak” sokmak istediler; bugünkü Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizin bir kısmını içine alan “Batı Ermenistan” ve “Kürdistan” yaratmak istediler… Fakat kurucu felsefe ve kadrolar buna da izin vermediler…

Lozan‘da bu ülkede yaşayan bütün Müslümanları herhangi bir “alt kimlikle” tanımlamadan, herkese, ırki anlamdan uzak ortak kimlik için Türk denildi; işte ortak ifade; “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyen Atatürk, bu ortak kimliği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimliği ile pekiştirdi. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi işte bu “milli” kimlikle Milliyetçi Türkiye oluştu…

Etnik ayırımcılığa set çekilerek ulus devlet kuruldu. Sakın ola ki Türk kelimesini bir ırkın temsili olarak algılamayalım… Bunun böyle olmadığı, Türk milleti denilirken asla “ırki” anlam yüklenmediğini, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna katkı veren, cumhuriyet vatandaşı olan herkesin bu ortak milli kimlik ile temsil edildiği, bunun da birlik ve bütünlüğü temsil eden kültürel kimlik anlamı taşıdığını tekrar edelim…

**

Ortak kimlik; Türk Milleti…

Bu, devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes; ister Türk, ister Kürt, ister Ermeni, ister Rum, ister Boşnak, ister Arap olsun hepsinin temsil edildiği ortak kimlik Türk milleti kimliğidir. İllaki ayırım yapılmak isteniyorsa, o zaman, devletin kurucu unsurlarını temsil eden tüm kültürlerin “devletin kurucu ortağı” olarak tanımlamak gerekmez mi!!!??? Olaya bir de bu açıdan bakmak gerekir…

Çanakkale Savaşı Türk milletinin diriliş savaşıdır. Emperyalizme karşı vatan savunmasının ana ruhu, istiklale inanma ruhudur; vatan savunma inancıdır; sarsılmaz imandır… Anadolu’da çakılan kıvılcım, Kurtuluş Savaşı’nın kıvılcımıdır; Kurtuluş Savaşı ise emperyalizme kafa tutmaktır; hürriyet ve istiklalin yanan meşalesidir…

Bu meşalenin aydınlığında ve ısısında Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur… Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyetin kuruluş savaşıdır… Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarında şehit olan askerlerin milliyetleri ve din-mezheplerini tayin etmek ne kadar mümkündür? Örneğin Çanakkale’de savaşan askerler arasında Arap, Türk, Kürt, Boşnak, Kafkasyalı vardı. Bunlar arasında kimin “kim” olduğunu tayin edecek bir sistem olabilir mi? Öyle bir sistem olsaydı o zaman ayrışma olurdu, birlik-beraberlik ruhu olmazdı… Bugünün “Kürdistancıları” arasında acaba kaç tanesinin ailesinden Çanakkale’de, İstiklal savaşında şehit oldu? Çanakkale’de, İstiklal Savaşında şehit olan Doğulu Mehmetçikler o gün de Türk milleti “milli” kimliğine sahiptiler, bugün de onların soyları bu kimliğin öz evlatlarıdır. 

Bugünün ayrılıkçılarının ataları da dün ayrılıkçıydılar ve milletin kurtuluş hareketine katılmamak için bahaneler ürettiler… “Kürdistancılar” acaba, geçmişlerine ait soydan, İstiklal Savaşında ve Çanakkale Savaşında kaç tane “şehit” vermiş olduğunu araştırdılar mı? Dünün ayrılıkçılarının kalıntıları, güya dün “kurucu ortak unsur” olmuşlar da bu bahane ile Anayasanın temel maddelerinin değişmesini istemekteler!!!

**

 “Kürtçü” Feodalizm…

Konuyu araştırmak için kaynakları karıştırdığımız zaman, Anadolu’da, ta Osmanlıdan beri başlayıp bugün bile devam eden “Kürtçülük” hareketlerinin bir özetini verirsek birçok insanın aklını başına getirebilir.

Şu gerçeği bir kez daha hatırlatmakta yarar vardır; Osmanlı Devleti; Batılı emperyalistlerin, Osmanlının bünyesindeki etnik kimlikleri kaşıyarak, ayrıştırarak yıktıkları bir imparatorluktur. Önce “hasta adam” olarak ilan ettiler sonra parçaladılar, geriye kalan son vatan parçası Anadolu’yu işgal ettiler… Osmanlıyı parçalayıp paylaşmak yetmedi; çok zor şartlarda ve imkânsızlıklarla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunu hazmedememişti emperyal güçler…  Genç cumhuriyet de tehdit altındaydı… Henüz ilk yıllarıydı; emperyalistler yine etnik ayrıştırma kozunu kullandılar; “şeriatı getirmek, dini korumak” için halkın inançları istismar edildi, cumhuriyet ve onun kurucu felsefesi “din düşmanı” gösterilerek cahil vatandaşlar kışkırtılmış, yeni isyanlar başlatılmıştı Anadolu’da… Cumhuriyeti kuran kadrolar, Osmanlının etnik ayrışmadan dolayı yıkıldığını biliyorlardı ve bunun için de Cumhuriyete yönelik bölücü “Kürtçü”  faaliyetleri yakından izliyorlardı. Cumhuriyet döneminde Anadolu’da çıkan isyanların çokluğu, emperyalistlerin Türkiye üzerindeki emellerinin hiç bitmediğini gösteriyor…  

Kürtçülük hareketlerinin bir kısmı mahallî ve sınırlı kişilerin feodal güçlerini devam ettirmek için isyanları olduğu kadar, tamamen bölücü amaçlara yönelik “Kürtçülük” isyanlarıdır da… İşte bu isyanlardan bazı örnekler ki bunların belli başlıları yaklaşık 38dir; onları burada ifade etmek bir zarurettir.

Bu isyanları kimler ve nerede çıkartmıştır? Burada sorulacak bir soru vardır; Anadolu’da bu isyanlar olurken bu feodal güçlerin amaçları milli devleti ve cumhuriyeti mi korumak ve kurmaktı? Bu “Kürtçü” hareketlerin amaçları Osmanlıyı birlikte kurtarmak mıydı, Türkiye Cumhuriyeti Devletini birlikte kurmak mıydı? Bu soruların cevabı aşağıdaki “Kürtçü” isyanlar listesinde saklıdır!

**

 “Kürtçü” isyanlar…

1- Babanzade Abdurrahman Paşa isyanı (1806- Musul); 2- Babanzade Ahmet Paşa isyanı (1812 – Musul); 3- Zaza isyanı (1820); 4– Yezidi isyanı (1830- Hakkari); 5- Şerefhan isyanı (1831- Bitlis); 6- Bedirhan isyanı (1835- Botan); 7- Garzan isyanı (1839- Diyarbakır); 8- Ubeydullah İsyanı (1881- Hakkari); 9- Bedirhan Osman Paşa ve kardeşi Hüseyin Paşa isyanı (1872-Mardin-Cizre); 10- Bedirhan Emin Ali isyanı (1889- Erzincan); 11- Bedirhaniler ve Halil Rema isyanı (1912-Mardin); 12- Şeyh Selim Şehabettin ve Ali isyanı (1912- Bitlis); 13- Koşgiri isyanı (1920- Koşgiri); 14- Nasturi isyanı (1924- Hakkâri); 15- Jilyan isyanı (1926- Siirt); 16- Şeyh Sait isyanı (1925- Bingöl-Muş-Diyarbakır); 17- Seyit Taha ve Seyit Abdullah isyanı (1925-Şemdinli); 18- Reşkotan ve Reman isyanı (1925- Diyarbakır); 19– Eruhlu Yakup Ağa ve oğulları (1926-Pervani); 20- Güyan isyanı (1926-Siirt); 21- Haco isyanı (1926- Nusaybin); 22- I. Ağrı isyanı (1926); 23– Koçuşağı isyanı (1926- Silvan); 24- Hakkâri-Beytüşşebab isyanı (1926); 25- Mutki isyanı (1927- Bitlis); 26– II. Ağrı isyanı; 27– Biçar harekâtı (1927- Silvan); 28– Zilanlı Resul Ağa isyanı (1929- Eruh); 29- Zeylan isyanı (1930- Van); 30- Tutaklı Ali Can isyanı (1930- Tutak-Bulanık-Hınıs); 31- Oramar isyanı (1930- Van); 32-III. Ağrı harekâtı (1930); 33– Buban aşireti isyanı (1934- Bitlis); 34- Abdurrahman isyanı (1935-Siirt); 35- Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt); 36– Sason isyanı (1935-Siirt); 37- Dersim isyanı (1937-Tunceli); 38- PKK terörü (1984-…).

Soru: Bu isyanlar, Türkiye Cumhuriyeti Devletine “kurucu unsur” olmak için mi yapıldı?

**

Doğu-Batı eşit düzeyde kalkınmalı…

Genç Türkiye Cumhuriyetinin temel felsefesine düşman ayrılıkçı ve dinci odaklar, her fırsatta cumhuriyet aleyhine faaliyette bulunmayı ilke haline getirmişlerdir. Kürtçülüğün devlet için tehlikeli unsur olduğunu gören kurucu kadrolar, Türk-Kürt akrabalık bağları ve din birliği nedeniyle tek ortak kimlik altında bütünleştirmeyi amaçlayan devrimler yaptılar. Ekonomik-sosyal ve eğitsel bağlamda geri kalmış bölgelerde -ki bu bölgeler genellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleriydi- büyük hamleler yaptılar, ekonomik, eğitsel ve sosyal alanlarda bölgenin kalkınması için devlet var gücüyle çalıştı…

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ne kadar kamu yatırımı varsa, hepsi Atatürk’ün Cumhuriyetle yaşadığı 15 yıllık bir sürede yapılmıştır. Onun ideali ve hedefi Tunceli ile İzmir’i, Hakkâri ile Ankara’yı aynı çağdaş düzeye getirmekti. Bu konuda Atatürk’ün düşünceleri, Doğu gezisinde Sabiha Gökçen’e söyledikleri satırlarda açıktır.

Genç cumhuriyet, toplumdaki ayrıcalıklı sınıfları ortadan kaldırmak istiyordu. Bu gerçekleştiği takdirde ağa ile topraksız köylü (reaya), şeyh ile mürit, seyyid ile ümmet, aşiret reisi ile göçebe halk arasında fark kalkacaktı. Mustafa Kemalin bu düşüncelerine, devrimlerine karşı duran Kürtçü feodalizm her fırsatta isyanlar çıkarıp vatandaş üzerinde kurduğu hegemonyayı sürdürmek istiyordu.

Doğuda vatandaşı “mal” gibi kullanan ağalar, şeyhler, seyyidler, aşiret reisleri bu değişime şiddetle karşı çıkıyorlardı. Tipik örnek olarak Dersim (Tunceli), Şeyh Sait isyanları verilebilir. Bu isyanlarda “Feodal Kürtçülük” temel alınmıştır. Fakat bu ayrımı yapanlar yine ağalar, şeyhler, seyyidlerdir. Şeyh Sait, elinde tuttuğu “şeylik” feodalite gücünü kaybedeceğini anladığı için cumhuriyete karşı isyan etmiştir. “kâfir rejimi cumhuriyeti yıkacağım, şeriat Kürt devletini kuracağım” diyerek etrafındaki müritleriyle devlete isyan etmiştir. Bunların amacı feodal güçlerini sürdürebilmektir; yüzyıllarca anasını ağlattıkları halkın birey, vatandaş olmasını istemiyorlardı. Fukara halkın ayırımcılıktan haberi zaten yoktu… Tıpkı Koçgiri isyanında olduğu gibi…

Devletin Doğu Anadolu’da kırmaya çalıştığı yerel feodal güç, yüz yıllardan beri devam eden feodalizmdir; Atatürk’ün yaşamı süresince yapılan çağdaşlaşma devrimleri, her seferinde, bu bölgede feodalizmin kurşunlarına hedef olmuştur… Devletin dirayetli ve kararlı duruşu sonucunda Dersim’de feodalizme son verilmiştir; ağalık, şeyhlik, seyidlik, reislik hegemonyası kırılmıştır. Fakat Dersim’de hiç unutulmayacak acılar da bırakmıştır…

Dikkatinizi çekti mi hiç? “Açılım” şampiyonları neden hiç feodalizmin yıkılmasına, ortadan kaldırılmasına yönelik söylemleri olmuyor? Hâlbuki terörün ilk çıkış noktası, feodalizme karşı isyandır… Bugünkü bölücü örgüt önce “ağa bımırın” (ağalar ölsün) sloganıyla işe başlamıştı… Şimdilerde ağalıktan, şeyhlikten, aşiretten bahseden hiç yok! Bunda bir gariplik yok mu?

**

İsyan için din istismarı…

İsyan için halkın hassas olduğu değerler kaşınıyor, öne çıkarılıyor ve menfaat bağlantılı korku atmosferi yaratılıyordu. Öncelikle din konusu, sonra etnik kimlik istismarı yapılarak devlete düşmanlık körükleniyor ardından isyan ediliyordu… Aslında isyanın amacı feodal yapılarını korumak ve derebeyliklerini sürdürmekti, yüz yıllardan beri süregelen feodal güç sömürüsüne devam etmekti… Buna halkın dini ve etnik kimliği alet ediliyordu… İşte yukarıda örnekleri verilen 38 “Kürtçülük” isyanın, bu feodal odakların hegemonyalarını koruma amacına yönelik olduğunu anlamamız gerekiyor… Bugün sürdürülen terör isyanı da, aslında, feodalizmin yeni modellerinin gereğidir. Dünün feodal kalıntıları yeni kimliklerle yine halk üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek istemektedirler… Bugün “Kürtçülük” vasıtasıyla feodal güçlerini korumaya çalışanlar, kravatlı ve papyonlu okumuşlardır… Bunların kimisi avukat, kimisi mebus, kimisi de bakan… Kimisi silah ve eroin kaçakçılık ağası, kimisi de terör ağası… Hepsi de bir güç olma peşindedir… Bunların hiç birinin derdi ve amacı, “Kürt” halkının sıkıntısını gidermek, onların aş iş sahibi olmalarını sağlamak değildir… Bunu, mutlaka, herkesten önce kendini “Kürt” sanan veya öyle hisseden vatandaşların anlaması gerekir ki “Kürtçü feodalizm”in maskesi düşebilsin…

**

Cumhuriyet dönemindeki isyanlar…

Yukarıdaki listeye dikkat edilirse, bu isyanların çoğunun 1920 ve sonrası tarihleri kapsadığı görülecektir. Yani Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde olmuş isyanlar… Anlaşılan odur ki “Kürtçü feodalizm”in amacı vatan kurtarmak, devlet kurmak gibi bir uğraşları olmamıştır… Osmanlı döneminde de devleti korumak için herhangi bir gayretlerinin olmadığı gibi…

Sormak lazım; Kurtuluş Savaşı verilirken, yine o zamanın “Kürdistancıları” acaba neyin peşindeydiler? Milli kurtuluş için savaşmak mı, yoksa yeni feodal isyanların tertibi içindeler miydi? Başta İngiliz, Fransız ve Sovyet emperyalizminin maşası mıydılar? Neredeydi o zamanlar, “ortak kurucu unsur” olmak isteyen bu “Kürtçü feodalizm”in temsilcileri!?

Bre “Kürdistancılar”, gerçekleri ne kadar kamufle ederseniz ediniz, mutlaka “takke düşer kel görünür” tekerlemesi hatırdan çıkarılmamalıdır… Hangi fırçayı ve boyayı kullanırsanız kullanın, güneşi renklerle karartamazsınız…  Türkiye cumhuriyetinin kimliğini taşıyan herkes Türk milleti kimliği ile temsil edilir. Bu kimlik birleştirici ve bütünleştirici kimliktir.

Ayırımcılık yapanların, nifak tohumunu ekenlerin bu topraklarda iflah olmaları mümkün değildir; tarihte olamadıkları gibi…  İllaki ‘ayırımcılık yapacağım’ diyenlere söylenecek son sözümüzün söylenme zamanı daha gelmedi… Eğer bu topraklarda birlikte yaşamak isteniyorsa, herkes Türk milleti ortak kimliğiyle temsil edilecektir; hem bu topraklarda yaşamak isteyeceksiniz hem de ‘benim dediğim olacak’ deme hakkına kimse sahip değildir…

**

Kardelen Elif’ler…

İstanbul Halkalıda, askeri personeli taşıyan servis minibüsüne bombalı saldırıda bulunan terör örgütüne karşı; yürekli bir genç eş, cesur annenin feryadını duyduğumda tüylerim dikken diken oldu, boğazımda düğümler oluştu; yutkunmak istedim olmadı; zayıf göz pınarlarım birden şenleniverdi…

Kendisinin de “Kürt” olduğunu söyleyen Muşlu “Kardelen Elif” bakınız nasıl haykırıyordu; “Ben de Kürdüm, orada büyüdüm… Benim hakkımı savunmak siz hainlere mi kaldı… Bu asker oldukça bu vatanda, bu bayrak asla inmeyecek… Bu vatan bölünmeyecek… Vatan sağ olsun… Eşim tabancasını bile çekemeden kalleşçe arkadan vurdular, hainler… O hainleri sevindirmeyeceğim, ağlamayacağım, üzülmeyeceğim… Oğlum yok ama kızımız var, onu asker olarak yetiştireceğim…”

Sözleri içimi kavurdu… Türk-Kürt halkının yüksek ferasetine, sağduyusuna, birleştirici ve bütünleştirici ortak kimliğiyle örnek oldu… İşte size “Kürt” kökenli örnek “milliyetçi” Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı, kahraman ana, cesur eş… İşte Türk milletinin ortak kimliği, milli kimlik feryadı… Kürt-Türk kardeşliğinin simgesi Kardelen Elif…

**

Sonuç…

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun fukara ve eğitimi ihmal edilmiş halkını aldatarak, menfaatleri için kullanarak, feodalitelerini sürdürmeye çalışanların, dünden bugünlere geriye kalan feodalizmin artıkları yine meydanlardadır… Herkesten önce kendini “Kürt” sanan ya da öyle hisseden, fakat Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan, “Türk milleti” kimliği ile temsil edilmekten asla gocunmayan, bunu en büyük şeref sayan vatandaşlarımız; başta analar ve gençler olmak üzere, bölücülere gereken dersi mutlaka vermelidirler…

Onların aldatmacalarına değil, Cumhuriyet kanunlarına sonuna kadar bağlı olduklarını, her ortamda haykırmalıdırlar… Muşlu “Kardelen Elif” gibi cesur ve açık olarak hainlere karşı tavır koymalıdırlar… Türk-Kürt kardeşliğini devam ettirecek yine bu milletin kadim evlatlarıdır… Bölücü unsurları yok edecek, susturacak, zararsız hale getirecek yine Güneydoğulu kadim vatandaşlarımızdır… Ayrılıkçı teröre karşı, “Kürtçü feodalizme” karşı her ana, her genç, birer “Kardelen Elif” olmalıdır… Evet, haykırıyorum; Doğuda ve Güneydoğuda, Türkiye’nin her yöresindeki her vatandaşımız, her ana-bacı-kardeş-baba-dede-nine birer “Kardelen Elif” olmalıdır… Bunun başka çıkış yolu yoktur…

Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının Ankara Seyahati – 2

0

Bundan önceki yazımızda Kocaeli Aydınlar Ocağının üyelerinin 16 Haziran 2010 tarihinde Ankara’ya yapmış olduğu seyahatin birinci bölümünü anlatmış ve devamının gelecek yazıda anlatılacağını ifade etmiştik. Bu itibarla bu yazımızda birinci bölümde kaldığımız yerden devam ediyoruz.

16 Haziran 2010 Çarşamba günü saat 16.00’a kadar yazımın birinci kısmında anlatmaya çalıştığımız ziyaretleri tamamladıktan sonra Kocaeli Aydınlar Ocağı Ankara Temsilcisi Sayın Haydar Çiftçi’nin rehberliğinde önce rahmetli Mehmet Akif Ersoy’un sağlığında bir süre ikamet etmiş olduğu Tacettin Dergahı’na gidildi. Dergah ile birlikte Dergahın bahçesinde metfun bulunan B.B.P.’nin eski Genel Başkanı rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun mezarı ziyaret edildi. Her ikisine de hayır dualar edilerek ruhlarına fatihalar okundu. Ancak rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun mezarında ismini gösteren herhangi bir taşın bulunmadığı dikkatimizi çekti. Orada bulunanlara bunun sebebini sorduğumuzda, Anıtlar Kurulunun buna müsaade etmediği cevabını aldık. Bu husus ise çok acayibimize gitti. Zira, ortada bir mezar var ama mezarın kime ait olduğunu gösteren herhangi bir emare bulunmuyor. Bu durum karşısında burası Türkiye her şey olur diye içimizden geçirdik.

Buradan ayrıldıktan sonra Altındağ Belediyesi tarafından restoresi yaptırılan eski Ankara evlerinin bulunduğu tarihi sokağa gittik. Bu evler aslına sadık kalınarak çok güzel restore edilmiş. Bulunduğu semte de değişik bir hava getirmiş. Sokağın birçok ziyaretçisinin olduğunu gördük. Burada çeşitli yiyecek ve içeceklerin yanı sıra orijinal hediyelik eşyalar da bulunmaktadır.

Restore edilen tarihi evlerden birisi Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu adına kurulmuş olan Gönüllerde Birlik Vakfı adına kiralanmış. Bu vakıf binası iki katlı olup, yeşilliklerle dolu hoş ve serin bir bahçeye sahiptir. Bahçenin hoş serinliğinde ikram edilen çaylarımızı içerken, Vakıfta vazifeli olarak bulunan emekli Öğretmen Hamza Bozkurt’un vakıf ve faaliyetleri hakkında vermiş olduğu bilgileri dinledik. Verilen bu bilgilerden anladığımız kadarıyla vakıf kendi çapında faydalı ve hayırlı hizmetlere vesile olma gayretli ile çalışmalarına devam etmektedir. Ocak üyeleri vakıftan ayrılırken, vakıf görevlisi Hamza Bozkurt tarafından Açıklamalı ve Mealli Yasin kitabı ile Eğitimde Birliğin Sesi Dergisi hediye edilmiştir. Biz de kendilerine hem vermiş olduğu bilgiler, hem de hediye etmiş olduğu gönül dünyamızı aydınlatacak olan güzel kitap ve dergi dolayısıyla teşekkür ederek buradan ayrıldık.

Tarihi sokakta ikinci durağımız Altındağ Belediyesi’nin restore ettirdiği evlerden birisinde açmış olduğu Kültür ve Sanat Evi oldu. Burası da yine iki katlı olup, mekan olarak biraz daha geniş bir yer işgal etmektedir. Binanın teşrifi şark usulü yapılmış olduğundan görünüş itibariyle çok güzel bir manzara arz etmektedir. Yine şark usulü döşenmiş olup, üst katta bulunan salonda en az 100 kişinin sohbet edebilme imkanı olduğu gibi, diğer faaliyetlerin de yapılmasına müsait bir salon olduğu görülmektedir.

Kültür ve Sanat Evi’nde yapılan çalışmalar hakkında bilgi veren Şehir Plancısı Belediye görevlisi ayrılışımız esnasında başta Altındağ Belediye’sinin Turizm rehberi olmak üzere, Belediyenin çalışmalarını ve yapmış olduğu faaliyetlerini ihtiva eden birçok dergi ve kitabı poşetler içinde Ocak mensuplarımıza hediye olarak vermiştir. Bizde hem vermiş olduğu bilgiler, hem de hediyeleri dolayısıyla teşekkür ederek ayrıldık.

Bu ziyaretler tamamlandıktan sonra sokakta bulunan diğer binaları dışarıdan da olsa seyrederek, Ankara’nın eski semtlerinden olan meşhur Samanpazarı ile Atpazarı meydanlarında bir nevi nostalji yapılarak gezilmiştir.

Bu meydanlardan sonra bugüne kadar hiç görmediğimiz dar Ankara Sokaklarından geçerek Ankara Kalesi’ne gitmek üzere yola devam ettik. Ankara Kalesi’nin girişine yakın bir yerde çok eski ve orijinal bir cami ile karşılaştık. Bu camiinin adı Ahi Şerafettin Camii (Arslanhane) olup, daha Osmanlı Devleti kurulmadan önce 1290 yılında inşa edilmiştir. Orijinalliği de şuradan gelmektedir ki bütün direkleri ağaç olduğu halde bugüne kadar çürümeden ayakta kalabilmiştir. Birde şu husus dikkati çekmektedir ki ağaç direklerin uzunluğu en az 5-6 metre civarında bulunmaktadır.

Önemine binaen şu hususu da ifade edelim ki, aradan 720 yıl gibi uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen bu tarihi Cami halen dimdik ayakta olup, halkın hizmetine açık bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle Osmanlı Devletinden en az 10 yaş büyük olan Ahi Şerafettin Camii, Osmanlı Devleti takriben 90 yıl önce ömrünü tamamladığı halde o halen ayakta kalmayı başarmış bulunmaktadır. İnşallah daha nice yüz yıllarca ayakta kalmaya devam eder. Amin…

Ahi Şerafettin Camii ziyaretinden sonra akşamki toplantının yapılacağı Kınacızade Konağı’na gitmek üzere Ankara Kalesi’ne girdik. Ancak konağa girmeden önce Ankara’yı tepeden temaşa etmek için en uygun yer olarak bilinen buradan Ankara’nın bir çok semti Sayın Haydar Çiftçi’nin yapmış olduğu izahat ile birlikte seyretme imkanı bulduk.

Bundan sonra Kınacızade Konağı’nda saat 19.00’da yapılacak olan yemekli toplantı için gelecek misafirleri karşılamak üzere Konağa giriş yapıldı.                                            

Devam Edecek…

 

İzmit’in Özelleştirmelerden Kurtuluşu

Şehirlerimizin düşman işgalinden kurtuluşu aynı zamanda Osmanlı‘nın son yüzyılda sere serpe dağıttığı iktisadî işletmelerdeki gayrimillîlerin hükümranlığı için de sonun başlangıcıdır.

28 Haziran’da İzmit‘i Yunan‘dan ve işbirlikçilerinden kurtarabilirsiniz. Fakat ekonomik alandaki kurtuluş her zaman askeri alandaki kurtuluştan daha zorlu olmuştur. Bu cümleden itibaren 89 yıl öncesini anlatan kaynaklardan[1] alıntımızı Hariri, Ofer, Cargill gibi şirketlere ithaf ediyoruz:

‘Halk, işgal öncesinde ticaret ve zanaat erbabının % 90‘ının gayrimüslimler olduğunu ve bu iktisadî güçlerini işgal kuvvetleriyle birlikte her türlü kötülüğe tahvil edenleri unutmadı. 1900‘lerin başlarında İzmit‘te 227 tüccardan ancak 14 tanesi Türk‘tü ve daha çok kumaş, tütün ve et ticaretinde yer alıyorlardı.

Yavaş yavaş ‘Bizden olmayanlarla alışveriş etmeyelim‘ sesleri yükseliyordu. Azınlıklara bir daha meydan vermeden ekonomik durumu ellerine almak ve halk arasında Türk birliğini kuvvetlendirmek için peşpeşe hayırlı cemiyetler kurulmuştur. Bunlardan önemli 2 tanesi; Türk Varlığı Cemiyeti ile Müslüman Esnaf Cemiyeti‘dir.

Rıfat Yüce‘nin başkanlığında İzmit‘te kurulan Türk Varlığı Cemiyeti‘nin ilk beyannamesi, o günden bugüne gönderilmiş ibret dolu bir mektup gibidir:

“Sevgili Türkler ve Müslümanlar; bugün içinde bulunduğumuz belâlı ve acıklı günleri bize getiren 2 nedendir. Bu 2 nedenden biri bilgisizlik öteki de parasızlıktır.

Bundan 3 yüzyıl önce Avrupa’da Yeni Doğuş diye bir devir açıldı. Her millet ve memleket matbaalar açmaya, kitaplar basmaya, okullar yapmaya, kız ve erkek çocuklarını okutmaya başladı. Bunlar kız çocuklarına daha çok önem verdiler, cehaletin gözlere perde çektiğine ve ilmin gözleri açtığına dair uzun uzun anlattılar.

İkinci neden de parasız kalmamak için ilim ve teşebbüs olduğunu, içimizdeki gayrimüslimlerin bize yaptıkları kötülükleri gözümüzle gördüğümüz ve kulağımızla duyduğumuz için bir daha bu hallere düşmemek üzere şimdiden işe başlamalıyız. Boş durmamalıyız ve yarın için hazırlanmalıyız. Köylü, kasabalı ve şehirli okullarımızı el birliğiyle yapmalıyız. Cahil hiçbir çocuğumuzu bırakmamalıyız, zaman geçmeden bugünden itibaren hazırlanmalıyız.

Babalarımız bizim için hazırlanmadığından biz belâlara uğradık. Biz de babalarımız gibi çocuklarımızı okutmazsak onlar da bizden besbeter olurlar. Bir serencam (macera) bin nasihatten iyidir, derler. Biz bu serencamın hiçbir milletin şimdiye kadar görmediğini acı bir surette tattık; artık bundan sonra elele verip çalışalım. Gün bugündür. Allah doğru çalışanlara yardım eder.

Haydi, iş başına!”

 

 


[1] PEKİN, Süleyman, Bahçecik Tarihi, Sayfa 232.

Edillei Şeriyye – 2

Hadiste iki bölümde incelenir.

a -Nebevi Hadis: Söz ve manası peygamberimiz(sav)e ait olan hadislerdir.

Oruç sabrın yarısıdır.

Mide bütün hastalıkların anasıdır.

Namaz dinin direğidir vb

b -Kutsi Hadis: Sözü Peygamberimize manası Allah (cc)  ait olan hadislerdir.

“Ben bir hazine idim bilinmeyi istediğim için âlemi yarattım.”

Hadisin Kuran ile ilişkisi:

Bunu da iki madde halinde ele almak mümkündür.

a –Kuran-ı Kerim’i açıklar.

Kuran bilindiği üzere Peygamberimize vahyedilmiştir.

Kuran-ı en iyi anlayan ve açıklayan O dur.

Peygamberimiz aynı zamanda Kuranı Kerim’in ilk müfessiridir

Ondan daha iyi anlayan ve açıklayanın olması aklende ve ilmende mümkün değildir.

Bir iki örnekle bu durumu açıklayalım.

Kuran-i Kerim’de Namazı; Orucu. Haç ve Zekâtı emreden ayetler vardır.

Fakat bunların vakitleri rekâtları miktarı nasıl ve ne şekilde uygulanacakları anlatılmamıştır.

Bunlar hakkındaki detaylı ve açıklayıcı bilgi; yani

Namazın nasıl kılınacağı

Orucun nasıl tutulacağı

Zekâtın nasıl verileceği

Haccın nasıl yapılacağını bizler

Peygamberimizin hadis ve sünnetlerinden öğreniriz.

Bunun dışında öğrenebileceğimiz bir kaynakta söz konusu değildi                       

Peygamber(sav) bir hadisinde namazı ben nasıl kılıyor isem sizde öyle kılınız buyurarak namazı nasıl kılacağımızı açıklamıştır.

Aynı durum diğerleri içinde geçerlidir.

Bazı ilahiyat kökenli hoca efendilerin söyledikleri gibi 

Kuran Müslüman’ı olacağım diye Peygamberi ( sünneti) devre dışı bırakırsanız

Söyleyin bana namazı bugünkü kılınış şeklinden farklı nasıl kılarsınız.

Namazı kaç vakit kılardınız vakitleri ve rekâtları nasıl belirlerdiniz

Zekâttı kırkta bir değil de kaçta bir verirdiniz

Bunun hastaya ilacını eczaneden hazır alma, kendi ilacını kendin yap demekten ne farkı var?

Her hasta kendi ilacını kendi yapmaya kalkarsa sonuç ne olur bir düşünsenize?

Bu zihniyette ihanet yoksa cehalet vardır.

b –Kuran’da olmayan hükümler koyar.

Kuran’da vahşi hayvanların, tırnaklı ve yırtıcı kuşların etinin yenmeyeceğine dair herhangi bir yasak söz konusu değil.

İşte Kuran’da olmayan bu yasağı Peygamberimiz koymuştur.

Demek ki Peygamber sadece kuran-ı açıklamakla görevli değil aynı zamanda dinde hüküm koymakla da yetkilidir.

Allah(cc)’ın hüküm koyma yetkisi verdiği Peygamberini siz nereden ve kimden aldığınız yetkiyle devre dışı bırakırsınız.

Bu günahtan da öte ayıptır ve de haddini aşmaktır.

Allah(cc) cümlemizi SIRATİ MÜSTAKİM‘DEN ayrılmayan kullarından eylesin.

3 -İcma -i Ümmet: Bir asırda yaşayan Müslüman âlimlerin bir konu hakkında olumlu yâda olumsuz görüş birliği içerisinde olmalarıdır.

Kuran’da ve Sünnette hükmü bulunmayan konular için söz konusudur.

Organ nakli ve kan bağışı  (Ticaretini yapmamak şartıyla)  bunun için bir örnek olabilir

İslam Dünyasında Bütün ehlisünnet âlimlerinin görüş birliği içerisinde olacakları kanaatindeyim.

4 -Kıyası Fukaha: Dini ve Dünyevi konularda uzman olan kişiler zamanın getirdiği meseleleri geçmişteki benzerleriyle kıyaslayarak çözebilirler.

Bunlar sahasında uzman kişi yâda ekiplerin yapabilecekleri işlerdir.

Her İlahiyat mezunu yâda Profesörü iyi niyetle de olsa bu işlere kalkışırsa kaş yapayım derken göz çıkarırlar.

Cenabı hak cümlemizi dinini en iyi şekilde öğrenen ve yaşayan kullarından eylesin

İslam üzere yaşayıp, İman üzere huzuruna varan kullarından eylesin. ÂMİN

Huzurlu ve mutlu yarınlarda buluşmak dileğiyle…                                                                                                       

 

Canım Babam

Evimizin direği,

Sevgi dolu yüreği,

Bunlar hayatın gereği,

Ne olur gül canım babam..

 

Sen benim canım cananım,

Damarımda senin kanın,

Benim canım, senin canın,

Ne olur gül canım babam..

 

Yiğitlik, mertlik özünde,

Bin bir anlam var sözünde,

Oğlun bebek hep gözünde,

Ninni söyle uyut babam..

 

Sen hep dik dur, bu da geçer,

Yaradan ne kapılar açar,

Acizlik yok, kalma naçar,

Yüzümüz hep gülsün babam..

 

Hayat hep iniş çıkışlı,

Yolları dikenli taşlı,

Siyah saçlı kara kaşlı,

Güzeller güzeli babam..

 

Öper misin bir oğlunu,

Kucağına al kuzunu,

Kışa çevirme yazını,

Bu da geçer canım babam..

 

Olandan ibret alalım,

Vardır hatamız bilelim,

Rabbimize kul olalım,

Düşünelim mi gel babam..

 

Baba gibi yar olmazmış,

Ana gibi de diyar,

Aç kollarını beni sar,

Babam, kışın sonu bahar

 

Bırakın Birbirini Yesin Köpekler

0

Nasrettin Hoca’mızın bilinen fıkrasıdır: Yolu bir köye düşer Hoca’nın. Bir yabancı görme heyecanıyla saldırıya geçer köyün köpekleri. Çaresizdir Hoca. Bir sağa bir sola yönelir, hiçbir taşı çıkaramaz yerden. Saldıran köpeklere karşı savunmasız kalır Hoca. Terler içindeki Hoca’nın ağzından şu cümleler dökülür: “Ne garip köy burası; köpekleri sokağa salmışlar, taşları bağlamışlar.”

Her gün, Hoca’yı haklı çıkaran yüzlerce olayla karşılaşıyoruz. Burası, köpeklerin salıverildiği, taşların bağlandığı bir dünya. Kendini saldıranlara karşı savunmasız kılan, bir taşı dahi olmayan insanlık, bu ne çaresizlik!

Rahmetli dedemden “Bırak, birbirini yesin köpekler!” cümlesini sık duyardım. Kavga eden köpekleri ayırmaz, kavga eden insanların arasına girmezdi. Bilgece bir davranışmış bu meğer, şimdi daha iyi anladım. Yesin köpekler birbirlerini; çünkü onların fıtratında birbirini yemek var. Birbirlerini yemezlerse, fıtratları gereği, seni beni, onu bunu yiyecekler.

Köpekler sosyeteye karışmadan önceki devirlerde kendi fıtratları üzerine yaşarlardı. Buna göre köpek, bir dış mekan hayvanıydı. Evde yeri yoktu. O, evi, ahırı, sürüyü korurdu. Bir saldırgan olan canavara karşı en iyi kalkan, köpekti. Her köpeğin huyu farklıydı. Ne zaman ne yapacağı belli olmazdı onun. Hep, tedbirli yaklaşmak gerekirdi köpeklere. Uysal görünümlü köpek bile, bilmediğimiz bir sebeple birden canavarlaşabilirdi. Savunmasız bir anınızda, kendinizi kanlar içinde bulabilirdiniz. Çünkü o bir köpekti. Tek yaşamayı severdi köpekler. Paylaşmak, onların fıtratında yoktu. Sahip olmak ve onu tekeline almak isterlerdi. Onların anladığı tek dil, zordu. Güçlünün karşısında, dayak yediklerinde kuyruklarını kıstırıp kaçmak, karakterleriydi. Sadakat, özellikleriydi; ancak bu, birkaçında vardı. Hisleriyle hareket ederler, kolay avlarını affetmezlerdi. Adalet, kardeşlik gibi kavramlar, onların dünyasında yoktu. Onlar, köpekti. Sosyeteye karışanlar ise, bu özelliklerini de kaybettiler, kimliksizleştiler.

Eskiden, “köpek” denirdi bazı insan tiplerine istiare sanatı yapılarak. Köpekle özdeşlik kurabiliyorduk o tip insanları tanıyabilmek için. Şimdi, insan görünümlü bazılarının sosyeteye karışan köpekler gibi kimliksizleştiğine şahit oluyoruz. İnsan için, köpek benzetmesi yapmak ne kadar üzüyorsa beni, kimliksiz köpek demek daha da üzüyor. Sürekli iltifat bekliyor senden. Onu yedirdikçe, içirdikçe, en pahalı mamaları verdikçe, hatta manikürünü de yaptırdıkça senden iyisi yok. Bir gün imkansızlığa düşer vazgeçersen senden kötüsü yoktur. Bütün uysallığı hırçınlığa dönüşebilir. Sadakatin yerini düşmanlık alabilir. Pişmanlık, faydasızdır artık.

“Köpek, dövüldüğü yere gider.” sözü ne kadar anlamlı. Bir tavır koymak gerekiyor bu tür insanlara, toplumlara kendini dinletmek, saydırmak için. Dövdükçe, aşağıladıkça yüceliyorsun. İnsan onuru adına aşağılık bir bakış açısı da olsa bazılarının anladığı yöntem bu. Çiviyi çivinin sökmesi, insani bir yöntem değil; ama gerçek.

Kendimizi sorgulayalım: Kaç kişi bize bu gözle baktı, biz kaç kişiye böyle davrandık? Başkasının gözünde “köpek karakterli” mi olduk, onlara köpeğe davranır gibi mi davrandık? Bu sorunun cevabı, bizim dünyadaki ve ölüm sonrasındaki konumumuzu söyleyecektir.

Ne köpek olalım ne insanlara köpek gibi davranalım. İnsan olalım. Ancak, biz istemesek de köpekler var olacaktır. Hoca’nın durumuna düşmemek için yanımızdan taşımızı eksik etmeyelim. Barış, savaşa hazır olmakla mümkündür.

Hattat

0

 

Kur’an-ı Kerim harfleri ile yazılmış yazıya Hüsn-i Hat denir. Yazarına “Kâtip”,

çoğuluna da “Küttab” denir. Daha sonraları Hattat denmiştir. 

Hattat herhangi bir yazıyı güzel yazan sanatkâr demek olmayıp İslâm yazıları içinde yüksek estetiğe haiz olan yazıları güzel yazmayı kendisine meslek edinen sanatkâra verilmiş hususî bir ıstılahtır.

Kur’an-ı Kerim’i ilk yazanlara “Vahiy Kâtibi” denmiştir.

Allahü-tealâ’nın Kalem Suresinde kaleme ve onun satıra dizdiklerine ant içmesi yanında, Hz. Peygamber (s.a.s.) de yazının ehemmiyetini, “Bilgiyi yazı ile kaydediniz” , “Çocuğun babası üzerindeki hakkı, ona yazı yazmayı, yüzmeyi ve ok atmayı öğretmesidir”  gibi sözleriyle vurgulamıştır. Yaşadığı devirde gerek şekil gerekse imla bakımından eksikleri bulunan yazının güzelleştirilmesi hususunda da kâtiplere bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Yanında yazı yazan Muaviye’yi: “Mürekkebi ıslah et, kalemi yont, ‘ba’ harfini doğrult (uzat), ‘sin’i dişleri belirgin olarak yaz, ‘mim’i köreltme, ‘Allah’ lafzını güzel yaz, Rahman’ı uzat ve Rahim’i güzel yaz…” sözleriyle uyardığı bildirilmektedir.

Hattatların piri kabul edilen Hz. Ali (r.a.) vahiy kâtiplerindendir.

Hz. Ali’nin “Evlatlarınıza Hüsn’i hat öğretiniz. Çünkü o işlerin en önemlisi, sevinçlerin en büyüğüdür; yazı üstadın öğretişinde gizlidir, çok yazmakla gelişir; İslam dini üzerine olmakla da devam eder” sözleri sanatkârın emeğini ulvileştirmiş, daha mükemmel ve güzel yazmaya yöneltmiştir.

İslam tarihi boyunca yazıya büyük emekler sarf eden ve onu sanatın en zirvesine yükselten Türklerdir. Nitekim “Kur’an Hicaz’da nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı”.

HATTATLIĞIN ŞARTLARI

1.İstidât ve kabiliyet sahibi olmak.

2.Meşk ve tâlim görmek.

3.Haris olmak.

4.Doğru anlayışlı olmak.

5.İyi ve bol malzeme kullanmak.

6.Kibirsiz ve azimli olmak.

7.Çok yazmak.

8.Çok yazı mütalaa etmek.

9.Bir hocadan icazet (izin) almış olmak.

HATTATTA ARANAN VASIFLAR 

1.Kalemini kötülüklere âlet etmemek.

2.Ruhaniyeti öldüren maddî ve manevî şeylerden uzak bulunmak.

3.Kendinden yazı tahsil etmek isteyenlere şefkatli, edepli, sabırlı ve cömert olmak.

4.Hakem mevkiinde bulunduğu zaman hakkı, doğruyu söylemekten çekinmemek.

5.Kendisine tevdi edilen sırrı yaymamak, açıklamamak.

6.Sözünde sadık, ahdine vefakâr olmak.

7.Medihlerden gurura, tenkitlerden inkisara kapılmayıp hak ise kabul, değilse affetmek.

“Hat ve kitabet ile uğraşanlar âlimler arasındadır.” ve “Bildiğini saklayan muallimin ağzına ateşten gem vurulur.” hadis-i şeriflerini göz önünde bulundurursak Hattat; İlmini, sanatını, yaymaya ve yaşatmaya memurdur.

 

Dağdaki Kürt çocuğu “Boş Testi” midir?

En zor Babalar gününü yaşadı bugün bu ülkede 11 Baba… !

Empati kurmayı bile hayal edemezken, o hüznünü, yüreğini kavuran ateşi düşünemiyorum bu Babaların.

“Kürt Açılımı” başladığından bu yana geçen sürede, yüreği evlat acısıyla dağlanan Babaların sayısı ise 125 olmuş.

Ya aldatılıp, hayal peşinde ölüme sürüklenen dağdaki çocuklar için de durum farklı mı?

BDP Gurup Başkan Vekili Bengi Yıldız’ın söylediğine bakmayın siz. Kürtlerde bir söz varmış,”boş testiyle dolu testi vuruştuğunda boş da kırılırmış ama olan dolu testiye olurmuş”.

“Bizim kaybedecek bir şeyimiz kalmadı” diyor.

Boş testi midir dağa sürdüğünüz o gençler?

Onların analarının babalarının onar tane de olsa, bir evladını kaybettiğinde yüreği yanmaz mı?

Bu mudur sizin bu ülke insanına bakışınız?

Sizden medet umup, sizleri parlamentoya gönderen, vay o zavallı insanların haline.

***  

Bu meseleyi, iktidar kendi meselesi olarak görmeyi bırakmalı.

Görünüyor ki iktidar teröre son vermek konusunda mesafe almak bir yana, sekiz yıl sonra,  çözümsüzlük ve çaresizlik içindedir.

İnisiyatifi kaybetmiştir.

Son olaydan sonra Meclis Başkanı’nın topu başka kaleye göndermek için sarf ettiği;  “Ordu’dan açıklama bekliyoruz” sözleri bile, çaresizlikte geldikleri noktayı işaret etmektedir.

Ya istihbarat konusuna ne demeli?

Amerikalılar, bize istihbarat vermemiş.

Ne hazin bir konu değil mi?

Burnumuzun dibindeki tehlike konusunda,  Amerikalıların bize istihbarat vermesini bekliyoruz.

Bizdeki gerek askeri,  gerekse sivil istihbarat teşkilatları ne iş yapar?

Bu ayıp da bize yeter de artar bile.

Askerimizi şehit eden teröristlerin gelişini, Amerikalılardan haberdar olamazsak, biz bilemiyoruz.

Ya geçtiğimiz haftalarda İskenderun ve Osmaniye saldırılarının istihbarat bilgileri ne olacak?

Onları da mı Amerika’dan bekliyoruz?

Savunma Bütçesi için milyarlarca dolar harcayan bu ülkenin, sınırda teröriste karşı ileri karakol görevi gören birliklerinin baraka olmasına ne diyeceksiniz peki?

Bu kadar süredir modernizasyon diye yapılan açıklamalardan anladığınız, Orduevi veya Subay Gazinoları‘nın koltuk takımlarının modern stilde döşenmesi midir?

Açılım belasıyla ülkenin başını belaya sokan bu Hükümet’in, ülke daha fazla kaosa sürüklenmeden, mührü götürüp millete teslim etmesinden gayri bir çare kalmadı.

Yoksa ne ülkeye, ne ekonomiye, ne teröre, ne de hukuksuzluğa çare olamayan bu Hükümet, bizzat kendisinin, ülkenin esas sorunu haline gelmeye başlamasıyla, sorunların çözümü, her geçen gün zorlaşacak.