12.7 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1196

Burası Yugoslavya değil

Dün yazdığım yazıya gelen yorumlardan da görüldüğü üzere, bazıları her ne kadar PKK terörünün nihai hedefi konusunda yanlış yönlendirmekte ısrarlı olsalar da, büyük bir çoğunluk, bu tehlikenin farkında.

Birkaç okuyucumuz, teröristler tarafından gerçekleştirilen bu hain saldırılar karşısında ellerini ovuşturmaktan geri kalmadıkları gibi, bir süre sonra bu yazıları yazanları da cezalandırmaya niyetlenmiş.

Buradan tehdit mailleri yazan “sanal kabadayılar”a ilk ve son kez seslenmek istiyorum.

Ben akl-ı baliğ olduğumdan bu yana, “Amentü” ye iman etmiş bir adamım.

Kadere, hayır ve şer’rin Allah’tan geldiğine inanırım.

Bu itibarla, bu tip tehditlerin, benim nezdimde bir kımet-i harbiyesi yoktur.

Sadece bilin istedim.

Gelelim biz yine mevzuumuza..

Yugoslalavya ‘nın dağılma sürecinden bahsedeceğim demiştim dün.

“Burası Yugoslavya değil” demiş bazı okurlar.

Çok da doğru demişler.

Yugoslavya’yı ayrılık sürecine hazırlayanlar için, Yugoslavya, Türkiye kadar önemli bir jeopolitik coğrafyada değildi.

Buna rağmen, soğuk savaşın bitiminin ardından, ele geçen fırsatı ıskalamadılar.

Eski Yugoslavya’nın 1990 Tito sonrası parçalanma sürecine girdiğinde, önce Hırvatistan, hemen ardından Slovenya,  merkezi idareden önceleri çok masum görülen bir talepte bulundular.

Yugoslavya döneminde televizyon yayınları Sırpça yapılırken, bu her iki Federatif Cumhuriyet, kendi dillerinden yayın yapma hakkını istediler.

Bunun masum bir talep olduğunu düşünenler çok geçmeden yanıldılar.

Zira hemen ardından, yayınların Hırvatça ve Slovence olduğundan dem vurarak, okullarda eğitim dilinin Sırpça olmasını bahane ederek, her iki ülkede yaşayan gençlerin, yayınları takip etmekte zorlandığı fikrini anlatmaya başladılar.

Yani yayınların önce Hırvatça ve Slovence olmasını isteyenler, sonrasında bu yayınların anlaşılması için eğitim dilinin de tüm Yugoslavya’nın resmi ortak dili olan Sırpça değil, Slovence ve Hırvatça olması gerektiği fikrini ortaya attılar bu kez.

Bunu elde etmek de fazla zor olmadı.

Peşi sıra kitaplar, gazeteler, dergiler derken, bu kez kültürel otonomi talepleri gelmeye başladı.

Her şey hazırdı artık.

Tek bir tüfeğin patlamasına gerek kalmadan, Birleşmiş Milletler nezdinde yapılan “self determinasyon”, referandumu ile Yugoslavya’dan ayrılan iki ayrı devlet kuruldu.

Ardından Bosna’da ve Kosova’da yaşanan trajik olaylar ve Makedonya’nın kopuşu.

Bütün bunlar birkaç seneye sığdırıldı.

Bu parçalanma sürecinin bu kadar kısa bir zaman dilimine sığdırılmasındaki önemli etkenlerden birisi de, o zamanki Yugoslavya Halk Ordusu’nun, olan biten karşısında bigane kalışıdır.

Müdahale etmekte gecikince, Ordu inisiyatifi kaybetmiş, siyasetin emrine girmiştir.

Bu ayrılık sonrası neler olduğuna gelince:

Bir kere bu topraklar kendi isminde geçen Bal yerine, Kan ile anılır olmuştur tekrar, tarih boyunca olduğu gibi.

Çevresinde bulunan ülkelerde “Megalo İdea” ları hortlatmıştır.

Büyük Bulgaristan, Büyük Yunanistan, Büyük Arnavutluk idealleri, bu bölgede istikrarın sağlanmasını her geçen gün zorlaştırmaktadır.

Dünün Güçlü Yugoslavya‘sı gitmiş, yerinde, Emperyal Güçler’ in bölgedeki domino taşları, piyonu olan, çoğu “Banana Republic “ müsveddesi Devletçikler gelmiştir.

Yugoslavya’nın bölgedeki ve dünyadaki ağırlığı gitmiş, başka bir ülkeye iltihak etme korkusuyla NATO’nun kapısında yatan Devletçikler oluşmuştur.

Türkiye’ye gelince;

– Bu oyuna, bu topraklarda  müsaade edilir mi?

– Asla!

Oyunu hazırlayanlar aynı olsa bile, oyuncuların bir tarafı bu kez Sırp, Hırvat veya Slovenler değil Türklerdir.

Müsaade etmeyeceğiz!

 

Bölemezsiniz

Nazenine, naz yaparcasına bir akşamdı.

Mayıs, ayının son Cuma akşamı,

Ortam geceye inat oldukça hareketliydi.

“Gün doğmadan evvel iklim-i ruma”

Dizeleri çınlıyordu adeta kulaklarımda.

Her yaş ve sosyal statüden insan adım adım arşınlıyordu Samsun otogarını.

Kimi özleme, kimisi de hasrete kucak açıyordu.

Bıyıkları yeni terleyen delikanlılar akranlarının omuzlarında,

Yaşlısı genci, kızı kızanı, hep bir ağızdan!

“Vatan sana canım feda”

“En büyük asker bizim asker”

Camlar zangır zangır titrerken, gök kubbe başımıza yıkılırcasına, adeta vecde gelmiş derviş gibi sallanıyordu.

Bu iman, inanç ve kararlılıkla asker uğurlanıyordu.

Yoldan gelenlerle yola gidenler bu kavşakta birleşiyordu.

Bizde gidenlerdendik.

Şoförün önündeki güneşlikte,

“Her gece hep aynı hüzün” sözüne defalarca takıldım.

Her gece hep aynı hüzne asılı kalmak katlanılır gibi değildi belki ama

Uzaklaştıklarınızın yaklaştıklarınızdan özlem katsayısı fazla ise;

“Bu gece yine hüzün” sözcüğünün yazılı olması sanki daha gerçekçi olacaktı.

Bu duygularla geçen bir gece ve saban satın altısı.

Yer Malatya, tatlı sert ılıklığı kirpiklerimizi usulca okşarken, hilal şeklinde sıralanmış tepelerin yamaçlarında, gelinlik kız gibi arz-ı endam eden kar yığınları yıllar ötesinin serinliğini taşırken, özlemde rengi sararmış kaysı bahçelerine uzaktan el sallamayı da ihmal etmiyordu.

Zaman zaman çiselerle ıslanan günün akşamında, geride bıraktıkları yavuklularının ellerine yaktıkları kınaların,

“Yavuklularının kendilerine,

Kendilerinin de vatana kurban olsun diye”

Yarısını da kendi ellerine yakan delikanlılar, akranlarının omuzlarında askere uğurlanıyordu.

Yine gök kubbe sallanıyor, yine camlar şangırdıyordu. Yer bu kez Samsun değil Malatya’ydı.

Sözler kimi Türkçe kimi Kürtçeydi.

Ten kimi buğday, kimi sarışın kim esmer di

Amma

Kararlılık aynı, şevk aynıydı.

“Vatan sana canım feda”

Vatan bellediği coğrafyaya,

Hangi renk ve hangi dilde olursa olsun.

Aynı akdin altına imza atan bu millet var oldukça

Bölücülüğün yerli ve yabancı taş örenleri, hangi libası giyer, hangi evrensel değerin altına sığınırsa sığınsın, arzuları kursaklarında kalacaktır.

Bu ülkeyi bölemeyeceklerdir.

Aile Seti – 1

İslami aile

Hz. Ayşe (r anha) dan bir anekdot ile başlayalım.

Bir gün Hz. Ayşe Peygamberimize sorar:

Beni seviyor musun ya Resulallah?

Peygamberimiz evet ya Ayşe diye cevap verir.

Hz Ayşe. Bana karşı olan sevgini nasıl tarif edersin diye soruyu tekrar eder.

Peygamberimizde cevaben:

İpe atılan düğüm gibi der.

Aradan yıllar geçer,

Hz Ayşe bir gün yine peygamberimize sorar:

Düğüm ne âlemde ya Resulallah?

Peygamberimiz ilk günkü gibi taze ve canlı diye cevaplar.

Yorum yapmaya izah etmeye gerek var mı?

Peki, sizin düğümünüz ne âlemde?

Aile nikâhla oluşur.

Nikâh Allah(c.c) ın emri

Peygamber(sav) in sünnetidir.

Peygamberimiz(sav) ise,

Nikâh benim sünnetimdir.

‘Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir’. Buyuruyor.

Ailenin huzurlu olması için temelinin sağlam yani İslam’a göre atılması gerekir.

Haram – günah ile içkili ve sarhoş bir kafa ile atılan temel çürük,

Kurulan yuva huzursuz olur.

Hayatta bir defa olduğu için dini kuralları ihlal etmek,

Şeytanın hoşuna gidecek şekilde hareket etmek yanlıştır.

Huzurlu bir aile hayatı için

a)Eşlerin birbirlerine karşı görev ve sorumlulukları vardır.

b)Kardeşlerin birbirlerine karşı görev ve sorumlulukları vardır.

c)Anne- babanın çocuklara,

d)Çocuklara anne babaya karşı görev ve sorumlulukları vardır.

Bizim inancımızda evlilik ömür boyudur.

Hatta cennette de bunun devamı söz konusudur.

Allah katında en sevimsiz mubah boşanmaktır.

Sebepsiz yere kocasından ayrılan kadına, hanımını boşayan beye,

Allah cennetin kokusunu haram kılmıştır.

Kız ve erkek çocuklar evlilik yaşına geldikleri zaman doğru olan onları uygun olan eşlerle evlendirmektir.

Evliliği tehir etmek onların harama, günaha girmelerine sebep olur.

Evlilikte dikkat edilecek önemli bir husus tarafların birbirlerine karşı anlayışlı olmaları israfa kaçmamalarıdır.

Her şeyin en pahalısını alıp ya da aldırıpta kendinizi, karşı tarafı da çocukları da sıkıntıya sokmak doğru değildir.

Eşler arasındaki sevgi her zaman başlangıçtaki gibi canlı ve diri olmaz.

Zamanla aşınır zaman zaman geçimsizlikler, huzursuzluklar olabilir.

 Böle durumlarda da eşlerden birisi kızınca diğeri susmalı, ikisi birden konuşmamalıdır.

İşi gereğinden fazla abartmamaya kabalığa, kırıcılığa ve kaba güç ve şiddete başvurulmamalı,

Bilinmelidir ki şefkat-merhamet sıcak bir ilgi sevgi ve saygı her zaman sertlikten daha iyidir:

Sertliğin yapamadığı işi, sevgi yapar.

Rüzgâr ve güneş 

Bir gün rüzgâr ile güneş kuvvet gösterisine girmişler.

İkisi de en kuvvetli kendilerinin olduğunu iddia etmiş.

Rüzgâr şimdi sana gücümü ispat edeceğim demiş.

Şu genç adamı görüyor musun?

Onun ceketini sırtından çıkartıp atacağım.

Ardından şiddetle esmeye başlamış,

Güneş bir bulutun arkasına girip onu seyretmeye başlamış.

Fırtınalar kopmuş, yer yerinden oynamış her şey havaya savrulmuş,

Genç ise ceketini başına çekmiş sıkıca ceketine sarılarak bir kenarda bükülüvermiş,

Rüzgâr ne yaptıysa ceketi gencin sırtından alamamış.

Pes etmiş çekilmiş.

Sonra Güneş ortaya çıkmış,

Etrafa tatlı bir sıcaklık yaymaya başlamış,

Genç bükülmüş belini yavaş yavaş doğrultarak derin bir oh çekmiş.

Bir müddet sonra terleyince de ceketini çıkarıvermiş.

Güneş rüzgâra dönerek,

Gördün mü?

Nezaket ve yumuşaklık sertlik ve kabalıktan daha güçlüdür demiş.

Sizce de öyle değil mi?

Deneyin doğru olduğunu göreceksiniz.

Sevgi düğümünüzü gevşetmeyiniz.

Gevşetilmesine de müsaade etmeyiniz.

Zaman içerisinde gevşerse de hediye ve sürprizlerle de kuvvetlendiriniz.

 

Devam edecek

Atatürk’e Göre Millet ve Kültür

0

Millet

“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür”  diyen Mustafa Kemal Atatürk, “milleti” kültür ekseninde tarif etmiştir. Ona göre; “Bir harstan (kültür) olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir. (1)   

Başka bir tarifinde de “Zengin bir hâtıra mirâsına sahip bulunan, beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan, ve sahip olunan mirâsın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete ‘millet‘ nâmı verilir.” diyen Atatürk, müşterek mirâstan herhalde kültürü kastediyordu. Bu her millete uyarlanabilecek genel bir tanımdır.

Din, dil ve tarih beraberliği bulunan insanların, maddî ve manevî değerleriyle beraber yaşayanların hepsine (sosyoloji ilminde) millet dendiğine göre;    Atatürk, Türk milletinin oluşumunda etkili olduğu görülen tabii ve tarihî olguları da şöyle sıralamıştır:

  • Siyâsî varlıkta birlik,
  • Dil birliği,
  • Yurt birliği,
  • Irk ve menşe’ birliği,
  • Tarihî karabet (akrabalık),
  • Ahlâkî karabet. (2)

Ancak Atatürk, TÜRK MİLLETİ’nin oluşumunda etkili olan bu şartların hepsinin başka milletlerde bulunmayabileceğini de eklemektedir.

Bunun yanında Atatürk, din birliğini ise saymamıştır. Çünkü dini, ahlâk kapsamında görmektedir. Diğer taraftan devletinin sınırları içinde başka dinlere mensup Ermeni, Rum, Süryani gibi milletler haricinde, ırken Türk olan, fakat başka dinlere ve cemaatlara mensup Türkler vardır. Öte yandan Moldavya’da Hıristiyan Gagavuzlar, o zamanki Sovyet Rusya egemenliği altında Çuvaşlar gibi Hıristiyan Türk toplulukları, Orta Asya’da halen Budist veya Şamanist Uygurlar vardır.

Kültür

Mademki Atatürk’e göre kültür millet hayatında bu derece önemli, öyleyse KÜLTÜR nedir?

Ona göre kültür;  “Bir insan topluluğunun; devlet hayatında, fikir hayatında yani ilimde.. güzel sanatlarda, iktisadî hayatta yapabildiği şeylerin muhassalasıdır (bileşkesidir).” (3)

Tasnifi böyle yapan Atatürk, “Bir millet ve medeniyetinin kültür adı altında sayılan üç çeşit bu faaliyetin ortak sonuçlarının dışında ve başka bir şey olamayacağını” söyler.

Daha  net ifadelerle  “her insan toplumunun kültür, yani medeniyet derecesi bir olmaz..  Önemli olan ortak sonuçlar arasındaki farktır. Tarihte kuraldır  “yüksek bir kültür, onun sahibi olan millete kalmaz, diğer milletlerde de tesirini gösterir. Büyük kıt’aları kapsar.” Böylece kültürün oluşabilmesi için gerekli şartlardan üçünü işaret etmektedir; Devlet (ve hukuk), bilim ve sanatta yaratıcılık ve ekonomik temel. Oysa bu tanımda kültürün oluşabilmesi için gerekli şartlardan dördüncüsünü yani “ahlâk değerlerini” tanımında almamıştır.

Ama Atatürk, bir konuşmasında; “Kültür zeminle mütenasiptir. O zemin milletin seciyesidir” (4) demekle bu ahlâk değerlerini açıkça göstermektedir. Burada “seciye”; yaratılış, huy anlamına geliyor. Öyleyse seciye sağlam ise, kültür de aynı oranda yüksek olur. Böylelikle Atatürk, ahlâk değerlerini kültürün üzerine bina edildiği zemin olarak görmektedir.

Başka bir yerde “kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mânâ çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir” derken kültürü, birbirinden farklı mânâlarla açıkladığı zannedilir. Bu farklı yaklaşımların ilkinde geleneksel olarak toplumun oluşturduğu ve devam ettirdiği maddî ve manevî ürünler, İkincisinde ise; kültürlü insan teriminde yerini bulan okumak ve bilmekle ilgili mânâdır. Aslında iki tanım birbirini tamamlamaktadır.

Bu tarifleri birleştirecek olursak; kültürlü insan, milletinin ortaya koyduğu değerleri bilen, milletini tanıyan, sahip olunan müşterek mirâsın muhafazası konusunda milletinin iradesini yönlendiren insandır. Yani kültürlü insan şuurlu millet ferdidir.

Atatürk’ün hedefi milletimizin cihanda tam mânâsıyla medenî bir toplum olmasıdır. Onun için; “Asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey; analarımızın ve atalarımızın oldukları gibi yüksek kültürde ve yüksek fazilette dünya birinciliğini tutmaktır.” (5)

Söylemek istediğimizin özüne gelince maksadımız şudur. Eğer biz halklar yığını değil de ihtiyar dünyada bir yüksek kültür ortaya koymuş ve adımız da Türk Milleti ise. Ki bize göre öyledir. Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran çelik iradenin sonucu olarak sahiplendiğimiz bir aziz devletimiz var. Bu devlet ve onun sahibi olan Türk milleti ile yaşadıkları bu vatanda, ortak mukadderat ve menfaatinden açıkça rahatsız olanlar var. Millet olduğumuzun şuurunu bırakın kelimede dahi MİLLET’e tahammülleri yok.

“Canım millet yerine ulus vs. demekle ne kaybederiz?” diyenler çıkabilir. Çok şey kaybederiz!  Kelimelerin de tarihi vardır. Bir kelime bazen bir Cihan demektir. Bir kelime, bazen bir kuyruklu yıldız gibi, arkasından yüzlerce deyimleri, vecizeleri, atasözlerini çekip getirir. Bazen bir kelime, temel taşı gibidir. Onu çekip aldınız mı bir büyük yıkılışa sebep olursunuz. Zamanla, Cumhuriyet edebiyatını bile okunmaz, anlaşılmaz hâle sokarsınız!… Mesele, sadece millet kelimesini dilimizden atmakla hâlledilmiyor ki!  Şimdi millet kelimesiyle yaptığımız şu deyimlere, tamlamalara bakın:

Şoför milleti, kadın milleti, Millet Meclisi, millet vekili, millet malı, milletin ağzı torba değil ki büzesin, milletin gözü ününde, millî eğitim, millî ekonomi millî gelir, millî irade, millî marş, millî takım, millî mücâdele, millî ruh, millî bütünlük milliyetçi,, milliyetsiz, millî ordu, milletler arası, millî devlet, millî siyaset ve daha millîyetçi, millîyetsiz, millî ordu, milletler arası, millî devlet, millî siyaset ve daha niceleri.. (6)

Şimdi burada kalkıp millet oluşumu hakkında Atatürk’ün yaptığı tarifleri bile – bile ters uygulamalar yapacaksınız. Millî Mücâdele veya Millî Mücâhedele‘deki muhteşem tarihî güzellik, Ulusal Savaşım‘da var mı?

Sonra dönüp tehlikedesin ey milletim denince anlaşmakta büyük zorluklar çıkacaktır. Çünkü tarihî mirâsımız olan kelimeler dilimizden çekildiler. Gönül tellerimiz aynı nâmeleri terennüm etmiyor artık. Çünkü çoğunluk olan milliler tembelleşerek, millî olmayanların uydurdukları maymuncuk kelimelerle konuşur ve düşünür oldular. Bu da ne kadar güç kaybettiğimizin bir durum tespitidir.

Bu azgınlığın aleni ve aşikâre yapıldığı, gizlenmediği bir zaman yaşanmakta. Bu yüzden çok önemli olan MİLLET kelimesi üzerinde tekrar-tekrar düşünmeyi, çok iyi düşünmeyi teşvik etmek istedik. Kültürle-teknolojiyi karıştıranların fikir sefâletlerine acıyarak bakmaktayız. Teknolojinin kusacağı vahşetin ne zamandan beri adı kültür oldu?

“BEN”  (7)

Fırtınalar gibi dilim var benim
Törem var, yasam var ilmim var benim
Doğusu, batısı bu diyar benim

 

Önümde baş eğmiş bir sürü devlet
Halklar değilim ben, milletim millet…

Göller alın terim, ırmaklar kanım
Fâtih’im ben, Ulubatlı Hasan’ım
Ay yıldızı gök kubbeye asarım

Bir elimde ezel, birinde ebed,
Halklar değilim ben, milletim millet….

Beğ idim, Han idim, Padişah idim
Eserim ortada, dünya şâhidim
Kanıma küfreden şom ağızlı kim?

O ağızlar bir gün yırtılır elbet
Halklar değilim ben, milletim millet….

Apaçık şecerem, besbelli soyum
Ben tevhidin, nûru ile doluyum

 Kâbe’me abdestsiz giren hıyânet
Halklar değilim ben, milletim millet.”

Türkiye’yi un ufak eylemeye kalkanların kullandıkları ve birçoklarının da  ne yazık ki farkına çok az vardıkları; son derecede önemli bir  ifade yanlışlığına duyulan  şiir  dilinde enfes bir öfkeyi sevdâlısına sunuyorum.

Erbâb-ı bilir ki  “HALK”  medeniyet yaratamamış insan topluluğudur.

Malumdur ki medeniyetleri milletler yaratır.

Bu vatanda yaşayan TC vatandaşlığından yüksünmeyen herkesi, başta kendi hakları olmak üzere bütün vatanı kucaklamak, millet olmanın bilinci ve gururuyla ayağa kalkmaya davet etmek için bu iki kelimeyi yüksek sesle her an yeniden düşünüyorum…  Bana katılır mısınız?

Burada doğruyu bulmakta hiç mi hiç zorlanmayacağız. Çünkü milletimizin bizlere bıraktığı o eşsiz kültürü – harsı bize hep doğruyu gösterecektir.

Aziz Mustafa Kemal‘i düzgün anlayalım yeter ki. Millet, kültür, mensubiyet.. tuzaklarında ölüm çırpınışlarımız olmayacaktır.

“Atatürk, millî bir kahramandır. Millî bir değerdir. Millet gerçeğini işleyen, Türk Milleti’nin sesini ve hakkını gerçeğe uygun, tam yakışığı ile dünyaya duyuran insandır.

……..

Türk Milleti için hürriyet ve bağımsızlık, huzur ve güven içinde mutlu yaşamak O’nun düşüncesinin temel yapısıdır..” (8)

KUDRET ise DAMARLARINDAKİ ASİL KANDA MEVCUT değil mi?

Onun için vatan şairi Nâmık Kemal:

“Bize gayret yakışır, merhamet Allah’ındır,
Hükm-ü âti ne fakirin, ne şehin, şahındır.”

Öyleyse: Türkçe düşün, Türkçe konuş, Türkçe sev, ümidin Türkçe olsun…  Dilini kaybeden bir milletin kendisini MİLLET diye tarif ettiren bütün mukaddeslerini de kaybedeceği tarihî gerçeği göz ardı ediliyor. Dilini kaybeden bir MİLLET İLİNİ ve TÖRESİNİ nasıl sever?  Sevgi pınarları kuruyunca da asırlardır çağlayıp aktığımız tarih çağlayanında sadece kuru dere yataklarımız kalır,  Allah korusun.

“Neticede Türkiye Cumhuriyeti her mânâsı ile büyük Türk Milleti’nin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlâdlarının elinde daima yükselecek, ebediyyen yaşayacaktır.” (9)

 


(*) Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.

 

[1] Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük , Ankara, Genelkurmay Basımevi,1963, s…..

[2] Atatürk’ün yazdığı Medenî Bilgiler adlı kitapta bu konuda daha geniş bilgi edinilir.

[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri C II, (İkinci Baskı) Ankara 1954, s.17.

[4] Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük, Ankara, Genelkurmay Basımevi,1963, s.350.

[5] Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük, Ankara, Genelkurmay Basımevi,1963, s.350.

[6] Yavuz Bülent Bakiler, Halka ve Olaylara Tercüman, 16 Şubat 2003

[7] Rıza Akdemir,  Orta Doğu Gazetesi,  9 Mayıs 1975.

[8] Eroğlu , Prof.Dr.Hamza, Atatürk  Hayatı ve üstün Kişiliği,TC..Kültür Bakanlığı Atatürk dizisi, Başbakanlık Basımevi,1997 Ankara,s.X-XI.

[9] ALPARGU, Prof.Dr. Mehmet, ÖZÇELİK, Prof.Dr. İsmail, YAVUZ, Yrd. Doç.Dr. Nuri, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Ankara 2001,s.262.

TC SAÜ Rektörlüğü Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü, Cumhuriyetimizin 81.yılına Armağan Adapazarı Aralık 2004, s.218-223.

Allı Turnam Bizim Elden Geçerken

Dağlar taşlar senin yuvan yurdun mu?
Nazlı gelin neden ağlar sordun mu?
Mehmed’inden ona haber verdin mi?
Allı turnam bizim elden geçerken..

Seher vakti ötüşürken bülbüller,
Viran olmuş biz çıkalı bu eller,
Hasretinden açmaz mı olmuş güller?
Sor bakalım allı turnam geçerken..

Yaylalardan ovalardan geçerken,
Pınarlardan soğuk sular içerken,
Kırlarında gelincikler açarken,
Koklar mısın allı turnam geçerken..

At koşturan yiğitleri gördün mü?
O da bize hasret mi hiç sordun mu?
O canlara dost selamı verdin mi?
Dertli turnam bizim elden geçerken..

Yamaçlarda çoban kaval çalar mı?
Nağmesine bir bak hasretlik var mı?
Sordun mu hiç ayrı kalmak çok mu zor,
Telli turnam bizim elden geçerken..

Biz çıkalı bozulmuş mu düzenler?
Camilerde okunmaz mı ezanlar?
Kendi düştü kuyumuzu kazanlar,
Şöyle bir bak allı turnam geçerken..

Hasretlik kokar mı türkülerinde?
Mührü var dedemin bak her yerinde,
Çınara kon dinleyiver serinde,
Güzel turnam sen oradan geçerken..

Neden öyle mahzun mahzun bakarsın?
Duruşunla sen gönlümü yakarsın,
Kanatlan sen zirvelere çıkarsın,
Sen üzülme o ellerden geçerken..

Turnam uçar mısın ata yurduna?
Selam getir ordan Anadolu’ma,
Güller ve çiçekler serdim yoluna,
Allı turnam seyret şöyle geçerken..

Türkiye’de Evlenmeler Azalırken, Boşanmalar Artıyor

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2010 yılı 1. dönem evlenme ve boşanma istatistiklerini (01 Temmuzda) açıkladı. Çok dikkat çekici sonuçlar var.

TÜRKİYE GENELİNDE:

2010’nun Ocak-Şubat Mart dönemini kapsayan ilk çeyreğinde 96 bin 841 çift evlendi.

  • Bir önceki yıla kıyasla evlenmelerde düşüş, boşanmalarda artış gözlendi. 2009 yılı ilk çeyreğine kıyasla evlenme sayısında yüzde 9,9 azalma meydana geldi. Geçen yıl, söz konusu dönemde 107 bin 524 çift evlenmişti.
  • 2010’nun 1.Döneminde 30 bin 773 çift boşandı. Bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 4,8’lik artış görüldü. 2009 Ocak-Şubat-Mart sürecinde 29 bin 372 çift boşanmıştı.
  • Yılın ilk çeyreğinde meydana gelen boşanmaların yüzde 40,4’ü evliliğin ilk 5 yılı içinde, yüzde 24,3’ü ise 16 yıl ve daha fazla süre evli olan çiftlerde görüldü.
  • 2010 yılının 1. döneminde evlilik süresine göre boşanmalar şöyle:
Evlilik Süresi Boşanma Sayısı Oran (%)
1 Yıldan az 1.054 3,4
1-5 yıl 11.372 37,0
6-10 yıl 6.283 20,4
11-15 yıl 4.488 14,6
16 yıl ve üzeri 7.488 24,3
Bilinmeyen 88 0,3
TOPLAM 30.773 100,0

BÖLGELERE GÖRE:

  • Evlenme sayısında oransal olarak en büyük düşüş yüzde 22,5 ile Güneydoğu Anadolu Bölgesinde gerçekleşti. Güneydoğu Anadolu’da geçen yıl Ocak-Mart döneminde 19 bin 423 olan evlenme sayısı, bu yıl 15 bin 45’e geriledi.
  • Evlenme sayısında artış gözlenen tek bölge, yüzde 1,5 ile Batı Karadeniz oldu.
  • Boşanma sayısında en fazla artış, yüzde 13,2 ile Doğu Marmara Bölgesinde gözlendi.
  • Söz konusu dönemde boşanma sayısında en büyük düşüş (yüzde 5,6), evlenmede artışın görüldüğü tek bölge olan Batı Karadeniz’de gerçekleşti.

Bu sonuçların detayları uzmanlarınca araştırılıp incelenecektir. Ancak ilk bakışta rakamların bize söylediği bazı hususlarda mutabık kalacağımızı sanıyorum.

Öncelikle beklenen nüfus artış oranınca evlenme artışı olmasıdır. Boşanma konusunda da istenen geçen yıldan daha düşük olması, en kötü ihtimalle de nüfus artış oranında boşanma oranında artış olmasıdır. Bu beklentiye uyan tek bölge Batı Karadeniz Bölgesi. Evlenme oranındaki düşüş olan bölgelerdeki ve özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki evlenme oranındaki düşüş üzerinde derin derin düşünmemiz gerekiyor.

Boşanma oranında artış olan bölgeler ve özellikle Marmara Bölgesindeki artıştan da kaygı duymamak mümkün değil. Kaygı duymak ama sükûnetle sebeplerini araştırıp çözüm üretmek durumundayız.

Batı Karadeniz Bölgesinin sağlıklı bir aile yapısına sahip olduğu anlaşılıyor. Bu bölgemizde (ve evlenmelerin artıp, boşanmaların artış gösterdiği diğer illerimizde de) aile yapısının güçlü olması yanında, devletimizin hukuk düzenine uyum konusunda ileri seviyede olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Yani nikâhsız birliktelikler, resmi nikâhsız olup dini nikâhla yapılmış evlilikler ve muvazaalı boşanmaların az olduğu iller olduklarını anlayabiliriz.

Nikâhsız olup bir evde yaşayanların bir kısmı evlilik müessesesine inanmamakta, bir kısmı karşılıklı güvensizlikten resmi nikâh yapmamakta. Bir kısmı ise yalnızca dini nikâh yaptırarak toplum içinde meşruiyet kazanmaya çalışarak, evliliğin getirdiği sorumluluklardan kaçınmakta. Bir diğer kısmı da çok eşli olanlar.

Muvazaalı boşanma olarak adlandırdığım olay ise şahsi gözlemlerime göre ciddi boyutlara varmıştır. Adliyeye birlikte el ele gelen orta yaş ve üzeri çiftlerin anlaşmalı boşanmalarının çoğunun ardında, emekli babanın veya eski kocanın emekli maaşından veya sosyal yardımlarından faydalanarak geçim seviyesini yükseltmek olduğu görülüyor. Resmen boşanan bu çiftler resmi nikâhsız olarak birlikte yaşamaya devam ediyorlar.

Zinanın suç olmaktan çıkarılmasının da muvazaalı boşanmaları ve nikâhsız birliktelikleri artırdığını sanıyorum.

Güneydoğu Anadolu Bölgesinde resmi evlilik sayısında düşme olması fiili evliliklerde düşme olduğu anlamına gelmeyebilir. Muhtemelen resmi nikâh dışı evliliklerde bir artış var. Bu durum bölgede (muvazaalı boşanmalarda olduğu gibi) emekli maaşı veya sosyal yardımlardan yararlanmaya devam etmek isteyen çiftlerin resmi nikâhsız olarak evlendiklerini düşündürtüyor. Böyle değilse kadın hakları konusunda bölgede ciddi bir geriye gidiş; kumalık sisteminde bir artış var demektir. Her iki ihtimalde de aile ilişkilerinde ve devletle birey münasebetlerinde sağlıksız bir yapının gelişmekte olduğunu söyleyebiliriz.

Boşanma sayısındaki en büyük artışın Doğu Marmara Bölgemizde, boşanma sayısındaki en büyük düşüsün ise Batı Karadeniz Bölgemizde olması konusunda ilk düşüneceğimiz konu, komşu iki bölgemiz arasındaki ekonomik gelişmişlik farkının büyüklüğü olsa gerektir. Marmara Bölgesinin gelişmişliği yanında, Türkiye’nin bütün bölgelerinden göç almış kozmopolit bir bölgedir. Batı Karadeniz’de çok daha homojen bir yapı ve ortak kültür değerleri hâkimdir.

Türkiye’de kadınların ekonomik hayata katılımları arttığı için, ekonomik bağımsızlığını kazanmış kadınların sağlıklı yürümeyen evliliklere katlanmak yerine boşanmayı tercih etmeleri önemli bir faktördür.

Büyük aile yapısından çekirdek aileye geçişin getirdiği sonuçları da unutmamak lazım. Şehir hayatı içinde evlenip, tek başlarına yaşamaya çalışan genç evlilerin, çoğu zaman yaşadıkları sıkıntılarda yol gösterecek tecrübeli büyükleri olmuyor. Karı koca çalışan çiftlerin çocuk bakımı, düzenli ev hayatı yaşamak konusunda yardımcı olabilecek aile büyüklerinin veya yakın akrabaların görünmez desteği de olamayınca birçok çift bu yükü kaldıramıyor.

Bir yandan daha heterojen bir toplumda farklı kültürlerle yetişmiş insanların evliliği söz konusu. Diğer taraftan çalışan çiftlerin aile desteğinden mahrum geçen ve fakat gelirlerinin en az olduğu, çocuk yetiştirme gibi problemlerinin en çok olduğu dönemde boşanmalar artmakta. Yani evliliğin ilk 5 yılında. İşte bu dönemde oluyor boşanmaların yüzde 40’ı.

Bu dönemde boşanmaya kadar varan huzursuzluklar yüzünden yaşanan sadece evli çiftin çektiği sıkıntılardan ibaret değil. Çocukların yetişme çağındaki psikolojik sorunları, çiftin işlerindeki verimsizlik, tıbbi yardım ihtiyacı gibi yan tesirlerin maliyeti de çok önemli.

Özellikle bu dönem için devletimiz çok özel tedbirler geliştirmek zorunda. Yeni evli çiftleri evliliğe ve ana- baba olmaya hazırlayan eğitimlerden, parasız veya ucuz kreş imkânlarına, ücretsiz psikolojik ve cinsel danışmanlık hizmetlerine kadar kapsamlı projeler uygulanmalı.

Evliliğin ilk 5 yılındaki boşanma sebeplerini ortadan kaldırdıkça, uzun yıllar sabrettikten sonra gerçekleşen diğer dilimlerdeki boşanmaların oranlarının da düşeceğini düşünüyorum.

 

Uyur Gezer Millet: Türkler!

Şöyle etrafımızda meydana gelen olaylara baktığımızda bunlardan hiç etkilenmeden ve istifimizi bozmadan uyuduğumuzu söylemek hiçte yanlış olmaz.

Atatürk’ün bir altın tepsi içinde bize sunduğu milli devlet ve hâkimiyetin Türklere geçişi sona ermek üzere.

Çevremiz Türk’le problemi olanlarla sarılmış vaziyette. Türk Milleti, içte ve dışta kendisini sessizce sarmalayanlarla uğraşamaz durumda. Çünkü henüz başına gelenlerin farkına varamadı.

Bu farkındasızlık elbette bize çok şey kaybettirecek ya da geri dönüşümün bedeli ağır olacak.

Sosyolojik yapının yedire yedire değiştirildiği, toplumsal psikolojinin devamlı gök gürültülü ve sağanak yağışlı tutulduğu, tarihin anlatılmadığı, milli değerlerin törpülendiği ve manevi yapının aslından uzaklaştırıldığı bir milletin uyanması da pek mümkün değildir.

Türkiye’de öyle olaylar olmaktadır ki normal şartlarda Türk Milletinin bu olaylar karşısında ayağa kalkmaması düşünülemez bile. Ancak şartlar vücutlarımızı uyur gezer bir halde ortalıkta dolaşır hale getirmiştir.

Bunların sadece biri olan hain Şeyh Sait’in anılması karşısındaki tepkisizlik içinde bulunduğumuz halin en yalın ifadesidir.

Ülkesini İngilizlere satan bir adamın, rehber olduğu sloganları ile Diyarbakır’da anıtlaştırılması, milli devletin kurucusu Mustafa Kemal’e, Türkiye Cumhuriyeti’ne, Anayasal sisteme ve yasalara açıkça bir meydan okuma ve başkaldırıdır.

Ancak Türk Milletinin başına “Habur”dan daha fazla gelebilecek büyük bir felaket olmadığı için bundan daha basit sayılabilecek olan hain Şeyh Sait’in anılması üzerinde pek fazla durulmamıştır.

Bundan anlaşılacağı üzere, Türk Milleti; yapılan psikolojik operasyonlarla başına geleceklere hazırlanmakta ve en ağır olaylarla bunlara karşı alışkanlık kazandırılmaktadır.

Türk Milletini uyur vaziyette tutan en önemli yapı, adının önünde “milli” sözcüğü olan eğitim sistemidir. Her halde bu “milli” sözcüğü oraya yanlışlıkla konmuştur. Eğer eğitim sistemi “milli” olsaydı Türk Milleti başına örülmek istenen çorabı anlar ve derhal silkinirdi.

Eğitim sistemi; tarih, sosyoloji, toplumsal psikoloji, felsefeyi, mantık, ahlak ve din gibi insanı kendine fark ettirecek bilimleri öğretmezse, insan sadece yeme, içme fonksiyonlarını yerine getiren ve milletine yabancılaşan bir mankurt haline dönüşür. Maalesef Türkiye’de bu yapılmıştır. En yakın örneği ise AKP iktidarı tarafından uygulamaya sokulan ve yine AKP iktidarı tarafından kaldırılan SBS zulmünün çocuklarımıza yaşattıklarıdır. Bu çocuklar yaşamlarının karakter olarak şekilleneceği dönemlerinde sınav maratonuna sokularak gerçeklerden uzak tutulmuşlardır.

Ailece Türk sözcüğüne alerjisi bulunan Altan’ların “Taraf” olmuş temsilcisi Ahmet Altan geçtiğimiz günlerde köşesinde yazdığı bir yazıda ülkeyi yönetemediğimizi bu sebeple dışarıdan devleti yönetmek üzere yabancı profesyonel devlet yöneticileri getirmemizin daha uygun olacağını yazıyordu. Doğru gerçekten ülke iyi yönetilememiştir. Fakat yönetemeyen Türkler midir? Bu soru mutlaka doğru cevaplanmalıdır.

Doğru dürüst hiçbir şeyin farkında olmayan Türkler, yaşanan olaylar karşısında son derece tepkisizdir. Hatta öylesine tepkisizdir ki; Türkiye Cumhuriyetine karşı büyük bir ihanet olan Dersim İsyanının göklere çıkarılması aval aval seyredilir hale gelmiştir. Medyadaki “ver kurtul” programları ahlaksız diziler kadar yüksek seyredilme oranları yakalamaktadır.

AB’ye girince kurtulacaktık ya! Onca aşağılamadan sonra bizi hala almadılar, şimdi o günün AB’ci basını ver kurtulcu olmuş yine biz oturmuş onları seyrediyoruz.

Bir tehlike de “profesyonel ordu” safsatasıdır. Türk Ordusunu ruhundan uzaklaştırmak isteyen zihniyet şimdide profesyonel orduyu tartışmaya açıyor. Böyle Türk Milleti, Ordu – Millet olma vasfından uzaklaşmış olacak. Oysa Türk Milleti için ordu “peygamber ocağı” şehitlik mertebesi de Allah’a kavuşmanın en güzel yoludur. Para için savaşanların elbette böyle dertleri olmayacaktır. Genel Seçim yaklaştığı için bu yol Diyanete, öğretmenlere, polislere verilecek kadrolar gibi bir vaat kapısı haline gelecektir. Böylece bir taşla iki kuş vurulacak hem terörden bıkmış anneler babalar rahatlatılacak hem de işsizlere bir parmak bal çalınacaktır.

Türk Milletinin etrafı sarılmıştır ve çember her geçen gün daraltılmaktadır. Bu uyur gezerlikle çemberi kırıp geçmek imkansızdır. Atatürk’ün bir Mersin ziyaretinde yaşlı bir adamla yaptığı sohbeti hatırlayın. Memleketin her tarafına yabancılar ve Türk’e düşman olanlar el koymuştur. Atatürk yaşlı adama sorar: Onlar bunları yaparken sen neredeydin. Cevap: “bir cepheden diğer cepheye koşarken ömrümüz geçti” der yaşlı adam. Memleketi savunmaya ve ölmeye gelince ülkesine, bayrağına, devletine bağlı Türk Milletinin evlatları, yemeye ve iç etmeye gelince soyu sopu belli olmayan Türk düşmanları. İnşallah aklımız başımıza gelirde Türk Milleti sadece savunan değil aynı zamanda zenginliklerini de kullanan bir millet haline gelir.

 

Ben Deli miyim?

Doktor Bey, inanın ben deli değilim.

Ama, aklımı zorlayan bir şeyler var, buna eminim.

Geceleri bir türlü şöyle doyasıya uyuyamıyorum.

-Kaçıp gideyim şu kentten, diyorum,

-“Sen gidemezsin, sen bu kentin insanısın.” diyorlar.

İyi hoş da, ben bir türlü ayar tutturamıyorum.

Hiçbir şeyden zevk alamaz oldum.

Hanım, aynı anda iki hatta üç dizi izliyor, ben hiç birine dikkatimi veremiyorum.

Sanki hepsinin konusu aynı!

Birileri benimle dalga geçiyor gibime geliyor!

Akşam olunca, evimde huzur içinde yaşamak istiyorum; özellikle gürültüye tahammülüm yok.

Ama olmuyor.

Evimize elli-altmış metre mesafedeki ana yoldan gelen araç gürültüsü kulaklarımı deliyor.

Komşunun iki genç oğlu var. Hemen her gün iki kez, alttaki garajdan motosikletlerini çıkarıp, uzun uzun çalıştırıyorlar. Öylesine büyük bir gürültü çıkarıyorlar ki, içimden “imdat” diye haykırmak geliyor.

Balkona çıkıp söylenmek istiyorum, hanım engel oluyor; “Ayıptır, komşunun çocukları” diyor.

Yaz geceleri bizim mahallede sokak ortasında nişan-düğün yapılıyor!

Gece yarısına kadar yüksek volümlü ses düzenlerinden çıkan “müzik” dedikleri gürültü beni çökertiyor!

Ya gündüzleri?

Ses düzeni ile mahalle arasında dolaşan; “Overlokçu mahallenize geldi, beş dakikada overlok yapılır” diye bas bas bağırıyor biri.

Sonra, taksitle mutfak eşyası satan adam geliyor.

Akşamüzeri “patates-soğan” diye bağırıyor öteki.

Ha, bir de eskicimiz var, o Pazar sabahlarını tercih ediyor!

Pazar sabahları, pazarcı kamyonlarının mahalle arasına girmeleriyle erken kalkıyoruz!

Bu yüzden, bizim evde hafta tatilini Pazartesi gününe aldık!

Birkaç gün önce gecenin bir vakti, müthiş bir gürültü ile sıçradık. Komşu, üçüncü kattaki balkonundan eski dolaplarını fırlatmış yola!

Yola dediysem, yolun kenarındaki çöp bidonlarına doğru atmış!

Bu gürültü yaklaşık bir saat sürdü.

Komşu, mutfak dolaplarını yenilemiş!

Eskileri de  çöpe atmış.

Bu kadar basit aslında.

Ama ben bir tuhafım galiba!

“İnşaat atıkları mahallenin çöp bidonlarına atılmaz” diye biliyorum ama galiba yanılıyorum!

Zaman zaman silah sesleri yankılanıyor mahallede.

Hanım, çok aklı başında bir kadın, hemen anlıyor ne olduğunu, silah sesinin nereden geldiğini

“Yukarı sokakta asker uğurluyorlar” diyor mesela!

Ya da; “Yazlık düğün salonundan havai fişek atıyorlar” diye açıklıyor!

Yine bir Cumartesi gecesiydi, korkunç bir havalı matkap sesiyle zıpladım yine!

Hanım, “amma da huylusun ha” dedi.

Alt kattaki komşudan geliyormuş ses.

“Komşudur, ne yapsa haklıdır!” demek gerekirmiş!

Artık gazete de okumak istemiyorum.

Çok ama çok canım sıkılıyor.

Belediye başkanımız, kent içi trafiğin çözümünü bulmuş!

“Bisiklete binin” diyor.

Sabahın erken bir saatinde, elinde çantası, bisikletle gelmiş belediyeye.

Bütün gazeteciler “tesadüfen” oradan geçiyorlarmış!

Haber yapmışlar…

Yalnız, bir şey takıldı kafama; Belediye başkanının bisikletle seyrettiği yer, sadece yayalar için yapılmış olan “Yürüyüş Yolu” idi!

Ender de olsa bu yola bisikletleriyle girdiği için belediye zabıtasının hışmına uğrayan çocuklar geldi aklıma!

Canım sıkıldı.

Belediye Meclis toplantısında muhalefet partisi temsilcisi bayan üyeye hakaret dolu sözler sarfeden bir başka belediye başkanı, belediye zabıtası için “İletişim semineri” düzenlemiş!

Olağan bir haber ama ben yine rahatsız oldum.

Bende bir tuhaflık var ama inanın ben deli değilim doktor bey.

Bir başka haber;

Pastacılar ve tatlıcılar Odası Başkanı; “Belediye pasta imal eder mi?” demiş.

Belediye, kendi nikah ve düğün salonundaki cemiyetlere kendi imalathanesinde pasta yapıp satıyormuş.

Oda başkanı; “Her işini yükleniciye ya da taşerona yaptıran belediye neden bizim ekmeğimizle oynuyor?” diyor!

-Adam haklı galiba, diyorum, hanım yine kızıyor; “Sana ne?” diye…

Bizim kentte, Pazar yerleri yol üzerine kuruluyor.

Yollar trafiğe kapanıyor.

Toplu taşıma güzergahları değiştiriliyor.

Bu çok önemli değil, buna kafayı takmıyorum ama “Ya bir yangın çıkarsa, ya bir Cankurtaran gerekirse?” diye soruyorum.

Sonra bir gün, pazaryeri güzergahında bir yangın çıktı!

Ev kül oldu!

Hanım yine bir hışım; “Şom ağızlı adam, konuşa konuşa evi yaktın sonunda, sen hastayı da öldürürsün bu takıntınla” diye payladı!

Ne bileyim doktor bey, olur olmaz her şeye takıyorum kafayı.

Tarihi cami önüne çelik konstrüksiyon üst geçit yapıyor belediye; “tarihe saygısızlık bu” diye kızıyorum.

En çok bir hafta canlı kalabilen lalelere belediyenin parasını savuruyorlar, diye kızıyorum!

Belediye yüklenicileri ya da taşeronları iş yaparken ya su borusunu, ya doğalgaz borusunu ya da kanalizasyonu patlatıyorlar, yine kızıyorum;

 “İşi ehline neden vermezler” diye.

Elektrik idarelerini özelleştirdiler, şimdi mahalle muhtarları “mahalledeki sokak lambalarını değiştirmiyorlar” diye yakınıyor; borç yüzünden okulların, otoyolların elektriklerini kesiyorlar, “Oh olsun, her şeyi özelleştirirseniz böyle olur” diye tepki gösteriyorum.

Şehir çıkışlarında yol kenarlarına ulu orta moloz dökenlere kızıyorum.

Cadde kenarında, kaldırımda, parklarda çocukların gözü önünde kurban kesen adamlara kızıyorum.

Yaşadığımız o korkunç depremin üzerinden onbir yıl geçti ama hala yıkılmayan ağır hasarlı binalar olduğunu öğreniyorum, kahrediyorum.

Yeni yapılmış duble yollarda onarım-yenilme çalışmaları yüzünden sık sık alt yola girmekten bıkıp usanıyorum.

Patlayan trafolar yüzünden elektrikli eşyalar bozulunca ben de bozuluyorum.

Çocukların yüksek gerilim hatları altında yapılan oyun bahçelerinde yaşadıkları ölümcül tehlikeyi görüp “lanet olsun bunu yapanlara” diye söyleniyorum.

Her şiddetli yağmur sonrası kentleri basan sel rezaletine öfkeleniyorum;

“Önce altyapı beyler, önce altyapı!

Hem, rant uğruna doğa ile dalga geçilmez, doğa böyle hesap sorar, günahsız insanlar sizin günahlarınızın bedelini öder” diyorum.

Yeşil alanları imara açarak birilerini bir anda zengin eden belediye yönetimlerine kızıyorum.

Dere yatağına okul yapıp, sonra sel basınca “takdiri ilahi” diye Allah’a fatura kesen akılsıza

kızıyorum.

-Ne o doktor bey? Bir tuhaf oldun? Yüzün kızardı, gözlerinin bakışlarını pek beğenmiyorum! Yoksa, sen de bu anlattıklarıma mı öfkelendin? Daha anlatacak çok derdim var. Ben sana, derdime derman olasın diye geldim. Söyle doktor, ben deli miyim?

 

Etnik Azınlık Demişken

0

Söz konusu Türkiye olduğunda, etnik ve dini azınlıklar konusunda suni ayrımlaştırmalar yaratmakta ve varolanları ısrarla körüklemekte Avrupa Birliği’nin üzerine yok…
İlerleme Raporları’nda, bu konulara her yıl devamlı olarak değinilmekte:

Kürt kökenli vatandaşlarımızın kültürel kimliklerinin tanınması ve siyasi alanda temsillerine yönelik sivil çözüm önerileri geliştirilmesi,

Alevi kimliğine yer vermeyen zorunlu din eğitiminin değiştirilmesi ve gayrimüslim topluluklara yönelik olumlu yaklaşımın Sünni olmayan Müslümanları da kapsaması,

Süryani kesim için açılacak okullarda özellikle gelecek nesiller için din ve dil konularında verilecek eğitimlerin garanti altına alınması,

Statüsü Lozan Antlaşması’yla belirlenen ve 1.500 kişilik bir cemaati bile bulunmayan Fener Rum Patrikhanesi’nin, Vatikan benzeri özerk ve evrensel bir siyasi-dini makam olan “Ekümenik” haline dönüştürülmesi…

Bunlar, en bilinen ve sürekli gündemde tutulan örnekler…

***

AB orijinli bazı kaynaklar, Anadolu’da 47 farklı etnik grubun yaşadığı iddiasındalar…

Doğruluğu son derece tartışmalı olan bu fotoğraf, “kültürel bir zenginlik” ifadesi olarak görülmenin ötesinde, “Lozan Antlaşması ile statüleri belirlenen azınlıklara yenilerini ekleme” amacı güdüyor…

Ancak “azınlıkların hakları ve korunmaları” yönündeki tüm bu etkinlikler, nedense sadece Türkiye bahis konusu olunca gündeme geliyor ve hatırlanıyor…

Oysa bugün, AB üyesi ülkelerin sınırları içinde yaşayan –daha doğrusu yaşama savaşı veren– birçok etnik grup yavaş yavaş ortadan kalkıyor…

Hem de, sistemli asimilasyon politikaları eşliğinde ve Avrupa Birliği’nin gözü önünde…

Üstelik de tüm bunlar, AB üyesi olan yakın komşularımızda yaşanıyor…

**

Kimi tarihçilerce Peçenekler, Avarlar ve Kumanlar gibi Türk kavimlerinin Balkanlar’a gelip yerleşmiş torunları olarak, Avrupa coğrafyasındaki “en eski” Türk grubu oldukları iddia edilen Pomaklar, bir yandan Bulgaristan diğer yandan da Yunanistan tarafından uzun yıllardır sıkı bir asimilasyona tabi tutulmaktalar…

Bulgaristan’dakilerin bir kısmı, 1989’da kapımızı soydaşlara açtığımız sırada gelip bu topraklara yerleşmişlerdi…

Geride kalanlar ise, her iki ülkede de hala özgürce gündelik yaşamlarını sürdürememekteler…

Bunda, konuyla ilgilenen Batı’lı tarihçiler ile sosyal bilimcilerin de belirttiği gibi, kendi haklarını gözetecek bir hamilerinin bulunmaması büyük rol oynamakta…

**

Bir diğer grup ise, Yunanlılar’ın 1829’daki başkaldırıları sırasında Osmanlı’dan yana taraf olmalarının cezasını yaklaşık 180 yıldır çok ağır bir şekilde ödeyen Ulahlar

Hıristiyan Ortodoks olan Ulahlar, bugün Yunanistan’daki en büyük “gizli azınlık” olarak kabul edilmekteler…

Ancak Yunanistan, “sınırları içinde hiçbir ulusal azınlık grubunu tanımadığını” açıkça belirttiği ve -son derece isteksizce de olsa- sadece Müslüman grupları azınlık olarak tanıdığı için bu statüden yararlanamıyorlar…

Daha da vahimi, Az Tanınan Diller Avrupa Bürosu (The European Bureau for Lesser Used Languages) tarafından yayınlanan ve üzerinde Ulahça’nın, Yunanistan’ın azınlık dillerinden biri olduğunu yazan bir haritayı Bletsas’taki bir festival sırasında dağıtan Atina Ulah Kültür Derneği Üyesi Sotiris Bletsas, 2001 Şubat’ında Yunan Ceza Kanunu’nun 1919 sayılı maddesi uyarınca “sahte bilgi yaydığı” gerekçesiyle 15 ay hapis ve para cezasına çarptırıldı…

Başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde büro açmış olan diasporadaki Ulah gruplar da, seslerini duyurabilmek için süreli gazete ve dergi çıkartma yanında sürekli olan bilimsel içerikli seminerler ve toplantılar da düzenlemekteler…

Sonuç, ne AB tarafından bir müdahale ne de en ufak bir kınama…

Ne AB ne de insani yardım amaçlı kurulmuş diğer örgütler, Türkiye haricindeki ülkelerde azınlıklar konusunda kılları kımıldatmıyorlar…

***

Örnekler bu kadarla da sınırlı değil!

Bretonlar, Ladinler, Furlanlar ve Alsaslar, gerek kendileri gerekse diasporaları yoluyla seslerinin duyulması için büyük uğraşlar veriyorlar ama nafile!

Rutenler, Sorblar ve Kaşublar‘ın durumları zaten ortada…

Sistemli asimilasyon ve baskılar sonrasında, kendi dilini konuşan Livler‘in sayısı artık elliyi bulmuyor!

Bunlar;

Avrupa’nın yok olmakta olan küçük halkları…

Kendi kaderlerini tayin etmek konusunda söz sahibi olamayan azınlıklar…

Tüm bunlar olurken AB nerede, yok!

Ama gündeme Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Süryaniler ya da Rumlar’la ilgili en ufak bir konu geldiğinde, burunlarını sokmak için en ufak bir fırsatı kaçırmıyorlar…

Bunun adı, iki yüzlülük ve çifte standart…

Ama güçlüler tarafından yapılınca ve ülkeyi yönetenlerce de hoş görülünce sorun yok…

 

 

 

 

 

Benim Babamdı

Hep zahmetler çektin sen bizim için,
Onda var bizde yok, demedin niçin?
Neler çektin baba sebebi geçim,
O mahzun o garip benim babamdı..

Ayağında çarık, hayvan derisi,
Yemeği bir öğün,  yok ki gerisi,
Önünde görürsen davar sürüsü,
İşte onu güden benim babamdı..

Çalışmaktan yarık yarık elleri,
Mevlaya niyazda daim dilleri,
Mekan olmuş ona okluk belleri,
Orada tırmanan benim babamdı..

Karda kışta, ayakları üşüyen,
Sırtında okluktan, buğday taşıyan,
Bir lokma, bir hırka ile yaşayan,
Var olanı veren benim babamdı..

Yeni bir elbise alıp giymedin,
Baba türlü türlü yemek yemedin,
Biz yiyelim diye, sen hiç doymadın,
Rızkını bölüşen benim babamdı..

Komşusu aç iken, o tok yatmayan,
Helal aşımıza haram katmayan,
Dürüstlük mirası bende bitmeyen,
Hep doğru ol diyen benim babamdı..

Bir ağaç altına sofrasını açan,
Haramdan günahtan her daim kaçan,
Eğilmiş pınardan soğuk su içen,
O yorgun çileli benim babamdı..

Ayağında şalvar sırtında aba,
Harman savururken elinde yaba,
Önünde kızarmış teneke soba,
Üşümüş ısınan benim babamdı..

Menfaat düşünmez komşunun işi,
Ana bacı gardaş, ortakdır aşı,
Yalnız Hak rızası her işin başı,
Diye hep düşünen benim babamdı..

Kimseyi kırmayıp hem de üzmedin,
Şu fani alem de rahat gezmedin,
Kader deyip şükür deyip bezmedin,
İyilik meleği, benim babamdı…

26.11.2009 Sevgili babamın ölüm yıl dönümüne İbrahim Yılmaz