17.7 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1174

Küresel Efsane ve Milliyetçi Hakikat

0

BİR EFSANE OLARAK KÜRESELLEŞME

İster hayatın olağan bir gerçeği olarak kabul edilsin, isterse moda bir kavram olsun, küreselleşme artık bütün “küre”de konuşulmaktadır. Kavramın özüne uygun bir nitelendirme ile tıpkı mallar, ürünler, malumatlar gibi o da bütün bir kürede dolaşım içerisindedir. Elbette ki dolaşımda olması, ona yüklenen anlamların gerçek olduğunu göstermez. Ancak “küre” esaslı bir dünyada yaşadığımızı bize sürekli olarak ikaz eder.

Görünmez elin görünür olma mücadelesi olan küreselleşme, millî piyasaları, millî olmaktan çıkararak yöneten görünmez elin, sadece dünya piyasasına değil, ‘küre’nin yönetimine de hâkim olma çabası veren bir ideolojidir. Ekonomide görünür hale gelen ‘görünmez el’in, siyasette de görünür olma çabasına şahit olunmaktadır. Bir taraftan küreselleşmenin dijital fareleri milliyet ağlarını dişlerken, diğer taraftan, görünmez elin çok kollu örümceği küresel ağın inşası ile meşgul olmaktadır. Dijital farelerin dişlediği millî ağlardan kopan parçalar, küresel ağa takılmaktadır. Bu bakımdan cebimize giren görünmez elin, irademize de el atması ile karşı karşıya bulunmaktayız.

Küreselleşme, enformasyon ve teknolojiye vurgu ile anlatılıp, siyasî ve ideolojik boyutu göz ardı edildiğinde, kaçınılmaz ve pırıltılı bir yapı olarak kabul edilir. Bilhassa “enformasyon toplumu” kavramının cazibesine gizlendiğinde, ütopik kurgular, fiilen varmış gibi takdim edilmektedir. Hâlbuki ne kaçınılmaz bir süreçten, ne de pırıltılı bir küreden söz edilebilir. Esas olarak burada, teknoloji ve enformasyonun yayılmacılığının göz kamaştırıcı sunumunun altında yatan siyasî strateji ve bu istikamette uygulamaya konulan taktikler mevcuttur. Bu çerçevede küreselleşme, dünyanın neresinde bir değer varsa alınıp, üretim bandından geçirilerek bir metaya dönüştürülmek suretiyle bütün dünyaya pazarlanmasıdır. “Küresel düşün, yerel davran” sloganı tam da bunu ifade etmektedir.

“Küreselleşen dünyada” tabiri ile mevcuda sanal bir elbise biçilmekte ve sanki gerçekten “varmış” gibi propaganda teknikleri ile de dillendirilerek, bütün olan ve bitenler tartışma dışı bırakılmaya ya da söz konusu kavramlaştırma ile belirlenen alanın içine çekilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki bizatihi “globalisation” mevcudun üzerine giydirilebilecek bir elbise değildir, çünkü baştan sona sanal âlemin mahsulüdür. Ama bu elbiseyi ancak “bilgili” olanlar görebilir. “Yoktur” demek, cehaletle nitelendirilmeyi göze almak demektir ki bu durum birçok kişiyi en azından körlük ve ziyadesiyle de suskunluk sarmalına itmektedir. Hâlbuki söylenecek söz açık ve kesindir: Kral çıplak.

MİLLİYETÇİLİK HAKİKATİ

Milliyetçilik Avrupa merkezci yaklaşımlarla ele alındığında başlangıç olarak hep Fransız Devrimi esas alınmaktadır. Ancak millet ve milliyetçilik, ortaya çıkışı ve gelişimi itibariyle tarihin bir dönemine ya da dünyada bir mekâna sıkıştırılarak izah edilebilecek bir olgu değildir. Zira eğer mekân olarak Avrupa, tarih olarak 1780’ler esas alındığı takdirde, en azından Ötüken’den seslenen Bilge Kağan’ı anlamak mümkün olamayacaktır.

Milliyetçiliği, modern dünya için olumlu, sözde küresel çağ için olumsuz bir çerçevede değerlendirmek, çelişkili bir yaklaşım olmakla birlikte yaygınlık arz etmeye başlamıştır. Bu yaklaşımlarda milliyetçilik, küresel dünyada yerini alamayan milletlerin, başarısızlıklarına bağlı olarak ortaya çıkan bir hastalık gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.

En ileri sanayi toplumlarında ve hatta “sanayi ötesi” olarak adlandırılanlarında bile milliyetçiliğin önde giden bir fikir, duygu ve siyasî yönelim olduğu gerçeği, teorinin bizatihi sahiplerinin çelişkisini göstermeye yeter niteliktedir. Milliyetçiliğin dünyanın her yerinde canlılığını devam ettirmesi, onun bir döneme hapsedilemeyecek, tarihî ve yaşanmakta olan bir olgu olduğunu göstermektedir. Milliyetçiliğin gelenekselliği, tarihi kökleri ve hatta izleri dikkate alınmadan günümüzün anlaşılmasının mümkün olmadığı da aşikârdır.

Milliyetçilik bir toplumun fertlerini birbirine kenetleyen gönül bağıdır. Millet ise sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde değil, aynı vatan üzerinde yaşayan insanların birlikteliğidir. Kaldı ki, aynı vatanı paylaşma sadece milletin siyasî tanımı için geçerli olup, sosyolojik tanımlama için zorunlu görülmemektedir. Zira milletlerin potansiyel varlığı siyasî sınırlarının ötesine taşabilmektedir. Türk milletinin mevcut durumu bunu göstermektedir. Geniş bir coğrafi alanda, siyasî sınırları birbirinden ayrı olmakla birlikte, aynı ruhu taşıyan insanlar, tek bir millet olarak düşünülebilir. Bu, toprağın önemini azaltmaz ancak millet dairesini daha geniş tutmaya yardım eder. Bununla birlikte meseleye toprak açısından bakmaya devam ettiğimizde görmekteyiz ki, bu coğrafya ezelden vatan yapılmıştır ve bu topraklar bizim için önemlidir. Zira toprağın kıymeti “vatan” olmasından kaynaklanmaktadır.

Bir cisim olarak toprak, ruh veya mana ile bütünleştiğinde vatan haline gelir. Toprağın ruhu, ona verilen manadan ve onunla, üzerinde yaşayan insanların geçmiş tecrübeleri ve şimdiki hayatlarından ortaya çıkan ortak değerden gelir. Böyle bir mana ve iklim dünyasında, “toprak, uğrunda ölen varsa vatandır”. Yine insanlar bastıkları yerleri toprak diyerek geçmez, altında kefensiz yatan, binlerce ve hatta milyonlarca ecdadı düşünür. Düşünür ki, “vatan topraklaşınca millet vatansızlaşır”. Böyle bir toprakta çiçeklenen insanlar, toprağa ekilen kan tohumlarından fışkırmaktadırlar. Şehitler toprağa birer cemre olarak düşüp, canlarını verirken, vatana can vermektedirler.

Milliyetçiliği bir doktrin veya dogmatik bir sistem olarak ele almak mümkün değildir. Milliyetçilik kendi gerçeklikleri nevi şahsına münhasır olan, zamana ve kültüre göre değişim arz eden kadim bir duygu, düşünce ve tatbikattır. Bu sebeple milliyetçilik dogmatik bir sistem haline geldiği takdirde, yeni meselelerle karşılaştığında gerekli çözümü ortaya koymayı temin edecek esneklikten mahrum kalır. Bunun gibi, farklı dogmatik anlayışlar, hepsi milliyetçilik adına hareket ediyorlar olsalar da aralarında şiddetli çatışmalara ve ayrılıklara sebep olabilir. Bu durum milliyetçiliğin siyasî arenanın duvarları arasında bir oyuna dönüştürülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu oyunda milliyetçilik, sert bir çarpışmanın malzemesi durumuna getirildiğinden, esasta bir ülkü olması ihmal edilir.

Mehmet İzzet’in belirttiği gibi “kendini gâh ırk, gâh dil, gâh toprak, gâh iktisat veya tarih hudutları ve kayıtları içine hapsetmek isteyen siyasetin baskısından kurtuluncadır ki, millîyet bir ülküdür; yani bizden kayıtsız şartsız, mutlak surette fedakârlık talep eden, itâat isteyen bir mukaddes gayedir”. Bu bakımdan milliyetçilik bir taraftan yeni durumlara intibak edecek esnekliğe, diğer taraftan da kendisinde bulunan derin hafızadan hareketle, geçmişe dayanan köklü yenilikleri bizatihi kendisi ortaya koyabilecek donanıma sahip olmalıdır. Esasında Türklerde milliyetçiliğin, Batıya nazaran daha köklü ve farklı oluşunun sebebi budur.

Hobsbawm’ın “milletler ve milliyetçilik alanındaki ciddi tarihçilerin inançlı bir politik milliyetçi olamayacaklarını” ileri sürmesine rağmen, milliyetçilik karşıtı bir duruşla milliyetçiliğin tarihinin nasıl yazılabileceği hususunda bir endişesinin olmadığı görülüyor. Milliyetçilik üzerinde araştırma yapanlar için gerçekçi tespitler yapabilmenin şartı olarak öne sürülen ‘milliyetçiliğe karşı mesafeli olmak’, emrin sahiplerince fiilen milliyetçiliğe karşı duruşla kendisini göstermektedir. Bu durumda objektiflik, karşı duruşla eşdeğer olarak kabul ettirilmeye çalışılırken, açıkça milliyet karşıtlığı taraftarlığı sergilenmektedir. Biz ise Hobsbawm’ın tersine mesafeyi milliyetçiliğe değil, ‘milliyetçiliğe karşı husumet duyma’ya koymaktayız. Rasyonel davranmayı emredenlerin akıllarına bağımlı olmadığımızdan, irrasyonel suçlamalarını göze alarak; araştırmacı sorumluluğu, namusu ve özgürlüğü adına, yegâne hakikat iddiasında da bulunmadan, kendi aklımıza müracaat ediyoruz.

EFSANEYE KARŞI HAKİKAT

Günümüzde Hollywood merkezli kurguların sanal görünümleri, milliyetçiliğin somut dokunuşu ile dalgalanmakta, sanal-gerçek çatışması ortaya çıkmaktadır. Milliyetçilik, küreselcilerin hayalini kâbusa dönüştürmektedir. Buna karşılık sömürgeleştirilmek istenenlerin kâbuslarına çöken küreselcilikten uyanışı da milliyetçilik temin etmektedir. Bu noktada milliyetçilik bilim ve objektiflik adına, hedef tahtasına dönüştürülmektedir.

Avrupa merkezli ama küre hedefli olarak estirilmeye çalışılan milliyetçilik karşıtı, etnisitecilik taraftarı fikir cereyanlarına maruz kalınmaktadır. Söz konusu yaklaşım tarzının bugüne dünden miras kaldığı görülmektedir. Burada millet ve milliyetçiliği Avrupa’nın icadı olarak takdim eden görüşlerde dikkatleri çeken husus, Avrupa merkezci bilginin kutsanarak, böyle bir oluşumun ancak Avrupa’dan çıkacağı ve yayılmasının da yine onlar sayesinde olacağıdır. Zaten Avrupa’nın dâhili olmadan ortaya çıkan milletler ve milliyetçilikler hem olumsuz hem de hastalıklıdır! Dünya tarihini Avrupa merkezinden yazan bu yaklaşım, haliyle kendisinden önce ve kendisinden uzakta böyle bir olgunun mevcudiyetini reddedecektir.

Diğer taraftan ırkçılığın felsefi temellerinin atıldığı Fransa, Almanya ve uygulamaların merkezi olan bu ülkelerle birlikte, ırk önyargısı ve soykırım üzerine inşa edilmiş Amerika’nın, hâlihazırda da ırkçılığı merkeze yerleştirdikleri milliyetçiliklerini her imkânı değerlendirerek -bazen de sırf bunun için imkânlar oluşturarak- sergilemektedirler. Ancak bütün bu tarihî ve güncel düşünce ve uygulamalara rağmen, kendilerinin değil ama ötekinin milliyetçilik yaptığını ifade etmektedirler. Zira hayal ettikleri dünyada, icat etmeye çalıştıkları düzen, Avrupa merkezci milliyetçilik açıklamalarının dışında kendine özgü biçimleriyle var olan milliyetçilik hakikati tarafından bozulmaktadır.

Bir dönem komünistler evrensellikten söz ederlerken, milliyetçiliğin ortadan kalkacağından dem vurdular. Şimdilerde benzer ifadeleri küreselciler kullanmakta, bu arada da eski ümmetçiler giderek evrenselleşmektedirler. Evrenselliğin millî duvarları yıkıp, yerini evrensel bir dünyaya bırakacağı iddiası, bilhassa da komünizm söz konusu olduğunda, milliyetçilik duygularının bir tarafa atılıp, müşterek bir işçi hareketinin olacağı beklentisi, milliyetçiliğin, bizatihi bu ideolojinin de içine girmesi ve belirleyici bir unsur haline gelmesi suretiyle, adeta yok olmuştur.

Marksistlerin ön gördüğü yegâne kolektif kimlik olan sınıf kimliği, milliyetçiliğin bir alt kimliği dahi olamamış, bir menfaat birliğinden öteye geçememiştir. Ancak, küreselcilerin kısmen “tarihin sonu” iddiasında, kısmen de diğer küreselleştirici teorilerde ya da alt ideolojilerde, beklentiler tekrar millî sınırların ortadan kalkmasına yönelik olarak ortaya çıkmıştır. Tıpkı komünizm gibi bir ideoloji olan küreselciliğin de yanıldığı, komünizmde ödenen ağır faturalar, insanlığın önüne gelmeden belli olmuştur. Küresel güçlerle mücadelede en etkili yolun millî direnişte olduğu kanaati, milliyetçileri haklı çıkarmış ve ona yeniden bir güç vermiştir. Hatta eski evrenselcilerin bir kısmı, küresel kapitalizmle mücadelede “ulusçuluğu” seçmişlerdir.

Küreselciler, milliyetçiliğin ortadan kalkmakta olduğunu iddia etmekle birkaç noktada yanılmaktadırlar. Evvela bizatihi küreselciler, göçmenlerin gittikçe artması ve yine onlara yönelik artan tepki dolayısıyla kendi içlerinde milliyetçi cereyanların artışına şahit olmaktadırlar. Üstelik yabancı düşmanlığı çerçevesinde beliren ve şiddetlenerek büyüyen olumsuz bir milliyetçi cereyanla karşı karşıya bulunmaktadırlar. Esasında burada, geçmişte uzun dönem uyguladıkları, ırkçılık tecrübelerine bir dönüş gözlenmektedir.

Meselenin diğer cephesinde küreselleşmeye maruz kalan toplumlarda gözlenen milliyetçi tepkiler yer almaktadır. Küreselleşmenin emperyalist amaçlarına ve bunun uygulamalarına maruz kalanlar, ’emperyalizm düşmanlığı’ çerçevesinde milliyetçilik hareketleri içerisinde yer almaktadırlar. Tepkiselliğe bağlı olarak gelişen bu hareketler hırçın ve dışlayıcı bir üslupla, olumsuz bir çerçevede gittikçe şiddetlenmektedir. Söz konusu şiddetlenme küreselleşmeden duyulan rahatsızlığa bağlı olarak artmaktadır.

Bütün bunların dışında, tabii süreç içerisinde seyretmekle birlikte, küreselcilerin millî kültürü ve geleneği ihmal ederek, milletleri edilgen bir konumda ele almalarından dolayı göremedikleri, daimî olarak nitelendirebileceğimiz bir milliyetçilik mevcuttur. Bunlar, köklü milliyetçilik tecrübesine sahip ve yine bu çerçevede köklü gelenekleri olan millet ve bunun şuurunda olan bireylerinin, tabii bir süreçte devam edegelen ve geleneklerini küreselleşmenin dayatmalarına cevap verebilecek şekilde değiştirerek devam ettiren, tepkiselliğin hırçınlığından ve dışlayıcılığından uzak olarak geliştirdikleri milliyetçi hareketlerdir. 

Küreselcilerin iddialarının aksine milliyetçilik geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemini devam ettirmektedir. Zira “Globalizm”, olgu olarak sosyolojik boyutlarını inkâr etmiyoruz ama bir sömürü sistemi olarak yayılma mücadelesi içerisindedir ve bunun karşısında durabilecek yegâne güç milliyetçiliktir. Bu sebeple kabilecilik küreselciliğin yayılmacılığını kolaylaştıran bir ideoloji olarak desteklenirken, bunun karşısında milliyetçilik gözden düşürülmeye çalışılmaktadır.

Buna karşılık ideolojiyi yaygınlaştıran Amerika, ihraç ettiğinin aksine “banal milliyetçilik” nitelendirmesinde olduğu gibi köksüz ve saldırgan milliyetçilik olarak ifade edebileceğimiz bir tarzda, başka milletleri dışlayan olumsuz bir milliyetçilik uygulaması içerisindedir. Küresel yayılmacılık karşısında kabileleri inkâr etmeyen ama kabilecilik yapmayan, bütünlükçü bir milliyetçilik anlayışı ile durulabilir.

Batının milliyetçilik düşünce ve duygusunu ideolojileştirip, sömürünün meşruiyet kaynağı olarak kullanması, bizim farklı idrak ettiğimiz ve buna bağlı olarak da tatbikatını kendimize göre yaptığımız milliyetçiliği terk etmemizi gerektirmediği gibi, söz konusu günaha ortak edilmemiz de doğru değildir. Batının sömürgeci milliyetçiliği hâlihazırda devam etmekle birlikte, dünyaya hâkim olabilmek için muhataplarında milliyetçi direnişi yıkma mücadelesi verilmekte olduğu gerçeği bir yana, milliyetçiliğin Batının elinde Frankeştayna dönüşmesinden dolayı, kavramın kendi idrakimiz çerçevesinde devam ettirilmesi ve geliştirilmesini bir insanlık vazifesi olarak da görmemiz gerekir.

Ayrıca şu anda sömürüye meşruiyet sağlayan en önemli kavram demokrasidir. Batının bu gidişle söz konusu kavramı da frankeştaynlaştırması sonrasında, faraza ileride bu kavramı günah keçisi olarak ilan etmesi neticesinde, bizim de buna uymamız ne kadar abesle iştigal ise, milliyetçilik için de aynı durum geçerlidir.

Söz konusu millet ve milliyetçilik olunca tartışmalarda merkeze “devlet” konulmaktadır. Kürede savrulan siyasî cereyanda bir tarafta her şeye kadir devlet (olumlu-kutsal), diğer tarafta her esaretin müsebbibi devlet (olumsuz-lanetli) bulunmaktadır. Yine küreselleşme ile ilişkilendirildiğinde, sınırsız bir dünyada lüzumsuzlaşan köhne bir kurum olmaktan başlamak üzere, küreselleşmenin emperyalist emellerine direnen bir kaleye kadar uzanan çizgide devlet, ya yadsınmakta ya da kutsanmaktadır.

Küreyi bir bütün olarak idrak eden insanlık efsanesi ile bir küreye birden çok devleti fazla görenler olduğu gibi; küreye bu kadar devleti az görüp, her farklıyı devletleştirmek gerektiğini belirtenler de vardır. Elbette bu kutuplar arasında kalan görüşler de söz konusudur ve bunları sadece klasik nitelendirmelerle (sağ-sol, liberal-sosyal, bireyci-toplumcu, seçkinci-katılımcı, vb.) ele alıp sınıflandırmak, indirgemeciliğe müracaat etmeden, pek mümkün değildir.

Türkiye söz konusu olduğunda, millet hakikati ile millî devlet oluşumunu birbirinden ayırt etmeden meselenin anlaşılması zordur. Millî devletin oluşumu, gelişimi ve ideolojisinin kendisini kabul ettirme sorunu ile milletleşmeyi eşdeğer tutmak, meseleyi “milletleşme” adı altında değerlendirmek doğru bir yaklaşım değildir. Millî devletin teşekkülü ile eş zamanlı olarak ortaya çıkan “batılılaşma” meselesi de ayrıca dikkate alınmalıdır.

Millet, medeniyet dairesinden ayrı tutulamaz. Bu bakımdan batılılaşmayı “medeniyet değiştirme” çabası olarak düşünenler, millete “rağmen” bir ideoloji oluşturmaya çalışmışlardır. İşte bu noktada millet kendi hakikatleri ile bir taraftan “kopuş” olarak nitelendirilebilecek değiştirme çabalarının boşa çıkması durumunu ortaya çıkarmış ya da “denge” oluşturucu bir rol oynamıştır. Medeniyet değiştirme çabasındaki “millet”in bu rolü, meselenin “milletleşme” olarak algılanmasını doğurmuştur. Hâlbuki mesele “millet”in içinde seyrettiği geleneğin akışı üzerine yapılan müdahalelerde merkezîleşmektedir.

Köle olmamış bir millet olarak, kendi içinde veya dışında köle yaratmayan bir Türk milliyetçiliği anlayışı tarihimize damgasını vurmuştur. Bugünün ve geleceğin böyle bir anlayışa ihtiyacı, Batı tipi milliyetçiliğin kahredici sonuçları ile birlikte, gittikçe şiddetli bir şekilde artmaktadır. Bu itibarla Türk milliyetçiliği sadece kendisi küresel sömürü ile mücadele etmekle kalmayacak, İstiklal Harbi sonrasında olduğu gibi mazlum milletler için de hem bir lider hem de model olacaktır.

Geleneği ve millî değerleri ihmal etmeden ortaya koyacağımız esaslı ve ilkeli millet anlayışı, geliştireceğimiz milliyet duygusu ve bu çerçevede gerçekleştireceğimiz milliyetçilik fikri, küresel bir kargaşalığın ve insanî çöküşün şiddetlendiği dünya için de kurtuluş olacaktır.

 

Kapusuz, Arslan ve Kurt’a Soruyorum

Türkiye’de ilginç olaylar yaşamaya son sürat devam ediyoruz. Bu olaylar birbiri ile ilgili ve planlı. Amaç; Türk Milletini pes ettirmek.

Buna karşılık bizde yorulmak bilmeden bunları yazmaya ve yılmadan Türk Milletini uyarmaya  devam edeceğiz. Onun için sizleri etrafınızda olup bitenleri “pür dikkat” izlemeye davet ediyorum. Çünkü bir anlık ihmal ve gaflet, Türk Milletine çok büyük şeyler kaybettirebilir.

Geçtiğimiz günlerde HAK – PAR adındaki kürtçü partinin 4. Olağan Büyük Kongresi, Ankara’da İnşaat Mühendisleri Odası Kongre Salonu’nda gerçekleştirildi. 450 delegenin katıldığı toplantıda salona “ana dilde eğitim vazgeçilmez haktır” pankartı asıldı. Buna karşılık kongrede Türk Bayrağı yoktu. İstiklal Marşı’da okunmadı.

Buraya kadar her şey normal. Çünkü bizi bu gibi şeylere alıştırdılar yani artık kanıksadık. Habur’dan daha beterinin olacağı ve Türk Milleti’nin aşağılanacağı başka bir hal olamaz.

Bu partinin mensupları kürtçü olduklarını ve bağımsız bir “Kürdistan”ı hedeflediklerini zaten inkar etmiyorlar. Bu açıdan bakınca bu kürtçülerin fikir ve eylemlerinde samimi olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak Türk Milletine karşı samimi olmayanlar var.

HAK – PAR’ın genel kuruluna AKP’yi temsilen Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz, Diyarbakır Milletvekilleri İhsan Arslan ve Abdurrahman Kurt’un da katıldığı medyaya yansıdı. Bunda ne var? diye soruyorsunuz değil mi? Evet bunda çok şey var.

HAK – PAR’ın kongresinde İstiklal Marşı okunmadı. Peki İstiklal Marşının yerine ne okundu dersiniz? İran, Irak, Suriye ve Türkiye’deki kürtler tarafından “kürtlerin ortak marşı” olarak kabul edilen ve 1946 yılında İran’da kurulan ve bir yıl varlığını sürdürebilen Kürt Mahabad Cumhuriyeti’nin resmi marşı olan “Ey Rakip” okundu. Yine buraya kadar olanlara da niyetlerini bildiğim için “eyvallah”  dedim.

Fakat bir husus var ki yenip yutulacak gibi değil. AKP’nin genel başkan yardımcısı Salih Kapusuz, AKP’nin milletvekilleri İhsan Arslan ve Abdurrahman Kurt , ayakta hazır ol vaziyette “Ey Rakip” marşını dinliyorlar.

Ülke Türkiye, yer Ankara… Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne, Büyük Türk Milletinin önünde namusları üzerine yemin etmiş olan AKP’li vekiller, İstiklal Marşı’nın okunmadığı ve Türk bayrağının asılmadığı Türkiye’deki bir toplantıda, bölücülerin marşında hazır ol vaziyette ve gayet saygılı bir şekilde “Ey Rakip”i dinliyorlar. BDP’liler yapsa gam yemeyeceğim. Müslüman Türk Milletini aldatarak ve kandırarak iktidar ol ondan sonra git Türkiye’nin başkenti Ankara’da bölücülerin marşında hazır olda dur. Ey Türk Milleti; senin gözünü daha ne açacak?

Kapusuz’a, Arslan’a ve Kurt’a soruyorum: böyle mi yaptınız?

Başbakan Erdoğan’a soruyorum; partinizin vekillerinin eğer böyle yaptılarsa yaptıklarından haberiniz var mı? Varsa bu milletvekilleri için bir yaptırım uygulamayı düşünüyormusunuz?

Görüyorsunuz; Anayasamıza ve Siyasi Partiler Kanunu’na göre kurulmuş bir siyasi parti (HAK – PAR) nasıl bir kongre yapıyor ve Büyük Türk Milletinin önünde namusları üzerine yemin etmiş olan milletvekilleri nasıl davranıyor.

Nerede benim ülkemin savcıları, emniyet güçleri? Yasaların karşısında, bu acizlik niye? Türkiye artık bir hukuk devleti değil de bunu biz mi bilmiyoruz? Cevap verin bizlere…

Maalesef, Osmanlı – Türk İmparatorluğunun yıkıldığı dönemde olduğu gibi kendini Türk olarak görmeyenlerin kurduğu bir Hürriyet ve İtilaf Partisi benzeri bir yapı ve iktidarla karşı karşıyayız.

İddia edilen gibi, bütün bu yapılanlar herkesin kendini ifade etme mücadelesi olsa canım hiç gam yemeyecek. Verelim bu hakları herkes dilediği gibi kendini ifade etsin. Ancak bu mücadele, aynı zamanda Türk düşmanlığını da içinde barındırmaktadır. Bu düşmanlık  hainler tarafından binbir maharetle gizlenmekte ve Allah’tan, zaman zaman çeşitli vesilelerle dışa yansımaktadır da, bunlardan haberdar olmaktayız. İşte bu çerçevede bunları kabul etmek nasıl mümkün olur?

Bu tabloyu gören herkesin birbirini uyarması ve aydınlatması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti kolay kurulmadı. Kuruluşta ödenen bedeller çok ağırdır. Bu sebeple her türlü bedel ödenerek Türkiye  Cumhuriyeti korunmalıdır. Ne diyor Mehmet Akif “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”. İşte hepimizi ayağa dikecek ve ecdada saygı duyduracak olan marş böyle başlıyor. Bu marşın okunmadığı bir yerde hazır ola geçen AKP’li Kapusuz’a,  Arslan’a ve Kurt’a, Türk Milletinin bir ferdi olarak haklarımı helal etmiyor ve hiç saygıda duymuyorum.

İsim Verme Alışkanlığımızın Kısa Tarihsel Analizi

Toplumda neyin eksikliği hissediliyorsa o yönde isim koyma alışkanlığımız olduğuna inanırım. Küçük çocukların toprak yiyerek demir, manganez eksikliğini gidermesi gibi.

70’li yıllarda erkek isimleri Muratlardan, Umutlardan; kız isimleri de Arzulardan, Dileklerden seçilirdi. Zira arabeskleşen ve sosyo-ekonomik kavgalardan kırılan toplum ümitvar bir çıkış arıyordu.

80’lerin en yaygın kız isimleri olan Merveler, Büşralar, 90’larda ‘nur’ ekiyle 3 heceli olmaya durdu. Erkeklerde ise önce Yâsinli, Furkanlı isimler; sonrada Alperler, Bahadırlar sahne aldı.

İşin siyasal analizine dikey açıdan girerseniz 80 İhtilâli / 83 İktidarı, Evren/Özal çizgisinin dinsel açlığın tatmini; 90’lı yılların da Yılmaz, Çiller, Ecevit üçlemesiyle şahin bir çizgide seyir ettiği durumu söz konusu.

Oysa derinlemesine yatay sondaj yapıldığında siyasal ve tecimsel İslâmcılığın muhtevasının boş olmasından kaynaklanan fıtrî bir örtme, döndürtme insiyakı var idi. Hoca Nasreddin’in maya taktiği misali.

Ağzı açık girdiğimiz Milenyumsa postmodern köleliğin Küreselleşme olarak ruhumuza ve rüyalarımıza ambargo koymasından ötürü hem metafizik gerilimin hem de maddî füyûzat hislerimizin tavan yapmasına sebep oldu. Ve 2000’ler Hz.Hasan’ın Halifelikten ferâgatinin remzi olan ‘Cemaat Yılı’na biraz ters orantılı A.Ş. Cemaatler devri olarak kodlandı. Çok uluslu şirketler de kapalı devre cemaatlerdi aslında.

Okyanus ötesinden binler binler sahabe isimleri geldikçe sahabe ahlâkı aranır oldu. Tahlilimiz bu temel çelişkiyle zaman eczanesinde reçetelenmektedir. Erkek isimlerine eklenen ‘can’lar, cansızlığımızın; kız isimlerine ayrı ilâve olarak eklenen ‘Nur’lar ise ışıksızlığımızın dışa vurumları oldu.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun sağlığında ne Nizam-ı Âlem Ocakları ne de Alperen Ocakları bugünkü Alperen adlı kişi sayısı kadar mensup bulamadı. Alplik de, erenlik de su alınca Alperenden geçilmez oldu.

Mücahitler cehdsiz – cihadsız, Kürşatlar ülküsüz – idealsiz, Enesler sevgisiz – saygısız, Asenalar televizyonkolik, Abdullahlar Allah’tan başkalarının kulu, Zâhidler ise paranın – pulun bendeleri olmaya durdular.

2010’lu yıllar ve 20’ler büyük ihtimâlle Mehdi, Mesih isimlerinin Christian, Alexandır gibi isimlerle karışık olarak verileceği bir tarih şeridi olacak. Arada sahibinden büyük ihtiyaçtan erdem, fazilet, haysiyet, izzet, şeref, iffet, ismet gibi sıfatlar isimleşecek.

Piyasada revaçta hangi isimler varsa o noktada toplumsal kıtlık başlamış demektir. Amerika’nın ikide bir de her yere demokrasi, DTP/PKK çizgisinin de barış ve kardeşlik terânelerini taşıya durması gibi.
Siz siz olun çok satan kitapları, çok tutulan takımları ve çokça konulan isimleri alıcı gözüyle değil de halıcı gözüyle inceleyiniz. Ta ki erkeklere Nuh, kızlara Sefîne ismi verilene dek. Ve Tufanlar yayıldığında ben de sizleri dağ başlarında bekliyor olacağım.

Efendime söyleyeyim.

Ekmek Zammı

0

Bir malın piyasadaki üretim miktarı ve arz talep dengesine göre fiyatlandığını söylemek mümkündür. Ancak bazen bu durumun dışına çıkılmaktadır. Şöyle ki Dünyada olup biten sel felaketleri, kuraklık, bunların dışında ise psikolojik olarak insanların ve kamuoyunun bir ürün üzerindeki söylemleri etkili olmakta ve tüketicilerin stok yapma o ürünü almak için yarışma o ürünün fiyatını artırmada en önemli etken olduğunu düşünmekteyim.

İşte bu durum o ürünü satan büyük toptancıların işine gelmekte ve az karlarla yetinmemekte daha fazlasını istemektedirler.

Son Zamanlarda ekmek zammı gündeme gelmiştir. Bunun nereden kaynaklandığı üzerinde birazcık durmak gerekirse, Buğday ihracat potansiyeli yüksek Rusya ihracatını durdurması, Bu yıl havaların nispeten kurak gitmesi nedeniyle üretimde olabilecek kayıplar bu durum Ekmekte en büyük girdi olan un fiyatlarına yansımaya başlamış olması gösterilebilir. Söz konusu durum nedeniyle vurguncu ve büyük toptancılarda; zaten zam yapmak için fırsat kollamaktadırlar.

TV 41 de Sayın Burhan ÖZBEY 5-6 yıl önce Fırıncı esnafı ekmeğe zam istiyormuş ekmek zammı ve ekmek konusuyla ilgili program yapacakmış fırıncılar odası yönetim kurulu yanında; Tarım İl Müdürlüğünden de bir kişi katılmasını istemişlerdi. Bu programa Tarım İl Müdürümüzün emriyle şahsım katılmış bulundum. Bayağı uzun ve hararetli program olduğunu hatırlıyorum. Fırıncılar ekmeği maliyetine sattıklarını mutlaka zam yapmalarının gerekliliğini savunuyorlardı. Tabi şahsım olarak fırıncılar odası yönetiminin hepsine cevap veriyordum. O dönemde 200 gr ekmek 20 kuruş idi fırıncılar ekmeğin maliyetini hesap ettiklerini maliyetinin 220 kuruş olduğunu söylüyorlardı. Maliyetinin altında ekmek sattıklarını iddia ediyorlardı. Bizde ekmeğin maliyetinin; objektif bir kavram olmadığını, Fırıncının işçiye verdiği ücretten, kiradan, kullandığı katkı maddelerinden, kullandığı unun kalitesinden, çıkarmış olduğu ekmek kapasitesinden ve diğer girdilerin kalitesinden; her şeyin maliyeti etkilediğini dolayısı ile böyle bir maliyetin doğru olmadığını söyledim.

O zamanlar ekmek Kodeksinde ekmek 200 gramdan başlar 1000 gr a kadar 50 şer gram artırmalı olarak gider. Yani siz 250-300-350-400-450-500,1000 grama kadar ekmek üretebilirsiniz. Kodekse aykırı üretim yapılamaz. O zaman şunu da söyledim. Onlara; 200 gr ekmek üretmeyin gelin bunu o zaman 2’li deniyordu 400 gram üretin; çünkü Türk toplumu ekmeği çok yiyor. Güne 3 öğün sofrasında mevcut böyle ürettiniz takdirde işçilik, diğer kayıplar dikkate alındığında %5 – 6 oranında maliyeti aşağıya çekebiliyorsunuz. Böyle söyleyince ekmeğin kalitesinin düşeceğini iddia ettiler. Oysa ekmeğin kalitesini etkileyen faktörler arasında ağırlığının olması söz konusu değildir zaten kodeks 1000 gr kadar müsaade etmiştir. Kaliteyi etkileyen faktörlerin neler olduğunu açıkladım.

Buradan hareketle konuyu bir noktaya taşımak istiyorum. Son günlerde un fiyatların gelen kısmı zamlar ekmek fiyatlarını çok cüzi etkiyebilir, ancak oda kayda değer değildir.

Türk toplumunu ekmek tüketimi çoktur. Dar gelirli vatandaşlar için önemli bir giderdir.

Buradan herkese bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Tarım Bakanlığımıza; Buğday üretiminde biçerdöver kayıplarını azaltacak tedbirleri alalım, Gıda denetimlerini sıklaştıralım Türk Gıda Kodeksi Ekmek Tebliğinde yer alan ağırlık bölümünün ekmek en az 300 gramdan başlayarak ibaresini en az 400 grama çıkarılmasını;

Tüketicilere; Ekmeğin yeri çöplük değildir. Ekmek en önemli nimettir. Yiyebileceğimiz kadar ekmek alalım israf etmeyelim.

Dar gelirli olan tüketicilerimize ise bugün piyasada Ekmek yapma makineleri, 90-150 TL civarında satılmaktadır. Alın bir ekmek makinesi bir çuval un 50 kg 50.- TL içersine bir miktar kepek, çavdar, yulaf, katabilirsiniz. Ortalama elektrik masrafıyla size 60.- TL ye mal olur. Bir çuval undan 90 ekmek rahat yaparsınız.1 ekmek 900 gr civarında geliyor oda aldığınız 3 ekmeğe tekabül ediyor buda 4 kişilik ailenin ekmek ihtiyacını günlük karşıladığını düşünürseniz 3 ay yetecek demektir. Aylık ekmek gideriniz 20 TL civarında olur. Öteki türlü 3 ayda 300 gr lık 270 adet ekmek yersiniz. Ha yapması çok kolay atıyorsun unu, mayayı, tuzu, oranına göre üç saat sonra ekmeğiniz hazır.

Bu Ülkenin kaynaklarına topraklarına hep beraber sahip çıkalım.

Meral Akşener ve Türk Milliyetçiliği Vizyonu

Dr. Meral Akşener Kocaeli’nin yetiştirdiği önemli bir siyasetçi. Eski İçişleri Bakanlarımızdan olan Akşener, bugün TBMM’nin kıdemli milletvekillerinden biri olup, aynı zamanda TBMM Başkanvekilliği görevini de yürütüyor. Benim için O, sadece başarılı bir politikacıdan ibaret değil. Siyasete girmesinden çok önce tanıştığımız Meral Hanım, 30 senedir aile dostum, kardeşim.

Bu kardeşçe münasebetimiz O’nun siyasi çizgisinden bağımsız, şahsi beklentilerden uzak, bir ideal ve ortak değerlerin paylaşıldığı gönül beraberliği şeklinde süregeldi. Bu bakımdan aşağıdaki değerlendirmelerimi de olabildiğince tarafsız bir gözlemle aktarmaya çalışacağım.

Meral Akşener’in yetişmesinde (kendisinin sıklıkla ifade ettiği gibi) Kocaeli Aydınlar Ocağı‘nın katkısı büyüktür. Bu bakımdan Meral Hanım, Sinop Aydınlar Ocağı‘nın ev sahipliğinde düzenlenen Aydınlar Ocakları 35. Şurasına davet edildiğinde tereddütsüz kabul etmiş.

Sinop’ta yapılan Şura’nın halka açık toplantısında konuşan Akşener, Türk Milliyetçisi olduğunu düşünen herkese yeni ufuklar açan ve etnik milliyetçiliğe karşı Türk Milliyetçiliğinin birleştirici teorik temelleri ile bu temelleri atan büyük fikir adamlarının görüşlerini özetleyen önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşmasından aldığım notlardan önce, bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum.

Hitabet tekniği açısından Meral Hanım’ın, ülkemizin yetiştirdiği önemli siyasetçi hatipler arasında yer aldığı kanaatindeyim.

Konuşmayı dinleyenlerde heyecan ve düşünce derinliğini harmanlayan içeriği ve akıcı üslubu; Türkçeyi arı duru kullanması, kelime ve kavramları kullanırken mükemmel vurguları, diksiyonu; dinleyicilerle iletişimi sağlayan göz teması ve beden dilini ustaca kullanması iyi bir hatip olduğunun göstergeleri idi. Ancak iyi hatiplik hitabet tekniklerini iyi kullanmaktan ibaret değildir. Dinleyiciye bilgi yanında, duygularını da iyi aktarabilmektir. Meral Hanım siyasetten önceki tabii halini, içtenliğini koruyarak ve yansıtarak bunu başarabiliyor.

Programdan sonra Sinop’u gezerken tesadüfen girdiğim bakkaliyenin sahibi bir genç adam ile sohbet ederken, Meral Hanım’ın yaptığı konuşmayı dinlediğini ve çok etkilendiğini öğrendim. Büyük bir heyecan içinde “demek ki insan boşa milletvekili seçilmiyor, haybeden İçişleri Bakanı, TBMM Başkanvekili olmuyormuş. Bizim bunun gibi politikacılara ihtiyacımız var. Ben bu hanımefendinin Türkiye’nin kaderini etkileyen çok daha önemli görevlerde olmasını istiyorum” diye anlattı.

Manisa’dan gelen bir Aydınlar Ocağı mensubu da Meral Hanım’a “sizin TBMM Başkanvekilliğinde bulunmanız yerine halka bu tür konuşmaları daha çok yapacak ve aydınlatma imkânı verecek görevlerde bulunmanızın daha faydalı olacağına inanıyorum” dedi. Belli ki bu vatandaşımız, bütün TV ve gazetelerde karşımıza çıkan ve kamuoyunu oluşturan mahut 50-60 kişinin yarattığı havayı dağıtacak Meral Hanımlara ihtiyaç duymaktaydı.

“MHP Milletvekili sıfatıyla değil, tarihçi şapkasıyla ve biraz da TBMM Başkanvekili sıfatıyla” konuşan Meral Akşener’in konuşmasından bazı notları dikkatinize sunuyorum:

  • Ø Ben Aydınlar Ocağı’ndan tavizsiz milliyetçiliği, her şartta eyyamcılığa izin vermeyen, bilime, dürüstlüğe dayalı tavır almayı öğrendim.
  • Ø Türk Milliyetçiliğinin fikir babası Ziya Gökalp‘i bugünün şartlarında tekrar okudum. Ziya Gökalp’in millet tarifi ırk, kafatası, kan birliğine dayanmaz. Düşüncesinin temeli bilimsel usullerle oluşturulmuştur. Milleti belirleyen esaslar, ortak acılar, hatıralar, sevinçlerdir.
  • Ø Türk Milliyetçiliği fikriyatının diğer önemli ismi Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın, (o yıllarda birbirleriyle coğrafi engeller ve ulaşım yetersizliği sebebiyle kopukluk yaşayan yerleşim yerlerindeki vatandaşlarımızın yakınlaşması, kültür birliğinin sağlanması/ korunması için ve de verimliliğin artışı için ortaya koyduğu) “Tarım Kentleri” projesinin iki ayağı vardı: a) Verimliliğin artışı, b) Demokrasi.

Türk milliyetçileri bu kavramları Türkiye’de ilk dile getirenler olduğu halde verimlilik kavramını ekonomide yabancılaşmayı savunanlara, demokrasiyi ise bölücülere kaptırmış gözüküyor. Bu kavramları Türk milliyetçileri asli manaları ile kullanıp, savunmak mecburiyetindedir.

  • Ø Türk Milliyetçiliğinin diğer önemli ismi Prof. Dr. Erol Güngör ise, Türk ile Müslüman’ı ayrıştırmak isteyenlere karşı şu tezi savundu: “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim.” Çünkü (mesela bir Avrupa ülkesinde) bir Arap’a “Müslüman mısın, Hıristiyan mısın?” sorusu sorulabilir. Ancak bir Türk’e “Müslüman mısın, Hıristiyan mısın?” sorusu sorulmaz.

Erol Güngör ayrıca “Demokrasi” ve “Sanayileşme” kavramlarına ağırlık vermiştir. Sanayi devrimi sonrası bugün gelinen “ileri teknoloji”yi çağrıştıran bir sanayileşme kavramı ile “demokrasi” kavramının yorumlandığı görüşlere bugün de çok muhtacız.

  • Ø Demokrasi her isteyenin istediğini yapabildiği rejim değildir. Demokrasi çoğunluğun her istediğini yapabildiği bir rejim de değildir. Rızalılık (toplumsal vicdan, toplumsal mutabakat) ile meşruiyet sağlanabilir. Çoğunluğun denetlenmesi gerekir. Bu tartışmaların yapıldığı günümüzde Nurettin Topçu’nun “sivil itaatsizlik” kavramını anlamak ve anlatmak mecburiyetindeyiz.
  • Ø Türk Milliyetçileri bu tür kavramları Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör’ler çizgisinde açıklamalı, bugünün üslubu ve kavramlarıyla zenginleştirerek milliyetçi siyasetçilerin yolunu açmalıdır.
  • Ø “Darbe yanlısı mısın, demokrasi yanlısı mısın?” sorusu yanlıştır.
  • Ø Hükümetin “Kürt açılımı” diye başlayıp, teröristle müzakere noktasına gelmesi üzücüdür. “Beni teröristbaşı ile görüştü diyen şerefsizdir” dedikten sonra, devlet görüşüyor diyerek İmralı’ya üst düzey devlet görevlilerini gönderip, müzakere ederseniz bu dürüstlüğe aykırı olur. Siyasetçi, devlet adamı dürüst ve şeffaf olmalıdır.
  • Ø Fakirleştirme ve “öğrenilmiş çaresizliğe” sürükleme, hükümetin oy kaybetmemesini sağlayan gayrı ahlaki bir politikası durumundadır.
  • Ø İtaatkâr millet, itaatkâr muhalefet yaratmaya çalışan iktidarın, halkımızın “sivil itaatsizlik” noktasına gelmesinden çekinmesi gerekir.

Dr. Meral Akşener, sohbetinde, sadece tarih hocası olduğu yıllarda, birkaç ailenin iştirak ettiği ev sohbetlerinde hepimizin birer konuda hazırlanıp, tartıştığımız günlerden bahsetti. Seçilen özel konular güncel siyasetten ziyade, “terör ve ayrılıkçılığın geleceği” gibi spesifik konular olabiliyordu. Bunların yanında, ekonomik, dini, edebi konularda beyin fırtınası yaptığımız bu sohbetler, bazen de şiir ve musiki ile renklendirilirdi.

Bu sohbetlerin Meral Hanım’ını, bugünkü vizyonu ile izlemek ve vatandaşın gönlündeki seçkin yerini görmek beni mutlu ediyor.

Eğitim ve Başarı – 2

İkinci nokta

Genellikle öğrenciler başarılı olmak ister ama hepsi başarılı olamaz.

Neden?

Başarı sadece istemekle olmaz ki.

Bu duygu yâda istek,

İnsandaki açlık hissi gibidir.

Nasıl yemeden açlık giderilemiyorsa,

Gereği yapılmadan da başarılı olunamıyor.

Gereği nedir?

Burada iki husus önemlidir.

1 – Kendine güven ve kararlılık

Güven ve kararlılık olmazsa baştan yenilgiyi kabullenmişsiniz demektir.

Kuru kuruya bir güven olmamalı şu hususlara dikkat edilmeli.

2 – Dikkat edilecek hususlar şunlardır.

          A – ) Hazırlıklı olarak derse gidilmeli.

          B – ) Ders derste çok dikkatlice dinlenilmeli.

Unutulmamalı ki ders derste öğrenilir.

          C – ) Eve gidince yazarak tekrar yapılmalı.

Bu durum alışkanlık haline getirilmeli,

Yani planlı programlı ve düzenli ders çalışılmalı.

İşte başarı o zaman gelir.

Filozof kendisine sorulan canlımı cansız mı sorusuna ne cevap vermişti?

Demek ki neymiş?

Başarılı olup olmamak kime bağlıymış?

Üçüncü nokta

Allah(cc) insanların inanç ve yaşantılarına bakmaksızın tüm insanlar için koymuş olduğu ortak bir ilahi kanun vardır.

O kanunda Allah(cc) Rahman sıfatının tecellisi olarak başarıyı çalışana verir.

Zaten buda adalet gereğidir.

İnsanlar inançsızlıklarından yâda günahlarından dolayı başarısız olmazlar.

Yâda iman ve ibadetlerinden dolayı başarılı olmazlar.

Başarı inanç ve yaşantıdan bağımsız olmakla beraber,

İnanç ve yaşantıyla ilgili bir yönü de vardır.

O yönde şudur.

Allah(cc) inanmayana yâda inanıp ta helale harama dikkat etmeyene,

Yani ömrü boyunca günah işleyene de çalışması durumunda hak ettiği kadarını verir.

Onun başarısından da ömründen de rızkından da kısmaz.

İnanıp ta Allahın rızasına uygun bir yaşantı içerisinde olanlara,

Allah(cc) hak ettiğini fazlasıyla, bahşişiyle verir.

Sınav esnasında heyecandan bildiklerinizi unutursanız Allah onu size hatırlatır.

İşte bu bahşiştir şans yâda tesadüf değildir.

Allahın lütfüdür..

Benzetme değil de daha iyi anlaşılması bakımından bir örnek daha verelim.

Öğretmen sevdiği, sevmediği hatta kızdığı öğrencilere yazılıda hak ettikleri kadar not verir.

Ama sözlüde sevdiği öğrencilere diğerlerine göre çok daha fazla sözlü notu verir.

Ama öğretmen kızdığı öğrencinin dolu kâğıdına sıfır,

Sevdiği öğrencinin boş kâğıdına da yüz vermez veremez vermemledir.

Aksi takdirde adaletsiz davranmış olur.

Evet, filozof kendisine avucundakinin canlımı, cansızmı olduğunu soran kişiye ne cevap vermişti?

Onun canlı yâda cansız olması sana bağlı,

Demek ki başarı, yâda başarısızlıkta size bağlı.

Başarılı bir eğitim öğretim temennisiyle…

Türkiye Bir Filozofunu Kaybetti

İnsan Hayatında önemli kilometre taşları vardır. Benimde kilometre taşlarımdan biri Durmuş Hocaoğlu ile tanışmam ile başlar. Dostum Tarık Çelenk 17 yıl önce İstanbul’da özel bir iftar yemeğine davet etmişti  kendisi ile tanışma bahtiyarlığına o iftar yemeğinde eriştim. Sonra Hereke’ye Rahmetli Yavuz ağabeyin de olduğu müstesna bir sohbet yaptık. Yine beni kırmayarak evimde misafir oldu. Sonraları ahbablığımız devam etti. Ekopolitik’in kuruluşunda büyük destek vermiş olup, fikirleri ve yazıları ile ciddi katkılar sağlamıştır.( http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=5074&pid=11) Ekopolotik toplantılarında da görüşmelerimiz devam etmiş olup zaman zaman İstanbul dönüşlerinde kendisini eve bırakırken özel sorularıma nezaketle cevap vermiştir.

Durmuş Hocaoğlu, her şeyden önce iyi bir vatansever, iyi bir düşünür, iyi bir fikir adamı, iyi bir yazar, iyi bir felsefeci, iyi bir entelektüel, iyi bir hoca, iyi bir vatandaş, iyi bir insan, iyi bir ……….

Fikirleri ve düşüncelerini ile yaşam biçimini bu kadar örtüştürebilen insan bence az bulunur.

Yazılarını yazdığı çok güzel bir web sitesi var. (http://www.durmushocaoglu.com/ ) Belki bu güne kadar onun yazılarını okuyamamış olan arkadaşlarımız varsa siteye girip yazılarını okumalarını tavsiye ederim. Cilalanmış ne kadar okur yazar takımı varsa piyasada onun yazdıkları ve görüşlerinin yanında çok çılız kalırlar. Ancak ona gerekli ihtimamı vermeyen her kim olursa olsun vebalini bir şekilde çekecektir. Gelecek kuşaklara aktaracağı bir çok makaleleri var. Kitapları var. Özel sohbetlerde bizim duyduklarımız var.Televizyon programları var. Şimdi gazetelerden öğreniyorum “Abant platformu” ismi ile anılan toplantıların fikir babası olduğunu söylüyorlar.( http://www.samanyoluhaber.com/(X(1)A(2dIggySqywEkAAAAOTI3NjlkOGUtYzg5OC00ZDNhLTgxNzMtOGU4MzM4MDY4YTg3LU5pCKZCh4WuVI_HrO0BJHGMPnM1))/s_465061_durmus-hocaoglu-son-yolculuguna-ugurlandi.html )

Kısaca Hocaoğlu’nun hayatı;

1948 yılında Bayburt’ta dünyaya gelen Durmuş Hocaoğlu 1974 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Elektrik Mühendisi olarak mezun oldu. 1982 yılında Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Fizik Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak giren Hocaoğlu, 1986 yılında aynı üniversitede “Tekil Lineer Sistemler İçin Geliştirilen Bir Transformasyonun Yorumu Üzerine” adlı tezi ile fizik alanında yüksek lisansını tamamlarken, aynı yıl İstanbul Üniversitesi’nde “Descartes’ın Fizik Anlayışı” adlı tezi ile felsefe alanında yüksek lisans yaptı. Hocaoğlu, 1994’de de “Türk-İslam Düşünce Tarihinde Modern Fizik’de Kozmos” isimli teziyle de doktorasını tamamladı.
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü öğretim üyesi olan Yrd. Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu, Fizik Felsefesi, Bilim Felsefesi, Tarih ve Siyaset Felsefesi alanlarında çalışıyordu.
“Devletçilik Bumerangı”, “Düşük Şiddetli Devrim ve Bir Entelijansiya Kritiği” ve “Laisizm’den Milli Sekülerizm’e” adlı 3 kitabı ile çok sayıda makalesi bulunan Hocaoğlu,. Alpaslan, Tuğrul, Kürşat isimlerinde üç çocuğu var.

Bir çok profesörden daha çok makalesi vardır.

Türkiye yeri doldurulması çok güç bir mütefekkirini kaybetti. Tarık’ın sözü ile bir filozofunu kaybetti. Bir filozof yüzyılda bir gelir.

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (Bakara 156)

Ahıska’dan Batum’a Devr-İ Âlem

Türkiye’den…. Gürcistan’a…..

Gebze’den karayolu ile Sarp sınır kapısına. Sarp sınırından Gürcistan’ın Acara Özerk bölgesinin başkenti Batum üzerinden Ahıska’ya, Ahıska’dan da Ahılkelek ve Gümrü yolu Ermenistan’ın başkenti Erivan’a geçtik.

Sizlere Ermenistan ve Ermenistan’da Türk İslam eserlerini anlatacağım.

Ancak bundan önce geçtiğimiz yıl gittiğimiz Gürcistan’ın özerk bölgesi Ahıska, Gürcistan ve buradaki Türk İslam eserlerini anlatacağım.

Devr- Âlem Belgesel TV programı için hazırladığımız Gürcistan Belgeselinin senaryo metnini sizlerle paylaşıyorum.

Güneşli bir son bahar… Yapraklar sararmış. Yayla obaları boşalmış… Köyler büyük şehirle göç etmiş. Biz Karadeniz’in karşı yakasındaki Ahıska’da, Batum’da Gürcistan’da ve Kırım’daki göç hikâyelerini araştırmak için yoldayız.

Gebze’ den başladığımız Anadolu yolculuğumuz da Şehzadeler şehri Amasya, Malazgirt Savaşı’ndan sonra çevresinde ki kalelerin bir bir alınmasıyla Türk’ ün cesaret ve gücünü temsil edercesine adı Türk’ ün tokatı ile özdeşleşen Tokat, bir gümüş şehri olan Gümüşhane, Dünya da 600 yıl hüküm süren, sınırları 20 milyon metre kareye kadar genişleyen Cihan İmparatoru Osmanlı Devleti’nin kurulmasında dönüm noktasını teşkil eden 10 Ağustos Cuma 1230 tarihli Yassıçemen zaferinin gerçekleştiği can ilimiz Erzincan, zengin yurt anlamına gelen ve tarihi Kop Savunması’nın gerçekleştiği Bayburt, Selçuklular tarafından Malazgirt Zaferi’nden önce fethedilen ve Kartal yuvasına benzer muhteşem kalesiyle Artvin vilayetimize uğrayarak tarihi ve manevi iklim duraklarında nefes alıp, medeniyetimizin muhteşem tarihine bir kez daha şahitlik ederek tarih ve geçmiş şuurunu hafızalarda yeniledik.

Yolculuğumuz sırasında buram buram tarih kokan Anadolu coğrafyasının rengârenk motiflerini otomobilimizin camından çekmeden geçemiyoruz. Yollarda hummalı çalışmalar, ekin tarlalarında çalışkan Anadolu kadınları, tüm zorluklara rağmen yaşama ümidini yitirmediği feri sönmemiş göz bebeklerinden anlaşılan masum ve mazlum Anadolu çocukları ve doğal ve bereketli coğrafyanın bağ ve bahçeleri arasında bazen mola vererek ve bazen de seyir halinde bizden bir parça olan et ile tırnağın ayrılamayacağı gibi bizim onlardan onlarından bizden kopmadığını dünyaya haykırmak için acının, hüznün ve dramın kol gezdiği Türk yurdu Ahıska’ ya doğru ilerliyoruz.

Ardahan’ a varmadan önce sınır ilimiz Artvin’ in Şavşat ilçesinde yeşilin tüm tonlarının mevcut olduğu doğal ormanlarından ve ahşap Karadeniz evlerinden geçerek birdenbire değişen iklimi ve doğal görüntüsü ile sisler içerisinde ki büyükbaş sürülerinin yayıldığı geniş düzlükleriyle Ardahan şehir merkezine varıyoruz. Ardahan, dağ eteklerin de ” ÖNCE VATAN ” – ” MEHMETÇİK ÖLMEZ ” sözleri objektifimize takılıyor ve Türkçe yazan şehir tabelaları ve okunan Ezan – ı Muhammedi Türkgözü sınır kapısından sonra görmek ve duymak neredeyse artık imkânsızlaşıyor. Bu düşüncelerin de vermiş olduğu duygu yoğunluğuyla Kura nehrinden geçerek Türkgözü sınır kapısına doğru ilerliyoruz. Dağ eteklerinde ki karlardan da anlaşıldığı üzere yöre halkının kışa hazırlık için hayvanlarının yiyecek ihtiyacını karşılamak amacıyla yapmış oldukları saman istiflerini de görüntüleyerek 2540 rakımda Ilgar dağı eteğinde ” BAYRAK İNMESİN, EZANLAR SUSMASIN” diye vatan uğruna şehit düşen Mehmetçiklerimiz için yapılan şehitler çeşmesinde buz gibi kaynak sudan içip, aziz Mehmetçiklerimize de vefa borcumuzu ödeyerek Fatiha okumayı da unutmuyoruz. Ama hedefte gönül telimizi titreten Ahıska olduğu için yolumuza devam ediyoruz ve sonunda Gürcistan’ a bizi bağlayan Türkgözü sınır kapısına varıyoruz.

TÜRKİYE İLE GÜRCİSTAN’I KAVUŞTURAN TÜRKGÖZÜ SINIR KAPISI

Yurdumuzun doğudaki serhat şehri Ardahan’ın Posof ilçesinde bulunan Türkgözü sınır kapı Türkiye ile Gürcistan’ı kavuşturma görevi ifa ediyor. Sınır Kapısı Sabah 8.00 ile akşam 18.00 saatleri arasında açık. Sınır kapısını daha çok Ermeniler, Gürcistan üzerinden Ermenistan’a geçiş yapmak için kullanıyorlar. Sınır kapısında bir grup Ermeni’yle karşılaşıyoruz. Türkçe bilen bir Ermeni’den Türkgözü Sınır Kapısı ile alakalı malumat alıyoruz. Söylediğine göre Erivan Türkgözü arası yaklaşık üç yüz km imiş. Ve yine söylediğine göre Türk vatandaşları da günübirlik Ermenistan’a girip çıkma imkânına sahiplermiş. Türkgözü Sınır kapısından 481 km mesafe kat ederek, içimizde sel olup taşan merak ile Gürcü diyarına giriş yapıyoruz. Yeni bir toprağı ve farklı doğan bir güneşi görüp tanıyacak olmanın verdiği bedii heyecan yanı başımızda. Bu hislerimizin refakatinde varıyoruz Gürcistan’a ve öykümüzün ilk ilmeğini atıyoruz.

Gürcüce Sakartvelo anlamına gelen Gürcistan, Karadeniz’in doğu kıyısında, Güney Kafkasya’da yer alan bir ülke. Tam adı Gürcistan Cumhuriyeti. Eski Sovyet cumhuriyetlerinden biri olan Gürcistan’ın kuzeyinde Rusya, güneyinde Azerbaycan, Ermenistan ve güneybatısında Türkiye yer alıyor. Ülkenin batı sınırını ise çırpınan asi Karadeniz suları çiziyor. Bugünkü Gürcistan, Taş Devrinden bu yana yerleşim yeri olarak kullanılır. Klasik dönemde ülkenin doğusunda kurulan İberia Krallığı ve batısında kurulan Kolheti Krallığı, Gürcülerin kültürel gelişiminin ve devlet kurma geleneğinin başlangıcını oluşturur. Yazılı kaynaklara göre Proton-Gürcüleri İ.Ö 12. yüzyılda tarih sahnesine çıkarlar. Arkeolojik buluntular ilk Gürcü siyasal yapılanmasının İ.Ö 7. yüzyıla kadar gerilere gittiğini gösterir. İ.Ö 4. yüzyılda ilk birleşik Gürcistan krallığı kurulur. Yüzyıllar boyunca İran, Moğol, Rusya ve Osmanlı Devleti’nin çekişmesine sahne olan Gürcistan, 1801’den itibaren Rusya tarafından ilhak edilir. 1918-1921 tarihleri arasında Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti adı altında bağımsız bir devlet kurulur. 1921’de ülkeye Kızıl Ordu girince Gürcistan, Sovyet cumhuriyetlerinden biri olur.1991 yılında Sovyetler çökmesiyle birlikte Gürcistan 1991 yılında yeniden bağımsızlığını kazanır.

 HÜZNÜN KOL GEZDİĞİ BİR SUSKUN KENT: AHISKA

Gürcistan’da ilk durağımız ülkenin güneybatı bölümünde yer alan Ahıska. Türkgözü sınır kapısından girdikten sonra içimizi tarif etmekte zorlandığımız, hüznün kol gezdiği Ata topraklarında bir ürperti kaplamaya başlamıştı. Sıcak havaya rağmen Rusların sömürgesiyle de talan ve harap olan bu topraklarda sanki bir ölüm sessizliği kol geziyordu. Aslında bu vahim tablo, dünya konjonktüründe ülkenin kültür mirası ve iktisadi alanda ne kadar geri kaldığının da göstergesi. Ortodoks Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olan Gürcistan’ın Ahıska bölgesinin girişinde de çarmıha gerilmiş şekilde duran Hz. İsa motifli haç işareti dikkatimizi çekiyor. Sessiz olan Ahıska da ne bir Türkçe isim ne de bir ezan sesine rastlamak imkânsız. Çünkü bu sessizliğin en büyük gösteresi hemen sınıra yakında bir mevkide yer alan Vale köyünde 1950′ li yıllarda kapatılmış, tahrip edilmiş ve perişan bir halde bakımsız olarak kendi kaderine terk edilen camii bizi ilk baştan derinden etkiliyor ve üzüyor.

Ahıska’ya ilk kez 12. yüzyıldaki tarih kayıtlarında rastlanır. 12-13. yüzyıllarda Samtshe’nin yöneticileri Şalva ve İvane’nin Ahıska olduğu belirtilir. 13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Samtshe Jakeli ailesi tarafından yönetilir. Kent, 1578’de Türk ordusu tarafından kazanılan Çıldır Meydan Savaşı sonucunda Osmanlıların eline geçer ve 1628’de Çıldır Eyaleti’nin (Ahıska Paşalığı) yönetim merkezi olur.1828’de 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Rus birlikleri komutanı General Paskeviç, kenti ele geçirir. 1829 tarihli Edirne Antlaşması’yla Ahıska, Rusya’ya bırakılır. Bu savaştan sonra bölgeden Müslüman ve Katolik nüfusun önemli bölümü Osmanlı topraklarına göç eder. Buradan gelen Katolik Gürcüler, 1861’de İstanbul’un Bomonti semtinde Katolik Gürcü Kilisesi’ni kurarlar. II. Dünya Savaşı’nda bölgenin Müslüman nüfusu tümüyle bölgeden göç ettirilir. Bu Ahıska Türklerinin göçünden sonra, Sovyet yönetimi bölgeye Ermeni nüfusu yerleştirir ve Ermeniler bölgenin hâkim nüfusu haline gelirler.

Ahıska, Çarlık yönetimi sırasında önce Kutaisi, sonra Tiflis valilikleri içinde yer alır. Kentin eski yerleşmesinde surlar, kale ve cami ile Azize Marine Kilisesi vardır. Kentin yakınlarında ise Sapara Manastırı bulunur. Kentin nüfusu yaklaşık 18.500’dür. Türkiye’de özellikle Artvin ve Ardahan illerinde önemli addedilebilecek Kıpçak (Ahıska) Türkü nüfusu bulunur. Ahıska ‘nın Türk tarihindeki en önemli yeri, 1500’lü yıllarda Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı toprağına alınmış Çıldır eyaletinin Başkenti yapılmış olması. 1820 yıllarında Rus Çarlığı Ahıska’yı işgal etti. Bundan sonra burada büyük sıkıntılar ve sorunlar yaşandı. 1944’de 100 bine yakın Ahıska Türk’ü vatanlarından sürüp soykırıma tabi tutulan Ahıska’da büyük beşeriyet bir dramı yaşandı ve Ahıskalılar ” vatan vatan diye” Ahıska’ya dönme mücadelesi vermeye başladılar

Yaya olarak girizgâh yaptığımız Ahıska, kuraklığın hiç işinin düşmediği verimli zümrüt yeşili bir ova. Ardahan’a inat doğunun Çukurova’sı gibi arz-ı endam ediyor adeta Ahıska. Seralar, meyve bahçeleri, üzüm bağları ve sulak alanlar göz ve gönül ziyafeti sunuyor .’Yeni Kale’ anlamına gelen Ahıska, bu adı bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti sırasında almış. Ahıska’nın en büyük önemli özelliklerinden biri bu coğrafyada tezahür eden Türk mevcudiyeti. Ahıska topraklarında kadim zamanlarda önemli ölçüde Türk nüfusu bulunuyormuş ancak bu nüfus, 1944 yılında totaliter Stalin tarafından iki saat içinde tren vagonlarına doldurularak, gidecekleri yere kadar aşağı dahi inmemek koşulu ile kapalı tren vagonlarında Orta Asya’ya sürülerek Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a yerleştirilmiş. Bu sürgün Stalin’in Karadeniz kıyılarını Türklerden temizleme operasyonunun bir parçası olduğu Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra açıklanan arşivlerde ortaya çıkarılmış. Bu hazin sürgününde binlerce Türk’ün yolda yaşamını yitirdiğini öğrendiğimizde içimiz burkuluyor. Yalnız hunharca gerçekleştirilen bu kıyıma rağmen bugün bu topraklarda birçok insan Türkçe konuşuyor.

Ancak burada binaların harabe halinde olması bölgenin terk edilmişliğini en büyük göstergesi Ahıska Türkleri, buradan sürüldükten sonra buraya Ermeniler ve Gürcüler yerleştiği için bölgenin nüfus dengesi değişmiş. Ermeni ve Gürcüler Ahıskalıların buraya dönmesini istemiyorlar. Ahıska’da yaşayan 40-50 hane gibi bir yerleşime sahip olan Ahıska Türkleri korkularından ne fotoğraf çektirtiyor ne de açıklama yapıyorlar. Bizim Ahıska’da belgesel çekimimizden de son derecede rahatsızlar. Ahıska’da bizi en çok etkileyenler Ahıskale , Ahıskale’deki Osmanlı Türk eserlerinin perişan halleri, Ahıska’ya dönen Sabiha Ninenin “vatan vatan” diye inlemesi ve Ahıska’da yaşayan Türklerin korku ve endişeleri oluyor.

Çekim yapmaya başlamamızın üzerinden bir saat bile geçmeden bizler hemen Gürcistan’ın Başkenti Tiflis’teki istihbarat merkezine ihbar ediliyoruz. Gürcistan istihbaratı ile adeta köşe kapmaca oynayarak belgesel çekimlerimizi tamamlayıp başkent Tiflis’e gitmeye karar veriyoruz.

AHISKA

1578 yılından 1828 Rus işgaline kadar Anadolu’dan bölgeye yerleştirilen ve Anadolu Türklüğü’nün ayrılmaz bir parçası olan Ahıska Türklerinin asıl vatanı bugünkü Gürcistan Cumhuriyeti’nin toprakları içinde kalan ve Türkiye ile komşu olan Ahıska, Ahılkelek, Aspinza, Adıgen ve Bogdanovka vilayetleridir. Buraya yerleşen Türklere Ahıska Türkleri denmesinin sebebi ise bu vilayetleri içine alan bölgenin coğrafi isminin Ahıska olmasından ileri gelmektedir.

Son 70 yılda 3 defa sürgüne uğrayan ve 1944 yılında kanlı diktatör Stalin’in hışmına uğrayan ve sürgüne tabi tutulan bir Türk grubu da Ahıska Türkleridir. Ahıska Türkleri bu kanlı sürgünde SSCB’nin birçok bölgelerine dağıtılmışlar ve binlerce şehit vermişlerdir.
Ahıska Türkleri bugün 13 Cumhuriyetin 264 değişik bölgelerinde yaşamaktadırlar. Rusya Federasyonunu 28 yerleşim biriminde 70 bin, Kazakistan’da 145 bin, Azerbaycan’da 106 bin, Kırgızistan’da 57 bin, Özbekistan’da 30 bin, Ukrayna’da 18 bin, Türkiye’de 200 bin, çeşitli ülkelerde 3000 olmak üzere 629 bin Ahıska Türkü yaşamaktadır.. Bunların sosyal, kültürel ve eğitimle ilgili pek çok problemleri mevcuttur.

Bulundukları ülkelerde oluşturdukları kültür merkezlerinde Ahıskalılar kimliklerini koruma mücadelesi vermektedirler. Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da Ahıska Türklerinin kurduğu çok sayıda Türk Kültür Merkezinde bu çaba gösterilmektedir. Özbekistan’da bulunan Ahıskalılara ait kültür merkezi, Özbekistan Medeniyet Vakfı bünyesinde 1992 yılı başında “Türk Medeniyet Merkezi” adı ile kurulmuştur. Merkezin başında Dr. Ömer Salman bulunmaktadır. Kazakistan Ahıska Kültür Merkezi 1991 yılında Dr. Tevfik Kurdayev Haşimoğlu tarafından Almatı’da kurulmuştur. Merkezde Türkçe, din bilgisi gibi dersler verilmektedir. Ayrıca merkez, Türkiye’den Kazakistan’a giden Türk vatandaşlarına da kapılarını açmaktadırlar. Kırgızistan’da bulunan Ahıska Türkleri tarafından 1991 yılında kurulan Türk Medeniyet Merkezi’nin başında eski milletvekili İzzet Maksudov bulunmaktadır. Bu üç merkezin stratejik açıdan önemleri çok büyüktür. Türk, Kazak, Kırgız, Özbek kardeşlikleri arasında nifak tohumları ekmek isteyenlere karşı bu merkez mühim görevler üstlenebilecek yapılanmalar haline getirilebilir.

Ahıska Türklerinin neden sürgüne tabi tutuldukları tam 47 yıl gizli tutuldu. Gerekçe olarak bu 47 yıl boyunca ileri sürülen ise yalnızca tahmin edilen, varsayılan gerekçelerdi…

1991 yılında sürgünle ilgili belgelerin önemli ölçüde yayınlanmasıyla konu açıklık kazandı. SSCB’nin Halk İçişleri Komiseri Gürcü asıllı Lavrentiy Beriya, savaş sebebiyle bütün yetkileri elinde toplayan Devlet Savunma Komitesi Başkanı Gürcü İ. V. Stalin’e gönderdiği teklif niteliğindeki mektubunda (24 Temmuz 1944) “Gürcistan SSC’nin Türkiye sınırlı bölgelerinde oturan Türk nüfusun önemli bir kısmı yıllardır Türkiye tarafındaki akrabalarıyla temas etmek suretiyle muhaceret eğilimi içerisinde olup, kaçakçılık yapmakta, Türk istihbarat organları için casus angaje etme kaynağı oluşturmakta ve eşkıyaya insan gücü temin etmektedir” diyerek, bu sebeple 16700 hanenin (86 bin kişilik nüfus, bazı kaynaklarda bu rakam 91 bin olarak ifade ediliyor, ayrıca 40 bin kişi de askerde) Ahıska bölgesinde Orta Asya’ya sürülmesini ve bunların yerine de Gürcistan’ın toprak sıkıntısı çekilen kazalarından 7000 Gürcü hanenin iskân edilmesini teklif ediyordu.

Bu teklifini bir hafta sonrasında Stalin tarafından imzalanan yukarıda zikredilen tarih sayılı Devlet Savunma Komitesi Kararıyla da “sürgün” başlıyordu. İşin ilginç tarafı Beriya’nın hazırladığı gerekçeli teklif ile Stalin’in imzaladığı gerekçeli kararın aynı ifadelerden oluşmasıydı. Şüphesiz ki bütün bunlardan daha ilginç olanı gerek teklifte, gerek kararda yer alan iddiaların gerçek dışılığı ve ciddiyetten uzaklığıdır.

Türk toplulukları içerisinde kendi yönetimi olmayan tek Türk topluluğu olan Ahıska Türkleri kendi okulları ve yayın organları yoktur. Yeni yeni kültür merkezleri, dernek veya cemiyet kurmaya başlamışlardır. Geniş bir alana sürüldükleri halde Türklüklerinden hiçbir şey kaybetmemişler, bugüne kadar Türk adını şan ve şerefle yaşatmışlardır.

Dede Korkut Kitabı’nda “Ak-Sıka” (Ak Kale), 481 yılına ait kayıtlarda “Akesga” adlarıyla anılan eski Oğuzlar beldesi Ahıska, Gürcüce “Yeni Kale” anlamına gelen Ahal-Thise’nin Türkçe ve Farsça şekli olarak da yorumlanmaktadır. İslam’ın ilk fetihleri esnasında Hz. Osman’ın hilafetine rastlayan dönemde Şam valisi Muaviye’nin kumandanlarından Habib b. Mesleme tarafından ele geçirilen Ahıska, 1267-68 yıllarında da Moğolların hâkimiyeti altına girmiş, daha sonraki yıllarda bölgenin yarı bağımsız valileri “Atabeğ”ler tarafından yönetilmiştir.

Ahıska, Atabeğleri Lala Mustafa Paşa’nın, Çıldır Savaşı (1578) sonunda Osmanlı idaresine girdiler. Son atabek Minüçihr Osmanlı’ya bağlılığını bildirerek Müslüman oldu ve Mustafa Paşa adını aldı. Bu tarihten sonra Ahıska yeni kurulan Çıldır eyaletinin merkezi haline getirildi ve tahriri yapıldı. Ancak, Çıldır’ın savaşlarda harap olması üzerine Ahıska eyalet oldu, bir ara Safevilerin de eline geçen şehir, 1635 yılında tekrar Osmanlı hâkimiyetine girdi. 1828 yılında Rusların idaresine girinceye dek tam 250 yıl Osmanlının serhat şehri olarak kalan Ahıska Türkiye sınırlarından kopunca bu bölgede yaşayan Serhat Türklerinin kötü talihi de işlemeye başladı.

1853-1856 Osmanlı-Rus savaşı esnasında bir kısım Ahıskalı Osmanlı ordusuna yardımcı oldukları gerekçesiyle üzerlerinde yoğunlaşan baskılardan kaçarak Erzurum’a sığındılar. Yine bu savaş sonrasında Kars’ın Osmanlı sınırlarından koparılmasıyla Ahıska Türkiye sınırından bir hayli uzakta kaldı. Bu dönemde Kuzey Doğu Anadolu’dan Ahıska bölgesine doğru bir Ermeni göçü yaşandı.

Şark Meselesinin Temeli

Şark Mes’elesi / Doğu Sorunu’ndan bahseden bir kısım kalemler; ısrarla-sorunun sırf Türkiye ve Türk Hükümetleri’nden kaynaklandığını yazmaktadırlar. Sorunun, tarih temelinde Batılı emperyalist devletlerin kışkırtıcı, tahrik edici hususların bulunduğunu; kısaca, yangına körükle gittiklerini, hiç hesaba katmıyor ve bu gerçeği  -maalesef- görmezden geliyorlar!
Oysa, sorun; Çarlık Rusyası, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya gibi, zamanın kudretli devletlerinin başları altından çıkmıştır. Osmanlı Devletini zaafa uğratmak için, devlete sadık Ermeni vatandaşlarımızı ve Kürt kardeşlerimizi, aleyhimize geçirmeyi akıl etmişlerdir.

Cepheden netice alamayacaklarını düşünen Batı Devletleri; savaş ateşini maşayla tutmayı yeğlemişler ve bizi ancak içten yıkabilecekleri fikriyle, Ermenilere ve Kürtlere yaklaşmışlar. Her türlü ayartıcı adımlar atmakta ve attırmakta, asla tereddüt etmemişlerdir. Çünkü,

anlamışlardır ki, iki pehlivan kavga ederken; bir çocuk bile ikisini birden dövebilir.
Demek ki, 19. yüzyılın başlarından itibaren Batılı Devletler  -her zaman geçerli olan-  “Parçala, böl ve yönet.” düstur ve prensibini ser-taç edinmişlerdir. Nitekim, ektiklerini biçmişler; XIX. yy. başlarından itibaren, birçok isyan çıkartmayı başarmışlardır. Tabii, bütün bu isyanların; büyülü kelimelerin cazip, çekici ve tahrik edici atmosferinde gerçekleşmesini sağlamışlar; zehiri altun kupa içinde sunmasını bilmişlerdir.

Onları “Kurtuluş Savaşı”, “İstiklal Mücadelesi” yaptıklarına inandırarak; kardeşin kardeşe kurşun sıkmasını mümkün kılmışlardır. Oysa, zahiren böyle görüntü veren başkaldırıların temelinde; aşiret çekişmelerini, aile fertleri arasındaki çekememezlikleri; mahirane bir şekilde kullanmasını bilen Batılıların olduğu, tarih hakikatleri cümlesindendir.

Öyle bir gaflet ve dalalet içine düşürülmüşlerdir ki, içinde yaşadıkları devletin; hayat memat mücadelesi verdikleri zamanlarda bile, harekete geçmekten; daha doğrusu harekete geçirilmekten geri kalmamışlardır. Nitekim, bu çeşit başkaldırıların somut örneklerini, Türk İstiklal Savaşı’nda acı bir şekilde yaşadık ve gördük. Milli Mücadele sırasında, aynı zamanda iç isyanlarla uğraşmak zorunda kalmadık mı?

Kaldı ki, çeyrek asırdır mücadele ettiğimiz, binlerce şehit verdiğimiz; teröristlerle yapılan çatışma ve çarpışmalardan anlaşıldı ki, Türkiye’deki terörün arkasında uluslar arası güçler var. Dost kılıklı düşmanlar var. Bunlar “Tavşana kaç, Tazıya tut!” tarzı, iki yüzlü politikalarla, aynı millet bireylerini çarpıştırmaya muvaffak olmuşlardır. Çünkü, bütün bunların oluşmasını; çok eski tarihlerden günümüze gelen ve halen devam eden, şu gerçekte görüyoruz:

“Tarihi gelişim doğrultusunda Türk Devletleri’nin Batılı Devletlerle münasebetleri, zaman içinde Batı dünyasında, Batılı insanın kafasında oldukça menfi bir  ‘Türk imajı’nın doğmasına, şekillenmesine ve bilahere bir Türk düşmanlığına dönüşmesine sebep olmuştur. Albert Sorel’in eserinin önsözünde ‘Türkler Avrupa’da görünür görünmez ortaya bir Şark Mes’elesi çıktı…’ şeklinde bir açıklama ile konuya girmesi, XIX. yüzyıl başlarından itibaren dünya siyasi literatürüne girecek olan ‘Şark Mes’elesi’ kavramının altında yatan zihniyeti açıkça ortaya koymaktadır. Bu politikayı ortaya koyan Avrupalı düşüncesinin temelinde ise ne yazık ki, kıskançlık, haçlı ruhu, ezilmişlik vb. gibi hususlar yatmaktadır.
“Bu gerçeği Yusuf Ziya: ‘Papazların ve küçük küçük zorbaların idaresine kendisini rahatça teslim etmiş, şarabını içip uyuklayan Avrupa’nın kapısından içeri giren bu dipdiri, erkek güzeli insanlar; yepyeni bir nizamı içinde akıp gelen başarılı muazzam kuvvetler, o zamanki Avrupalı’nın örümcekli ve bulanık kafasında bir şok tesiri yaparak onda şifa bulmaz bir dehşet hastalığı (!)  doğurmuştur. Türklerin, uyuklayan Avrupa’nın afyonunu patlatması hadisesi öylesine derin bir tesir yapmıştır ki, aradan yedi asır gelip geçmiş olmasına ve birgün eski dipdiri delikanlının, hasta adam (!)  şekline sokulmasına rağmen, Avrupalı’nın
yirminci batın torunları dahi bu Türk hastalığından, Türk şokundan tamamen şifa bulamamıştır.’ şeklinde vurgulamaktadır.” ( Kürt Dosyası, Prof. Dr. Abdulhaluk  M. Çay, 8. Baskı, İstanbul, Temmuz 2010 s. 18 )

Teröristlerin; Batılı Devletler’in nasıl oyuncağı olduklarını, bir de fıkrayla müşahhas ve somut bir şekilde ortaya koyalım:

“Allah kimseyi gözden etmesin, günün birinde, birkaç ama (kör), cami kapısına dizilmiş de, gelip geçenlerin eline, ağzına bakıyormuş. Molla Nasrettin de oradan geçmiş ama, geçerken boş mu bulunmuş, ne olmuşsa, avucundaki bozukluğu şıkırdatarak: ‘Alın, hayrıma, paylaşın!’ demiş ama, vermemiş. Gel gelelim bu kör olasıcanın şıkırtısı, körleri birbirine düşürmüş:

‘Yok sana verdiydi…’ ‘Yok bana verdiydi…’diye, alt alta, üst üste gelmişler, nerdeyse, birbirinin gözünü de oyacaklarmış. Kimin umurunda, el oğluna seyir lazım! Bizim Molla da karşılarına geçip, gülmeye başlamış:

‘Doğrusu, kör döğüşü diye buna derler, hepsi de karanlığa kurşun atıyor, ortada fol yok, yumurta yok!’ demiş.” ( Nasrettin Hoca Fıkraları, Eflatun Cem Güney, 1995, s. 67 )
Hakikaten, Batılıların, kabul olunmayacak dualarına ‘Amin!’ diyerek çanak tutanlar; Batı’nın oradan üflemesiyle, burada hemen oynuyorlar! Dil, Din ve Tarih konusunda sathi ve yüzeysel olanlar; Batının ve içerdeki tasvipkarlarının yalan yanlış vaatlerine kanıyorlar. Körler gibi kör bir dövüşe dalıp; hem bindikleri dalı kesmiş oluyor, hem de içinde bulundukları milleti kaosa sürüklemeye çalışıyorlar.

 

Bu Yahudiler var ya!

Benim Türkiye‘ye ve dünyaya kafayı yormaya başladığım yıllarda bir takıntımız vardı.

Ne zaman ülkem bir musibetle karşılaşsa, sebebi belliydi.

Siyonistler!

Bu sadece benim kuşağımın, benim dünya görüşümün yarattığı bir ‘fail’ değildi.

Benden öncekilerde de aynıydı, bugün geniş bir kesimde de bu fail değişmedi.

Bu kadar gücü nereden buluyorlardı bu Yahudiler?

Kaç kişiydiler?

Ne ile uğraşıyorlar da ülkemin, dünyanın düzenine nizam verebiliyorlar?

Günlerce, aylarca hatta yıllarca araştırabilirsiniz.

Bu sorunun bir tek cevabı var.

– Eğitim.

Ama illa kaliteli eğitim.

Tabii ki ardından bilim.

Dünya nüfusu nerede ise yedi milyara yaklaşırken, dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi var,

Bunun 11 milyonu Amerika ve İsrail’de, diğerleri başta Rusya olmak üzere Avrupa ve diğer ülkelerde.  

Dünya üzerinde 1.5 milyar Müslüman yaşadığını düşünürseniz. Neredeyse her 100 Müslüman’a karşılık, sadece 1 tane Yahudi var.

Ama dünyaya bilim yoluyla yön verenlere baktığınızda, Yahudiler, hem Müslümanlardan, hem de dünya üzerindeki nüfusları 2.2 milyarı bulan Hıristiyanlardan açık ara öndeler.  

Tüm zamanların en etkin bilim adamı ve Time dergisi tarafından ‘Yüzyıl’ın Adamı’ seçilen Albert Einstein bir Yahudi’ydi.

Psikanalizin babası Sigmund Freud bir Yahudi’ydi.

Karl Marx, Paul Samuelson ve Milton Friedman da öyle.

Bir de buluşları ile insanlığın yaşamını değiştirenler var aralarında.

Benjamin Rubin aşı iğnesini buldu.

Jonas Salk ilk çocuk felci aşısını geliştirdi.

Baruch Blumberg Hepatit B aşısını geliştirdi.

Bulaşıcı hastalıklarla ilgili çalışmalarıyla Nobel ödülü kazanan Elie Metchnikoff da, kas-sinir sistemi arası iletişim alanındaki çalışması ile Nobel ödülü alan Bernard Katz da, insan gözü hakkındaki çalışması ile Nobel ödülü kazanan Gerald Wald da bir Yahudiydi..

Böbrek diyaliz makinesini geliştiren Willem Kolff da bir Yahudi.

Tüm dünya bu buluşlardan faydalanıyor, sağlığına kavuşuyor.

Saymaya kalksak, yerimiz yetmeyecek bu isimleri.

Son yüzyılda 14 milyon Yahudi, bilim dalında 100 ün üzerinde Nobel ödülü kazanırken, 1.5 milyar Müslüman arasında Nobel alan bilim adamı sayısı sadece 3.

Sadece bilim alanında değil tabii ki.

Ekonomide farklı mı sanıyorsunuz?

Ralph Lauren (Polo), Levi Strauss (Levi’s Jeans ), Howard Schultz (Starbuck’s), Sergei Brin (Google), Michael Dell (Dell Bilgisayar), Larry Ellison (Oracle), Donna Karan ( DKNY), Bill Rosenberg (Dunkin Dougnuts ) da Yahudi inancına sahip birer  iş adamı .

Peki, Harrison Ford, George Burns, Tony Curtis, Charles Bronson, Sandra Bullock, Billy Crystal, Woody Allen, Paul Newman, Peter Sellers,Dustin Hoffman, Michael Douglas, Goldie Hawn, Cary Grant, William Shatner, Jerry Lewis ve Peter Falk’ın da Yahudi olduklarını biliyor muydunuz ?

Yönetmenler ve yapımcılar arasındaki Yahudiler: Steven Spielberg, Mel Brooks, Oliver Stone, Aaaron Spelling, Neil Simon, Andrew Vaina  Michael Mann, Milos Forman, Ivan Reitman, Kohen Kardeşler, William Wyler.

Bir de William James Sidis var ki ;  250-300 lük  I.Q derecesiyle dünyanın gördüğü en parlak insandır.

Bu kadar etkin bir nüfusa sahip olmanın tek bir nedeni var.

Sorgulayıcı, araştırıcı, yaratıcı eğitim sistemi.

İslam Konferansı Teşkilatı’ na mensup 57 üye ülkedeki üniversite sayısı 500 iken, sadece Amerika’da 5758 üniversite var.

Okuma yazma oranlarındaki fark ise utanılacak bir çerçevede.

Araştırma geliştirmeye İslam dünyasındaki ülkelerin ayırdıkları pay, gayri safi milli hasılanın % 0.2 si iken, bu dünyada % 5 e çıkıyor.

Bizler okuma konusunda, ısrarla okumamaya devam ederken, dünyada kişi başına düşen gazete ve kitap sayısı, bize oranla kıyas dahi kabul etmez bir noktada.

Sahip oldukları bu bilgi sayesinde ülkelerindeki ileri teknoloji ürünleri ihtiyaçları da o oranda artıyor doğal olarak.

Örneğin Pakistan‘ın ileri teknoloji ihracatının toplam ihracatın içindeki oranı % 1, Suudi Arabistan*ın % 0.3, Kuveyt, Fas ve Cezayir‘in aynı şekilde % 0.3 iken, bu oran, Singapur‘da % 58.

Geleceğin, bilgi temelli toplumlara ait olduğu gerçeği karşısında aczimizin her geçen gün daha da artacağını görmek için kâhin olmaya gerek yok sanırım.

İKÖ’ne mensup  57 ülkenin gayrı safi milli hasılalarının toplamı 2 trilyon doların altında iken,  ABD’nin tek başına 12 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretmesini,  Çin’in  8 trilyon dolar, Japonya’nın 3.8 trilyon dolar ve Almanya’nın  2.4 trilyon dolarlık üretim yapmasını eğitime ve bilime verdikleri önemin dışında başka ne ile izah edebiliriz?

Bütün bunlardan sonra Türk ve Müslüman nüfusun bir taraftan artmasını teşvik ederken, diğer tarafta nüfusun iyi eğitilmesi yönünde çabalardan yoksun kalmak, bizi daha ileri değil, çok daha geriye götürür.

Ve biz hala kahve köşelerinde de, siyaset erbabının kendi aralarında da ” Bu Yahudiler var ya! “ diye diye, 21. asrı da ıskalarız.