15.5 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1190

Lekeli Gömlek

0

Referandum sürecinde mesafe alındıkça, meydanlarda suçlamalar da, tartışmalar da artıyor.

Kılıçdaroğlu bir telden çalarken, Başbakan başka bir telden akort vermeye çalışıyor tartışmalara.

Şimdi konu geldi, yine gömleğe dayandı.

Kılıçdaroğlu’nun ‘Etro’ gömleğini daha henüz unutmamıştık ki, Başbakan’ın ‘beyaz gömleği’ gündeme oturdu.

Başbakan ısrarla, “biz beyaz gömlek giydik” derken, söylemek istediği “Milli Görüş gömleğini çıkardık ama bakın çıplak kalmadık, onun yerine bembeyaz, ak mı ak bir gömlek giydik” demek mi istiyor acaba?

Vatandaşın gözüyle baktığınızda ise, o gömleğin rengi beyaz da olsa, lekeli.

Hem de çok lekeli.

Gömleğin üstünde, Bilal’in gemilerinden gelen mazot lekesi var.

Üsküdar’daki beş villanın ‘kirli’ lekesi var.

Pırlantacı oğlun KDV lekesi var.

Devlet Bankası’ndan verilen kredi ile alınan, Sabah ve ATV lekesi var

Telekom‘un, iki yıllık geliri karşılığında satılmayıp, adeta peşkeş çekildiği Hariri Ailesi ile yenilen (!) sofralardan kalan leke var.

Habur’da krallar gibi karşılanan teröristlerin pislik lekeleri var.

Açılım adı altında başlayan, ama artık Başbakan’ın da sesini çıkartamadığı, ‘Özerk Bölge’ talebi noktasına gelen, ülkeyi bölme lekesi var.

Demokratikleşiyoruz derken, Dikta Rejimi’ne sürüklenen ülkenin, sürüklenmemek adına ayağını diretirken çıkarttığı, toz, duman lekesi var.

Hele bir de öyle bir leke var ki, Allah kimseye bulaştırmasın.

2002 de bitme noktasına gelen terör olaylarında, bugün artık nerdeyse her gün bir veya birkaç tanesinin şehit oluşuna şahit olduğumuz Mehmetçiğin, ‘kan’ lekesi var.

Saymaya kalkarsak hepsini, bu sütunların kifayet etmeyeceği kadar birçok lekenin bulunduğu bu gömleğe, siz istediğiniz kadar beyaz deyin.

Bu gömleğin rengi, karaya çalmaktadır git gide.

Bütün bu lekeleri çıkartacak formülü ise, bir tek bu Millet biliyor.

Günü gelir, nasıl çıkarılacağını tekrar gösterir.

 

Referanduma Doğru – 2

0

Gelelim referandum ve kast meselesine…

AYM (Anayasa Mahkemesini) refah ve fazilet partilerinin kapatılması davalarında duymuş ve tanımıştık.

Ama ben HSYK’yı ya hiç duymamıştım, yâda ilgimi çekmemişti.

Evet, Hindistan’ın asırlar boyu süren sosyolojik gerçeği kast sistemi demiştik,

Burada da Türk usulü kast sistemi karşımıza çıkıyor.

Halk olarak bizim bu kastlara girme imkânımız olmadığından varlıklarından bile haberimiz yoktu.

Yâda şimdi deşifre oldular.

Yargıtay yâda yüksek yargının hepsi,

Sistem sadece bunlarla sınırlı değil,

AYM onbir kişilik elit bir zümre.

Altı kişi yâda bu günkü şekliyle yedi kişi,

Hükümetin üzerinde,

Meclisin üzerinde,

Atatürk dememişimiydi ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’

Millete ait hâkimiyeti AYM mi kullanır? meclis mi?

AYM meşruiyetini meclisten mi, yoksa milletten mi alır?

Yâda hepsinden üstün olduğu için layüsel midir?

HSYK yedi kişilik elit bir zümre..

Adalet bakanı, müsteşarı ve beş kafadar..

Dengeler beşe iki,

Burada bakan ve müsteşarın ne önemi var?

Beş kafadar istediği kararı alır ve alıyor da..

İstediği savcılara özel yetki verir,

İstemediklerinin yetkilerini alır..

Hatta meslekten bile ihraç eder,

Meslekten ihraç yetkisi,

Derin kuyulara taş attın yoruldun dinlen de aklın başına gelsin..

Temyizi memyizi yok.

İnanmayan Ferhat Sarıkaya ve benzerlerine sorsunlar,

YAŞ (Yüksek Askeri Şura)

Takdirname almışsın,

Üstün hizmet belgen varmış,

Vatan için canını ortaya koymuşsun kaç yazar,

İrtica yâda üstlerine itaatsizlikten dolayı bahanemi yok..

Ordudan ilişiği kesilen binlerce vatan evladı,

Tazminat yok, emeklilik yok..

Diğer kamu kurum ve kuruluşlarında çalışmaları yasak,

Bu insanların ailesinin, çoluk çocuğunun ne günahı var?

Bu resmen al eline silahı ister kafana sık ister eşkıyalık yap demektir..

Adalet hukuk bunun neresinde?

Bu ve benzeri durumlar insanın vicdanını sızlatmıyor mu?

Tabi vicdanın sızlaması için olması gerekir..

Anayasa değişmelimi?

Evet.

Değiştirelim öğleyse,

Olmaz.

Ben değiştireyim,

Asla olmaz.

Peki, nasıl olacak?

Kast sistemine devam,

Bu saltanat padişahlarda bile yoktu.

Firavunlar bile halkını bu kadar ezmemişti.

Size üç kasttan bahsettim, hepsini yazmaya gerek var mı?

Bu değişiklikler toplumun ihtiyaçlarını bütünüyle karşılayacak mı?

Elbette hayır..

Yeterlimi?

Eskisinden iyidir.

Toplumun birinci önceliği bumudur?

Bu konuyu da başka bir yazıda ele alırız.

Bu aziz millet her şeyin en iyisine layıktır..

Gel gör ki halk bu sistemin içerisinde parya konumundadır.

Parya kalıp kalmayacağının cevabını- kararını kendi verecektir.

Sonuç itibarıyla referandumdan evet çıkacağı kanaatindeyim.

Hayır, çıksa da üzülmem,

Çünkü milletin kararı her şeyin üzerindedir.

İki asırdır çeken bu millet biraz daha çeker, canı sağ olsun

Birazda siyasiler düşünsün.

Referandumun vatanımız ve milletimizin aydınlık geleceğine ışık tutması temennisiyle…

Teşne

Köprü başında süslü,  faytonlar durağı.
Doru atların şevki, orelinin kısrağı.
..
Müşteri alsa, koşsak, hem peşine takılsak,
Yetişmezsek, ‘arkaya kamçı! ‘ – diye bağırsak.
..
İskelede kiralık sıra sıra kayıklar,
Gönül lal olsa bile, dilim Porsuk sayıklar.
..
Yosunlar oynaşsalar, salkım söğüt gölgesi,
Sünnet saatim rehin, keyifte kürek sesi.
..
Hele yazlık sinema, her yer rengarenk ışık,
Hani Çolpan ve Müjgan, illa Sadri Alışık.
..
Meşhur bozaya atıp, ya bir avuç leblebi,
Ya keşkül ya da pelte, yalancı muhallebi.
..
Testi başında sohbet, ey Kalabak çeşmesi,
Hülyalı bakışlardı gençliğimin teşnesi.
..
Ah ömrüm! Beklediğin son tren de tehirli,
Bedenim nerde olsa ruhum Eskişehirli..

Heyamola Salih Reis

“Bismillahla başlayalım, ayva turunç aşlayalım, biz bu işi işleyelim, heyamola yessa yessa” diye başlıyor Yiğit İnebolu’lu denizcilerin türküsü…

Bu türkünün seslendirildiği ve oyununun oynandığı İnebolu ve bağlı olduğu Kastamonu, sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda Türk coğrafyasının en güzel yerlerinden biridir.

Çankırı sınırlarındaki Ilgaz Ormanları, dünyanın üçüncü büyük kanyonu olan Vallah, Küre Ormanları, Cide – Çatalzeytin arası eşsiz Karadeniz kıyıları, İstiklal Madalyalı tek ilçe İnebolu, Anadolu’yu tutan dört veliden biri Şaban-ı Veli Hazretleri, Şerife Bacı ve Salih Reis başta olmak üzere bir çok değerimiz Kastamonu’dadır. Tarihi, dini, kültürel ve doğal güzellikler saymakla bitirilemeyecek kadar çoktur.

Böyle bir coğrafya ve bu coğrafya üzerinde vatanına bu kadar bağlı bir insan topluluğu elin gavurunda olsa, onlar bu Kastamonu’yu ve Kastamonu’luları nasıl abad ederlerdi düşünmek bile istemiyorum.

Kastamonu bunca pozitif özelliğine rağmen ülkemizin en geri kalmış bölgelerinden biri olup devamlı göç vermektedir.

Sekiz yıllık AKP iktidarının Kastamonu Milletvekili Musa Sıvacıoğlu’da “Yeni İnebolu Gazetesi”de çıkan bir habere göre, duble yolların henüz buralara uğramadığını, doktor sıkıntısının giderilemediğini ve Doğanyurt ilçesindeki fındık üreticisinin mağduriyetinin devam ettiğini söylemesi tezimizi kuvvetlendiren önemli bir delildir. Bunlara ilçede eğitim gören 5500 çocuğun yanında 140 öğretmen açığının bulunması ve ilçenin bir yıldır kaymakam atanmadan vekaletle yönetilmesini de ekleyelim. İyi ki; İnebolu’nun İstiklal Madalyası var. Bir de olmasaydı?

Bunca soruna rağmen, Kastamonu’da devletine ve Türk Milletine karşı aleyhte tek bir söz eden bulamazsınız. Kastamonu’lu onca olumsuzluğa rağmen devletine asla baş kaldırmaz ama Türk’e kefen  biçene karşı da, Milli Mücadele’yi başlatan Salih Reis ve Şerife Bacı gibi bu günkü nesiller  yeni takalarla “Vira Bismillah” diyerek ayağa kalkar. Bunu anlamak için İnebolu’yu döven Karadeniz’in hırçın dalgalarını yerinde görmek lazım.

Bu sebeple Kastamonu’nun bu kadar öksüz bırakılmasında ve Türkiye’nin gelişmişliğinden hak ettiği payı alamamasında başka nedenlerin olduğunu düşünüyorum. Kastamonu’ya her gelişimde bu düşüncem daha da pekişiyor. Şu an İnebolu’dayım ve yanımdaki odada bir Fransız iki çocuğu ve karısı ile gelmiş dolaşıp duruyor. Biraz sohbet ettim yörenin hiçbir rehber kitapta doğru düzgün anlatılmadığını söyledi. Bize anlatmıyorlar ki sana anlatsınlar be kardeşim!

“Türkiye Türklerindir” diye doğru fakat şimdilik içi boşaltılmış gibi gözüken bir deyim var. Allah rahmet eylesin Mustafa Kemal Atatürk “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü de ilk defa Kastamonu’da ve halen yerinde duran Kışla Parkı’nda söylemiş. Bunu söylerken de Türk olsun olmasın herkesin bir mefkureye bağlanmasını ve kendilerini ruhen Türk olarak hissetmelerini istemiş. Doğrusu da budur ve cumhuriyetin şimdi inkitaya uğratılmak istenen en büyük projesi de “milletleşme” dir. Milletleşme projesi tamamlanınca Türk Milleti yeniden cihan hakimiyetine doğru yelken açacaktır. Bu gün önlenmek istenen de Atatürk’ün temellerini Kastamonu’da attığı bu milletleşmedir. Çünkü bizim sosyolojik açıdan tıpkı Irak gibi çok parçalı olmamız istenmektedir. Eğer öyle olursa, bu cennet vatana, kolayca Irak örneğinde olduğu gibi müttefik ordularınca el konulabilecektir.

Buradan yola çıkarsak, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de Türk olmak ve Türk olarak yaşamak çok zordur. Kastamonu’lularda bu zorluğu yaşamak talihsizliğine düşen saf ve temiz Türk milletinin, seçkin temsilcileridir. Atatürk’ten bu yana değişen politikalar sebebiyle, Türküm diyene hayatın yokuşa sürüldüğü ihanetin ise ödüllendirildiği bir ülkede yaşadığımız hakikatin ta kendisidir.

Kanaatimce Kastamonu’nun bazı odaklarca geri bırakılmasındaki en büyük sebep 1919’da yapmış oldukları tercihten kaynaklanıyor. “Sen misin?  Türk’ün ateşle imtihanında Mustafa Kemal’den yana tavır alan, katlan öyleyse bu fakirliğe” denilerek Kastamonu görmezden gelinmiştir. Halbuki, Atatürk Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra Mimar Vedat Tek’i Kastamonu’ya göndererek çok güzel bir vilayet binasına yaptırmış ve 25 Ağustos 1925’te yaptığı Kastamonu gezisinde “…her vakit, her surette vatan emrinde bulunacağınıza kaniyim. Yaptığınız hizmetleri hiç unutamıyorum.” diye konuşmuş akabinde İnebolu’da 26-27 Ağustos 1925 gecesinde kendisini fener ışıkları altında “heyamola” oyunu ile karşılayanlara “hakkımda bu derece muhabbet ve bağlılık gösteren İnebolu’lulara, oyunlarını zevkle takip ettiğim mert ve cesur denizcilere teşekkür ederim.” demiştir. İşte Kastamonu’nun ve Yiğit İnebolu’nun kabahati budur!!!

Günümüzde Türkiye’de Türk olmak, vatana – bayrağa bağlı olmak, devletini ve ordunu başının üstünde tutmak neredeyse bir suç haline gelmek üzeredir. Ancak onlara 70 küsur yaşındaki denizci Salih Reis’in İnebolu’daki anıtına giderek kitabesini  okumalarını ve Kastamonu’nun yol vermez – aman vermez dağlarından, ormanlarından cephanenin cepheye öküzlerin çektiği kağnılarla ve bebeklerinin ölümü bahasına Türk kadınlarınca nasıl taşındığını, denizde beşik gibi sallanan takaları ve cesur denizcilerin “heyamola heyamola” seslerinin kıyıya her dalga vuruşunda onlarca yıl ötesinden yinelenerek gelmesini hissetmeleri için İnebolu’yu bir görmelerini salık veririm. İşte o zaman ne ile uğraştıklarını anlayacaklar ve kaçılmaz akibeti şimdiden göreceklerdir. Eğer bu vatan toprağına gelmekten imtina ederseniz elinizden neyin alınıp kaçırılmaya çalışıldığını anlayamazsınız.  

Son sözü İnebolu Kayıkçılar Loncası üyesi ve o zaman 70’li yaşlarında olan Hamamcı Kadı lakabı ile maruf  Salih Reis’le bölge komutanı Muhittin Paşa arasında yaşanmış olaya söyletelim: Salih Reis 13 Haziran 1921 tarihinde Yarbaşı merdivenlerinden bir elinde bastonu ve omzunda mermisi ile çıkarken merdivenlerin üst kısmında duran Muhittin Paşa’nın dikkatini çeker ve yanındakilerden ayrılarak ihtiyar adamın yanına gider ve der ki; “dede ver de ben taşıyayım”. Omuzundaki mermiyi zorla taşıyan ihtiyar deniz kurdu başını bile kaldırmadan; “bana yardımı bırak. Düşman gemileri geliyor. Git bir sandık cephanede sen omuzla” diyerek paşanın kumandan olduğunu bilmeden tersler ve güllesini vermez. Etraftakiler paşanın kızdığını düşünürken Muhittin Paşa: “Bu Türk Milleti ölmez” diye konuşur ve bu tablo herkesin göz yaşlarına boğulmasına sebep olur. Evet bazılarının piçleştirmeye çalıştığı Büyük Türk Milleti Salih Reislerin, Şerife Bacıların asil ve onurlu milletidir. Onu yok etmeye çalışanlara karşı daima, yeni Salih Reislerle, yeni Şerife Bacılarla, yeni İnebolularla, yeni Kastamonularla ve yeni Mustafa Kemallerle cevap verir. Hele siz bir Kastamonu’ya gelinde ne dediğimi anlayacaksınız…

Dünya ve Ahiret Hayatı

0

Bütün ilâhî kitaplarda insanın dünya ve ahiret saadetini temin edecek prensiplerden bahsedilir. Dolayısıyla geçici olan dünyevî güzelliklere aldanıp bâki olan ahiret hayatının nimetlerinden mahrum kalmaması hususunda insanoğlu ikaz edilmektedir. Bu ilâhî ikaza rağmen insanoğlunun zaman içinde nefsinin arzusuna göre bir hayat tarzını tercih ettiği görülmektedir. Hâlbuki mutlak bir hesap gününün var olduğu bilinci ve şuuruyla hareket ederek yaşama istikametini tanzim etmesi gerekmektedir.

Ahiretin zıddı ve ölümden önceki hayat safhasını ifade eden dünya hayatının değersizliği ve önemsizliği Kur’an’da sık sık vurgulanır. Dünya hayatını güzel kıldığı düşünülen tüm faktörler -zenginlik, iş hayatı, fiziki güzellikler, evlilik, çocuklar, büyük başarılar, makam ve mevki vs.- Kur’an’a göre aslında geçici ve aldatıcı birer metadan başka bir şey değildirler. Nitekim bu hususta Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de: “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, kendi aranızda bir övünme, mal ve çocuklarda bir çoğalma tutkusudur.  Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap vardır. Bir de Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk  (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” buyurmaktadır. (Hadid20)

Kur’an dünya hayatının ve dünyada insana verilen nimetlerin geçici olduğu üzerinde ısrarla durur, insanı ölümsüz olan iyi işler yapmaya teşvik eder. Kur’an’ın ifadesiyle; “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf46)

Bu ayet-i kerimede; “mal ve oğulların dünya hayatının süsü” olduğu ifade edilmektedir. Mal ve oğulların dünya hayatının süsü” olmasının sebebi, malın güzel ve faydalı olmasından, oğulların da güç ve savunma kaynağı olmalarından kaynaklanıyor olsa gerektir. Ayet-i kerimenin, zenginlik, evlat çokluğu ve şerefleri dolayısıyla iftihar eden, Uyeyne b. Hısn ve benzerleri hakkında indiği ifade edilmektedir. Yüce Allah bu ayetle, dünya hayatının süsü olan bir şeyin rüzgârın savurduğu çerçöp gibi gelip geçici olduğunu, kalıcı olmayan bir aldanış olduğunu, geriye ise ancak kabir azığı ve ahret hazırlığı olan şeyler kaldığını haber vermektedir.

Ayet-i kerimede “bâkiyâtü’s-sâlihât” ifadesi kullanılmaktadır. Bununla; Selman, Süheyb ve benzeri Müslüman fakirlerin yaptıkları itaatler, salih ameller kastedilmektedir. Allah katında bu kişilerin yaptıkları salih ameller, “sevapça da hayırlıdırlar”, “emelce de hayırlıdırlar.” Yani, bu kişilerin amelleri; salih ameli bulunmayıp mal sahibi, oğul sahibi olan Uyeyne b. Hısn ve benzeri kimselerin emellerinden daha üstün ve değerlidir. Bununla birlikte ayetin anlamının genel olduğu, salih amel işleyen bütün mü’minleri içine aldığı ifade edilmiştir.

İlim adamları, “baki kalacak olan salih ameller” hakkında farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bazıları bununla; beş vakit namazın, bazıları ise; “Tekbir (Allahu Ekber), Tehlil (La ilahe illallah), Tesbih (Subhanallah), Elhamdülillah ve La havle velâ kuvvete illa billah (bütün güç ve kudret ancak Allah iledir),  “Subhanallahi velhamdülillah ve lâilahe illallahu vallahu ekber; Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih ederim, hamd Allah’a mahsustur, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur, Allah en büyüktür”  (Tirmizî, Deavât, 97) gibi ifadelerin kastedilmiş olduğunu söylerler. Bazı âlimler ise burada kastedilen salih amellerin; niyetler ve içten verilen kararlar olduğunu, çünkü bunlar sayesinde amellerin makbul olunup semavata yükseltildiğini ifade ederken, bazıları ise; bunların kız çocukları olduğunu söylemişlerdir. (Kurtubi, el-Camiui’l Ahkami’l-Kur’an, Kehf 46. Ayet Tefsiri)

İmana alamet sayılıp onu ortaya çıkarmaya vesile sayılmış güzel işlerin, salih amellerin, sırf tesbih ve takdisten,  Allah’ı zikretmekten ibaret sayılması makul değildir. Makul olan; bunları kapsayan, bunlardan başka da birinci derecede ibadet olan her ameli, hayrı, iyiliği, güzelliği, adaleti, ihsanı, görevleri yerine getirmeyi, cihadı, ıslah edip düzeltmeyi, iyiliği emredip-kötülükten men etmeyi vs. kapsamasıdır. Yoksa bunu sadece tesbih ve takdisten ibaret saymak, Müslümanların çoğunun, dünyada ahiretleri için hazırlayıp gönderecekleri salih amellerin hepsinin bundan ibaret olduğunu sanmalarına neden olur. Bu da çok kötü bir hafifletme, rehavete uğratma ve iyi olmayan bir telkindir. İbn Abbas’tan nakledilen hadiste de, kalıcı güzel işler: Allah’ı zikretmek, O’na istiğfarda bulunmak, Peygamberine salat getirmek, oruç tutmak, namaz kılmak, hacca gitmek, sadaka vermek, köle azad etmek, cihad etmek, akrabayı ziyaret etmek ve bütün güzel ameller olarak zikredilmiştir. (Taberi Tefsiri, V, 358-359)

İnsana yakışan, helalinden kazanıp dünya nimetlerinden istifade ederek, salih ameller işlemek ve dünya hayatında yapacağı bu amellerle ebedî saadetini kazanmaktır. Nitekim İslâm, helal mal kazanmayı ve dünya nimetlerinden istifade etmeyi yasaklamamıştır. Bununla ilgili olarak Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de: “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar dünya hayatında müminlere yaraşır; kıyamet gününde ise yalnız onlara mahsus olacaktır” (A’raf32) buyurmaktadır. Ancak İslam bu nimetlerin fakirlere karşı kibir ve gurur vesilesi edilmesini, maddî ve psikolojik baskı aracı yapılmasını asla hoş görmez. (DİB. Kur’an Yolu III, 557)

Mekkeli bazı zenginler, mallarının ve oğullarının çokluğu sebebiyle şımardıkları için tevhid dinine girmeye tenezzül etmiyor, (Kalem14-15) hayatın sadece dünyadan ibaret olduğunu iddia ediyorlardı. (Câsiye24) Yüce Allah, onların şımarmasına sebep olan dünya hayatının durumunu; insanın içini açan bitki örtüsüne hayat vermekte olan suya benzetiyor; ama bir süre sonra su çekiliyor, bitkiler kuruyor ve toza toprağa karışıyor. Bu ibretli benzetmeye göre, insanları aldatan dünya hayatı fânidir, mal ve çocuklar da bu dünyanın süsüdür; kısa bir süre sonra fâni olan gidecek, salih amel kalacaktır.

Öyleyse biz Müslümanlara düşen; Rabbimizin bizlere bahşettiği nimetlerden istifade etmek, bu nimetleri ihtiyaç sahipleriyle paylaşmak, dünya hayatının geçici olduğunu unutmadan baki kalacak olan salih ameller işleyerek, daha hayırlı ve sürekli olan ahiret yurdunu kazanmaya çalışmaktır.

 

Terör ve Etnik Kimlik

0

Kültürel yani, dine, dile ve mezhebe dayalı etnik kimlikler, günümüz sosyal çatışmalarını besleyen kavramlar haline geldiler. Özünde politik veya gizli bir örgütsel çıkara, hırsa ve iktidar arayışına bağlı olarak meydana gelen çatışmalar, kültürlere, halklara, dini yaşantı biçimlerine şu ya da bu şekilde mal edilmektedir, onlara atfedilmektedir, yüklenmektedir. Böylece, çatışmanın ve mücadelenin gerçek nedenleri saklanmaktadır. Halk kültürleri, dini kimlikler, alt kimlikler bazen de ekonomik ve bölgesel farklılıklar şu ya da bu şekilde çatışmaların sapkın sebeplerini saklayan birer maskeye ve araca dönüşmektedir.

Yerel düzeyde kendi özgün şartlarında yaşanan birçok halk kültürü bilindiği gibi, vardır. Bu kültürler, tarihi geleneğin doğal süreçlerine bağlı olarak şekillenmişlerdir.  Birer alışkanlık ve teamül olarak yaşarlar. Bu kültürlere mensubiyet ise ya doğuştandır veya evlilik ve göç sonucunda kendiliğinden benimsenme ve katılımla gerçekleşir. Bu otantik kültürlerin etki alanı bir köy, kasaba ve şehirle sınırlıdır. Ayrıca bu kültürler resmi olarak tanımlanan milli kültürlerin eski kalıntılarını muhafaza etseler de aslında doğrudan doğruya ulusal kültürün kendisi de değildirler. Ulusal kültüre paralel olarak yaşarlar, varlıklarını korurlar. Bu özellikleri ile milli kültür için bir tehdit de değiller.

Bu söylediklerime örnek olarak, Adıyaman’da yaşayan Kafkasya kökenli Çeçenleri, Mardin’de yaşayan Macar kökenli aileleri, Doğu Karedeniz ve Doğu Anadolu da yerel Türk şivelerini konuşan vatandaşlarımızı örnek verebiliriz. Adıyaman’da yaşayan Kafkas kökenli çeçenler yaklaşık dört nesildir bölgede yaşamaktadırlar. Bu ailelere mensup kişiler bu gün çoğunlukla anadil olarak Kürtçe konuşuyorlar. Mardin’e çok önce yerleşen Macarların durumu da böyledir. Onlar da günümüzde anadil olarak Kürtçe ve nadirde olsa Arapça konuşuyorlar. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde anadilini zamanla değiştiren birçok Arap kökenli aile de bulunmaktadır. Seyyid ve Şerif ünvanlı aileler bunun somut örnekleridir. Aynı durum Osmanlı yönetici sınıflarına katılan birçok Kürt kökenli aile için de geçerlidir. Onlar da zaman içerisinde anadil olarak Kürtçeyi terk etmişler, Türkçeyi benimsemişler.

Bu örnekler, yöresel kültürlerin, dil, lehçe ve şive farklılıklarının, doğu toplumlarında ötekileştirme, dışlama ve varlığını inkâr etme tutumlarına da neden olmadıklarını göstermektedir. Yani doğu toplumlarında insanlar zamanla anadillerini, yerleşim yerlerini değiştirdikleri gibi değiştirmektedirler. Bu konuda tutucu davranmıyorlar. Dili ve etnik özgünlüğü özel bir siyasi değer olarak görmüyorlar. Yani siyasi örgütlenmeler ve çatışmalar, doğu kültürlerinde bir toplumun etnik kültürüne dayalı olarak şekillenmiyor. Bundan dolayı kültürel mensubiyet ve farklılık bir çatışma ve ötekileştirme nedeni de değildir.

Ancak son yıllarda modernizmin tesiriyle, yerel kültürleri ve farklılıkları siyasal bir kültüre ve inşaya dönüştürme çabaları da artmaktadır. Buna yerel kültürlerin ve farklılıkların ideolojileştirilmesi, sanallaştırılması, iktidar arayışları için araçsallaştırılması da diyebiliriz. Bu çabalarda bulunan gruplara baktığımızda bunların batılı bir dil kullandıkları, kavramları geleneksel anlamlarından ve kökenlerinden çıkardıkları görülmektedir. Bu gruplar, batılı tarzda inşa edilen bu yeni mensubiyetlere ve etnik kimliklere katılımı arttırmak için, yine modern propaganda tekniklerini ve örgütlenme biçimlerini kullanmaktadırlar.

Bilindiği gibi, şiddete dayalı gizli örgütlenmelerin tarihi çok eskidir. Modern biçimiyle bu örgütlenmeler Batıda, önce anarşizmle ortaya çıktı. Marksizmle biçimlendi ve gelişti, emperyalist çıkarlar doğrultusunda teknik olarak yapılandı. Bundan yirmi yıl önce eylemleri her gün manşet haber olan Marksist örgütler, ABD silahlı kuvvetlerine bağlı olarak cinayet işleyen Galadyo ve Kontr-gerilla gibi bazen sağda, bazen solda bazen de dini bir hava ile faaliyet gösteren örgütler ve PKK terör örgütü gibi örgütler, bu tür gizli örgütlerin tipik örnekleridir.

Bu yazının başlangıç paragrafında belirtilen konuya tekrar dönersek kamuoyunda tartışılan konuların dışında bir durumla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Yani bir yerel dili veya halk kültürünü temsil ettiğini iddia eden bir parti, bir örgüt veya herhangi bir oluşum söz konusu yerel kültürle ne kadar ilgilidir? O kültürü temsil etme hakkı neden böyle bir siyasi oluşumda ve örgütte bulunsun? Yani bir terör örgütünün saldırıları ve eylemleri, etnik ve kültürel çatışma, ötekileştirme veya dışlama olarak kabul edilebilir mi? Yani gizli bir örgütün faaliyetleri bir yerel kültürü temsil edebilir mi? Bu sorulara cevap bulmak için çatışma biçimleri hakkında da düşünmemiz gerekir.

Bilindiği gibi, eski toplumlarda, çatışma, savaş veya kavga dendiğinde kabile, aşiret, aileler arası uyuşmazlık, din ve mezhep çatışmaları, ülkeler arası savaşlar akla gelirdi. Savaş ve çatışma, fiilen halk arasında yaşanırdı. Ülkelerin orduları karşılıklı olarak harb ederdi, çatışırdı. Sözgelimi İran-Osmanlı veya Osmanlı-Rus savaşları açık savaşlardı. Öte taraftan Celali isyanları, Abbasilerin Emevilere isyanı veya Tevvabin grubunun isyanı açık savaşlardı. Savaşan taraflar mertlik ve açıklık ilkelerine bağlı olarak mücadele ederlerdi. Fikirler ve inançlar açıkça ifade edilirdi. İnsanlar fikirleri ve inançları için açıkça meydanlarda savaşırlardı. Günümüzdeki gibi çatışma gizli ve mahrem kanallar ve ilişkiler üzerinden yürütülmezdi.

Yani terörist gruplar ve örgütlenmeler, gerçekten temsil ettiklerini ileri sürdükleri inançlarla, değerlerle, halk kültürleriyle, etnik kimliklerle ne kadar ilgilidirler? Veya politik gruplar yani siyasi partiler ve onların uzantıları temsil ettiklerini varsaydıkları değerlerle, inançlarla ne kadar ilgilidirler? Öte taraftan antropolojik ve sosyolojik gözlemler sonucunda ihdas edilen ve tanımlanan etnik kimlikler, o kimliği taşıdığı varsayılan halkla, ailelerle ne kadar ilgilidirler?

Konuya bu şekilde yaklaşıldığında oldukça çarpık bir durumla karşılaşırız. Açıkça ve rahatça gündelik yaşam faaliyetleri ile yaşanan bir kültürün “temsili” neden bir gizli örgüt olsun? Öte taraftan mensupları arasında serbest ve rahat geçişlerin olduğu etnik kültürlerin “temsili” neden şiddet eylemleri ile, cinayetlerle gösterime konur?  Açık bir değer gizli bir faaliyetin konusu olabilir mi? Mesela batini hareketleri düşünelim. Bunlar inançları gizli olan hareketlerdir. Bundan dolayı örgütlenme biçimleri ve törenleri de gizlidir, mahremdir. Saldırıları da gizlidir. Casusluk faaliyetleriyle varlıklarını yürütürler. İnanç gizli olunca inanca mensubiyet de gizli olur.

Ancak Kürtçe ve Kürt kimliği gizli bir değer değildir. Türk halkı tarafından yadırganan ve ötekileştirilen bir mensubiyet biçimi de değildir. Yukarıda verdiğim örneklerden bu durum açıkça anlaşılabilir. Anadili Türkçe olanlarla Kürtçe olanlar arasındaki evlilikler de bu duruma örnek gösterilebilir. Durum böyle olunca, terörist gruplar, hiçbir zaman temsilcisi olduklarını iddia ettikleri, kültürlerin temsilcisi olamazlar. Bu amaçla yapılan politikaların ve tartışmaların gerçek bir zemini de yoktur. Ortada teknik olarak gizli bir şekilde örgütlenmiş olan ve kim tarafından yönetildiği belli olmayan bir şebeke var. Bu şebekeyi uydurduğu sanal değerlerle kabul etme kendi başına önemli bir yanılsamadır.

12 Eylül 1914’ü Hatırlamak

0

12 Eylül!

Darbe Anayasası!

Darbe Anayasasına karşı “özgürlük” için referandum!

Birçoğumuz için siyasi, ekonomik, sosyal ve askeri hayatımızın son 30 yılına damgasını vurmuş bir tarihtir 12 Eylül…

Her yıl tekrarlanan birbirinin benzeri tartışmalar, içinden çıkılamayacak kadar farklı yerlere giden açıkoturumlar, sorunlar, çözüm önerileri, mağdurlar, mazlumlar, suçlular, kurbanlar, sağcılar, solcular…

Bu tanımlamaları çoğaltmak mümkün…

Bugün 12 Eylül tarihinin (1980 ve 2010)  zihinlerimizde yarattığı olumsuz, ayrıştırıcı, kendimizi kötü hissettirici duyguların yansımalarının acılarını çekiyoruz ve eğer bu uykudan uyanamazsak  uzun yıllar da çekeceğiz.

En kaba hesapla  100 yıldır büyük bedeller ödüyoruz ve emperyalist dünyaya karşı koyamazsak, kurguladıkları  senaryolardan devletimizi, milletimizi, topraklarımızı soyutlayamazsak, koruyamazsak  bu bedelleri ödemeye devam edeceğiz…

Hal böyle iken  12 Eylül 1914 tarihine değinmeden geçmek olmaz!

Adı geçen tarihin neden diğer 12 Eylül’ler gibi dillendirilmediği ise Sizlerin takdirine kalmış…

Yıl 1914…

Halihazırda Osmanlı Devleti önceleri Avrupa’yı daha sonra ise Dünya’nın çeşitli bölgelerini kapsayacak savaşa girmemiş. Osmanlı-Amerika ilişkileri tek taraflı sömürü sitemine dönüşmüş. Amerika, gerek kendi ülkesinde, gerekse Osmanlı toprakları da dahil olmak üzere bir çok ülkede misyonerlik, ajanlık vb. faaliyetlerini rahat rahat sürdürüyor. Osmanlı savunmasız. İmzalanan kapitülasyon anlaşmaları, yayınlanan fermanlar, bildiriler devletin, toplumun belini bükmüş, geleceği belirsiz (aslında belirli!) hale getirmiş durumda.

İmparatorluğun her bir köşesinde isyanlar, başkaldırılar mevcut…

Dünya kamuoyu, Balkan Savaş’larından yeni çıkmış bir devleti ve vatandaşlarını açık açık yeren hatta kimi zaman hakarete varan başlıklar atıyor.

Bu sırada Osmanlı topraklarında aşağıda bazılarının adları geçen kolejlerde, hastanelerde vb kuruluşlarda görev yapan misyonerlerin faaliyetleri durdurak bilmiyor.

İstanbul (Robert Kolej), İstanbul (Üsküdar Amerikan Kız Koleji), Harput (Fırat Koleji), Merzifon (Anadolu Koleji), Antep (Merkezi Anadolu Koleji), Kayseri (Talas Koleji), Mersin (Tarsus Koleji),
Samakov (Rumeli Koleji)

Böylesi umutsuz bir ortamda, 24 Haziran 1914 de Washington’da Büyükelçi olarak Ahmet Rüstem Bey göreve başlamıştı. Göreve başlamasından kısa bir süre sonra patlak veren savaş, diplomasinin yerini kana bıraktığı günler başa çıkılması zor koşulları da beraberinde getirmişti.

Amerika’da yayınlanan gazetelerde, 1914 Kasım’ında savaşa girecek (girmek zorunda kalacak) Osmanlı Devleti için uzun yıllardır sürdürülen “kara propaganda” en üst düzeye ulaşmıştı. Hatta günlük gazetelerde Türklerin Anadolu’da hristiyan ahaliye ka

 

rşı güç kullandıkları, katliamlarda bulundukları, her tarafı kan gölüne çevirdiklerine ilişkin haberler yayınlanmaktaydı. Bunlara bir de Amerika’nın İstanbul Başkonsolosunu da yaptığı açıklamalar eklenince Dünya kamuoyunda Osmanlı Devleti’ne karşı kurgulanan senaryonun sonuçları alınmaya başlamıştı. Artık Amerikan vatandaşları ve bir çok devlet yetkilisi daha Osmanlı Devleti savaşa girmemişken, daha Fransızlar, İngilizler Osmanlı topraklarını işgal etmemişken, daha 1915 tehciri yaşanmamışken Osmanlı topraklarında Ermeni Katliamı! Olduğuna inanmış, inanmış görünmüş ve devamında olası müdahaleleri kendilerine hak görmüşlerdir.

Bu süreci bir de emekli Büyükelçi Bilal Şimşir’in kaleminden okuyalım:

…..

Birinci sürpriz, savaş gemileriyle ilgiliydi: Yunanistan’a iki Amerikan zırhlısı satılıyor, öte yandan da İngiltere Türkiye’nin iki savaş gemisini gasp ediyordu. Türk Hükümeti, üstün durumdaki Yunan deniz kuvvetlerine karşı donanmamızı güçlendirmek amacıyla, 1911 yılında bir İngiliz tersanesine “Reşadiye” adlı bir dretnot sipariş etmiş; ayrıca, Brezilya için İngiltere’de yapılmakta olan “Rio de Janeiro” adlı dretnotu satın almış ve buna “Sultan Osman” adını vermişti. Bu savaş gemilerinin paraları Türk halkından toplanmış ve 200.000 lira tutarındaki son taksitleri de son kuruşuna kadar ödenmişti. Yapımları tamamlanan “Reşadiye” ve “Sultan Osman” zırhlıları 1914 yılı Temmuz ve Ağustos aylarında Türkiye’ye teslim edilecekti. Artık gün sayılıyordu. Türk halkı, dişinden tırnağından artırarak parasını ödediği gemilerin nihayet teslim alındığı günü beklerken, İngiltere, en basit ticaret hukuku kurallarını da ayakların altına alarak  parası ödenmiş olan bu gemilere el koyduğunu ve Türkiye’ye teslim etmeyeceğini açıklamıştı (6 Ağustos 1914). İngiltere’nin bu kararı Türkiye’de şok yaratmıştı.

İkinci şok Amerika’dan geldi. Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, Washington’a vardığı günlerde, Amerikan donanmasının “Idaho” ve “Mississipi” adlarındaki iki zırhlısının Yunanistan’a satılmak üzere olduğunu öğrendi. Yunanlılar, Amerika’dan savaş gemisi satın alma işini çok gizli tutmuşlar, görüşmeleri, pazarlıkları gizlice yürütmüşler ve işi bağlamışlardı. Büyükelçimiz bu satışı önlemek için hemen harekete geçti, üstüste girişimlerde bulundu, Başkan Wilson’a kadar çıktı. Bu gemilerin satışının Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı kışkırtacağını, Yunan saldırganlığını arttıracağını, barışa zarar vereceğini anlattı; gemilerin Yunanistan’a teslim edilmemesini istedi. Ama Büyükelçimizin girişimleri sonuçsuz kaldı. Başkan Wilson, Yunanistan’ın bu gemileri savaş amacıyla kullanmayacağını iddia etti. Venizelos’tan bu konuda “güvence” almıştı! Sonunda Amerikan senatosu 18 olumsuz oya karşı 124 oyla gemilerin Yunanistan’a satılmasını kabul etti. Başkan Wilson da kararı onayladı.

Türkiye, tam dünya savaşının patladığı günlerde ortak bir İngiliz-Amerikan darbesi yemiş oldu. Amerika’nın Yunanistan’a iki zırhlı satması, İngiltere’nin de iki Türk zırhlısını gasp etmesi sonucu, Türk deniz kuvvetleri, Yunanistan karşısında hepten aciz kaldı ve o savaşta Çanakkale boğazından dışarı pek çıkamayacaktı.

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, Atlantik ötesinde Türkiye aleyhinde yürütülen propagandalar sayesinde Yunanistan’ın başarılı olduğunu anlamıştı. Sadrazam Sait Halim Paşa’ya gönderdiği bir raporda, Yunanlıların yirmi seneden beri Türkler aleyhinde yaptıkları propagandalar ile Amerika’da Türk aleyhtarlığı yaratıldığını söyleyerek bu propagandalara propaganda ile cevap vermek gerektiğini, bunun için kendisinin de devamlı olarak gazetelere makaleler yazdığını ve demeçler verdiğini ve bu türlü çalışmalara devam edeceğini bildirmişti.

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’in Amerika’ya varışından az sonra karşı karşıya kaldığı ikinci sürpriz, Amerikan basınında yeniden patlak veren Ermeni propagandası oldu. Amerikan gazeteleri, adeta ağız birliği yaparak, Müslüman Türklerin Hıristiyan Ermenileri kılıçtan geçirdiklerini iddia ediyor ve Amerikan Başkanının harekete geçmesini, Türk karasularına Amerikan savaş gemileri göndermesini istiyorlardı. Amerikan basını, bu kadarla da yetinmiyor, Türk devletine ve milletine adeta küfür yağdırıyordu. Türk halkının dini, milliyeti, soyu sopu ile alay ediliyor ve Türkler aleyhinde akıl almaz hakaret sözleri sarfediliyordu.

Büyükelçi Rüstem Bey, bu saldırıların arkasında İngiltere ile Fransa’nın bulunduğunu anlamıştı. Bu iki devlet birinci Dünya Savaşına girmişlerdi ve şimdi Amerika’yı da yanlarına çekmek istiyorlardı. Amerikan yönetimini ve kamuoyunu etkilemek için sözde “Ermeni katliamı” propagandasını kullanıyorlardı. Bir bölüm Amerikan yazar çizerini de kazanmışlardı. Türklerin sırtından savaş propagandası yürütülüyordu. Oysa ortada fol yok yumurta yoktu. Türkiye henüz savaşa girmemişti ve 1914 yazında Türkiye’de bir tek Ermeninin burnu bile kanamamıştı. Böyle olduğu halde Türkiye’de Ermenilerin kılıçtan geçirildiği yazılıp çizilebiliyordu.

Bu çirkin karalama kampanyası Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’i çileden çıkardı. Amerika, Yunanistan’a iki savaş gemisi satmakla kalmamış, şimdi de Türklere karşı bir düşmanlık kampanyası başlatmıştı. Dahası, bu kampanyası frenlemek için Amerikalılarda hiçbir hareket yoktu. Büyükelçi, bu saldırıları sineye çekemedi. Basındaki saldırılara yine basın yoluyla cevap vermekten başka çare göremedi ve 8 Eylül 1914 günü “Evening Star” gazetesine bir demeç verdi. “İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’de Hıristiyanlara katliam yapıldığı yalanını Amerikan kamuoyunun önüne serdiklerini ve bu yalanı bahane ederek Türk limanlarına Amerikan savaş gemileri gönderilmesini isteklerini” söyledi. Geçmişte ayaklanmaların bastırıldığını, fakat Ermenilerin Hıristiyan oldukları için değil, isyan ettikleri için, Fransa, İngiltere ve Rusya’nın desteğiyle ve silahla Osmanlı devletini zayıflatmak istedikleri için cezalandırıldığını belirtti.

Rüstem Bey, yalnız açıklama yapmakla yetinmiyor, fakat aynı zamanda basın yoluyla karşı saldırıya geçiyor ve soruyordu: Böyle silahlı ayaklanma karşısında kalsalardı Fransa, İngiltere ve Rusya acaba ne yaparlardı? Masum bir ırka karşı dünyanın gözleri önünde yirmi planlı katliam (pogrom) sergilemiş olan o Rusya acaba ne yapardı? Ya Fransa ve İngiltere? Ülkelerinin özgürlüğü için dövüşen Cezayirlileri mağaralara tıkıp sonra onları dumanla boğmuş olan Fransa, Sipahi isyanında yakaladığı Hindlileri top namlularının ağzına bağlayıp sonra o topları ateşleyen İngiltere aynı tahrikler karşısında kalsalardı acaba ne yaparlardı?

Bu soruları sorduktan sonra Amerikalılara dönen Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, onlara da adeta “Siz, şöyle bir aynaya bakınız da kendi çirkin yüzünüzü görünüz” demek ister gibi davranıyor. Sözünü sakınmıyor. Amerikan gazetelerinin bir çoğunun İngiltere ve Fransızların tarafını tutarak Türklere saldırmaları karşısında “şunu söylemeğe kendimi yetkili görüyorum ki” diye söze başlıyor. Amerikalıların Filipinleri işgal ederken yerli halka uyguladıkları “Water Cure” denen işkenceleri ve her Allahın günü Amerika’da işlenen yüz karası “linç etme” suçlarını hatırlatıyor. “Bunların hatırlanması Türkiye’ye saldırırken Amerikalıları daha ihtiyatlı yapmalıydı” diyor. Sırça köşkte oturan bir kimse komşusunun camına taş atarken düşünmelidir, demek istiyor. Amerikalılara bir de soru yöneltiyor: “Farz edelim ki, diyor, Amerika’daki zencilerin, Amerika Birleşik Devletlerinin istilâsını kolaylaştırmak için Japonlarla gizlice anlaşmış oldukları ortaya çıkarıldı. Acaba o zencilerin kaçı hayatta bırakılırdı?” diye soruyor.

Son olarak Ahmet Rüstem Bey, Atlantik ötesindeki Ermeni propagandasının ABD’yi İtilaf Devletleri safında savaşa

sokmak amacı güttüğünü belirtiyor ve Amerikan Hükümetinin bu oyuna gelmeyeceği inancını dile getiriyor. Şöyle diyor:

“Büyük Britanya ve Fransa, Türkiye’ye karşı yeni bir tahrik kampanyasına girişmişlerdir. Bu kampanyayla oralarda uğursuz bir şeyler olmasını, kötü tahminlerinin doğru çıkmasını, ABD’nin de Doğu’ya savaş gemileri göndermesini ve böylece Avrupa savaşına karışmasını sinsice bekliyorlar. Ama ABD yönetiminin bu adi tuzağa düşmeyecek kadar temkinli olduğuna inanıyorum. Türkiye’de bir tek vatandaşının burnu bile kanamamış olan Amerika Birleşik Devletleri, Türk sularına neden savaş gemisi gönderecek? Hıristiyanların da yaşadığı İzmir’i, Beyrut’u mu bombalayacak? Yoksa daha ne yapabilecek ki? Amerikan halkı savaş istiyor mu bakalım?…”[

Büyükelçi A. Rustem Bey, “ağır ol da molla desinler” zihniyeti ile hareket etmemiş, Amerikan basınındaki çirkin saldırıları sineye çekmemişti. Pasif savunmaya da çekilmemiş, Amerikalılara kendi silahlarıyla cevap vermişti. Çuvaldızı durmadan Türklere batıran Amerika’yı birazcık iğneleyivermişti. Amerikan zencilerine yapılan vahşete, Filipinlerdeki işkencelere birer cümleyle değinivermişti.

Amerika’da yürütülen Türkler aleyhindeki çirkin iftira kampanyası karşısında kılını bile kıpırdatmamış olan Başkan Wilson, bu defa Büyükelçi Rüstem Bey’in demecini görünce adeta küplere binmiş! Vay sen misin koskoca Amerika’yı iğneleyen!? Washington’da görevli bir yabancı Büyükelçi nasıl olur da uluorta Amerika’yı eleştirebilirmiş, nasıl olur da basına böyle demeç verebilirmiş! Bu, düpedüz Amerika’nın içişlerine karışma demekmiş. Bir yabancı diplomat nasıl olur da Amerikan yönetiminin işlerine burnunu sokabilirmiş! Hele Büyükelçinin, Amerika’da zencilere yapılanları ve Filipinler’deki işkenceleri diline dolaması sineye çekilebilir gibi değilmiş. Sadece bu demeci Büyükelçinin “istenmeyen adam” ilan edilmesine kafiymiş…

Başkan Wilson, ilk öfkeyle bunları düşünmüş. Büyükelçi Rüstem Bey’i derhal “istenmeyen kişi” ilan etmeyi, hatta Osmanlı devletiyle ilişkileri kesmeyi aklından geçirmiş. Dışişleri Bakanı Bryan ve yardımcısı Robert Lancing araya girip Başkanı yatıştırmışlar. Avrupa’da büyük savaşın başladığı o günlerde Türkiye ile bozuşmak Amerikan çıkarlarına da zarar verebilirdi. Onun için önce bir soruşturma yapılmasına karar verilmiştir. Başkan Wilson, 10 Eylül 1914 günü Dışişleri Bakanına şunları yazmıştır:

“Sayın Dışişleri Bakanı,
Dün gönderdiğiniz önemli şeyleri aldım. Karar vermeden önce düşünmem için kendime biraz zaman tanıdım. Yalnız bir tanesi bence apaçıktır: Türk Büyükelçisi sınırı aşmıştır. Raporda ileri sürdükleri onun önüne serilirse ve raporun doğru olup olmadığı kendisine sorulursa iyi olur. Eğer doğru değilse onun söylediklerini lütfen bana bildiriniz. Onun söylediklerinin ne olduğunu kesin olarak kendisinden öğrendikten sonra kendisini makbul bir kimse olarak uzun süre ağırlayıp ağırlamayacağımızı düşünürüz.”

Başkanın bu talimatı üzerine, Amerikan Dışişleri Bakanı Bryn, 11 Eylül günü Rüstem Bey ile bir görüşme yaptı. “Evning Star” gazetesinde çıkmış olan demecin kesitini kendisine sundu. Bu sözlerin kendisine ait olup olmadığını sordu. Büyükelçi, bu sözlerin kendisine ait olduğunu kabul etti. Gazeteye neden böyle bir demeç vermek gereği duyduğunu yazılı olarak bildireceğini söyledi.

Ahmet Rüstem Bey, o gün oturup uzunca bir muhtıra kaleme aldı ve ertesi gün bunu Amerika Dışişleri Bakanına gönderdi. 12 Eylül 1914 tarihini taşıyan bu mektupta şunları söyledi:

“Sir, Dün sabah sizinle yaptığım görüşmeyle ilgili olarak aşağıdaki hususları belirtmeme müsaadenizi rica ederim.

Dün bana verdiğiniz ve bugün bu yazıyla birlikte size iade ettiğim Star gazetesi kesitinde bana atfedilen sözler benim kullandığım dilin doğru bir ifadesidir.

ABD’de görülen bazı tatsız gelişmeleri basında gözler önüne sermek şeklinde tuttuğum yolun alışılmamış bir yol olduğunun tamamiyle farkındayım. Fakat Türkiye’nin ve ABD’nin çıkarlarını düşünerek tepki göstermek istediğim durum da pek alışılmış bir durum değildi.

Türkiye, yıllardan beri Amerikan basınının sistematik saldırılarına hedef olmaktadır. Bu saldırılar, sık sık en ağır dille Türkiye’nin bütün duygularını incitmektedir. Türkiye’nin dinine, milliyetine, adetlerine, geçmişine ve bugününe küfredilmiştir. Türkiye, bütün kötülüklerin bataklığı imiş gibi gösterilmiştir. Geçmişte Türkiye’de görülen ve benim gibi bütün diğer Osmanlı aydınlarını da üzen bazı aşırılıklar, diğer milletlerin yaşamında da benzerleri görüldüğü halde, Türkiye’ye karşı bitmez tükenmez şiddetli bir saldırı teması olarak kullanılagelmektedir.

Basının bu tutumu Amerikan kamuoyunu Türkler aleyhinde zehirlemekte o kadar ileri gitmiştir ki Türk soyunun her üyesi Amerika’da ancak “iğrenç” (unspeakable) sıfatıyla zikredilir olmuştur.

Türkiye, Balkan Savaşında yenik düşüp kanayan yaralarını sarmağa uğraşırken ve tatlı bir söze muhtaç iken bile her Amerikan gazetesinin en acımasız alaylarına ve küfürlerine maruz kalmıştır…

Diğer taraftan, Türk-Yunan ilişkilerinin pek gergin olduğu şu sırada “Idaho” ve “Mississipi” zırhlılarının Yunanistan’a satılmasının Türkiye’de yarattığı olumsuz havaya, şimdi bir de ABD’nin Türk sularında savaş gemileriyle gösteri yapacağı söylentileri eklenince, Türk halkında ABD’ye karşı şiddetli bir tepki yaratabilir. Asıl üzücü olan, Amerikan basınının, Türkiye’de Hıristiyanlara karşı toplu katliam hazırlandığı yolundaki asılsız iddiasında ısrar etmesidir…

Türkiye ile ilişkiler bakımından Amerikan basınını daha sorumlu bir tutum izlemeye sevketmek için büyük bir çaba harcamak elzemdi. Amerikan yönetiminin basın karşısında çaresiz olduğu malumdur. Dolayısıyla bu konuda harekete geçme işi Türk Büyükelçisine kalmıştır.

Harekete geçerken Amerika Birleşik Devletleri’ne saldırmış veya onları eleştirmiş olduğum pek söylenemez. Benim Amerikan saldırısına karşı ülkemi savunduğum apaçıktır. Savunmam, ABD’nin de kınanacak bir takım kusurları olduğunu göstermek biçiminde olmuşsa, bu, kusurlarını kapatacak fevkalade meziyetleri olan Türk halkına karşı Amerikan basınını daha insaflı davranamaya ikna etmenin tek yol olduğuna inandığımdandır.

Diplomatik kuralları aşmış olabilirim. Fakat, karşı karşıya kaldığımız durumun, alışılmıştan sapmayı yalnız hoş görmekle kalmayıp aynı zamanda haklı göstereceğine kuvvetle inanırım. İnsanlığın çıkarı şekle feda edilemez.

Ben, Türkiye’ye, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve nihayet insanlığa karşı manevi görevimi yerine getirmiş olduğuma kaniim.”

Ekim 1914:
Türk Büyükelçisi A. Rüstem Bey, Protesto Makamında ABD’yi Terk Ediyor.

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’in yukardaki cevabı Başkan Wilson’u ve Amerika Dışişleri Bakanlığını tatmin etmedi; Tersine, onları daha da kızdırdı. Amerikan yönetimi, Büyükelçinin Amerikalıları açıkça eleştirmesini kabul edemiyor; buna karşılık Amerikan gazetelerinin Türkiye’ye karşı sistematik saldırılarını ise pek önemsemiyormuş gibi davranıyordu.

Amerikalılar, kendi aralarında birkaç gün yazıştıktan sonra, Büyükelçiden özür dilemesini istediler. Ahmet Rüstem Bey, Wilson’dan özür dilerse Washington’da kalabilecek ve iki ülke arasındaki dostça, ilişkiler yine eskisi gibi devam edecekti. Amerika Dışişleri Bakan Vekili Robert Lansing, bu kararı 19 Eylül günlü bir mektupla Büyükelçimize resmen bildirdi. Şöyle dedi:

“…Mektubunuzda, o demeçleri verdiğinizi ve gazetede çıkan yazının doğru olduğunu kabul ediyorsunuz. Bu ülke basınının Türkiye’ye karşı düşmanlığını, diplomatların görevli oldukları ülkelerde uymaları gereken davranış kurallarını çiğnemenizi haklı göstereceğini söylüyor ve ayrıca bu ülkenin Türkiye’ye karşı politikasını eleştirmeyi fırsat biliyorsunuz.

Başkan beni, notanızdaki üslubun kabul edilemeyeceğini, davranışınızı izah edişinizin de tatminkâr olmadığını size bildirmekle görevlendirdi. Birleşik Devletler basınının bir bölümünün yayınlarından dolayı kendinizi öfkeye kaptırarak resmi protokolü ciddi olarak çiğnemiş bulunuyor ve bunu kabul ederek kendinizi savunmaya çalışıyorsunuz…

Ekselans, bu başkentteki hizmetlerinizin ülkeniz için yararlı olacağına hala inanıyorsanız ve basında çıkan demecinizden dolayı pişmanlık duyduğunuzu bildirmek istiyorsanız, Başkan, daha fazla yorum yapmadan yayınlanmış olan demecinizi ve notanızı görmemezlikten gelmeye ve bu tatsız olaydan önce Ekselansları ile Birleşik Devletler arasında var olan samimi ve dostça ilişkileri yenilemeye hazırdır.”

Ahmet Rüstem Bey, bu notayı alınca Mr. Lansing’e dönüp sorabilirdi: Türkiye’deki Amerikan Elçileri ve Konsoloslarının Türkler aleyhinde Washington’a gönderdikleri ve her yıl Amerikan diplomatik ve konsolosluk belge ciltlerinde yayınlan yazılardan dolayı şimdiye kadar Türkiye’den özür mü dilenmişti? Yıllardır Türkiye’de oturan ve Türk konukseverliğinden alabildiğine yararlanan ve sonra her hafta Amerikan gazetelerine imzalı, imzasız iftira dolu yazılar gönderen Amerikan misyonerleri Türk halından özür mü dilemişlerdi? Hele hele Edwin M. Bliss gibi, Frederick Davis Greene gibi, James Barton gibi, Maria A. West gibi Amerikan misyoner kodamanların Türk düşmalıklarına ne buyrulur? Bu misyonerler Türkler aleyhinde ciltler dolusu kitaplar yazıp hemen bütün Protestan kiliseleri önünde bunları sattırıp cemaatlerini zehirlediklerinden dolayı Türk milletinden özür mü dilemişlerdi? Amerikan basınındaki Türk düşmanlığı kampanyalarından dolayı pişmanlık duyan bir tek Amerikalı var mıydı?…Amerikalılara söylenecek daha pek şey vardı.

Ama Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, özür dilemedi ve daha fazla tartışmayı da artık gereksiz gördü., 20 Eylül 1914 günü Lansing’e şu kısa cevabı göndermekle yetindi:

“Sir,Basın temsilcilerine verdiğim demeçle ilgili 12 Eylül günlü notama cevap olarak gönderdiğiniz 19 Eylül tarihli notanızın alındığını bildirmekle onur kazanırım.
Cevap olarak, Başkan Wilson’a, bu konuda kendisinin görüşünü maalesef kabul edemeyeceğimi ve dolayısıyla buradan ayrılmak için Hükümetimden izin istemeyi gerekli gördüğümü bildirmenizi rica ederim. On beş gün içinde İstanbul’a hareket edeceğim.”

……

Değerli okuyucular,

12 Eylül 1914’ten 12 Eylül 2010’a…

Geçen yüz yıla yakın bir zaman diliminde, 1923-1938 tarihlerinde gösterdiğimiz her alanda kalkınmayı bir kenara bırakacak olursak, üzerine koyamadığımız, koyduğumuzu sandığımız anlarda da gerçeklerin bir şamar gibi yüzümüze vurulduğu yılları yaşadık ve hala da yaşıyoruz.

Toplumumuz sürekli yalanlarla, bu yalanların yerli savunucularıyla, bu savunucuların binbir türlü oyunlarıyla oyalanmaktadır.

Ülkemizde milli denecek hiçbir şeyin kalmadığı ve hatta milli kültür, milli birlik gibi kavramların bile tartışmaya açıldığı günümüzde, diplomatlığı boyun eğmek, devlet adamlığını külhanbeyliği sanmak, ekonomiyi  milletin özvarlıklarını satmak, eğitimi üniversite açmak, üretimi ithalat yapmak  olarak algılayan yöneticilerle, emperyalist dünyanın boyunduruğundan kurtulmanın imkansızlığı ortadadır.

Artık hepimizin emperyal güçlere ve onların her nevi maşalarına en az  Ahmet Rüstem Bey kadar tepki gösterme zamanıdır….

Gelen gideni aratmasın

0

Askeri vesayet bitsin.

Bitmesin diyen var mı?

Ama “ben askerin kafasını gözünü kıra kıra vesayetini kıracağım”  derken, aynı  askere, “Amanoslar’ı temizle de, nasıl temizlersen temizle” nasıl dersin?

Rövanşist bir tavır gelişti İktidarda.

Tabanını da mutlu eden bir tavır bu.

Yazılarıma gelen yorumlara zaman zaman baktığımda da bunu gözlemleyebiliyorum.

Asker, sanki Yunan Ordusu’nun askeri.

Bu tahribatın neticesinde ülkenin zarar göreceği gerçeğini bile unutturacak kadar, kin ve nefret dolu cümleler okuyorum.

Askerin özellikle akçeli konularda denetime tabi tutulması gerektiğini hep savunuyorum.

Orduevlerinde üst düzey komutanların, özellikle de eşlerinin debdebeli yaşamlarının, Türkiye gerçeğine uygun bir şekilde revize edilmesi gerektiğini de savunuyorum.

Askerin demokrasi dışı davranışlarının muhatabı konumunda kalmış biri olarak buna da şiddetle karşıyım.

Ama vur deyince, öldürülmesine de karşıyım.

Askerin vesayetinden rahatsızım ben.

Ama AKP’nin de vesayetinden rahatsızım.

AKP yönetimi,  baskı ve tehditte, dikta rejimlerini aratır hale geldi.

Nasıl mı?

Bakın size bir örnek.

Geçtiğimiz günlerde AKP Düzce İl Teşkilatı’ndan Muhtarlara bir sms mesajı gönderildi.

Aynen şöyle diyor İl Başkanı AKP’nin.

“AK DÜZCE –  GENEL MERKEZ’İN TALİMATI İLE TÜRKİYE BULUŞMALARI ADI ALTINDA YAPILACAK KONFERANS YARIN SAAT 11.00 DE GENÇLİK MERKEZİNDE GENEL MERKEZ KADIN KOL. BAŞKANI GAZİANTEP MİLLETVEKİLİ FATMA ŞAHİN’İN KATILIMIYLA GERÇEKLEŞTİRİLECEKTİR. KATILIMINIZ GEREKMEKTEDİR. NOT: YOKLAMA YAPILACAKTIR. AK PARTİ İL BAŞKANI FEVAİ ARSLAN”

“Olur mu bu kadar da?” derseniz, bal gibi oluyor işte.

Yani AKP’nin isteği, askerin vesayeti, baskısı yerine, AKP’nin baskısını kaim kılmak mıdır?

Ben de her türlü vesayet bitsin istiyorum, yalnız askerin vesayeti değil.

AKP kendisine son seçimde enjekte edilen güçle, ‘güç zehirlenmesi’ olmuştur.

Gidişi, tehlikeli bir hal almaktadır.

Bu gidişe ‘Dur!’ demenin bir yolu da, bu Referandum’dan geçmektedir.

Referandumu, bir de bu yönüyle değerlendirin derim ben.

Hükümet, TSK, Yargı, Tulumbacı Sendromu

0

Terörün iyice azgınlaştığı, her gün birkaç yiğidimizi PKK saldırılarında kurban verdiğimiz netameli günlerdeyiz.  

PKK’nın siyasi kolu kabul edilen partinin Büyükşehir Belediye Başkanı, Diyarbakır Belediyesinin önünde Türk bayrağı yanında Kürdistan bayrağı görmeyi isteğini ve federasyon taleplerini dile getirirken, bu partinin diğer yöneticileri de bu talebin partinin görüşü olduğunu açıkladı. Şimdi sıranın Türk halkını bu fikre alıştırmaya geldiği anlaşılıyor. 

İmralı canisinin nihai hedefinin Türkiye toprakları üzerinde bağımsız bir Kürt devleti kurmak olduğunu, ancak ilk etapta bunun mümkün ve akılcı olmayacağını gördükleri için ara çözüm olarak Irak’ın kuzeyinde Barzani idaresinde kurulan federe devlet benzeri bir devlet kurmak olduğunu defalarca yazmıştık.  

Bizim gibi düşünenlere “PKK ayrı devlet fikrinden vazgeçti” cevabını  verenler, şimdi de Almanya, İsviçre, ABD gibi örnekleri göstererek federasyonun kötü bir şey olmadığını söylemeye başladılar. Yugoslavya ve Çekoslovakya örneklerinin parçalanmayla sonuçlanmasını göz ardı ederek ve ettirerek.  

  • Eskiden kimse kimsenin etnik kimliğini sormaz ve sorgulamazken, bugün ülke etnik çatışma ve bölünme ihtimallerinin ve endişelerinin tartışıldığı bir ağır atmosfer içinde.

 

  • Her dört gencimizden biri işsiz. İşsizliğin sosyal ve ekonomik maliyeti çok ağır olacak.

 

  • Gelir dağılımı  bozukluğu açısından dünya ülkeleri arasında sıramız hiçte iyi değil. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) tarafından yayınlanan raporda 24 üye ülke arasında Danimarka gelir dağılımı açısından en adil ülke olarak gösterilirken, Türkiye ise sondan ikinci durumda.

 

  • Temmuz 2010 ayı itibariyle; dört kişilik bir ailenin açlık sınırı (sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapılması gereken gıda harcaması tutarı)  821 lira. Yoksulluk sınırı (gıda harcaması yanı sıra giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamalarla birlikte toplam harcama tutarı) ise 2.676 lira olarak hesaplanıyor. Oysaki net asgari ücret 599 lira. Yani insanlarımızın yarısı aç ve açıkta.

 

  • Uluslararası Saydamlık (TI) örgütü tarafından hazırlanan yolsuzluk raporuna göre, Türkiye yolsuzluk sıralamasında 180 ülke arasında yolsuzlukta (en temizden en kirliye sıralanmasında) 2008 yılında 58. sırada yer alırken, 2009 yılı itibarıyla 61. sıraya inmiştir.

 

    Evden uzakta bir haftalık bir tatili karşılama imkânına sahip olan vatandaşlarımızın oranı yüzde 12’nin altında. Kalan yüzde 88’in böyle bir tatili karşılama imkânı yok. Nüfusun yarısı yeni kıyafetler alabilecek durumda, diğer yarısının böyle bir imkânı bulunmuyor. 

Bu meseleler dururken Türkiye’nin gündeminde neler var?  

  • Ana gayesi Anayasa Mahkemesi ve HSYK (Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu)nun yapısını değiştirmek ve hükümetin kontrol edebilmesini sağlamak olan bir anayasa değişikliği referandumu.

 

  • TSK komuta kademesinde hükümetin istemediği generallerin terfi etmesini engelleme çabaları. 102 üst düzey subaya yakalama ve tutuklama kararları çıkartan yargı organları. Bu yakalama kararlarını kaldıran başka bir mahkeme ve fakat sanki YAŞ toplantısının bitmesini bekledikten sonra (müracaattan 4 gün sonra) karar vererek hükümetin istemediği generallerin terfiinin engellenmesi. Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atamaların gecikmesi.

 

  • 30 yıl  önce ihtilal yapan generallerin yargılanması önünde zamanaşımı engel mi, değil mi tartışmaları.

 

  • Yandaş medyada, adeta düşman ordusuna hücum coşkusu içinde yapılan, TSK’yı yerin dibine batıran yazı ve konuşmalar. Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt‘ın 27 Nisan e-muhtırasını Başbakan ile anlaşarak ve AKP’ye oy kazandırmak için verdiği iddiaları.

 

*********************************** 

Prof. Üstün Dökmen‘i çoğunuz TRT’den “Küçük Şeyler” programından tanıyor olmalısınız. Aynı adı taşıyan kitabında (ve çok hoş konferanslarında) anlattığı aşağıdaki hikâyecik ve dilimize kazandırdığı “tulumbacı sendromu” kavramını okuduktan sonra lütfen karar veriniz. Üstün Hoca’nın anlattıkları yaşadığımız bu garip durumu izah ediyor mu? 

Tulumbacı  Sendromu: 

Tulumbacılar, sırtlarında tulumbaları, koşarak yangın söndürmeye giderlerdi. Ana amaçları yangın söndürmekti. Bazen bir ekip aynı yönde giden bir başka ekiple karşılaşırdı. Nezaket kuralları gereği arkadan gelen ekibin adımlarını yavaşlatıp öndeki ekibi geçmemesi gerekirdi. Ancak bazı ekipler öndekileri sollamaya çalışırlardı. Sollamak o zamanlar da tehlikeli bir olaydı ve o anda kıyamet kopardı. 

Sollanan tulumbacı  ekibi sandıkları yere koyup kuşaklarından saldırmalarını (bir tür bıçak) çekerlerdi. Tabii sollayan ekip de. Yol üzerinde ciddi bir kavga başlayabilir, tulumbacıların kanlar içinde yerlere serildikleri olurdu. 

Çok iyide, bu arada yangın ne oldu? Yangın unutuldu. Ana amaçları yangını söndürmek olan tulumbacılar, yol üzerinde aniden ortaya çıkıveren bir ikinci amacın peşine takılıp ana amacı unuttular. İşte bu davranışa “Tulumbacı Davranışı” veya “Tulumbacı Sendromu” adını vermek istedim. (Prof. Dr. Üstün Dökmen- Küçük Şeyler) 

Hükümetin ve diğer devlet kurumlarımızın esas gayeleri yazımın ilk bölümünde bir kısmını anlattığım Türkiye’nin temel meselelerini çözmek değil miydi? Kurumların hangisinin hangisini dövdüğü veya kimin kime sözünü geçirdiği bu temel meselelerin çözümüne katkı sağlamıyor.  

Temel meselelerimiz bütün ciddiyetiyle devam ediyor. Yangın büyük, lütfen tulumbacı kavgası ile oyalanmayın, milleti de oyalamayın. 

 

Liberalizme Özenme Hastalığı

0

Halk oylamasının yaklaştığı şu günlerde bizi üzen önemli bir nokta; Türk Milletinin halk oylamasında neden “evet” veya neden “hayır” diyeceğinin şuurunda olmamasıdır. Eğer halk oylamasına fikren hazır değilsek; bunun sorumlusu halkımız da değildir. Basın yayın kuruluşlarının tek taraflı ve iktidar güdümündeki yayın anlayışıdır. Bundan dolayı halk oylamaları demokrasinin oldukça geliştiği, fikir ve düşünce hürriyetinin istenen seviyeye geldiği ülkelerde geçerli olabilir. Çoğu kere demokratikleşmeden bahsedenlerin gerçekte demokrat olmadığı bir yerde halk oylamaları istenen sonucu vermeyebilir.  

Kavramlara çok değişik anlamlar yükleyerek tartışıyor ve konuşuyoruz. Bunların başında da demokrasi, hürriyetler, kardeşlik ve barış gibi kavramlar geliyor. Son yıllarda da ülkeyi çorbaya çeviren “açılım” konuşulur oldu. Bildiğimiz kadarıyla demokratikleşme, toplumu germek, daha fazla kamplaştırmak, çatışmaya zemin hazırlayıcı sürekli sorunlar üretmek değildir. Ancak, bizde uzlaşma ve hoşgörü yerine “dediğim dedik” anlayışı ülkeyi yeni buhranlara sürüklemektedir. Herkesi emir kulu gibi görmek, kurum ve kuruluşları çatıştırmak, kuvvetler ayrılığı prensibini dışlamak, demokratikleşme ile birlikte düşünülemez. Hukuk devleti de muhbir, gizli şahit, gizli ihbarcı saltanatı, telefon dinleme, komplo ve yargısız infazların yaygın olduğu bir yapı değildir.

***

İktisadın belirli yerleşmiş kuralları, kanunları ve kullanılacak âlet ve vasıtaları vardır. Yürütme gücünü elinde tutanlar, siyasi çizgilerine uygun olarak bu vasıtaları kullandırırlar ve şekillendirirler. Bununla beraber, uygulamada bugüne kadar süren bir gelenek de yerleşmiştir. Zamanla değişmesine hatta tanınmaz hale gelmesine, “serbest piyasa ekonomisi”ne karşı “sosyal piyasa ekonomisi” gibi aletleri öne sürmesine rağmen; Marksist iktisat modeli belli bir alan üzerinde oynar. Kapitalist-liberal sistem de yine zamanla çok değişme geçirmesine rağmen; kâr, özel teşebbüs, sermaye üçgeni üzerinde biçimlenir.  

Uzun bir süre değişik kesimler kendilerine özgü bir iktisat politikasının olup olmadığını tartışmışlardır. Hatta Soğuk Harbin yoğun olduğu dönemlerde Marksizmin, onun sulandırılmış şekillerinin ve Sovyetler Birliği’nin iktisadi modelinin daha güçlü olduğu propagandası sık sık yapılmıştır. Tabii gerçekler ortaya çıktıkça iddialar çürümüştür. Ancak, tek patronlu Dünyada kapitalizmin vardığı küreselleştirme aşamasında, vahşi kapitalizm ile de tanışmış olduk.  

Günümüzde küreselleştirmenin iyi işleyebilmesi bakımından zihinlere “emperyal demokrasi”, hiç de serbest olmayan “serbest piyasa ekonomisi”, “özelleştirme” ve “tek taraflı yorumlanan insan hakları” yerleştirilmeye çalışılmıştır. Demokratikleşme adı altında da ülkelerin sosyal yapıları farklılaştırılıp çeşitlendirilmeye çalışılmaktadır. Önemli olan dünyayı bir ağ gibi saran, belirli bir milliyeti de olan küresel sermayenin önündeki direnci kaldırabilmektir. Bu gelişme karşısında bilhassa egemenlik haklarına sahip çıkma ve iktisatta yükselen milliyetçilik hareketleri dikkati çekmiştir. Aslında beklenmemesine rağmen…  

Liberalizm rüzgârlarının gelişmekte ve önü açılmış ülkeler üzerinde estirilmesi sebepsiz değildir. Hakim ekonomiler ve ülkeler hiç de liberal ve serbest piyasa ekonomisine geçit vermiyor. Almanya’dan Rusya’ya, Fransa’dan ABD’ne kadar her ülke zorlaşsa da kendi çıkarını korumaya çalışıyor; gerekirse özelleştirmelere bile karşı çıkıyor. Adam Smith’in de belirttiği gibi; “Dış ticaret ilişkisi içerisinde olduğumuz ülkeler ne kadar liberalleşirse, İngiltere’nin kârı o kadar artar” sözü hâlâ geçerlidir ve mukayeseli üstünlükler tezine uygundur.  Merkel ve Putin yabancı sermayeye karşı çıkmamakla beraber; hangi sektörlere giremeyeceğini kesin tayin etmişlerdir.  

Küresel krize karşı bankalar ve kuruluşlar Avrupa’da ve ABD’nde devlet desteği görmüş ve kurtarılmışlardır. Çin ve Hindistan milli çıkarlarını koruyarak büyüyorlar ve küreselleşmeyi lehlerine çeviriyorlar. Bunu yaparken daha çok kazanabilmek için, liberal tezleri de kullanıyorlar. Bazılarının zannettiği gibi, milliyetçilik dünya piyasalarına kapanmak, özel sektörü dışlamak, özelleştirmeye kesin karşı olmak, devletin ekonomideki ağırlığını gereğinden fazla arttırmak değildir. Milliyetçiler, iktisatta liberallerden farklı olarak müdahaleci ve korumacıdırlar. Ancak, asıl sorun; milliyetçilerin modadır diye liberalleşmeye özenmeleridir.