12 Eylül 1914’ü Hatırlamak

67

12 Eylül!

Darbe Anayasası!

Darbe Anayasasına karşı “özgürlük” için referandum!

Birçoğumuz için siyasi, ekonomik, sosyal ve askeri hayatımızın son 30 yılına damgasını vurmuş bir tarihtir 12 Eylül…

Her yıl tekrarlanan birbirinin benzeri tartışmalar, içinden çıkılamayacak kadar farklı yerlere giden açıkoturumlar, sorunlar, çözüm önerileri, mağdurlar, mazlumlar, suçlular, kurbanlar, sağcılar, solcular…

Bu tanımlamaları çoğaltmak mümkün…

Bugün 12 Eylül tarihinin (1980 ve 2010)  zihinlerimizde yarattığı olumsuz, ayrıştırıcı, kendimizi kötü hissettirici duyguların yansımalarının acılarını çekiyoruz ve eğer bu uykudan uyanamazsak  uzun yıllar da çekeceğiz.

En kaba hesapla  100 yıldır büyük bedeller ödüyoruz ve emperyalist dünyaya karşı koyamazsak, kurguladıkları  senaryolardan devletimizi, milletimizi, topraklarımızı soyutlayamazsak, koruyamazsak  bu bedelleri ödemeye devam edeceğiz…

Hal böyle iken  12 Eylül 1914 tarihine değinmeden geçmek olmaz!

Adı geçen tarihin neden diğer 12 Eylül’ler gibi dillendirilmediği ise Sizlerin takdirine kalmış…

Yıl 1914…

Halihazırda Osmanlı Devleti önceleri Avrupa’yı daha sonra ise Dünya’nın çeşitli bölgelerini kapsayacak savaşa girmemiş. Osmanlı-Amerika ilişkileri tek taraflı sömürü sitemine dönüşmüş. Amerika, gerek kendi ülkesinde, gerekse Osmanlı toprakları da dahil olmak üzere bir çok ülkede misyonerlik, ajanlık vb. faaliyetlerini rahat rahat sürdürüyor. Osmanlı savunmasız. İmzalanan kapitülasyon anlaşmaları, yayınlanan fermanlar, bildiriler devletin, toplumun belini bükmüş, geleceği belirsiz (aslında belirli!) hale getirmiş durumda.

İmparatorluğun her bir köşesinde isyanlar, başkaldırılar mevcut…

Dünya kamuoyu, Balkan Savaş’larından yeni çıkmış bir devleti ve vatandaşlarını açık açık yeren hatta kimi zaman hakarete varan başlıklar atıyor.

Bu sırada Osmanlı topraklarında aşağıda bazılarının adları geçen kolejlerde, hastanelerde vb kuruluşlarda görev yapan misyonerlerin faaliyetleri durdurak bilmiyor.

İstanbul (Robert Kolej), İstanbul (Üsküdar Amerikan Kız Koleji), Harput (Fırat Koleji), Merzifon (Anadolu Koleji), Antep (Merkezi Anadolu Koleji), Kayseri (Talas Koleji), Mersin (Tarsus Koleji),
Samakov (Rumeli Koleji)

Böylesi umutsuz bir ortamda, 24 Haziran 1914 de Washington’da Büyükelçi olarak Ahmet Rüstem Bey göreve başlamıştı. Göreve başlamasından kısa bir süre sonra patlak veren savaş, diplomasinin yerini kana bıraktığı günler başa çıkılması zor koşulları da beraberinde getirmişti.

Amerika’da yayınlanan gazetelerde, 1914 Kasım’ında savaşa girecek (girmek zorunda kalacak) Osmanlı Devleti için uzun yıllardır sürdürülen “kara propaganda” en üst düzeye ulaşmıştı. Hatta günlük gazetelerde Türklerin Anadolu’da hristiyan ahaliye ka

 

rşı güç kullandıkları, katliamlarda bulundukları, her tarafı kan gölüne çevirdiklerine ilişkin haberler yayınlanmaktaydı. Bunlara bir de Amerika’nın İstanbul Başkonsolosunu da yaptığı açıklamalar eklenince Dünya kamuoyunda Osmanlı Devleti’ne karşı kurgulanan senaryonun sonuçları alınmaya başlamıştı. Artık Amerikan vatandaşları ve bir çok devlet yetkilisi daha Osmanlı Devleti savaşa girmemişken, daha Fransızlar, İngilizler Osmanlı topraklarını işgal etmemişken, daha 1915 tehciri yaşanmamışken Osmanlı topraklarında Ermeni Katliamı! Olduğuna inanmış, inanmış görünmüş ve devamında olası müdahaleleri kendilerine hak görmüşlerdir.

Bu süreci bir de emekli Büyükelçi Bilal Şimşir’in kaleminden okuyalım:

…..

Birinci sürpriz, savaş gemileriyle ilgiliydi: Yunanistan’a iki Amerikan zırhlısı satılıyor, öte yandan da İngiltere Türkiye’nin iki savaş gemisini gasp ediyordu. Türk Hükümeti, üstün durumdaki Yunan deniz kuvvetlerine karşı donanmamızı güçlendirmek amacıyla, 1911 yılında bir İngiliz tersanesine “Reşadiye” adlı bir dretnot sipariş etmiş; ayrıca, Brezilya için İngiltere’de yapılmakta olan “Rio de Janeiro” adlı dretnotu satın almış ve buna “Sultan Osman” adını vermişti. Bu savaş gemilerinin paraları Türk halkından toplanmış ve 200.000 lira tutarındaki son taksitleri de son kuruşuna kadar ödenmişti. Yapımları tamamlanan “Reşadiye” ve “Sultan Osman” zırhlıları 1914 yılı Temmuz ve Ağustos aylarında Türkiye’ye teslim edilecekti. Artık gün sayılıyordu. Türk halkı, dişinden tırnağından artırarak parasını ödediği gemilerin nihayet teslim alındığı günü beklerken, İngiltere, en basit ticaret hukuku kurallarını da ayakların altına alarak  parası ödenmiş olan bu gemilere el koyduğunu ve Türkiye’ye teslim etmeyeceğini açıklamıştı (6 Ağustos 1914). İngiltere’nin bu kararı Türkiye’de şok yaratmıştı.

İkinci şok Amerika’dan geldi. Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, Washington’a vardığı günlerde, Amerikan donanmasının “Idaho” ve “Mississipi” adlarındaki iki zırhlısının Yunanistan’a satılmak üzere olduğunu öğrendi. Yunanlılar, Amerika’dan savaş gemisi satın alma işini çok gizli tutmuşlar, görüşmeleri, pazarlıkları gizlice yürütmüşler ve işi bağlamışlardı. Büyükelçimiz bu satışı önlemek için hemen harekete geçti, üstüste girişimlerde bulundu, Başkan Wilson’a kadar çıktı. Bu gemilerin satışının Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı kışkırtacağını, Yunan saldırganlığını arttıracağını, barışa zarar vereceğini anlattı; gemilerin Yunanistan’a teslim edilmemesini istedi. Ama Büyükelçimizin girişimleri sonuçsuz kaldı. Başkan Wilson, Yunanistan’ın bu gemileri savaş amacıyla kullanmayacağını iddia etti. Venizelos’tan bu konuda “güvence” almıştı! Sonunda Amerikan senatosu 18 olumsuz oya karşı 124 oyla gemilerin Yunanistan’a satılmasını kabul etti. Başkan Wilson da kararı onayladı.

Türkiye, tam dünya savaşının patladığı günlerde ortak bir İngiliz-Amerikan darbesi yemiş oldu. Amerika’nın Yunanistan’a iki zırhlı satması, İngiltere’nin de iki Türk zırhlısını gasp etmesi sonucu, Türk deniz kuvvetleri, Yunanistan karşısında hepten aciz kaldı ve o savaşta Çanakkale boğazından dışarı pek çıkamayacaktı.

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, Atlantik ötesinde Türkiye aleyhinde yürütülen propagandalar sayesinde Yunanistan’ın başarılı olduğunu anlamıştı. Sadrazam Sait Halim Paşa’ya gönderdiği bir raporda, Yunanlıların yirmi seneden beri Türkler aleyhinde yaptıkları propagandalar ile Amerika’da Türk aleyhtarlığı yaratıldığını söyleyerek bu propagandalara propaganda ile cevap vermek gerektiğini, bunun için kendisinin de devamlı olarak gazetelere makaleler yazdığını ve demeçler verdiğini ve bu türlü çalışmalara devam edeceğini bildirmişti.

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’in Amerika’ya varışından az sonra karşı karşıya kaldığı ikinci sürpriz, Amerikan basınında yeniden patlak veren Ermeni propagandası oldu. Amerikan gazeteleri, adeta ağız birliği yaparak, Müslüman Türklerin Hıristiyan Ermenileri kılıçtan geçirdiklerini iddia ediyor ve Amerikan Başkanının harekete geçmesini, Türk karasularına Amerikan savaş gemileri göndermesini istiyorlardı. Amerikan basını, bu kadarla da yetinmiyor, Türk devletine ve milletine adeta küfür yağdırıyordu. Türk halkının dini, milliyeti, soyu sopu ile alay ediliyor ve Türkler aleyhinde akıl almaz hakaret sözleri sarfediliyordu.

Büyükelçi Rüstem Bey, bu saldırıların arkasında İngiltere ile Fransa’nın bulunduğunu anlamıştı. Bu iki devlet birinci Dünya Savaşına girmişlerdi ve şimdi Amerika’yı da yanlarına çekmek istiyorlardı. Amerikan yönetimini ve kamuoyunu etkilemek için sözde “Ermeni katliamı” propagandasını kullanıyorlardı. Bir bölüm Amerikan yazar çizerini de kazanmışlardı. Türklerin sırtından savaş propagandası yürütülüyordu. Oysa ortada fol yok yumurta yoktu. Türkiye henüz savaşa girmemişti ve 1914 yazında Türkiye’de bir tek Ermeninin burnu bile kanamamıştı. Böyle olduğu halde Türkiye’de Ermenilerin kılıçtan geçirildiği yazılıp çizilebiliyordu.

Bu çirkin karalama kampanyası Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’i çileden çıkardı. Amerika, Yunanistan’a iki savaş gemisi satmakla kalmamış, şimdi de Türklere karşı bir düşmanlık kampanyası başlatmıştı. Dahası, bu kampanyası frenlemek için Amerikalılarda hiçbir hareket yoktu. Büyükelçi, bu saldırıları sineye çekemedi. Basındaki saldırılara yine basın yoluyla cevap vermekten başka çare göremedi ve 8 Eylül 1914 günü “Evening Star” gazetesine bir demeç verdi. “İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’de Hıristiyanlara katliam yapıldığı yalanını Amerikan kamuoyunun önüne serdiklerini ve bu yalanı bahane ederek Türk limanlarına Amerikan savaş gemileri gönderilmesini isteklerini” söyledi. Geçmişte ayaklanmaların bastırıldığını, fakat Ermenilerin Hıristiyan oldukları için değil, isyan ettikleri için, Fransa, İngiltere ve Rusya’nın desteğiyle ve silahla Osmanlı devletini zayıflatmak istedikleri için cezalandırıldığını belirtti.

Rüstem Bey, yalnız açıklama yapmakla yetinmiyor, fakat aynı zamanda basın yoluyla karşı saldırıya geçiyor ve soruyordu: Böyle silahlı ayaklanma karşısında kalsalardı Fransa, İngiltere ve Rusya acaba ne yaparlardı? Masum bir ırka karşı dünyanın gözleri önünde yirmi planlı katliam (pogrom) sergilemiş olan o Rusya acaba ne yapardı? Ya Fransa ve İngiltere? Ülkelerinin özgürlüğü için dövüşen Cezayirlileri mağaralara tıkıp sonra onları dumanla boğmuş olan Fransa, Sipahi isyanında yakaladığı Hindlileri top namlularının ağzına bağlayıp sonra o topları ateşleyen İngiltere aynı tahrikler karşısında kalsalardı acaba ne yaparlardı?

Bu soruları sorduktan sonra Amerikalılara dönen Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, onlara da adeta “Siz, şöyle bir aynaya bakınız da kendi çirkin yüzünüzü görünüz” demek ister gibi davranıyor. Sözünü sakınmıyor. Amerikan gazetelerinin bir çoğunun İngiltere ve Fransızların tarafını tutarak Türklere saldırmaları karşısında “şunu söylemeğe kendimi yetkili görüyorum ki” diye söze başlıyor. Amerikalıların Filipinleri işgal ederken yerli halka uyguladıkları “Water Cure” denen işkenceleri ve her Allahın günü Amerika’da işlenen yüz karası “linç etme” suçlarını hatırlatıyor. “Bunların hatırlanması Türkiye’ye saldırırken Amerikalıları daha ihtiyatlı yapmalıydı” diyor. Sırça köşkte oturan bir kimse komşusunun camına taş atarken düşünmelidir, demek istiyor. Amerikalılara bir de soru yöneltiyor: “Farz edelim ki, diyor, Amerika’daki zencilerin, Amerika Birleşik Devletlerinin istilâsını kolaylaştırmak için Japonlarla gizlice anlaşmış oldukları ortaya çıkarıldı. Acaba o zencilerin kaçı hayatta bırakılırdı?” diye soruyor.

Son olarak Ahmet Rüstem Bey, Atlantik ötesindeki Ermeni propagandasının ABD’yi İtilaf Devletleri safında savaşa

sokmak amacı güttüğünü belirtiyor ve Amerikan Hükümetinin bu oyuna gelmeyeceği inancını dile getiriyor. Şöyle diyor:

“Büyük Britanya ve Fransa, Türkiye’ye karşı yeni bir tahrik kampanyasına girişmişlerdir. Bu kampanyayla oralarda uğursuz bir şeyler olmasını, kötü tahminlerinin doğru çıkmasını, ABD’nin de Doğu’ya savaş gemileri göndermesini ve böylece Avrupa savaşına karışmasını sinsice bekliyorlar. Ama ABD yönetiminin bu adi tuzağa düşmeyecek kadar temkinli olduğuna inanıyorum. Türkiye’de bir tek vatandaşının burnu bile kanamamış olan Amerika Birleşik Devletleri, Türk sularına neden savaş gemisi gönderecek? Hıristiyanların da yaşadığı İzmir’i, Beyrut’u mu bombalayacak? Yoksa daha ne yapabilecek ki? Amerikan halkı savaş istiyor mu bakalım?…”[

Büyükelçi A. Rustem Bey, “ağır ol da molla desinler” zihniyeti ile hareket etmemiş, Amerikan basınındaki çirkin saldırıları sineye çekmemişti. Pasif savunmaya da çekilmemiş, Amerikalılara kendi silahlarıyla cevap vermişti. Çuvaldızı durmadan Türklere batıran Amerika’yı birazcık iğneleyivermişti. Amerikan zencilerine yapılan vahşete, Filipinlerdeki işkencelere birer cümleyle değinivermişti.

Amerika’da yürütülen Türkler aleyhindeki çirkin iftira kampanyası karşısında kılını bile kıpırdatmamış olan Başkan Wilson, bu defa Büyükelçi Rüstem Bey’in demecini görünce adeta küplere binmiş! Vay sen misin koskoca Amerika’yı iğneleyen!? Washington’da görevli bir yabancı Büyükelçi nasıl olur da uluorta Amerika’yı eleştirebilirmiş, nasıl olur da basına böyle demeç verebilirmiş! Bu, düpedüz Amerika’nın içişlerine karışma demekmiş. Bir yabancı diplomat nasıl olur da Amerikan yönetiminin işlerine burnunu sokabilirmiş! Hele Büyükelçinin, Amerika’da zencilere yapılanları ve Filipinler’deki işkenceleri diline dolaması sineye çekilebilir gibi değilmiş. Sadece bu demeci Büyükelçinin “istenmeyen adam” ilan edilmesine kafiymiş…

Başkan Wilson, ilk öfkeyle bunları düşünmüş. Büyükelçi Rüstem Bey’i derhal “istenmeyen kişi” ilan etmeyi, hatta Osmanlı devletiyle ilişkileri kesmeyi aklından geçirmiş. Dışişleri Bakanı Bryan ve yardımcısı Robert Lancing araya girip Başkanı yatıştırmışlar. Avrupa’da büyük savaşın başladığı o günlerde Türkiye ile bozuşmak Amerikan çıkarlarına da zarar verebilirdi. Onun için önce bir soruşturma yapılmasına karar verilmiştir. Başkan Wilson, 10 Eylül 1914 günü Dışişleri Bakanına şunları yazmıştır:

“Sayın Dışişleri Bakanı,
Dün gönderdiğiniz önemli şeyleri aldım. Karar vermeden önce düşünmem için kendime biraz zaman tanıdım. Yalnız bir tanesi bence apaçıktır: Türk Büyükelçisi sınırı aşmıştır. Raporda ileri sürdükleri onun önüne serilirse ve raporun doğru olup olmadığı kendisine sorulursa iyi olur. Eğer doğru değilse onun söylediklerini lütfen bana bildiriniz. Onun söylediklerinin ne olduğunu kesin olarak kendisinden öğrendikten sonra kendisini makbul bir kimse olarak uzun süre ağırlayıp ağırlamayacağımızı düşünürüz.”

Başkanın bu talimatı üzerine, Amerikan Dışişleri Bakanı Bryn, 11 Eylül günü Rüstem Bey ile bir görüşme yaptı. “Evning Star” gazetesinde çıkmış olan demecin kesitini kendisine sundu. Bu sözlerin kendisine ait olup olmadığını sordu. Büyükelçi, bu sözlerin kendisine ait olduğunu kabul etti. Gazeteye neden böyle bir demeç vermek gereği duyduğunu yazılı olarak bildireceğini söyledi.

Ahmet Rüstem Bey, o gün oturup uzunca bir muhtıra kaleme aldı ve ertesi gün bunu Amerika Dışişleri Bakanına gönderdi. 12 Eylül 1914 tarihini taşıyan bu mektupta şunları söyledi:

“Sir, Dün sabah sizinle yaptığım görüşmeyle ilgili olarak aşağıdaki hususları belirtmeme müsaadenizi rica ederim.

Dün bana verdiğiniz ve bugün bu yazıyla birlikte size iade ettiğim Star gazetesi kesitinde bana atfedilen sözler benim kullandığım dilin doğru bir ifadesidir.

ABD’de görülen bazı tatsız gelişmeleri basında gözler önüne sermek şeklinde tuttuğum yolun alışılmamış bir yol olduğunun tamamiyle farkındayım. Fakat Türkiye’nin ve ABD’nin çıkarlarını düşünerek tepki göstermek istediğim durum da pek alışılmış bir durum değildi.

Türkiye, yıllardan beri Amerikan basınının sistematik saldırılarına hedef olmaktadır. Bu saldırılar, sık sık en ağır dille Türkiye’nin bütün duygularını incitmektedir. Türkiye’nin dinine, milliyetine, adetlerine, geçmişine ve bugününe küfredilmiştir. Türkiye, bütün kötülüklerin bataklığı imiş gibi gösterilmiştir. Geçmişte Türkiye’de görülen ve benim gibi bütün diğer Osmanlı aydınlarını da üzen bazı aşırılıklar, diğer milletlerin yaşamında da benzerleri görüldüğü halde, Türkiye’ye karşı bitmez tükenmez şiddetli bir saldırı teması olarak kullanılagelmektedir.

Basının bu tutumu Amerikan kamuoyunu Türkler aleyhinde zehirlemekte o kadar ileri gitmiştir ki Türk soyunun her üyesi Amerika’da ancak “iğrenç” (unspeakable) sıfatıyla zikredilir olmuştur.

Türkiye, Balkan Savaşında yenik düşüp kanayan yaralarını sarmağa uğraşırken ve tatlı bir söze muhtaç iken bile her Amerikan gazetesinin en acımasız alaylarına ve küfürlerine maruz kalmıştır…

Diğer taraftan, Türk-Yunan ilişkilerinin pek gergin olduğu şu sırada “Idaho” ve “Mississipi” zırhlılarının Yunanistan’a satılmasının Türkiye’de yarattığı olumsuz havaya, şimdi bir de ABD’nin Türk sularında savaş gemileriyle gösteri yapacağı söylentileri eklenince, Türk halkında ABD’ye karşı şiddetli bir tepki yaratabilir. Asıl üzücü olan, Amerikan basınının, Türkiye’de Hıristiyanlara karşı toplu katliam hazırlandığı yolundaki asılsız iddiasında ısrar etmesidir…

Türkiye ile ilişkiler bakımından Amerikan basınını daha sorumlu bir tutum izlemeye sevketmek için büyük bir çaba harcamak elzemdi. Amerikan yönetiminin basın karşısında çaresiz olduğu malumdur. Dolayısıyla bu konuda harekete geçme işi Türk Büyükelçisine kalmıştır.

Harekete geçerken Amerika Birleşik Devletleri’ne saldırmış veya onları eleştirmiş olduğum pek söylenemez. Benim Amerikan saldırısına karşı ülkemi savunduğum apaçıktır. Savunmam, ABD’nin de kınanacak bir takım kusurları olduğunu göstermek biçiminde olmuşsa, bu, kusurlarını kapatacak fevkalade meziyetleri olan Türk halkına karşı Amerikan basınını daha insaflı davranamaya ikna etmenin tek yol olduğuna inandığımdandır.

Diplomatik kuralları aşmış olabilirim. Fakat, karşı karşıya kaldığımız durumun, alışılmıştan sapmayı yalnız hoş görmekle kalmayıp aynı zamanda haklı göstereceğine kuvvetle inanırım. İnsanlığın çıkarı şekle feda edilemez.

Ben, Türkiye’ye, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve nihayet insanlığa karşı manevi görevimi yerine getirmiş olduğuma kaniim.”

Ekim 1914:
Türk Büyükelçisi A. Rüstem Bey, Protesto Makamında ABD’yi Terk Ediyor.

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’in yukardaki cevabı Başkan Wilson’u ve Amerika Dışişleri Bakanlığını tatmin etmedi; Tersine, onları daha da kızdırdı. Amerikan yönetimi, Büyükelçinin Amerikalıları açıkça eleştirmesini kabul edemiyor; buna karşılık Amerikan gazetelerinin Türkiye’ye karşı sistematik saldırılarını ise pek önemsemiyormuş gibi davranıyordu.

Amerikalılar, kendi aralarında birkaç gün yazıştıktan sonra, Büyükelçiden özür dilemesini istediler. Ahmet Rüstem Bey, Wilson’dan özür dilerse Washington’da kalabilecek ve iki ülke arasındaki dostça, ilişkiler yine eskisi gibi devam edecekti. Amerika Dışişleri Bakan Vekili Robert Lansing, bu kararı 19 Eylül günlü bir mektupla Büyükelçimize resmen bildirdi. Şöyle dedi:

“…Mektubunuzda, o demeçleri verdiğinizi ve gazetede çıkan yazının doğru olduğunu kabul ediyorsunuz. Bu ülke basınının Türkiye’ye karşı düşmanlığını, diplomatların görevli oldukları ülkelerde uymaları gereken davranış kurallarını çiğnemenizi haklı göstereceğini söylüyor ve ayrıca bu ülkenin Türkiye’ye karşı politikasını eleştirmeyi fırsat biliyorsunuz.

Başkan beni, notanızdaki üslubun kabul edilemeyeceğini, davranışınızı izah edişinizin de tatminkâr olmadığını size bildirmekle görevlendirdi. Birleşik Devletler basınının bir bölümünün yayınlarından dolayı kendinizi öfkeye kaptırarak resmi protokolü ciddi olarak çiğnemiş bulunuyor ve bunu kabul ederek kendinizi savunmaya çalışıyorsunuz…

Ekselans, bu başkentteki hizmetlerinizin ülkeniz için yararlı olacağına hala inanıyorsanız ve basında çıkan demecinizden dolayı pişmanlık duyduğunuzu bildirmek istiyorsanız, Başkan, daha fazla yorum yapmadan yayınlanmış olan demecinizi ve notanızı görmemezlikten gelmeye ve bu tatsız olaydan önce Ekselansları ile Birleşik Devletler arasında var olan samimi ve dostça ilişkileri yenilemeye hazırdır.”

Ahmet Rüstem Bey, bu notayı alınca Mr. Lansing’e dönüp sorabilirdi: Türkiye’deki Amerikan Elçileri ve Konsoloslarının Türkler aleyhinde Washington’a gönderdikleri ve her yıl Amerikan diplomatik ve konsolosluk belge ciltlerinde yayınlan yazılardan dolayı şimdiye kadar Türkiye’den özür mü dilenmişti? Yıllardır Türkiye’de oturan ve Türk konukseverliğinden alabildiğine yararlanan ve sonra her hafta Amerikan gazetelerine imzalı, imzasız iftira dolu yazılar gönderen Amerikan misyonerleri Türk halından özür mü dilemişlerdi? Hele hele Edwin M. Bliss gibi, Frederick Davis Greene gibi, James Barton gibi, Maria A. West gibi Amerikan misyoner kodamanların Türk düşmalıklarına ne buyrulur? Bu misyonerler Türkler aleyhinde ciltler dolusu kitaplar yazıp hemen bütün Protestan kiliseleri önünde bunları sattırıp cemaatlerini zehirlediklerinden dolayı Türk milletinden özür mü dilemişlerdi? Amerikan basınındaki Türk düşmanlığı kampanyalarından dolayı pişmanlık duyan bir tek Amerikalı var mıydı?…Amerikalılara söylenecek daha pek şey vardı.

Ama Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, özür dilemedi ve daha fazla tartışmayı da artık gereksiz gördü., 20 Eylül 1914 günü Lansing’e şu kısa cevabı göndermekle yetindi:

“Sir,Basın temsilcilerine verdiğim demeçle ilgili 12 Eylül günlü notama cevap olarak gönderdiğiniz 19 Eylül tarihli notanızın alındığını bildirmekle onur kazanırım.
Cevap olarak, Başkan Wilson’a, bu konuda kendisinin görüşünü maalesef kabul edemeyeceğimi ve dolayısıyla buradan ayrılmak için Hükümetimden izin istemeyi gerekli gördüğümü bildirmenizi rica ederim. On beş gün içinde İstanbul’a hareket edeceğim.”

……

Değerli okuyucular,

12 Eylül 1914’ten 12 Eylül 2010’a…

Geçen yüz yıla yakın bir zaman diliminde, 1923-1938 tarihlerinde gösterdiğimiz her alanda kalkınmayı bir kenara bırakacak olursak, üzerine koyamadığımız, koyduğumuzu sandığımız anlarda da gerçeklerin bir şamar gibi yüzümüze vurulduğu yılları yaşadık ve hala da yaşıyoruz.

Toplumumuz sürekli yalanlarla, bu yalanların yerli savunucularıyla, bu savunucuların binbir türlü oyunlarıyla oyalanmaktadır.

Ülkemizde milli denecek hiçbir şeyin kalmadığı ve hatta milli kültür, milli birlik gibi kavramların bile tartışmaya açıldığı günümüzde, diplomatlığı boyun eğmek, devlet adamlığını külhanbeyliği sanmak, ekonomiyi  milletin özvarlıklarını satmak, eğitimi üniversite açmak, üretimi ithalat yapmak  olarak algılayan yöneticilerle, emperyalist dünyanın boyunduruğundan kurtulmanın imkansızlığı ortadadır.

Artık hepimizin emperyal güçlere ve onların her nevi maşalarına en az  Ahmet Rüstem Bey kadar tepki gösterme zamanıdır….