Bir yaprak kıpırdamaz oldu,
Bir dal oynamaz.
Sessizlik derinden çöktü,
Toprak altında kökler sarmaz.
Güneş kıpırdamaz oldu,
Gökteki gülümseme dondu;
Aydınlıklar dolmaz.
Böyle bir mevsim,
Olmaz gülüm
Olmaz.
Bir yaprak kıpırdamaz oldu,
Bir dal oynamaz.
Sessizlik derinden çöktü,
Toprak altında kökler sarmaz.
Güneş kıpırdamaz oldu,
Gökteki gülümseme dondu;
Aydınlıklar dolmaz.
Böyle bir mevsim,
Olmaz gülüm
Olmaz.
Milliyet Gazetesinde Hasan Cemal, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Londra’ya giderken, gazetecilerin sorularına verdiği cevapları yayınladı. Çeşitli konular arasında dikkati daha az çektiğini sandığım bazı cümleleri büyütece almak istiyorum.
Birinci cümle: “Ben bu HSYK’ya bir avukat, bir baro başkanı atadım. Atamalarda bazen çok zorlandığımız oluyor. Hangi avukatla alakalı internette bir şey yoktur. Google‘a girersen her avukat hakkında bir şeyler çıkar. Tam işin ehli bir ismi atamak istiyoruz ama bakıyoruz Google’da zamanın birinde hakkında bir haber çıkmış. Araştırıyoruz haber iftira. Ama orada duruyor. Bu kullanılabilir diye atamayı yapamıyoruz.”
Zaman zaman dile getiriyoruz. Türkiye’de “Kaht-ı rical” (devlet adamı eksikliği) vardır. Devlet adamı eksikliği sadece yasama ve yürütme alanında yani siyasi makamlar için ve bürokraside değil, yargı alanında da söz konusudur. Nitekim Cumhurbaşkanı Gül, size aktarmak istediğim ikinci cümlesinde, bu hususu ile getiriyor:
“Türkiye’de yargı çevresi dışa çok kapalı. Valilerimiz, askerlerimiz, akademisyenlerimiz hep yurtdışına gidiyorlar. Bazıları doktora yapıyor oralarda. Dil biliyorlar. Ama yargı mensupları dışarıya çok kapalı. Ben yargının da dışarı açılması gerektiğini söylüyorum. Üst yargı başkanlarıyla konuşurken de söyledim. Bütçelerinizi buna göre şekillendirin, yargı mensupları yurtdışı görsün orada akademik çalışma yapsınlar dedim.”
Şimdi bu iki cümlede, bir yandan yargıda üst kademede görev yapacak vasıf ve donanımda eleman sıkıntısı çekildiği vurgulanırken, diğer taraftan bu vasıftaki insanları bazen, internette iftira olduğunu bildiğiniz bir habere istinaden, layık olduğu makama atayamadığınızı anlatacaksınız.
Bu durumu hiçbir kişinin özel durumuna bağlamadan, tamamen Cumhurbaşkanının çizdiği teorik çerçevede kalarak değerlendirmeye çalışalım.
Cumhurbaşkanının diğer önemli sözü de başörtüsü yasağının kalkması konusunda. “Bu konunun çözülmesi gerektiği konusunda kamuoyunda bir mutabakat oluştu sanıyorum. Fiili yanlış da fiili olarak çözülmüş durumda. Özel televizyon yayınında da böyle olmuştu. Fiili uygulama, hukuki düzenlemeden önce gelmişti. Bu konuda ilgili hukuki düzenlemenin, ileride bir problem çıkmaması için sakin bir şekilde yapılması doğru olur.”
1-5 Kasım 2010 tarihlerinde 18. Milli Eğitim Şurası, sekiz yüzü aşkın bürokrat, yönetici, temsilci ve eğitimcinin katılımı ile Kızılcahamam’ın termal sularında toplanacak. Şuranın toplanmasından hemen önce, şuranın katılımcı profilini ve toplanma mekânını muhatap alan eleştiriler yapılmaya başlandı. Bu eleştirileri yapanların başında ise Talim Terbiye Kurulu’nun sabık üyeleri ve yetkilileri gelmektedir. Bunlar aynı zamanda kendilerinin niye davet edilmediğini de sorun olarak dile getirmektedir.
Şuranın gündemi ise ”Eğitimde 2023 Vizyonu” olarak adlandırılmış. Öğretmenlerin mesleki gelişimi, yetiştirilmesi ve istihdamı, eğitim ortamları, kurum kültürü ve okul liderliği, ilköğretim ve ortaöğretimin güçlendirilmesi, ortaöğretime erişimin sağlanması, spor, sanat, beceri ve değerler eğitimi ile psikolojik danışma, rehberlik ve yönlendirme konuları bu şurada ele alınmış olacak.
Öte taraftan bilindiği gibi, Milli Eğitim Şuralarının kararlarının eğitim ortamlarına yansıması her zaman sorun olmuştur. Kararların hukuken bir bağlayıcılığı yoktur. Her dönemde birçok karar alınır. Ancak bu kararlar eğitim ortamlarında eğitim bürokrasisine takılır kalır. Konu sadece bir tartışma olarak gündemde yerini almış olur.
Milli Eğitim Bakanlığı ve Talim Terbiye Kurulu’nun bürokratlarının önerileriyle seçilen şura üyeleri, yukarıda belirtilen başlıklar kapsamında eğitim sistemini 2023 e ulaştıracak öneriler geliştireceklermiş. Onlar bu kurguya göre müzakerelerde bulunurken, acaba bir köy öğretmeni, öğrencilerini çocukları gibi seven ve yetiştirmeye çalışan bir öğretmen, evladını iyi eğitim alsın diye özel dershanelere ve öğretmenlere yüklü masraflarla gönderen bir veli ne düşünür? Bir taraftan bu fedakârlıkları yapan veliler ve öğretmenler var. Öte taraftan, müdürlük, müdür yardımcılığı, müfettişlik ve bakanlık teşkilatı bürokratlığı makamları için politikacıların, sendikaların ve üst düzey bakanlık bürokratlarının kapılarını aşındıran öğretmenler var. Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu burasıdır. Türk eğitim sistemini 18. Şura’da tartışacak olanlar, gerçekten eğitime gönül veren öğretmenler ve bilim adamları mıdır? Yoksa bürokratik konumu gereği bu tartışmaya katılan eğitim bürokrasisinin uzantıları mıdır?
Bu soruya cevap vermek için Şura katılımcılarının profiline bakmak gerekir. Elimde bu konuda bir bilgi yoktur. Bundan dolayı katılımcıların kendilerini eğitime adayan kimseler olup olmadıklarını tartışmayacağım.
Öte taraftan eğitim ortamlarında bulunan ve fiilen ders vermeyen bürokratların ders ücreti aldıklarını biliyorum. Hiç derse girmeyen bir okul müdürü, bir müdür yardımcısı, bir şef ve bir memura niçin ders ücreti ödenir? Eğitim bürokratik bir ortam mıdır? Türkiye’deki mevcut uygulamaya bakılırsa bürokratik bir ortama dönüşmüştür. Çünkü öğretmenlerin büyük kısmı müdür ve müdür yardımcısı olmak için durmadan çaba
sarf etmektedir. Bu durum, eğitim vermenin önemsenmediğine, temel bir değer olarak benimsenmediğine ve bürokratik makamların yani sevk, idare ve kırtasiye işlerinin daha çok tercih edildiğine işaret etmektedir.
Eğitim ortamlarında olup biteni görmek için, fazla araştırma yapmaya gerek yoktur. Bir okula gidiniz, idari ofislerle derslikleri ve eğitim ortamlarını karşılaştırınız. Duvarları dökülmüş dersliklerin yanı sıra, birinci sınıf mobilyalarla döşenmiş müdür, müdür yardımcısı, şef ve memur odaları göreceksiniz. Öğrencilerle muhatap olmayı makamıyla bağdaştırmayan müdürler bulacaksınız. Teneffüse çıkan öğrencilerin gürültülerinden rahatsızlık duyan ve buna önlem alamayan nöbetçi öğretmenlere kızan, okul idarecileriyle muhatap olacaksınız.
18. Milli Eğitim Şurası toplanırken, ders veren öğretmenlerin, ikinci sınıf memur olarak görüldüğü, bir eğitim sistemiyle karşı karşıyayız. Öğretmenlikten kurtulmayı ve müdür olmayı besleyen bir eğitim bürokrasisi var. Eğitim bürokrasisi Cenap Şehabetin’in Mehtap Müdürlüğü gibi, kendini şişirmeye ve gücüne güç katmaya devam ediyor. Makamını yetiştirdiği öğrencilerin gönlünde inşa etmeyi hedefleyemeyen bir eğitimciler kitlesiyle karşı karşıyayız. Bakanlığın mevcut bürokrasisi ise öğretmenlerin gücünü arttırmayı değil, bürokratik payelerin gücünü artırmayı düşünmektedir. Eğitim yönetimi ve liderlik kapsamında ele alınacak olan konularla bürokratik şişkinlik daha da arttırılacak gibi görünmektedir.
Orta Asya dillerinden Çağatayca’da “hare gibi, damarlı” anlamına gelen ‘Ebre’ kelimesi Ebru sanatının bilinen ilk adıdır. İpek Yolu ile İran’a gelen sanat, burada ‘Ebri’ (Bulutumsu, bulut gibi) olarak isimlendirilmiştir. Daha sonra Türklerle birlikte Anadolu’ya gelen bu sanatın adı ‘Ebru’ olarak dilimize yerleşmiştir.
Ebru sanatının nerede ve ne zaman başladığı kesin olarak bilinmemektedir. Tarihi tesbit edilmiş en eski ebru 1447 yılına ait olup, Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır. Ebru tarihinde bugüne kadar tesbit edilebilen ilk ebrucu “şebek” Mehmed Efendi’dir. Ebru yapımı ve terkiblerini anlatan en eski belge
Menekşe Ebrusu Önder Cankurtaran niteliğindeki “Tertib-i Risale-i Ebri” adlı eserde adı geçer. Ebru tarihinde bilinen en önemli üstadlardan biri de Hatib Mehmed Efendi’dir (vefat t. 1773). Günümüzde “Hatip” adı ile anılan ebru türünü bulmuştur.
1846 yılında vefat ettiğini bildiğimiz Şeyh Sadık Efendi’nin, ‘Ebru’yu Buhara’da öğrendiği ve iki oğlu Hezarfen Edhem ve Nazif Efendilere de öğrettiği bilinmektedir. Son Osmanlı ebru üstadlarının en önemlilerinden Necmettin Okyay (1883-1976) üstadı Edhem Efendi gibi birçok hünerlerin (okçuluk, mürekkepçilik, aharcılık, hattatlık, mücellitlik, gül yetiştiriciliği…) ustasıydı. ‘Çiçekli Ebru’ları ilk uygulayan kişidir. Ebru Sanatını oğulları Sami (1910-1933) ve Sacit (1915-1998) ile yeğeni Mustafa Düzgünman’a (1920-1990) öğretmiştir.
Günümüzde bu sanatı devam ettiren ustalar arasında Niyazi Sayın, Fuat Başar, Alparslan Babaoğlu, Timuçin Tanaslan, Ugur Derman, Sadrettin Özçimi gibi birçok isim mevcuttur.
Ebru sanatı, Osmanlı döneminde devlet belgeleri ve resmi yazışmalarda zemin olarak kullanılmıştır. Ayrıca, cilt sanatının yanı sıra, hat sanatında zemin ve pervaz olarak kullanılmıştır. Günümüzde Hat sanatının, sanat atölyelerinde çoğalmasıyla birlikte, fonda kullanılan bu desenli kağıdın da değeri artmış, çerçevelenecek kadar önemsenmiştir.
Ebru sanatında battal, gel-git, taraklı, hatip, şal ebrusu, somaki(mermer) ebrusu, hafif ebru, akkase ebru, kumlu-kılçıklı ebru, yazılı ebru, çiçekli ebru gibi çeşitler vardır.
Not: Kaynak Ebru Hocası Dilek Özsöz
GİRİŞ
Gözün hâkimiyetinin yaşandığı, görmenin saltanat sürdüğü imaj çağında yaşadığımız birçok vesileyle dile getirilir. İmaj, yeniden üretilmiş görünüm olduğuna göre nesnesinden, zamanından ve mekânından uzaklaştırılmış farklı, yeni ve yeniden görme biçimlerini yansıtır. Böylece nesneye dönük olduğundan göze hitap eder ve seyredilmek için bulunur, bulundurulur. Bu yüzden olaylar seyirlik, seyredenler ise seyir toplumu olarak vasıflandırılır.
Görmek vakıf olmak, sahip olmak, hiç değilse sahip olma arzusu taşımayı ima ettiğine göre hâkimiyeti hatta üstün duruma gelmeyi de çağrıştırır. Aslında bu arzu, tanrı ya da tanrıça tasvirlerinden altın buzağının yapımına, meraklı bakışlardan sinema ve televizyonun icadına kadar birçok örneği aklımıza getirmektedir. Bilhassa modern zamanlarda kadının resimlerde görünür kılınması, belki daha doğru bir ifadeyle bakan ve gören erkekleri özne haline getirirken veya bu anlayışı yeniden üretip gündemi oluştururken; kadının, öznenin karşısında inşa edilen, önce resimde sonra bedeniyle nihayet zihniyle şekle sokulan ve seyredilmek üzere var edilen ve buna inanan nesne konumuna getirilmesine ciddi oranda destek olmuştur.
Ancak zamanla Tanrı’ya ait olduğuna inanılan her şeyi görme hakkı -sadece bazı- insanlar tarafından kullanılmaya başlanınca, hayat diğerleri -görülenler- için çekilmez hale gelmeye başlamış ve bu durum, biri tarafından en azından “1984” romanıyla en hafif deyimiyle şikayet konusu edilmiştir.
Söz ise kulağa seslenir, daha da önemlisi muhatap kabul eder dolayısıyla cevabı gerektirir. Söz, cevap beklemeyi ve cevap vermeyi amaçladığından dolayı hiç değilse bu açıdan özneler arasında cereyan eder. Bu sayede kadın ve erkek özne ve nesne konumundan çıkarak özne- özne konumuna yükselir. Aslında erkeğin durumu değişmezken kadının nesne olma durumundan özne olma konumuna yükselmesi, yani her ikisinin insan olma noktasında buluşması söz konusudur.
Tebliğimizin başlığını oluşturan üç kadın, göze değil kulağa seslenmesi, göze görünür hale getirilirken bile seyirlik hale getirilmemesi/ getirilememesi açısından tercih edilmiş ve bu açıdan ele alınmaya çalışılmıştır. Bu kadınlar: İnsanlığın anası olması bakımından Hz. Havva, insana insaniliği öğretenlerden Hz. Asiye ve teslim olma ve olmama ölçüsünün ince ayarını tutturanlardan Hz. Meryem olarak sıralanmıştır.
Tebliğde, bu üç kadının tercih edilme sebepleri, insanın başlangıcından ve tarihin içinden insana gönderdikleri haberler, günümüz şartları çerçevesinde ve kadın anlayışı bakımından yorumlanmaya gayret edilecektir. Metinde bahsi geçen kutlu kadınların isimlerinin önünde hazret sıfatının bulunmayışı, bu sıfatı hak etmedikleri inancıdan değil; yazarın okuma gayretine rağmen yazma gayretsizliğine ve teknolojiyle arasında kapatamadığı mesafeye verilmesi rica olunur.
Üç Kadın: Hz. Havva, Hz. Asiye, Hz. Meryem
İnsanlığın Dünyayı mekân tutması çok farklı yaklaşımların, düşünce, inanç ve ideolojilerin konusu; çeşitli tartışma ve çatışmaların odağı olmuştur. Aynı şekilde insanı oluşturan kadın ve erkeğin varlığı da hem mezkûr konuyla ilgili olarak hem de kendi başına bu tartışmadan nasibini almış veya yenilerinin başlangıcı olmuştur. Tarih dik duran, kıyama kalkan, bir türlü belini doğrultamayan ve kime olduğunu düşünme takatini bile bulamadan secdeyle ömrünü tüketenlerle doludur. Tıpkı günümüzde olduğu gibi: Hâkimiyet kuranlar, buna razı olanlar, rıza göstermeye zorlanan veya kandırılan ve yönlendirilenler. Kitle toplumuyla ilgili tartışmalarda bolca örneğini gördüğümüz söz konusu durum, belki de bugün daha yaygın, daha zorlayıcı ve daha sofistike olması bakımından yeni görünmektedir. Bu- bakımdan günümüze kadar sesini duyuran kadınların bu maharetlerinin sebebi anlatılan kıssalar doğrultusunda incelenmeyi fazlasıyla hak etmektedir.
Tekvin, insanın yaratılışını kısaca şöyle ifade eder: Balıklara, kuşlara, hayvanlara ve yeryüzünün tümüne egemen olması için Tanrı, insanı kendi suretinde ve kendine benzer yaratmıştır (Tekvin, 1: 26). Âdem topraktan yaratılmış ve burnundan hayat soluğu üflenmiştir. Ortasında hayat ve iyi ile kötüyü bilme ağacının bulunduğu Aden’e yerleştirilmiştir. Âdem’e bu bahçeye bakma ve işleme görevi verilmiştir. Bahçede bulunan meyvelerden istediğini yiyebileceği izninin yanında; yediği zaman öleceği gerekçesiyle zikredilen ağaçlardan yememesi hususunda yasağın da muhatabı olmuştur (Tekvin, 2: 7-9, 15-17). Zamanla Tanrı, yalnızlık çeken Âdem’in, yalnız kalmasının iyi olmayacağından hareketle ona uygun bir yardımcı yaratmaya karar vermiştir. Sonra bütün hayvanlar ismi konmak üzere Âdem’e getirilmiş, isimleri konmuş, ancak kendisine uygun bir yardımcı bulunamamıştır. Bunun üzerine Âdem’e derin bir uyku verilerek kaburga kemiklerinden biri alınmış ve yeri etle kaplanmıştır. Bu kemikten, kadın yaratılarak getirilmiş ve Adam kendisinden alındığı için Âdem ona kadın ismini vermiştir (Tekvin, 2: 18-23).
Tanrının yarattığı hayvanların en kurnazı olan yılan kadına bahçedeki meyvelerin tümünün yenmesinin yasak olup olmadığını sorar. Bunun üzerine kadın yedikleri vakit ölecekleri gerekçesiyle, yasağın sadece bahçenin ortasındaki ağacın meyvesi ile sınırlı olduğunu söyler. Yılanın kesinlikle ölmeyeceklerini, üstelik gözlerinin açılacağını, iyi ve kötüyü bilip, Tanrı gibi olacaklarını söylemesi üzerine kadın, ağacın güzel, bilgelik kazanmak için çekici olduğunu görmüş; önce kendisi yemiş sonra da kocasına yedirmiştir. Böylece çıplaklıklarını fark edip örtünmeye çalışmışlardır. Tanrı ne yaptıklarını sorduğunda, Âdem meyveyi kadının kendisine verdiğini, kadın da kendini yılanın aldattığını söylemiştir (Tekvin 3: 9-13). Bu durum yeryüzüne düşüşle sonuçlanmıştır.
Cennet hem Allah tarafından imtihanı başaranlar için mükâfat hem de insanın kendi yaşadığı yer ve hayatı yapmakla görevli olduğu ideali belirtir. Nitekim Aden, İbranice zevk ve tat anlamında cennete karşılık gelmektedir. Keza Tekvin’de cennet dünyada coğrafi bir bölgedir (Erdem, 1994: 31-32).Yahudi ilahiyatında Âdem’in isim verilmeden yerin toprağından yaratıldığı anlatılır. Ancak Allah’ın kendinden ruh verdikten sonra insani işlevlere kavuştuğu belirtilmektedir (Erdem, 1994: 22-23).
Bu konu Kur’an’da da haber verilmekte ve yeryüzünde bir halife yaratılacağının meleklere duyurulmasıyla başlamaktadır. Hz. Âdem yaratıldıktan sonra meleklere Ona secde etmeleri söylenmiş, onlar da emri yerine getirmiş ancak İblis kibrinden dolayı itiraz etmiştir. Kur’an’da sadece Hz. Âdem ve Havva’nın zalimlerden olacakları gerekçesiyle, bir ağaca yaklaşmamaları tembih edilmiştir. Yasak meyvenin yenmesinde ise sadece Havva değil, ikisi birden sorumlu tutulmakta ve Şeytanın onları aldattığı belirtilmektedir (Bakara, 30-36). Ayrıca daha önceden ağacın yasaklandığı ve Şeytanın Hz. Âdem’den dolayı kovulmasının intikama yol açacağı ve düşman olacağı hususunda önceden uyarıldıkları ifade edilmektedir (Araf, 22).
İslâm kaynaklarında Âdem Allah tarafından yaratılmış ve bunda toprak kullanılmıştır. Meleklere secde etmeleri söylenmiş, böylece insanın meleklerden üstün olma özelliği vurgulanmıştır. Kur’an kaburga kemiğinden bahsetmemektedir. Âdem yalnızlık çekerken, yanında Havva’yı bulmuş ve mutlu olmuştur (Erdem, 1994: 116-146). Hıristiyanlar ise Tevrat’ta bulunmamasına rağmen Havva’yı suçun ve günahın sembolü kabul etmiş ve bunu bütün insanlığa teşmil etmiştir.
Kur’an suçlu olarak Havva’yı görmediği gibi Âdem’in de unutmuş olduğu için yasağa uymadığını belirtir. Dolayısıyla asli bir suç anlayışı bulunmaz, kadın tek başına suçlu görülmez ve insanoğlunun tamamına teşmil edilmez. Allah Âdem ve Havva’yı yaratmış ve onlara dokunmayacakları bir ağaç göstererek sınırlama getirmiştir. Burada aslında bir irade imtihanının söz konusu olduğu söylenebilir. Verilen söz karşısında insanın tavrı sınanmış, suçu birbirine atmanın bir faydasının olmadığı da dünyaya düşüşle ortaya çıkmıştır.
Bu sonuçta bir bakıma görmeye ve görünürlüğe vurgusu bakımından imajın etkisine dikkat çekilebilir. Zira imaj göze hitap eder ve nesneye yöneliktir, dolayısıyla kendini seyrettirir. Söz kulağa hitap eder, dolayısıyla cevabı gerektirir, çünkü muhatap alır. Göz arzuyu tetikler, arzu ise konuşmayı gerektirir. Kulağa hitap eden ses doyumu gerektirir, doyum ise sükûta götürür. Görme gördüğü şeyi onun için, göreni de kendisi için yapar. Bunun için Âdem Havva’yı görünce konuşmak için hayli heves etmişti. Aynı durum Hz. Musa’nın da on emirle döndüğü vakit Altın Buzağıyla karşılaşmasına sebep olmuştu (Ellul, 2004: 31,41-43). “Bir imge, yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş görünümdür. İmge ilk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan-birkaç dakika ya da birkaç yüzyıl için- kopmuş ve saklanmış bir görünüm ya da görünümler düzenidir. Her imgede bir görme biçimi yatar” (Berger, 2004:10).
Aslında görünür hale getirme onun nasıl görüneceğinin ve nasıl görüleceğinin tespit ve tayin edilmesini de içerir. Görebilmenin sahip olma hissini, hiç değilse kontrol edebilme emniyetini sağlaması görmeye ve görülene insanı sevk etmiştir. Kulağa seslenmek muhatap alınmayı getirmişse de inşa edilen ve denetleme imkânını elde etmek Buzağı örneğinde olduğu gibi, insana hem rahat gelmiş hem de tanrı gibi olma arzusunu tattırmıştır. Keza Havva’nın meyveyi, Âdem’in Havva’yı görmesi ilkinde yeme ikincisinde konuşma iştihasının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu yüzden yasaklanmasına rağmen duyulan iştiha irade imtihanının kaybıyla sonuçlanmıştır.
Evlendikten sonra Âdem Havva’yı yanına çağırmış, Havva gitmediği gibi üstelik Âdem’in yanına gelmesini söylemiştir. Konunun uzatılmaması için Allah Âdem’e gitmesini bildirmiştir. Evlilik öncesi erkeğin kızın evine gitmesi âdetinin, görücü usulünün buradan kaynaklandığı söylenir. İslâm’da kadının erkeğe yardımcı olmak için yaratıldığı inancının yerini dostluk ihtiyacı, insanın yalnız kalamayacağı sebebi almaktadır. Kadın yaratılmadan önce erkeğin huzur ve sükûneti yoktu. Dolayısıyla bir dosta ihtiyaç duymaktaydı. Bu dostluk ihtiyacını karşılamak üzere Havva da Âdem gibi orijinal ve bağımsız yaratılmıştır. Âdem’in Havva’ya bakışı ve yakın oluşu özelde ikisinin genelde kadın ve erkeğin dostluklarının kaynağı olmuştur. Allah bu olayı onların birbirleri ile münasebetlerinin kökeni yapmıştır. Âraf suresinin 189. Ayetinde sizi tek nefisten yaratan ifadesinde erkek ve kadının aynı kök ve özden yaratıldığının haberi verilmektedir (Cevadi, 2005:29-30). Böylece kadın, erkek için giden değil, yanına gidilen konumunda olduğunu unutmaması gerektiği haberini duyabilmelidir.
Yahudi inancında Havva meyveyi yedikten sonra yaptığı hatayı anlamış ancak kendisinin kaybettiklerinin, Âdem’de mevcut olacağını yılanın hatırlatması üzerine başka bir kadınla evlenebileceği düşüncesine katlanamamış ve sonucunu bilerek meyveyi Âdem’e de yedirmiştir. Âdem ise Havva’ya güvendiği için meyveyi sorgulamadan yemiştir. Dolayısıyla Yahudi literatüründe Havva hissî davranan, günahkâr ve günaha teşvik eden şeklinde görülmüştür. Ancak bu suç, bütün insanlığa teşmil edilmemiştir (Erdem, 1994: 40-47).
Bakmak ve korumak maksadıyla cennete konulan Âdem imtihana tabi tutulmuş, hayat ve iyilik ile kötülüğü bilme ve ayırt etme ağacına yaklaşmaması hususunda yasak konulmuştur. Üzüm, elma, buğday, incir vs. çeşitli şekillerde isimlendirilen bu ağaç cennette kalmak için konan yasağın kendisi olmuştur. Havva ölümsüz olmak, meleklere benzemek hatta Tanrılaşmak için ağaçtan yemiş, Âdem’e de yedirmiştir (Erdem, 1994: 40). Tanrılaşmak kul gerektireceğinden, başka insanların araç haline getirilmesi söz konusu olacağından, insanın gayreti Tanrılaşmak değil, olgun insan haline gelmek olmalıdır. İnsanlar sadece takdir edilecek işlerin değil, suç işlediklerinde de bunu kabul etme cesareti ve arkasında durma dirayetine sahip olmalıdır. Nitekim suçu birbirine atmakla her ikisi de Cennetten düşüşten kurtulamamıştır.
Firavun da sahip olduğu bilgi dolayısıyla Tanrılık iddiasında bulunmuş, yönetimi altındaki insanları da kendisine kul yapma gayreti içinde olmuştur. İsrail nüfusu çoğalmasın diye bir yıl erkek çocuklarını öldürtmüş, işgücü azalmasın diye bir yıl yaşamalarına izin vermiştir. Otoritesini sarsmadan hâkimiyetini devam ettirmek için sadece onların ölmesi ya da kalmasına değil, nasıl yaşayacaklarına da karar verme hakkını elinde tutmuştur. Nitekim erkek çocukların öldürülmesiyle İsrail oğullarının sayısı kontrol altına alınmış, kadınların her anlamda kullanımıyla da ahlâkî ve psikolojik zafiyet yaratılmıştır. Firavun’un isminin bile kibir, bozma, saptırma anlamlarına geldiği göz önüne alınırsa yaptıklarını anlamlandırmak daha kolay hale gelecektir (Kara, 1991: 136-177).
Hz. Musa’nın dünyaya gelişi ve gönderiliş sebebi Kur’an’da şöyle ifade edilmiştir: Bu zayıf duruma düşürülenleri kuvvetli kılmak Firavun ve Hâman’a korktukları şeyleri göstermek istedik. Musa’nın annesine onu emzirmesini ve onun için korktuğu vakit onu nehre bırakmasını vahyettik. Böylece Firavun’un ailesi, onu düşman ve başlarına dert olarak yanına almış ve Asiye, Firavun’a sandıktakinin erkek çocuğu olmasına rağmen öldürülmemesini kabul ettirmiştir. Süt annesi olarak da Hz. Musa’nın annesi çağırılır ve Musa annesine, annesi de O’na kavuşur (Kasas, 6-13). Bu hareketiyle Hz. Asiye Tanrılık iddiasında bulunan Firavun’a karşı tek başına durabilme cesaretini göstermiş, Musa da annesi, ablası ve Asiye’ye emanet edilmiştir. Bu yüzdendir ki Kuran Hz. Asiye’den faziletli bir örnek olarak bahsetmektedir. Kuran’ın muhavere kültüründen dolayı O, sadece kadınlara değil bütün insanlığa örnek olarak gösterilmiş ve faziletli sayılmıştır.
Fazilet, fazladan yapılan, insanı insan yapan, dik duruş, cesaret ve ferdî gayrete işaret eder. Mutlak ve sorgulanmaz bir hâkimiyet karşısında bu fazileti gösteren Hz. Asiye’dir. Buna ilaveten kraliçeliğinden vazgeçiş ve kendini insanlığından edecek olan egemene boyun eğmeyiş. Herkesin rıza gösterdiği, ortak olduğu, hiç değilse boyun eğdiği hâkimiyete insanca bir duruş sergilemiştir. Firavun’a ve onun hâkimiyetini sağlayanlara karşı cesaret ve faziletle mücadele etmiştir.
Firavun’un mutlak hâkimiyetini oluşturan, idame ettiren, destek veren ve nemalanan müthiş bir kadrosu vardı: Vezir Hâman, onun hâkimiyetine siyasî ve askerî açıdan destek veriyor; Karun, dillere destan servetiyle, Onun hâkimiyetinin finansmanını sağlıyordu. Bilim adamları, bildikleri sayesinde, bilhassa olacakları önceden haber vererek Firavun’un tanrılaşmasına zemin hazırlıyor; sihirbazlar ise egemenlik ve kurulu düzeni halka benimseterek, manipülasyon görevini, bir nevi günümüzdeki medya rolünü üstleniyordu. Böylece idare, servet, bilgi ve medya bu mutlak hâkimiyeti tartışılmaz ve sorgulanmaz hale getiriyordu. Bütün bunlar karşısında Musa üç kadına, annesi, ablası ve Asiye’ye emanet edilmişti. Söz konusu kadroyla sadece bu üç kadın hem mücadele etmiş, hem de mücadele edecek Musa’yı yetiştirmişti. Böylece egemenlerle mücadele edilebileceği haberini Asiye bize göndermiş, sonuçta Musa’yı yetiştirerek başarıya da ulaşmıştır. Kuran’da da misal gösterilen Hz. Asiye, “Rabbim senin katında bir ev inşa et beni Firavun’dan, onun zulmüne ortak olanlardan ve zulmünden kurtar” diye dua etmiştir (Tahrim 11). Karşımızda bir cesaret ve başarı timsali durmaktadır. Gelecek öngörülse de, birtakım planlar yapılsa bile erkek ve kadınların, aslında insanın cesareti ve gayreti bunu geçersiz kılabilmektedir. Buradan Tanrılık iddiasıyla insanların hayatını tanzim eden bütün güçlere ve mutlak hâkimiyete karşı rıza gösterilmeyeceği, üstelik bunun bir kadın tarafından yapılabileceği sonucuna ulaşabiliriz.
Asiye’nin yaptığı iş hakikaten zordu. Zira daha sonra Hz. Musa Firavun’un azgınlığı sebebiyle tebliğle görevlendirilmiş, bunun üzerine Hz. Musa onun azgın davranışlarından çekindiklerini ifade etmiştir. Nitekim “Rabbim göğsümü aç, dilimden düğümü çöz ve işimi kolaylaştır” şeklinde dua etmiş, hatta kardeşi Harun’u destek için yanında istemişti (Taha, 24-47). Bu dua Hz. Asiye’nin Firavun’a karşı mücadelesinin kıymetini anlamak bakımından önemlidir. Nitekim cesaretin cinsiyetinin olmadığını gösterir. Ayrıca bütün erkek ve kadınların şikâyet yerine cesaret ve gayrete başvurmaları için de Hz. Asiye bir rol model olarak bize seslenmektedir.
Tertemiz, iffet abidesi, faziletli kadınlardan biri de Hz. Meryem’dir. Meryem’in annesi henüz daha karnındayken Onu Allah’a bağışlamıştı. Çocuğun kız olduğunu görünce, kızın erkek gibi olmadığını söyleyerek, annesi üzüntüsünü dile getirir. Ancak Allah bağışını kabul eder ve ona bakmakla Hz. Zekeriya’yı sorumlu tutar (Âli İmran, 35-37). “Ey Meryem muhakkak ki Allah, seni seçti ve tertemiz yarattı ve seni âlemlerin kadınları üzerine üstün kıldı” hitabının muhatabı da Hz. Meryem olmuştur (Âli İmran, 42).
Hz. Meryem küçük yaşında mabede bağışlanarak, Hz. Zekeriya’ya emanet edilmişti. Demek ki hem Havva örneğinde olduğu gibi bilgi ağacı insanlara, hem Musa örneğinde olduğu gibi erkekler kadınlara, hem de Meryem örneğinde olduğu gibi kadınlar erkeklere emanet edilmiştir. Sadece erkeklerin himaye ve emaneti yüklenme görevleri söz konusu değildir. Aynı zamanda kadınların da emaneti üstlenmek ve fail olma görevleri vardır. Kadınlar da nesneleştirmeye olduğu gibi, pasif bırakılmaya direnerek rol model olabilmişlerdir.
Cebrail bir erkek suretinde Hz. Meryem’e geldiğinde, O endişeye kapılmıştı. Ailesinden ayrılıp şarka çekildiğinde, Cebrail gönderilmiş ve beşer suretinde görünmüştü. Hz. Meryem senden Rahman’a sığınırım ve takva sahibi isen bana bir zararın dokunmaz diyerek onu karşılamıştı. Cebrail’in çocuk müjdesi üzerine evli olmadan çocuğunun nasıl olacağını sormuş, ancak aldığı cevap üzerine tasdik etmiş; çocuğu olduğunda ise kavmine konuşmama orucu tuttuğunu söylemesi tembih edilmişti (Meryem, 16-26).
Bahsi geçen olay üzerine Hıristiyan ilahiyatında suçun Âdem, kurtuluşun ise İsa yoluyla geldiğine inanılmıştır. O, kurtuluşu kendisini feda ederek sağlamıştır. Böylece suçu miras bırakan Âdem, kurtaran İsa inancına ulaşılmıştır. Buna göre Âdem topraktan, İsa semadan gelmiştir. Âdem günah ve ölümün, İsa iyilik ve hayatın temsilcisi olmuştur. İnsan Havva’yla cennetten düşmüş, Meryem’le kurtuluşa ermiştir. Âdem ve Havva şeytana yenilmiş, İsa ve Meryem onu yenmiştir (Erdem, 1994: 88-96). Hıristiyan teologlara göre insanlık bir kadın vasıtasıyla ölüme bağlanmış, bir kadın ile de kurtuluşa nail olmuştur. Buna göre Havva eski, Meryem yeni hayatın anasıdır. Dolayısıyla mariologlar her ikisi arasında bir zıtlık görürler (Tümer, 1997: 41-48).
Çocuk müjdesi Meryem ile birlikte yaşlı Hz. Zekeriya’ya da verilmişti. Bu müjde üzerine Hz. Zekeriya karısının ve kendisinin çok yaşlı olduğunu dolayısıyla çocuklarının nasıl olacağını sormuş, meleğin müjdeyi tekrarlaması üzerine O, bir delil istemişti (Meryem, 7-10).
Hem Hıristiyan kaynaklarınca Havva ile Meryem mukayesesinde hem de Kuran’daki kıssaya göre Hz. Havva, söyleneni tasdik ettikten sonra uymamış, Hz. Zekeriya tasdik etmiş ancak delil istemiş, Hz. Meryem ise tasdik etmiş ve buna uymuştur. Buna göre sâdık tasdik eden, sıddîk ise kayıtsız şartsız tasdik eden olduğuna göre, Hz. Meryem sıddîk mertebesindedir (Cevadi, 2005: 128-129). O, kitlenin kabul veya reddine aldırış etmeden, yani kitlenin bir parçası olmadan, kendi ferdî tercihini yapmış ve uygulamıştır. Dolayısıyla Hz. Meryem faziletli bir kadın ve örnek bir şahsiyettir. Çocuğun emanetini üstlenerek kavmine döndüğünde başına gelecekleri bilmesine rağmen, o emaneti yüklenebilme cesaretini göstermiş ve çocuğunu yetiştirme gayretinde olmuştur.
Hz. Meryem kıssası iffet konusunda da örnek olarak gösterilir ve aynı konu Yusuf kıssasında da işlenir. Hz. Yusuf’un yanında çalıştığı azizin karısı Züleyha Ondan murad almak istemiştir. Kur’an’daki ifadeyle kapıları Hz. Yusuf için sıkıca kapatmıştır. Kadın Yusuf’u arzulamış, Allah’ın delilini görmeseydi, Hz.Yusuf da ona meyletmişti. Böylece Hz. Yusuf fuhuştan ve kötülükten uzaklaştırılmıştı (Yusuf, 23-24).
Hz. Yusuf Allah’ın yardımıyla kadının arzusuna iştirak ve azmetmemiştir. Hz. Meryem ise erkek suretinde Cebrail’i gördüğünde, Rahman’a sığındığını söyleyerek, kendini uzak tutmuş ve meyletmemişti. Ayrıca Allah’tan korkuyorsan bana dokunma diyerek karşısındakini de men etmişti (Cevadi, 2005: 110). Yani hem kendini arzu nesnesi olmaktan koruma dirayet ve cesaretini göstermiş hem de karşısındakini bundan men ederek muazzam bir özne örneği sergilemiş ve Allah’tan başkasına teslim olmamıştır.
Hz. Meryem’in Hıristiyan kaynaklarında virjinliği yani bakire olması, İslâm’da ise iffet-i Ahsen olduğu vurgusu da sebepsiz değildir. Kutsal fahişelik ya da mabet fahişeliği tarihte yaşanan bir olaydır. Hatta Matta incilinde dört ünlü Yahudi düşmüş kadından bahsedilir. Ruth, utanç verici cinsi istismara düşkün; Baatsheba, kral Davut ile zinaya kalkışmış; Rahab, bir genelev patroniçesi, Tamar ise bir tapınak fahişesiydi (Freke ve Gandy, 2006: 129).
Hiçbir maske, dünya görüşü, ideoloji, hatta kutsallık maskesi altında bile kadınların ne bedenen ne zihnen sömürülmesinin, arzu nesnesi haline getirilmesinin kabul edilemeyeceği haberi yine Meryem örneğinde bize sunulmaktadır.
Üç Haber
İmaj hem hakikati hem illüzyonu kapsamasından dolayı ikiyüzlü bir görüntü arz eder. Her medya, metinle imajı bilhassa cinsellik çerçevesinde birleştirir. Bu durum resimlerle kadınlar arasında nispet yapılmasına yol açmaktadır: Resimler de kadınlar gibidir, gözün tatmini için dizayn edilmiş, ideal tarzda sessiz ve güzel yaratıklardır (Ellul, 2002). Aslında kadınların kendisi böyle olmadığı halde yukarda ifade edildiği gibi imajda, dizaynda sessiz bırakılmış, bu sessizlik gerçek hayatın da modeli olarak sunulmuştur.
Ancak yukarıdaki benzetmeyi gerçekleştirmek için hayli gayret sarf edildiğini de hatırlamak gerekir. “Bu resimler sessiz biçimde ve yine önemli bir yaklaşımla, göz, kulak burun, dokunaç ve damağın tüketimine sunulan dünyevi hazların propagandasını yapıyordu… Kadının çıplak teni gözlerimizi alıyor… Özel bir görüntü oluşturuyor kadının bedeni. Kadının çıplak oluşu elbette ki her şeyi değiştiriyor. Çünkü bu durum alınacak hazzı erotikleştiriyor, yani (beş duyu için) şehvanileştiriyor… Resimdeki görsel hazlar olağandışı ve böyle olduğu için de resme bakmamız için gereken sebepleri fazlasıyla sunuyor bizlere… Bizde bakma isteği yaratması ölçüsünde duyulu bedenlerimizi harekete geçirir… resimlerin şiddetli arzuları tatmin etmekten çok yarattığı” söylenebilir (Leppert,2002:140-144). Modern sanatta bilhassa tüketim ve cinselliğin göz merkezci bir anlayışla ve kadını seyrin nesnesi, erkeği de bunun faili ve öznesi olarak takdiminin bir özeti görülmektedir. Meryem ve Asiye’nin nesneleşmeden, kadına nesneleşmeye karşı dik duruşu öğreten ve bütün zamanlara gönderen haberini duymak, seyirlik hale getirilmeye çalışılan kadınların en azından tercih şanslarının olduğunu gösterir.
Aslında her dönem kendi insan ve kadın anlayışını oluşturur. “Hıristiyanlığın erken döneminde de yeni tip bir insan yaratılmaya çalışılmıştır. Pek çok kişi bu ideallere ulaşmayı başarınca bedenlerine ve ahlâkî değerlerine bir usta ya da sanatçının işlenebilir bir metale şekil vermesi gibi şekil verebileceklerine inandılar. Diğer bir deyişle, Antik Çağın fiziksel ve duygusal gereksinimler inancının yerine insan iradesinin gücüne inanan bir anlayış geçmişti… Cinsellik insan iradesinin gücünün ve zayıflığının anlaşılmasında en önemli ölçü haline gelmişti” (Rubenstein, 2004: 96). İnsan bedeni Havva’dan beri irade imtihanının temel konusu olmuş, sonunda sadece bedenle sınırlı olmadığı anlaşılan, çıplak kalmak ve düşüşün acı yüzüyle karşılaşmak, insanoğlunun anasının bize gönderdiği kıymetli bir haberdir. Kulak kesilmek kızlarının tercihine bırakılmıştır.
Ne var ki çeldirici seçeneklerin çokluğu ve bunların su gibi tabii sunumu onların işini hayli zorlaştırmaktadır. “Yalnız Avrupa sanatına özgü olan Rönesans’ın başlarında yerleşen perspektif geleneğinde her şey bakan kişinin görüş açısına göre düzenlenir… Perspektif bir tek gözü, görünen nesneler dünyasının merkezi yapabilir… Görünenler dünyası seyirciye göre bir zamanlar evrenin Tanrı’ya göre düzenlendiği biçimde düzenlenmiştir… Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler… Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye- özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüşmüş olur” (Berger, 2004:16,44). Sadece Havva ananın haberi değil diğer iki örnek kadından aldığımız haber de aynı şeyi söylüyordu: Biri, erkek sandığı güç karşısında boyun eğmiyor, kendisini olduğu gibi karşındakini de men edebiliyor; diğeri toplumda cari olan kurallara, kural koyucu egemenlere karşı durabiliyordu.
Bir Yorum
Genelde insanların çoğu, özelde kadınlar; tanrılaşma heveslisi, güç tutkunu ve egemen olma hastası insanların, onları her şeyiyle tanzim etme veya yönlendirme hırs ve arzusunun nesnesi haline getirilmiş ve getirilmeye devam edilmektedir. Eskilerden aşırılmış, yeni düzenler kurulmakta, bu düzenlerin-her nevi ideolojilerinden, moda ve tüketim kalıplarına kadar- ihtiyaç duyduğu kullaştırma projeleri- itiraf etmek gerekir ki- gayet sofistike ve hissettirmeden hatta gönüllü tiryakilik yolunda rahatça ilerlemektedir. “Duyulardan kaynaklanan fiziksel hazların… hem görselleştirildiği hem de kahramanlaştırıldığı bir dönemde, bizzat seyircinin duyulu bedeni bir tür estetikleştirilmiş haz bilimi tarafından fiilen nesneleştiriliyor, ayrıştırılıyor ve çözümleniyordu… resmedilen şeyleri görmekle yetinmek zorunda kalanlar için bu tür resimler (ise) sahip olma alanlarının, bakmakla yetinme alanından ayıran dev bir uçuruma işaret etmektedir… İmge gelecekteki her türlü aksine iddiaya karşı bir tür psişik ve görsel sigorta poliçesi işlevi görmektedir” (Leppert, 2002:144-147).
Ancak unutmamak gerekir ki Havva Şeytanın baştan çıkaran düzenin mağdurudur. Asiye, daha önce kurulmuş benzeri bir düzenin en sağlam tahtında bulunmasına ve egosuyla nimetlerinden yararlanmasına rağmen, insanlığı ve onun gerekleri bakımından düzenin karşısında; ötekilerin, kullaştırılıp her türlü kullanımın nesnesi haline getirilenlerin yanında yer almakla, aslında insan olmanın yanında saf tutmayı tercih edebilmiştir. Aynı şekilde Meryem, hiçbir şeye teslim olmadan ve hiçbir şeyin kendisini teslim almasına izin vermeden gayesi uğruna yürüyebilmiştir.
Sonuç
Bize haber göndermek, bize seslenmek ve bizi muhatap almaktır. Seslenmek seyretmenin aksine görünene indirgeme, nesneleştirme yerine özne olmayı sağlamaktadır. Yukarıda bahsedilen üç örnek kadının anlatılan kıssası her şeye rağmen özne olmayı insanlığa öğretme görevini üstlenmiştir. Nitekim herkesin, herkesleşirken yani kitleleşirken yani yapılması gerekenlerin faili olmak yerine, yapılananların seyircisi, yapılmak istenenlerin nesnesi olurken; bunlardan hiç biri nesneleşmeye boyun eğmemiştir. Yine bu faziletli kadınlar, herkesin öyle yaptığının veya öyle olduğunun mazeretine sığınmadan ve hilesine tenezzül etmeden, kendi tercihlerini yapabilmiş ve tavırlarını hem sergilemiş hem de bizi haberdar etmişlerdir.
KAYNAKÇA
BERGER, John. (2004), Görme Biçimleri, (Çev.:Y. SALMAN), 10. b., Metis Yay., İstanbul.
CEVADİ, Amuli. (2005), Celal ve Cemal Aynasında Kadın, (Çev.: E.,OKUMUŞ), 4. b., İnsan Yay., İstanbul.
ELLUL, Jacques. (2004), Sözün Düşüşü, (Çev.: H.ARSLAN), 2.b., Paradigma Yay., İstanbul.
ERDEM, Mustafa. (1994), Hazreti Adem, İlk İnsan, T&
Türk Milletinin, batı dünyası başta olmak üzere bütün dünya tarafından bir türlü anlaşılamayan bir genetiği var.
Bu genetiğin hem ruhsal hem de fiziki bir boyutu bulunuyor. Sahip olunan bu ruhsal genetik, çoğu zaman insan vücuduna da inanılmaz işler yaptırıyor. Tarih bunun örnekleriyle dolu.
Batı dünyası, tarih boyunca kendisine karşı inanılmaz işler başarmış Türkler karşısında, bu sebeple hayrete düşüyor.
Bendeniz bu sene leyleği havada görmüş misali yurt içinde ve dışında geziyor, çeşitli vesilelerle insanlarla bir araya geliyorum. Yani ülkeme ve Türk Milletine hem içeriden hem de dışarıdan bakma fırsatını yakalıyorum. Bu durum bana, bir kez daha milletimizin ruhsal ve fiziksel genetiğini tekrardan anlama fırsatı verdi.
Kabul etmek gerekir ki; batı dünyası, Türk Milletine ve İslam ümmetine karşı ezici bir üstünlük içindedir. Bunun hem maddi hem de sosyal açıdan böyle olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Buna karşılık Müslüman Türk Milletinin, batı dünyası karşısındaki geri kalmışlığının sebepleri, tek başına kendisinden kaynaklanmamaktadır. Batı dünyası bu geri kalmışlığın planlayıcısı ve körükleyicisidir.
Türk Milleti, sahip olduğu ruhsal genetik ve onun insan vücuduna etkileri sebebiyle, tarih boyunca yok olmaktan, inanılmaz şekillerde kurtulmayı başarmıştır.
Batı dünyası, bu sebeple T ürk Milletinin nasıl olup da, yok olmaktan mucizevi bir şekilde kurtulduğunun şaşkınlığını hep yaşamıştır. Bu durum batı dünyasını , Türk Milletini nasıl yok edeceği noktasında devamlı bir arayışa itmiştir.
Batı dünyası ile Türk Milleti arasındaki en önemli farklardan biri milli hafıza noktasında yaşananlardır. Batı dünyası ve onun arkasındaki kilise, binlerce yıldır başına gelenleri nesilden nesile aktarıp unutmaz iken, Türk Milleti çok değil on yıl önce başına gelenleri çabucak unutmuş bir vaziyette yaşamaktadır. Batı dünyası bu zafiyeti bildiğinden milli unutkanlığımızı, aleyhimize geliştirmek için devamlı çaba sarf etmektedir.
Bunları anlatırken bir düşman yaratmak amacını taşımıyorum. Hele son günlerde iç ve dış düşmanlardan bahsedenlerin hayalcilikle suçlandığını göz önüne alırsak, böyle bir tuzağa da düşmek istemiyorum. Ancak biliyorum ki; iç ve dış düşmanlar vardır ve bunlar daima Türk Milletine kötülük etmektedir.
Batı dünyası, Türk Milletinin önünde, fersah fersah ileriye gitmiş bir gelişmişlik içindedir. Bu gelişmişliğin temelinde, bir zihniyet üstünlüğü yatmaktadır. Batı dünyasının zihniyeti ne yazık ki; gelişmişlikte onları bizim önümüze geçirmiştir. Sakın bu sübjektif bir değerlendirmedir demeyin. Batı dünyası ve onu oluşturan sermaye, kilise, üniversite gibi güçler; dünyayı ve Türk Milletinin yaşadığı coğrafyayı bu üstünlük nedeniyle istediği gibi şekillendirmekte, siyasi ve sosyal hayatı yönlendirmektedir.
Türk Milleti bilmelidir ki; batı dünyasının bu üstünlüğü karşısında henüz şifreleri çözülemeyen ve Allah’ın bir lütfu olduğuna inandığım bir ruhsal genetiğe ve onun yön verdiği bir vücut yapısına sahiptir. Bizanslı tarihçi Theophyclactos, Türklerin genetik şifresinin tarifini yaratıcıya bağlayarak şöyle ifade ediyor “Türkler, alışılmadık biçimde ateşi kutsar, hava ve suya saygı gösterir, toprağa övgüler sunar. Fakat sadece ve sadece yeri ve göğü yarattığını inandıkları, Tanrı adını verdiğine secde eder.”
Türk Milleti eğer Sarıkamış’ta donarak can vermişse, Çanakkale’de ölümle alay etmişse, Anadolu’nun ortasından bir haftada koşarak düşmanı İzmir’de denize dökmüşse bu ruhsal genetiğin verdiği fedakarlık duygusu ve bilinç sayesindedir.
Yüzlerce kiloluk top mermilerini sırtlayan Seyit Çavuşlar, Nene Hatunlar, Kara Fatmalar, Topal Osmanlar, İpsiz Recepler, Kaymakam Kemal beyler ve günümüze gelinceye kadar Türk Milletinin yaşaması için taş üstüne taş koymayı başaranlar henüz keşfedilmemiş bu genetiğin temsilcileridir.
Türk Milletinin ruhsal genetiği ve bu genetiğin fiziken şekillenmesi, gün olmuş Alpaslan, gün olmuş Ertuğrul Gazi, Osman bey, Fatih,Yavuz ve Kanuni olmuştur.
Plevne’de Gazi Osman Paşa, Edirne’de Şükrü Paşa, Çiğiltepe’de Albay Reşat sahip oldukları genetikle inanılmazı başarmışlardır.
Nihayet Mustafa Kemal, Türk Milletinin henüz sırrı keşfedilmeyen genetiğinin ortaya çıkardığı son dahidir.
Bu örnekleri askeri, siyasi, ilmi ve sosyal sahalarda çoğaltmak mümkündür. Ancak Türk Milletinin sahip olduğu genetik, batı karşısındaki geri kalmışlığımızı ortadan kaldırmaya yetmemektedir. Genetiğimizin başarabildiği tek şey batı dünyasının hücumları karşısında mukavemet oluşturarak, mucizevi şeyler yapmak suretiyle Türk Milletini yok olmaktan kurtarmaktır. Korkum çekirgenin sıçradığı gibi olmaktır. Onun için bir zihniyet değişimine ihtiyacımız vardır.
Batı dünyası yılmadan ve ısrarla üzerimize gelmektedir. Biz zihniyet değişimini, lehimize gelişmeler kaydedecek bir şekilde değiştiremezsek ve bu süreç içinde batı dünyası genetiğimizin şifrelerini tamamıyla çözecek olursa, çok büyük tehlikelerle karşıya kalmak kaçınılmaz olacaktır.
Türk Milletinin, inanılmaz olayları gerçekleştirme becerisi ve yeteneğinin bulunmasıyla birlikte büyük zafiyetleri de bulunmaktadır. Bu zaafiyetlerin, bazı mihraklar tarafından ortak aklımızda ve toplumsal ruhumuzda derin yaralar açması için çalışıldığı, tartışılmaz bir gerçektir.
Batı dünyası karşısında varlığımızı korumak için yeniden inanılmaz ve mucizevi işler başarmak istiyorsak, ruhsal genetiğimizi korumalı ve genetik şifrelerimizi açık etmemeliyiz. Batının gelişmişliği karşısında ancak böyle direnebilir ve hedeflediğimiz gelişmeyi sağlayabiliriz. Yoksa batı ile aramızdaki gelişmişlik farkı kapanacağına aksine artacaktır.
Gelin Allah’ın bir lutfu olan ve bizi büyük millet yapan ruhsal yapımızı koruyalım ve zihniyet devrimini gerçekleştirerek, mazlum ve mağdur insanların yeniden bayraktarı olalım. Bağımsız bir ülkede ve onurlu ve gururlu bir milletin evlatları olarak yaşayalım. “Güneş Ülkesi”nin hasretini çeken Campenella “Güneş Ülke’yi yeryüzünde bulmak mümkün mü? Fikir ve vicdan hürriyetine ilişmeyen Türklerin varlığı, hiç olmazsa yarın böyle bir ülkenin var olacağını bana zannettiriyor. Madem ki düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var; üzerinde yalnız hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir Güneş Ülke, Türkler sayesinde yarın neden vücut bulmasın?” diye soruyor. Tabii ki; böyle bir dünya vücut bulabilir ama ayaklarımız yere basmak ve doğruları yapmak şartıyla…
Merak etmiyorsanız mesele yok.
Merak ediyorsanız bu yazı sizin için.
Gün saat tarih isterseniz boşuna.
Ama size bir ipucu vereyim.
İnsan hayatı için 950 senelik bir ömrün mümkün olmasından sonra,
Bu imkânsız bunuda nerden çıkardınız mı dediniz?
Bakalım mümkün mü değil mi?
Bu yazıda Kıyamet alametlerinden bahsetmeyeceğim,
Şimdiye kadar yazılanlardan farklı olarak,
İki önerme ile konuya yaklaşmanın doğru olacağı kanaatindeyim.
1.Önerme: Vahyin bitmesi yani sona ermesi
“Bu gün dininizi kemale erdirdim”
Ayetinin inmesiyle kuran nüzulünün sona ermesi dinin tamamlanması anlamına geldiği gibi
Peygamber (sav) de hayatının sona ermesi yani vefatının habercisi idi.
Hatta bazı sahabeler bunun farkına vararak hüzünlenmiş ve ağlamışlardı.
Artık peygamberin görevi tamamlanmıştır.
Peygamberin yaşamasının bir anlamı kalmamıştır.
Kısacası dinin tamamlanması peygamberin öleceğinin göstergesi yâda bir delili idi.
2.Önerme: Vahyin tamamen anlaşılması
Vahyin biterek dinin tamamlanması peygamberin görevinin sona erdiği anlamına geliyorsa,
Kuran ayetlerinin sosyolojik psikolojik teknolojik tıbbı ve mucizevî olarak,
Bütün yönleriyle tamamen hayata girmesi dünyanın görevinin bittiği anlamına gelir ki,
Oda dünya hayatının sona erdiğinin,
Yani kıyametin kopma zamanının geldiğinin göstergesi ve delilidir.
İlahi yasa gereği görevini tamamlayan canlı, cansız her varlığın mevcudiyeti sona ermektedir.
Bu bir yorumdur.
Kehanet falan değil,
Aklın görevi düşünmektir.
Bende düşünerek böyle bir kanata vardım.
Şimdi kuranda geçen birkaç konuya değinelim.
Fransız deniz bilimci kaptan Kusto’nun Müslüman olmasına sebep olan,
Cebeli Tarık boğazındaki farklı iki su kütlesinin bir birlerine karışmadan yan yana akması olayının bulunması.
Atlas Okyanusunun suyu Cebeli Tarık boğazından Akdeniz’e, Akdeniz’in suyu da Atlas okyanusuna akmakta, fakat bu iki su kütlesi arasında su alış verişi olmamaktadır.
Yani sular bir birine karışmamaktadır.
“Suları acı ve tatlı olan iki deniz birbirine karışmamak üzere salıverilmiştir.”
Rahman süresi Ayet 19
“Bir birlerinin sınırlarını aşmamaları için aralarında engel vardır.”
Rahman süresi Ayet 20
Bu olay; durumu haber veren kuran ayetlerinin nüzulünden 1400 kusur sene sonra bulunmuş, yani açıklığa kavuşmuştur.
Belki günümüzden asırlar sonra sırrı çözülecek ayetler vardır.
Kuranın evrenselliği her asırda yaşanır olmakla beraber,
Her asırda canlı ve taze olması değimlidir?
Aksi halde kuran canlılığını ve tazeliğini yitirir ve evrensel olma özelliğini kaybeder.
Süleyman(as) ile Sebe Melikesi Belkıs kıssasını anlatan ayetlerde,
Belkıs’ın tahtının Süleyman(as)’ın sarayına binlerce km uzaktaki yoldan bir saniyeden daha az bir zamanda getirilmesinin anlatılması
(Süleyman(as) milletinin ileri gelenlerine) “ey seçkin topluluk! Bana teslim olmalarından önce bu melikenin tahtını kim bana getirebilir?” dedi.
Neml süresi Ayet 38
Cinlerden bir ifrit: Sen yerinden kalkmadan önce ben onu (tahtı) sana getiririm.
Buna gücüm yeteceğinden eminim dedi.
Neml süresi Ayet 39
İlahi kitabın bilgisine sahip olan biri (vezir Asaf veya Hızır (as)
“gözünü açıp kapamadan ben onu (tahtı) sana getiririm” dedi.
Süleyman tahtı yanında görünce “bu Rabbimin lütfündendir” dedi.
Neml süresi Ayet 40
Bu ayetlerde insanların cinlerden daha hızlı hareket edebileceklerine dair işaret vardır.
Bu olayın dünya hayatında zaman içerisinde gerçekleşeceğinin göstergesidir.
Bu maddenin ışınlanması olayı olsa gerek..
Bilim ve teknoloji bu olayı çözecek ve bu iş gerçekleşecektir.
Ayrıca aynı kıssada anlatılan suyun üzerine camdan sarayın yapılması,
İlerleyen zaman içerisinde göllerde, denizlerde yâda okyanusta böyle bir sarayın yapılamayacağını kim garanti edebilir.
Bilim ve teknoloji bunu da gerçekleştirecektir kanaatindeyim.
Bu olayların gerçekleşmesi ne kadar zaman alır?
Bunu elbette bilemeyiz.
Yine Yusuf(as) kıssasında anlatılan Yakup(as)’in görmeyen gözlerinin açılması.
“Şu gömleğimi alın götürün, babamın yüzüne bırakın(sürün) gözü görür bir hale gelir”
Yusuf süresi Ayet 93
“Müjdeci gelip gömleği Yakup’un yüzüne sürünce gözleri açıldı….“
Yusuf süresi Ayet 96
Yakup(as)’ın oğlu Yusuf’un gömleğini gözlerine sürerek kör olan gözlerinin açılması insan terinin körlüğe şifa olacağının göstergesi olup bununla ilgili tıbbi çalışmaların devam ettiğini biliyorum.
Bu olay kuranda zikredildiğine göre gerçekleşecektir.
Yine kuranda Nuh(as)’ın 950 sene kadar yaşadığının anlatılması:
Cenabı Hak bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor.
“Andolsun ki biz Nuh’u milletine (Peygamber olarak) gönderdikte içlerinde bin seneden elli yıl eksik kaldı.’ Yani Nuh(as) 950 yıl yaşadı.
Ankebut süresi ayet 14
Kuranda bu olayın zikredilmesi
İnsan ömrünün bu kadar uzayabileceği anlamına gelir ki;
Bu olay zaman içerisinde hayat standartları yükseldikçe gerçekleşeceğinin göstergesidir.
İnsanlar bu kadar uzun yaşayabileceklerdir ama ne zaman?
Talut ve Calut kıssasında anlatılan inanmış az bir gurubun, inanmamış büyük bir guruba galebe çalması olayı
İsteyenler bakara süresinin 249 – 250 – 251. ayetlerine bakabilirler.
Allahu alem Hizbullah İsrail yada Hamas İsrail meselesinin örneği olabilir.
Yâda ileride Müslümanlar açısından büyük bir zaferin müjdecisidir.
Kuranı Kerimde “seba semavat” yedi kat göklerden bahsedilmekte
Buda dünyanın,
Ayın Güneşin,
Yıldızların gezegenlerin,
Saman yolunun tüm galaksilerin sırlarının çözüleceği anlamını taşımakla beraber,
Bunun sadece gökyüzüyle sınırlı kalmayıp
Diğer semalarında mahiyetinin özelliklerinin zamanla çözülerek
İnsanlığın hizmetine ve bilgisine sunulacağının göstergesidir.
Dünyadan yedinci kat göğe yolculuk,
Şu an düşünmesi birazdan öte çok zor.
Yüz sene öncede, ay için aynı şey söz konusu idi.
İsa(as)’in gökyüzüne yükseltilmesi
Peygamber(sav)’in Miraç hadisesi insanlığın zaman içerisinde göklere çıkabileceklerinin habercisidir.
Bu olayların çözümlenmesi bu günden yarına olacak işler değildir.
Bunun için kıyametin yakın bir zamanda kopması da söz konusu değildir.
Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
Son olarak şunu ifade edeyim
Kuranı Kerimde Ashabı kehf olayından bahsedilirken mağarada bir gurup insanın 300 seneden biraz fazla yattığı anlatılır.
Onlar mağarada 300 yıl kaldılar ve buna 9 yıl kattılar.
(Yani mağarada 309 yıl kaldılar.)
Kehf süresi Ayet 25
Bu olay ahret inancının yani öldükten sonra dirilmenin delili olduğu gibi,
Bu dünyada da gerçekleşecektir, gerçekleşeceğinin göstergesidir.
Ama uyutularak ama dondurularak yâda başka bir yolla.
Onu zaman gösterecek.
Nerede nasıl ve ne zaman?
Onu zaman gösterecek.
Tüm bu hadiseler bütün çıplaklığı ile beraber gerçekleşince,
Dünyada görevini tamamladığı için varlığının bir anlamı kalmayacaktır.
İşte buda kıyametin kopması demektir.
Ne zaman mı?
Allah bilir ama epeyce uzun bir zaman sonra,
Acele etmeyiniz.
Bir defa insan ömrünün 950 seneye çıktığı bir zaman gelsin.
Ben 950 sene sonra dünyanın bilim ve teknolojinin dürümünü şimdiden merak etmeye başladım.
Ben olaylara ehlisünnet çizgisinde,
Fakat alışılmışında biraz ötesinde bakmaya çalışan bir insanım.
Lütfen kimse sivrilik yaptığım kanaatine varmasın.
Evrensellikte istikameti kaybetmeden,
Bakış açısını dondurmadan sürekli canlı ve diri tutmak değilmidir?
Bu konuyla ilgili yapılan spekülasyonlara inanıp korku ve paniğe kapılmayınız.
Bu yazı batılı bir müsteşrik tarafından yazılsaydı çok daha ilginizi ve dikkatinizi çekerdi. Değil mi?
Müslüman din ve bilim adamlarının da bu konu üzerine hassasiyetle eğilmelerini de istirham ediyorum.
Hepinize hayırlı uzun ömür,
Sağlık sıhhat ve afiyet diliyorum.
Sözde hayali Ermeni iddialarını çürüten belgeleri ve Türk’e yapılan soykırımları il il ortaya koymak durumundayız. Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nu Tarih Kurumu Başkanlığı’ndan almak, dünün Ermeni komitacılarına ve bugün küresel gücün elinde kullanılanlara birer tavizdi. Aynı tavizin benzeri bugün terör örgütüne ve onun başındaki katile verilmek üzeredir. “Terörle bir yere gelinmez” diye beyanat veren bu ülkenin tepesindeki yöneticiler, dışarının rehberliğiyle onlarla müzakereye başlamışlardır. Bu utanç verici bir tablodur.
Tehcir sırasında ve sonrasında bazı Ermenilerin isim ve din değiştirdikleri, “Ermeni Kürtleri” ismini taşıdıkları bilinmektedir. Müslüman kisvesi altında dolaşan, teröre fazlasıyla bulaşan bu kişiler, bugün kimliklerine Hıristiyan yazdırmaktadırlar. Prof. Dr. Halaçoğlu’na göre; 1977’den beri misyonerler bu tür Ermenileri tespit etmeye çalışmışlardır. O’na göre; yaklaşık 500 bin Ermeni bu şekilde gönüllü bir değişikliğe uğramışlardır. Bu gerçek, soykırım iddialarının en ciddi kaynaklarda bile sürekli değiştirilen rakamlarıyla ne kadar temelsiz olduğunu ortaya koymaktadır.
***
Taşların yerinden oynadığı, stratejik duruş farklarının ortaya çıktığı, dost ve düşman tanımlarının çok farklılaştığı bir Dünyada yaşıyoruz. 1970’lerin ideolojik çatışmalarının yoğun olduğu ortamın gözlüğüyle gerçekleri bugün doğru göremeyiz. Doğru göremeyeceğimiz 12 Eylül’de yapılan halk oylamasında ortaya çıkmıştır. Birçok kullanılan insanımız, halk oylamasının, 12 Eylül darbecileri ve işkencecileriyle ilgili olmadığını yeni yeni fark ediyor. Sağ eğilimli olmak, milliyetçi olmak için yeterli değildir. Bugün her sağcı da milliyetçi değildir. Sağda yer alan birçok kesim milli kimlik ve milli devletle bugün kavgalıdır. Dahası etnik ırkçılık yapmaktan çekinmemektedir.
Etnik mülahazalarla yaşadığımız bölgede hilâle karşı haçın malzemesi olmuş birçok kimse vardır. Duruş farkları ortaya çıkmıştır. İnsanların çizgilerini biraz da bugün açısından değerlendirelim. Düne gereğinden fazla takılıp kalmayalım. Birçok oda ve baro seçimlerinde düne bağlı kalarak yanlış oy kullanmayalım. Dün sağda yer almış diye ihanet ittifakına kucak açmış liberal, sözde İslâmcı ve bölücü unsurların değirmenine su taşıyanları desteklemeyelim. Nedense ülkücü grup en çok kullanılan ve kolay dolduruşa gelen bir konuma doğru ilerlemektedir.
Samimiyet ve vefa ön plânda olmalıdır. İşimiz düştüğü zaman birbirimizi aramayalım. Nefsimize yenik düşmeyelim. Enerjimizi birbirimize karşı değil; Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle kavgalı olanlara, ihanet ittifakına karşı kullanalım. Aynı fikre sahip olanların birbirine rakip olamayacağını fark edelim. Birbiriyle uğraşma ve birbirini harcama hastalığını bırakalım; kenetlenelim ve safları sıklaştıralım. Bunu ülkemiz için yapalım. Hemşehricilik gösterilerinden, grup ve cemaat dayanışmasından sıyrılarak Türk Milletine mensubiyet duygusunu öne çıkaralım.
Son on senede Türkiye’nin nereden nereye getirildiğini, nelerin dış reçetelerle tartıştırıldığını hep beraber görüyor ve yaşıyoruz. Demokratikleşme ve açılım diye diye neredeyse ülke, paylaştırılmaya uğraşılıyor. Türk olmama, biyolojik gerekçelere dayandırılarak piyasaya sürülüyor.
Avrupa İslâmı ve ABD İslâmı adı altında Müslümanlar devşirilerek tanınmaz hale getirilmeye gayret ediliyor. Türkçe’ye ve Türk kimliğine savaş açılan Avrupa’ya benzer bir şekilde, Türkiye’de Türkçe ve Türk kimliği saldırıya uğruyor. Bir ara Alman Doğu Enstitüsü Başkanının da ileri sürdüğü gibi; “Türkler vatandaşlığa geçirilmeden önce İslâm Almanlaştırılmalı”. Yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın hortladığı Avrupa’da daha önce liberal olan bütünleşme (entegrasyon) politikaları değişiyor. İslâmi terör kavramı maksatlı olarak kullanılıyor. Osmanlı’da eğitim öğretim dili Türkçe iken, Türkiye’de öğretimden değil; ama Kürtçe eğitimden bahsediliyor.
Bir dönem İşkodra‘da hutbenin hangi dilden verileceği tartışması çıkmıştı. Tartışmaya II. Abdülhamit noktayı koymuş; hutbenin bugünkü tabirle, kamusal alanla ilgili olduğunu belirterek Türkçe okunmasını emretmişti. Bugünkü yöneticilerimiz ise; tarafsızlığın da ötesinde başka tarafların tarafı… Türk milliyetçiliğine karşı bize telkin edilen büyük Türkiye milliyetçiliğini küresel gücün rehberliğinde sürdürüyoruz. Büyü, genişle, ağabeylik yap; ama devlet sistemini değiştir dayatmaları var. Bunun laboratuarı da Irak’ın kuzeyi oluyor.
Referandum çalışmaları sırasında AKP’li arkadaşlarımın şu sorusuna sıkça rastlıyordum.
– “Yahu sen 12 Eylül mağduru bir adamsın, ihtilal yapanların yargılanmasına neden karşı çıkıyorsun?”
– “Beni, 12 Eylül’ü yapanların yargılanacağına inandıramazsınız. Öyle olsa, yargılanmalarının önünde hiçbir engel olmayan 28 Şubat ve 27 Nisan post modern darbelerini yapanlar yargılanırdı şimdiye dek” diyordum.
Hele 28 Şubat’ı hiç ama hiç yargılanacağına inanmadım.
Zira bu İktidar’ın varoluş sebebiydi 28 Şubat.
Bakmayın bunların şimdilerde askerler karşısında takındıkları ‘şahin’ tavırlarına.
28 Şubat’ta bunlar köşe bucak saklanırken, bir yerlerden tanıdıkları ile üst düzey bir generalle bir vesile ile bir araya gelmek için can atarken, o dönemin unutulmayan siması bir kadındı.
28 Şubat’ı yapanlara karşı dik duran, Onlara, demokrasiye karşı yapılan bu ihanetin bir bedeli olduğunu hatırlatan korkusuz yürek, bir kadındı.
O, hiçbir siyasi hesabın içinde olmadan, sadece demokrasinin erdemine inandığı için başkaldırmıştı 28 Şubat’ta Komitacılara.
Çevresinde bulunan dostları Onunla ilgili endişelenirken, sesleri çıkmayan sahte demokratlar, uzaktan uzağa bu korkusuz yüreği izleyip, hayranlık duyuyorlardı gizli gizli, bu yüreği kocaman kadına.
O dönemin İçişleri Bakanı olan o cesur yürekli kadın, şimdi Milliyetçi Hareket Partisi’nin İstanbul Milletvekili.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de Başkan Vekili.
Meral Akşener, o korkusuz yürekli yiğit kadın.
O dönemde askerlere direnen Meral Akşener de benim gibi inanmadı bu İktidar’ın Darbecileri yargılamak istediğine.
Vilayet vilayet dolaştı hepimiz gibi.
Özellikle ‘ikna odaları’ na alınıp, “12 Eylül’ün hesabını soracağız!” diye kandırılmaya çalışılan Ülkücülere, 28 Şubat’ta ve sonrasında yaşadıklarından kesitler anlattı.
İkna olanlar da oldu, kandırılmak için zaten pusuya yatmış bekleyenler de..
Geldik şimdi bugüne.
12 Eylül’ü yargılayacağız diyen İktidar nerede?
KPSS ve türbanla uğraşıyor.
Daha doğrusu uğraşır gibi yapıp, türbanı seçim sonrasında görüşmek üzere taca çıkarıyor.
’12 Eylül’, ‘ Darbeciler!, ‘ yargılama’ ve benzeri kavramları içeren tek bir cümle duydunuz mu Başbakan‘ın ağzından?
Asla!
Duyamazsınız.
Referandumdan önce de yazdım.
Duymayacaksınız da…
Onların meselesi ne 12 Eylül, ne 28 Şubat, ne de 27 Nisan.
Yalan söylediler Millet’in gözüne baka baka.
Ve bu yalanların gölgesinde bir seçime daha gidiyor ülke.
Cumhuriyet, fazilettir…
Cumhuriyet, adam olmaktır…
Bu kısa, fakat derin anlam yüklü sloganımsı ifadeleri duymuşsunuzdur, eminim… Yine de tekrar etmekten beis görmedim. Cumhuriyet Bayramını kutladık. Resmi törenimsi “yasak savma” türünden kutlamaların dışında, her vatandaşın kendine sorması gereken bir soru var; “Cumhuriyet bana ne verdi; ben ne kazandım; ben ona sahip çıkıyor muyum?”
Bu girişten sonra genel anlamda belli sorularla yaklaşımı genişletelim; Cumhuriyet Türk milletine ne / neyi getirdi, neyi sağladı? Ya da Cumhuriyet Osmanlıdan neyi devraldı, önünde neyi buldu?
Bu sorulara doğru ve net yanıt bulmak ve vermek bir akademisyenin temel görevidir, namus borcudur.
**
Devlet, millet, vatan, vatandaş…
Derin anlam yüklü bu ifadelerin Osmanlıda ne anlama geldiği, Cumhuriyetle ne anlam kazandığını iyi anlamak ve anlatmak gerekir. Osmanlıda “devlet” demek saltanat, hanedanlık demekti, o da bir aileye aitti… Hal böyle iken Cumhuriyetle birlikte devlet, bütün bir milletin oldu. Evet, yanlış okumadınız, Cumhuriyetle birlikte devletin sahibi Türk Milleti oldu.
Devlet öyleydi de “vatan” kimindi? Vatan toprağı da bütünüyle bir ailenin mülküydü. İmparatorluk sınırları içinde var olan toprak parçaları “padişahın mülkü” diye anılır ve tüm kayıtlara öyle geçerdi, bireye ait mülk olmazdı, ancak saltanatın izin verdiği kadar “tımar” sistemi içine alınan belli zümrelere kullanım hakkı verilirdi. Cumhuriyetle birlikte “vatan toprağı” milletin malı oldu. Kişisel boyutta mülkiyet oluştu, bireyin malı-mülkü oldu…
Osmanlı tebaası ümmetti, henüz “millet” değildi. Halk, yani herkes padişahın “kulu” sayılırdı; bu toplumu “millet” yapmak, padişahın “kulu” olan halkı “yurttaş” yapmak, “birey” yapmak Cumhuriyetle mümkün oldu… İşte Cumhuriyetle değişen, yeni anlam yüklenen ifadeler…
Atatürk’ü ve Cumhuriyeti iyi anlamak için önceki sistemi iyi bilmek gerekir. Cumhuriyetin Osmanlıdan devraldığı maddi ve manevi miras iyi anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Anlatılmalıdır ki gelecekteki nesillere iyi bir miras bırakıldığı anlaşılsın.
Osmanlıdan Cumhuriyete kalan mirasın ne olduğu iyi anlatılmadığı takdirde, gelecek için kurgulanan devlet ve millet yönetimleri yanlış hedefe yönelebilir, yönetimler zora girerler. O takdirde de devlet idaresinde bulunacak olanlar da bizleri iyilikle yâd etmez…
O zaman görev kime düşüyor? Cumhuriyet devrimlerini, onların gerekçelerini doğru anlatmak için görev kimin?
Eğer Cumhuriyet devrimlerinin gerekçeleri doğru anlatılmazsa, düşmanı daha da çoğalır..! Bunu anlatacak olan da öncelikli olarak gençliğin ailesi, gittiği okulu, okuduğu basın-yayını, kısaca medya olacaktır… Hiç başka sorumlu aranmamalıdır…
**
Osmanlıdan kalan maddi miras!
Osmanlıdan Cumhuriyete kalan maddi ve manevi miraslar hem ayrı hem de iç içe değerler olarak algılanmalıdır. Her yönüyle büyük fakat o kadar da ağır bir miras devraldı Cumhuriyet. Maddi borca batık bir miras kaldı Cumhuriyete…
Anadolu’nun ne yer üstü ne de yeraltı zenginlikleri Türk milletine aitti. Örneğin Anadolu’da 4 bin km demiryolu vardı, fakat bunun bir metresi dahi bizim değildi. İşletmeleri yabancıların elindeydi. Kazançları da yabancılarındı. Harcamalarıyla nam salmış padişahlara para yetiştirmek için sürekli borçlanmıştı devlet… Borçları ödeme vadesinde olmayınca, yabancıların borçları ödemeyince gelsin kapitülasyonlar dendi ve geldi…
Toprak satışları başladı…
Maden ocakları hisselerle yabancılara devredildi…
Arkeolojik kazıların tüm değerleri yabancılara “bedelsiz” verildi…
Tüm bunlar devletin müsrifliklerini karşılamak içindi…
Anlaşılacağı üzere “el kesesinden hovardalık” örneği yaşanmıştı…
Sonuçta, Osmanlı Devletinden çok yüklü bir borç kaldı Cumhuriyete…
Teknoloji zaten yok, hiç gelişmemiş…
Böyle bir mirası devralan Cumhuriyet ne yapmalıydı?
Çıldırması gerekiyordu normal şartlarda, ama çıldırmadı…
Osmanlıdan böylece sosyal bilimcilere de epey bir iş kalmıştı…
Ne psikoloji ne de sosyoloji kuralları geçerliydi Türk toplumunda…
**
Anadolu’da halkın sadece %7 si kadarı eski Türkçe harflerle okur-yazar durumundaydı. Bu oran iyimser varsayımla verilen bir oran. Çünkü bu oranın yarısı okur, fakat yazar durumda değildi. Böylesine felaket bir manzara vardı Anadolu’da… Bunların bir kısmı okur olabilir fakat yazar olduğu şüpheliydi, çünkü o eski yazı ile hem okuyup hem de yazmak pek mümkün değildi. Toplumun yarısını oluşturan kadınlarda okur-yazar oranı ise sadece binde 4 tu (%0.4), yani neredeyse sıfır…
**
Dünyada 17.yy, bilimin doruğa çıktığı bir zafer yüzyılıdır. Aydınlanma ve sanayileşme çağlarının ardı ardına sürdüğü bir dönemdir. Batıda müthiş keşifler yapılırken Osmanlı coğrafyasında elle tutulur bir gelişme, ilerleme görülmüyordu… Batılılar bizdeki medrese niteliğindeki okullarını üniversiteye çevirdiler; müspet bilimler dediğimiz matematik, fizik, kimya, biyoloji ve astronomiye önem verdiler. Tüm fen bilimlerinde hızlı değişim ve ilerlemeler oldu. Batılı insan, doğayı araştırırken biz medreselerde bu saydığımız müspet (pozitif) bilimleri kapının dışına koyduk; ders programlarından çıkardık. İşte ondan sonra da gerileme başladı, çöküntüye doğru hızla yol aldık…
**
Manevi miras…
Osmanlıdan Cumhuriyete bırakılan manevi miras; çok yönlü ve çok boyutluydu… Adeta her yönden sarmala dolanmış bir kuşatma altında kalınmış bir durumdaydı… Dünyadaki gelişme, kalkınma, çağdaşlaşma o kadar mesafe almıştı ki ona yetişme şaşkınlığı yaşanıyordu; öylesine hızlı bir gidiş vardı ki Dünyada, durmak bile batmak anlamına gelirdi ki nitekim battık da…
**
Manevi olarak çok zor bir miras devraldı Cumhuriyet… Devralınan maddi borç dışında, manevi yüklemle yoğun yoksulluk devraldı, gerilik devraldı, ilkellik devraldı… Bunlardan “maddi” anlam yüklenenler hariç gerisi tamamen ağır manevi miras yüküdür. Bunun tam karşılığı ortaçağı devir almaktı…
Tarihte her ne kadar Ortaçağın kapanışı Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle başladığını yazsalar da bu tartışılabilir bir değerlendirmedir; bana göre… İstanbul’un fethiyle Yeniçağın başladığı kitaplarda yazılıdır; fakat bu, teorik olarak belki doğru olabilir, pratikte doğru değildir; çünkü Batı bile birkaç yüzyıldan sonra, yani birkaç yüzyıl geçirdikten sonra, ancak Yeniçağa girebildi. Anadolu’daki tüm taşra şehirleri Ortaçağı yaşıyordu. Dahası, İstanbul’un Beyoğlu ve Şişli ile İzmir’in Kordon-Konak semtlerinden başka hiçbir yer Yeniçağa girmemişti…
Anadolu’daki tüm kent ve kasabalar tam anlamıyla Ortaçağı yaşıyordu. Yaklaşık 42 bin köyümüz vardı, bunların hiç birinde değil ki Yeniçağın nimetlerini yaşamak, kuru bir ifade olan “yeniçağ” lafı bile söylenemezdi. Böyle bir ifadeyi akla getirecek hiçbir gelişme, görüntü, değer, hizmet, anlayış, kültür, eğitim ve değişim yoktu… Bunu akla getiren kimse de olmazdı. Kısaca ve özetle Cumhuriyetin Osmanlıdan devraldığı maddi ve manevi miras yüklü bir ortaçağdı…
**
Böylesine ağır bir miras karşısında Mustafa Kemal ve arkadaşlarını bekleyen iki önemli iş vardı; 1-Vatanı kurtarmak, 2-Sonra milleti kurtarmak… Vatanı kurtarmak, hemen hemen imkânsız bir olaydı; paylaşılmış Osmanlı coğrafyasından geriye kalan ana yurt Anadolu da işgal altındaydı… İç ve dış düşmanlar seferber olmuşlardı; Türk varlığını Anadolu’dan silmekti hedefleri!
Mustafa Kemal ve arkadaşları bunun farkındaydılar; en yakın mesai arkadaşlarından gelen “yabancı manda” tekliflerin hiç birini kabul etmedi; kendine ve milletine inandı, güvendi, iman etti ve imkânsızı başardılar; milletin desteği Allahın yardımı ile başardılar… Bu, dünyada görülmemiş, görülemeyecek bir mucizeydi… Tanrıdan İsa ve Musa Peygamberlere lütuf olarak verilmiş olduğu pek çok mucizeden tarih bahseder; ama hiç böylesinden bahsetmemişti… Bu mucizeyi Türk halkı ve onun önderi Gazi Paşa göstermişti… Yine tabii ki Allahın yardımıyla… Başka anlamda bunu izah edecek olabilir; inancımız odur ki önce inanmak ve güvenmek, sonra da olağan üstü derecede çalışmak ve özveride bulunmak… Bunların hepsi Atatürk ve onun kuşağındaki kadrolarda fazlasıyla vardı. Bu özellikleri millete anlattılar, aktardılar ve sonuçta en belirgin olarak görülen bir mucizeyi yarattılar… Vatanı kurtardılar…
Ama milleti kurtarmak, yani Ortaçağdan Yeniçağa çıkarmak, aydınlanma dönemini başlatmak, oku-yazar yapmak kolay değildi… Hele “ümmet” olan toplumu “millet” yapmak, padişahın “kulu” olan halkı “yurttaş” yapmak, “birey” yapmak çok zor bir işti… Bunun zorluğu ancak şu örnekle anlatılabilir; “kuştan vatandaş yaratmak…” Bu örneği, işin ne denli zor ve imkânsız olduğunu anlatmak için verdim… Yoksa başka anlam yüklemek için değil…
Devlet bir ailenindi, milletin oldu…
Vatan bir aileye aitti, milletin oldu…
Millet “tebaa” idi “birey” oldu, “yurttaş” oldu…
Bunları bir satırda ifade etmek kadar kolay olmadığını herkes anlamalı, özellikle siz gençler çok iyi anlamalısınız… Bunlar size “abes” gelebilir, gelmemeli; Cumhuriyetin devraldıklarını ve size-bizlere kazandırdıklarını bilmeye mahkûmuz; gerçeği bilmek ve öğrenmek gerek; bu, sizin-herkesin ilk vazifesidir… Bunların nereden sağlandığını iyi anlamak gerek, bunların başarılması için kendi içinden pek çok devrim yapıldı. Cumhuriyet zaten başlı başına bir devrimdir.
Her devrimin kendi içinde ayrı bir devrimi vardır. Kuldan vatandaş, yurttaş çıkarmak kolay iş midir!? Dünyada örneği yoktur. Bunu başarabilmek için en azından 2-3 neslin geçmesi gerekir. Normal şartlarda böyle bir devrimi gerçekleştirmek için toplumun kendi içinde kuşak değişimine uğraması gerekir. Fakat Mustafa Kemal bunu tek dönmede başardı… İşte size bir mucize daha…
**
Ekonomik devrim…
Unutulmaması gereken bir hususu var; Cumhuriyetin kuruluşundan 1938 yılına gelinceye kadar geçen zaman sadece 15 yıldır. Gazi Paşa’nın gerçekleştirdiği devrimlerin hepsi bu kısacık bir döneme sığdırılmıştır. Kalkınma hızı %9, sanayileşme hızı %20 civarındadır. Böyle bir oran dünyanın hiçbir ülkesinde yaşanmamıştır bugüne kadar…
Cumhuriyet döneminde kurulmuş ne kadar kamu fabrikası-kuruluşu varsa, hepsi bu dönemde yapılmış ve üretime geçirilmiştir. Cumhuriyet kurulduğunda Anadolu’da tek bir kiremit-tuğla fabrikası dahi yoktu… Sadece marangozhaneler ve soğuk demirciler var işletme olarak… Onlar da at nalı ve mıhı yapmak, sürü çıngırağı, pala, dehre, yaba, orak, tırpan, köşkere, tabut yapmakla meşguller…
Cumhuriyetin bu ilk 15 yılında kurulan iktisadi devlet teşekküllerin hepsi ekonomik bir devrimdi… O işletmeler ki Türkiye’yi bugünlere taşımıştır; fakat şimdilerde birileri onları satıp yine birilerine “peşkeş” çekiyor; ikbalini ve iktidarını sürdürmek için… Dikkate değer bir husus ise, Cumhuriyetin ilk bütçesi 118 milyon lira… Bütçe görüşmeleri sırasında TBMM de gelen eleştirilere karşılık bakınız Atatürk ne diyor; “…bütçesi bir ABD ailesinin bir yıllık bütçesi kadar olan bir devletin hükümetini eleştirirken, ne olur biraz insaflı olunuz…” Evet bundan başka söylenecek söz olabilir mi?!
**
Cumhuriyet kadını…
Yukarıda ne dedik; Mustafa Kemal’in iki ana görevinden ilki vatanı kurtarmaktı. Kurtardı dedik. Bu kurtarışta Türk kadınının rolü neydi, katkısı var mıydı?
Bu soruların çok net bir yanıtı vardır; Anadolu kadını şehit-gazi Mehmetçik doğurarak evlat cömertliğiyle yetinmemiştir. Vatan savunmasına kendisi emeğiyle, alın teriyle, fiziksel gücüyle fiilen katılmıştır. Kurtuluş savaşında Türk kadının yaptığı fedakârlığı iyi anlamak ve anlatmak gerek.
İstiklâl Mücadelesi için oluşturulan 100 bin kişilik ordunun arkasında en az 100 bin kişilik ikmal ordusu lazım ki savaş kazanılabilsin. Moda deyimle “lojistik güç” dediğimiz ikmal ordusunun en az yarısı kadınlardan oluşuyordu. Onların desteği ile kurtuluş oldu, vatan kurtarıldı… Anadolu’nun vefakâr ve de cefakâr kadınlarımızı, analarımızı, ninelerimizi burada minnet, şükranla anmak, rahmet dilemek görevimiz. Onların hakkını teslim etmek gerek, onu geç yaptık…
Türk kadını hakkında Gazi Paşa’nın şu söylemleri son derece dikkat çekicidir; “Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başında bir bez, peştamal veya buna benzer bir şeyler sararak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın manası neye delalet eder? Medeni bir millet anası, bir millet kızı için bu garip şekiller, bu vahşi vaziyet nedir? Bu hal milleti çok gülünç gösterir ve derhal düzeltilmesi lazımdır”. (M.K. Atatürk. İkdam Gazetesi’ne beyanat, 1 Eylül 1925).
“Türk kadını; dünyanın en aydın, en erdemli ve en vakur kadınıdır. Bizce, Türkiye Cumhuriyeti anlamında kadın, bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en muhterem yerde her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir mevcudiyettir. Zaman ilerledikçe, ilim ilerledikçe, medeniyet dev adımlarla yürüdükçe, hayatın, asrın bugünkü gerçeklerine göre evlat yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz… Bugünün anaları için gerekli özellikleri taşıyan evlatlar yetiştirmek, pek çok yüksek özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar.” M.K. Atatürk
Kadınlarımızın birey sayılması için epey zaman kaybedildi. Onlara seçme ve seçilme hakkının geç verilmesi bir eksikliktir. O dereceye gelmek için yine Gazi Paşa çok gayret sarf etti. Çünkü millette egemen olan zihniyet Ortaçağ zihniyetiydi. Türkiye Büyük Milet Meclisi’nde de erkek egemenliği vardı… Kadını ikinci sınıf vatandaş olmaktan çıkaran, onların sosyal hayatta etken olmaları, devlet yönetimine katılmaları için gerekli devrimler Gazi Paşa’nın gayretleriyle olmuştur…
Kadınlarımız şu hususu hep hatırlamalılardır ki; eğitimli Türk kadını cumhuriyeti özümlemiş kadındır; benliğinde ve dimağında yer bulmuş bir Cumhuriyet kültürü ile yoğrulmuş kadındır… Cumhuriyetle kültürlenmiş insan birey olmuş insandır; bireyin kendi kendini yönetme bilincine erdiği doruk noktasında Cumhuriyet kültürü vardır. Türk kadınlarının bu zirveye ulaşması için Gazi Paşa gerekli rotayı göstermiştir. Gerisi tabii ki kadınlarımıza kalmış… Kadını “köle” anlamında istismar etmek isteyen Cumhuriyet düşmanlarına karşı en büyük mücadele tabii ki görev kadınlarındır.
Bunu anlamayanlar ya da anlamak istemeyenler, bugün kadını yeniden “peçelerin” içine hapsetmeye çalışmaktalar… Kadına “köle” muamelesi reva görülmektedir… Kadını yine kendilerinin hükmedebileceği bir “varlık” konumuna getirmek arzusundalar… Önce kadınlarımızın bunu fark etmesi gerekir; birey olduklarını hatırlamaları ve erkek egemenliğine başkaldırmaları gerekir… Cumhuriyetin kazanımlarına herkesten daha çok kadınların sahip çıkması gerekir…
**
İlginç gelebilir fakat gerçektir; Osmanlıda kadınlar nüfustan sayılmıyordu. Yani nüfus sayımı yapıldığı zaman, sadece erkekler sayılırdı. Kadınlar “varlık” olarak kabul edilmezdi. Yani kadın, Osmanlıya göre “insan” değildi, ondan dolayı nüfus sayımlarında dikkate alınmıyordu!!!… Böylesi bir zihniyeti devralıp kadını “eşit vatandaş” yapmak ve ona seçme ve seçilme hakkı vermek ne kadar zor bir iş olduğunu tahmin etmek gerek… İşte Gazi Paşa bu zorları teker teker başararak Cumhuriyetin devraldığı ağır mirasın yükünü atmaya çalışıyordu. Bunu anlamak gerek, anlamak… Bunun için de geçmişi, tarihi yeni nesillere doğru öğretmek gerek…
Milli eğitimde ve medyada öğretilen tarih eksik ve yanlış… Doğru tarih öğretilmediği için tarihsiz bir gençlik yetişiyor, gerçek tarihini bilmiyor; kuru tekrarlarla gençlerin beyni meşgul ediliyor. Gençlik, Cumhuriyet tarihini bilmiyor. Tarihini bilmeyen bir millet olur mu? Olursa sonu hüsran olur… Milletin gerçekleri yerine kuru ifadelerle doldurulmuş kuru bilgiler tarih diye veriliyor okullarda… Cumhuriyet mucizesini, Kurtuluş Savaşını, devrimleri, başarılan çağdaşlaşma hamlelerini anlatmak gerek.
Gazi Paşa ve arkadaşlarının başardıklarıyla, yapılanlarla övünmeyi bilmeliyiz. Milli değerleri yansıtan milli tarih yazmak ve öğretmek gerek gençliğe… Tarihe susamış bir genç ve orta kuşak var Türkiye’de… Geçmişi bilmek gerek; bugünü anlamak ve geleceği planlamak için…
**
Atatürk’ün dindarlığı…
Atatürk’ün din konusundaki ilkeleri bellidir. Taassuba dayalı yanlış din bilgileriyle milletin sömürülmesine karşıydı. Dinle ve gerçek samimi dindarlarla hiçbir zaman sorunu olmadı. Annesi-babası ne kadar dindar ise, yani mütedeyyin ise, Gazi Paşa da o kadar dindardı. Dindar bir anne ve babanın çocuğudur. Dinsizliği ret ederdi. Onun yaptıklarını kötülemek, yermek için birçok yalan yanlış uydurmalar yaratıldı ve yayıldı. Çünkü Cumhuriyet kurulduğu günden itibaren karşı devrim tohumları ekilmeye başlandı… Çünkü Cumhuriyet faziletti… Cumhuriyet insan olmaktı, yurttaş olmaktı… Düşünen, irdeleyen, sorgulayan birey olmaktı… Bu özellikler çağdışı düşüncelere, hurafelere, taassuba, inanç ticaretine ters şeylerdi, onun için de kurulduğu günden beri Cumhuriyet düşmanları da oldu; çoğaldı ve yöresel olarak egemen güç olmaya başladılar…
Atatürk bu yanlışlara karşı geldiği için “dinci” yobazlarca hiçbir zaman sevilmedi… Osmanlı subayı olan bir insan; vatan, millet, bayrak ve hürriyet aşkıyla yetişmiş bir asker… Hayatını milleti ve vatanı için feda etmeye her an hazır bir insanda manevi güç, inanç olmazsa bunları yapabilir mi?
Milletin kutsallıklarının, iffetinin, namusunun korunmasının ancak “özgür” olmakla mümkün olabileceğine inanmış ve bunun için hiçbir emperyalist gücü “engel” olarak tanımamış bir kahraman…
Osmanlı terbiyesiyle ve mekteplerinin disiplini ile yetişmiş bir asker… Kuran’ın kolay anlaşılması için, ücretini kendi şahsi bütçesinden karşılayarak, işin ehli olan kişilere Kur’an tercümeleri yaptıran, kendisine hediye edilen Çanakkale haritası çizili seccade üzerinde tefekküre dalıp gizlice dua eden, Kur’an okuyan, okutan bir Gazi Paşa…
Ramazan aylarında hatim indirip okuyanı “huşu” içinde dinleyen ve sevabını hep Çanakkale şehitlerine armağan eden bir kahraman nasıl olur da dine karşı olabilir, “dinsiz” olabilir?!
Böyle bir insan dine, dindara karşı olabilir mi? Atanın da, Cumhuriyetin de dinle sorunu hiç olmadı, yoktur da… Fakat din diktatörlerine, din tüccarlarına, dincilere karşıdır. Bunu her zaman söylemiştir; gizli değildir…
Bugünümüzde “dindar” geçinip aslında “dincilik” yapan naylon Müslümanların yaptığı haksızlığın, yedikleri yetim-kul hakkının, tek ayak üzerinde söyledikleri onlarca yalanların, yaptıkları iftiraların, devlet-millet-bayrak aleyhtarı davranışların hangisini yaptı?
Bu naylon Müslümanlar mı dindar da, Gazi Paşa “dinsiz” öğle mi?
Haydi canım sende, Allahın soytarısı!…
**
Atatürk ve kuşağı olağanüstü idealist, vatan ve millet aşığı bir kadroydu… Cepheden cepheye koşmakla geçmiş hayatları. Vatan savunması için her türlü fedakârlıkta bulunmuş bir nesil… Böylesine idealist, milleti için, vatanı için canını feda eden insanlara karşı “ölüm fermanı” çıkaran, imzalayanları bu millet hayırla anmayacaktır hiçbir zaman… Atatürk’ü “din düşmanı” diye ilan edip bildirileri halka Yunan ve İngiliz uçaklarıyla dağıttıranlar mı dindar?… Türk halkına; Yunan ordusunu “kurtarıcı”, halifeliğin, padişahlığın “koruyucu” ilan eden bildirileri düşmanla işbirliği yaparak uçaklarla halka dağıtanlar mı vatansever, milletsever?!
Bunların tamamı Cumhuriyete karşı olanlardır. Bunların hepsi, bir “karşı devrimin” süreciydi… Bu karşı devrim yıllarca devam etti… Bir süre yeraltına saklandılar korkusundan… Bu gafillere Gazi Paşa’nın bir hatırlatması var; okuyalım: “Beni inkâr edeceksiniz. hatta bühtanla yadedeceksiniz. Hint’e, Yemen’e ve Misir’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktir.” Mareşal Gazi Mustafa Kemal.
**
Uydurma tarih öğretisi…
Bu arada sahte tarihler, havadisler, olaylar anlatılarak vatandaşın beyni yıkandı; yeni neslin doğruyu öğrenmeleri engellendi… Doğru tarih yazılımı ve tarih araştırmaları Atatürk’ten sonra durdu. Örneğin Osmanlı tarihini yabancılardan, Hammer’den öğrendiğimiz gibi…
Tarih diye anlatılan şeyler, sadece padişah ve ailesiyle ilgili hikâyeler ve bir de yapılan savaşları kapsamış… Üstelik savaşlarda alınan yenilgilerden hiç bahsedilmemiş, anlatılmamış. Hep galibiyetler söylenmiş… İşin methiye tarafına kaçılmış… Kahramanlık tarafı anlatılmış, yenilgiler, bunların sebeplerine hiç dokunulmamış…
Gerçekler dostun hatırı için saklanmaz; onlar dosttan daha değerlidir… Eğer birilerinin hatırı için tarihi doğru anlatmazsanız, yanlışı aktarırsanız varacağınız menzil kısa olur; giderken de tökezler uçuruma düşmek içten bile olmaz…
Günümüzde benzer fakat ibret verici bir olayı birlikte yaşıyoruz. Bugünkü tahakkuk edilen yalan şekliyle tarihe geçti çünkü…
Nedir bu yepyeni olay?
2009 yılı Nobel Barış Ödülü…
Çok ilginçtir; Nobel barış ödülü, insan öldürene veriliyor… Irakta 2 milyon sivilin ölümü, 3 milyon yetimin, 1.5 milyon dul ve sakatın “onuruna” barış ödülü!… Böyle bir şey “tarih” olarak yazıldı… Batı emperyalizmin işine nasıl geliyorsa işler öğle organize ediliyor… Bırakalım devam etsinler, barış düşmanı bir zihniyete Nobel Barış Ödülü de nasıl yakışıyor ama!…
“Demokrasi getirecekler” denildi, ne geldiği ortada… Paramparça bir Afganistan ve Irak… Bunlar güya demokrasi adına yapılmaktaydı… Öldürme ve işgal işlevi ne zamandan beri “demokrasi” oldu? İşte yalan tarih böyle yazılıyor…
Yapılan yeni işin özelliği; öldürme ve işgal işinin daha zarif, yaldızlı, fiyakalı kostümlerle dolaşan “sempati yüklenmiş” kişiler tarafından gerçekleştiriliyor olmasıdır. Bu katliamları yürütenlere de barış ödülü veriliyor… Ne güzel dünya, değil mi?
**
Yalan, yanlış, eksik tarih her zaman bir millet için ve tabii ki dünya için felaketlerin hazırlayıcısı olur. Türk milleti geçmişini, en azından yakın geçmişini tüm incelikleriyle öğrenmek ve bilmek zorundadır… Başka türlü Cumhuriyetin yaptıklarını ve kazanımlarını anlamak mümkün olmaz…
Sonuç cümlesini yazmadan Gazi Paşa’dan bir alıntı yapmak istiyorum; işte Onun Cumhuriyet hakkındaki öz ifadeleri: “Cumhuriyet, ahlâki erdeme dayalı bir idaredir. Cumhuriyet erdemdir. Sultanlık korku ve tehdide dayalı bir idaredir. Cumhuriyet erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayalı olduğu için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aralarındaki fark bundan ibarettir” (M.K. Atatürk 14. 10. 1925).
Bu farkı fark etmektir bütün mesel…
Sonuç olarak, bir milletin tarih bilgisi yoksa dünü iyi bilmediği için bugünü iyi değerlendiremez. Yarını hiç kestiremez, günübirlik yaşayan bir millet olmaktan çıkamaz. İşte o zaman sizin için demokrasi de, Cumhuriyet de göğe bakan durak oluverir…