7.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1167

Hocam S. Ahmet Arvasi – 2

Türk milliyetçiliğini şamanizmle eşdeğer gören, İslam’da milliyetçiğin olmadığını iddia eden ham softa ve kaba yobazlar olmuştur. Arvasi Hoca ırk kavramını açıklarken, İslam’ın ırk gerçeğini inkar etmediğini, ancak bu gerçeğin istismarına karşı olduğunu belirtir. İslamiyet biyolojik ırk gerçeğini kabul ve fakat biyolojik ırkçılığı reddeder. İnsanlar farklı renk ve yapıda olmasına rağmen bir tek köktendirler. Biyolojik ırkçılığı reddederken Türk milliyetçiliğinin ictimai ırk gerçeğini inkar ve ihmal etmemesini ister. Biyolojik ırk biyolojinin, ictimai ırk sosyolojinin konusudur. Bu bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur. Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun soy ve kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Türk Milliyetçisi Türk ictimai (sosyolojik) ırkını benimser, sever ve sevdirirken ailesini de bu espri içinde kurmaya çalışır. Kozmopolitlikten hoşlanmaz. Bununla beraber başka ictimai ırkları da Allh’ın birer ayeti olarak değerlendirir. Biyolojik ırkçılık parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığı halde ictimai ırk birleştirici ve bütünleştirici  bir özellik taşır. Kimse biyolojik verasetini tayin iradesine sahip değildir ama ictimai ırk tercihe açıktır.

Hiç şüphesiz, Türk ictimai ırkı içinde eriyen, asırlarca kız alıp vererek Türk ictimai ırkına katılan, Türk tarih, kültür ve ülküsünü benimseyen, gönlünde başka bir milletin özlemini taşımayan, Türk devlet ve milleti ile kader birliği eden herkes Türktür.

Kavimler sadece çağımızda mevcut değildir. O binlerce yıllık bir gerçektir. Ancak Yeniçağ’da politika sahasında millet ve milliyet gerçeği sesini daha fazla duyurmuştur. Ağırlığını daha fazla koymuştur denebilir. Tarihin hiçbir döneminde  milletlerde bağımsızlık şuuru bu kadar uyanık olmamıştır. Zaten milliyetçilik “bir milletin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bağımsızlık şuuru milletini bir bütün halinde mutlu kılma arzusu” demektir.

Tarih milletlerin tarihi olarak gelişmiştir ve gelişmektedir. Ancak çağımızda milletler arası savaşlar, karakter ve silah değiştirmiş bulunmaktadır. Milletler birbirlerini iç savaşlar ile çökertmeyi denemektedirler. Bunun için yıkmak istedikleri milletin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısındaki problemleri istismar etmektedirler derken otuz yıl önceki bu tespit bugün ne kadar  haklı olduğunu gösteriyor.  

Arvasi Hoca İslamiyetin ırk gerçeğini inkar etmediğini ancak bu gerçeğin istismarına da şiddetle karşı çıktığını belirtir. Allah yanında en şerefli olan insanlar, kavimler ve ırklar takvada yani en samimi manada Allah ve Resulune hizmet etmede ileri olanlardır. İslamiyet, şu veya bu felsefi ideoloji gibi, ırkları ve kavimleri inkar ederek kozmopolit bir dünya kurmak davası peşinde değildir. Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz, vatan sevgisi imandandır, kavmin efendisi kavmine hizmet edendir diye buyuran  ve  Veda Hutbesinde soyunu ve sopunu inkar edenlere Allah’ın, meleklerin ve insanların lanetini dileyen  Şanlı Peygamberimizin dinini, ırkların, kavimlerin ve milli şuurun aleyhinde göstermek doğru değildir.

İslam dini ırkları, kavimleri, mili şuurları, vatan ve millet sevgisini asla yok etmez, aksine güçlendirir. Müslüman olan ırklar, kavimler ve cemiyetler zayıflamak şöyle dursun, tarihin de ispat ettiği üzere güçlenmişlerdir. İnsanları sevdikleri adlarla çağırmayı emir buyuran Şanlı Peygamberimiz kendi huzurlarında Müslüman olmakla şereflenen başka ırktan ve kavimden insanları birer kardeş  ve sahabi olarak mübarek bağırlarına bastıktan sonra onları milliyet adları ile çağırırlardı ve öylece anılmalarına ses çıkarmazlardı. “Bilal El – Habeşi”, “Selman El – Farisi”, “Süheyl El – Rumi”… gibi bu İslam büyükleri, o zamandan bu zamana kadar hep böylece anılagelmektedirler. Hiç kimse çıkıp da bin dört yüz  küsur sene sonra Şanlı Peygamberimizin yasaklamadığını yasaklayamaz, reddetmediğini reddedemez.

Günümüzdeki en önemli tehlikelerin başında muhafazakarların kozmopolitleşmesi gelmektedir ki; Hoca İslamın kozmopolit bir dünya kurma hevesinde olmadığını ısrarla belirtmektedir. İnsanlık milletim, dünya vatanım diyen bir anlayışın sonunda diğer milletlerin içinde eriyip gideceği, bunun sonucunda hem kendi nesline hem de dinine zarar vereceği açıktır.

Milliyetçilik, psikolojik olarak bir mensubiyet duygusu temeli üzerine oturur. Psikolojide sevmeyi; yakınlık duymak veya yakınlık duygusu diye tarif etmek mümkündür. İnsanın soyuna, tarihine, kültürüne, din, ahlak ve töresine, ecdat hatıralarına yakınlık duyması ve dolayısıyla onları sevmesi, bir bakıma zaruridir. Bu insanın tabiatı gereğidir. Bunu nasıl inkar edebiliriz? Milliyet bir duygu olarak bütün milletlerde vardır. İnsanlar milliyetperver olmayı bir fazilet bilirler. Bu duygunun tabii bir neticesi olarak her insanda milletini korumak, mutlu kılmak ve yüceltmek arzu ve ümidi, bir gayret olarak tezahür edecektir. İster istemez millet sevgisi, millete hizmet gayretini doğuracak ve bu irade kendini fikir ve aksiyon planında ifade etmeye çalışacaktır. İşte milliyetçilik budur.

Milliyetçilik tabii ve beşeri bir arzudur ve dolayısıyle normaldir. Bu sebepten, her Türk’ün, Türk Milletini dünü, bugünü ve yarını ile birlikte kendine yakın bulması, onu sevmesi, geliştirmeye, korumaya ve yüceltmeye çalışması, kısaca Türk Milliyetçisi olması tabiidir ve zaruridir. Aksi halde, marazi (patolojik, hastalıklı) bir davranış içindedir ve gerçekten tedavi edilmeye muhtaçdır. Anormal olan, insanın soyuna, tarihine, kültürüne, din, ahlak ve töresine, ecdadına düşmanlık beslemesidir, hor görmesidir. Bunu ancak art niyetli ve maskeli biri yapabilir. Bu durumda ihanet ediyor demektir, ihanetin tedavisi yoktur, cezası vardır. Türk Milliyetçiliği din olarak Allah ve Resulü’nün muhteşem çizgisinde yürümektedir. Allah’ tan başka ilah yoktur diyen Türk Milliyetçilerine Şamanist diyenler, Allah’ a hesap veremeyeceklerdir. 

Kültür ve medeniyet kavramları üzerinde mutabık olunamayan kavramlardır. Bizde Ziya Gökalp’le beraber kültür denildiğinde daha çok milletin inançları, töreleri, estetiği, ahlakı, hukuku, yani manevi değerleri anlaşılmaktadır. Kültür milli ve manevi, medeniyet ise beynelmilel ve maddi değerler biçiminde açıklanır. Arvasi Hoca’ya göre ise kültür bir milletin uzun bir tarihi tecrübe ile, tabiattan ayrı olarak geliştirebildiği “antropo – sosyal çevre” olarak tarif edilebilir. Milletler içinde yetiştikleri coğrafya parçasını yoğurarak işlemektedirler. İnsanın bu gayretinden “maddi kültür unsurları” doğar, insan fert ve toplum olarak ilimle, sanatla, dinle, hukukla, eğitimle, felsefi ve zihni değerlerle bizzat kendini işleyip geliştirmeye yönelir. Böylece bizzat insanın kendini yoğurma gayretinden “manevi bir antropo – sosyal çevre” doğar. Bunlara manevi kültür unsurları diyebiliriz.

Hoca kültürü sadece manevi değerler olarak mütalaa etmez. Milletin tabiatı yoğurarak ulaştığı “maddi değerleri” de kültüre dahil eder. Camilerimizde, halılarımızda, bağlama ve benzeri çalgılarımızda geliştirdiğimiz ve kullandığımız üretim araçlarımız da daha niceleri ile beraber milli kültürümüzün maddi unsurlarıdır. Türk milli kültürü maddi ve manevi yönleriyle bir bütündür. Manevi değerlerimiz kültürümüzün özünü ve ruhunu, maddi değerlerimiz ise gövdesini ve vücudunu temsil eder. Medeniyeti tanımlarken medeniyetin bir mana ve madde meselesi olmadığını söyler. Belki ölçülerde incelme ve milli kültür malzemesine ruh ve şuur kazandıran bir terkip meselesi olarak alır.

Medeniyeti kültürün işlenmesi, inceltilmesi, estetize edilmesi biçiminde tanımlar. Medenileşmeyi bir yabancılaşma değil de muasırlaşma (çağdaşlaşma) olarak anlatır. Bir millet, kendi malzemesini kendi şahsiyet ve üslubunu koruyarak, asla yabancılaşmadan en ince ölçüler ve tekniklerle geliştirerek çağı hayran bırakacak bir seviyede geliştirmişse ileri  ve güçlü bir medeniyete sahip olmuş demektir. Bütün mesele vatanınızın taşlarını bir Mimar Sinan gibi yontarak onlardan bir Selimiye çıkarabilmek hünerini gösterebilmektir. Her milletin kendine mahsus milli bir medeniyeti vardır. Bu suretle medeniyetler, milletlerin sayısı kadar çok ve çeşitlidir. Hiç şüphesiz tarihi ve coğrafi yakınlıklar milli medeniyetler arasında zamanla akrabalıkların doğmasına yardım eder ve böylece medeniyet zümreleri teşekkül eder.

Lakin bu durum medeniyetlerin milli karakterlerini yok etmez. Nasıl bir Alman, Yunan, Fransız, İngiliz, medeniyeti varsa Türk Medeniyeti de vardır, iddiaların aksine hiçbir millet medeniyet değiştirmeye yanaşmamıştır. Çünkü milli medeniyetini terk eden bir millet, yabancı medeniyetlerin içinde kaybolup gitmeye mahkumdur, Türk Milleti ikide bir medeniyet değiştirmeye kalkışan bir millet değildir. O, daima kulağında Bilge Kağan’ın meşhur narasını korumakta, töresini bozmadan yürümekte, kendini bularak yenileşmektedir. 

Kültür ve medeniyet konusundaki bu tanımlar oldukça farklı, orijinal,  ufuk açıcı ve incelemeye değerdir.

“Başarılı dava adamları kendilerini, hem çocuklara, hem gençlere, hem yetişkinlere hem de her iki cinse, onların dil, üslup, ihtiyaç ve meselelerini bilerek çeşitli biçim, vasıta ve tekniklerle anlatabilenlerdir. Türk- İslam Ülkücüsünün çocuklar için ayrı, gençler için ayrı, yetişkinler için ayrı hazırlanmış programları, yayınları, araçları ve çalışma biçimleri olmalıdır. Genç nesiller önce İslam klasiklerini ve milli klasiklerini öğrenecek, sonra karşılaştırmalı bir kültür ve medeniyet eğitimi ile dünya klasiklerini tanıyacaktır. Böylece yetişen nesiller, ister istemez yabancılaşmadan çağdaşlaşmanın yolunu bulacaklar, uyanış ve dirilişin sırrını keşfedecekledir. Kendi milli ve mukaddes tecrübesinden mahrum kalan hiçbir insan dehaya ulaşamaz. Deha, her ne kadar, kişilerde tezahür ederse de aslında o, orijinal kültür ve medeniyetlerin mahsulüdür ve kendi dehasını yeniden ortaya koyamayan bir medeniyet dirilemez. Biz Osman’ın rüyasına benzer bir rüya görüyoruz. Bu rüyayı Osman gerçekleştirmişti. Şimdi sıra Türk- İslam Ülküsüne bağlı ve diriliş İslam’da diyen çoşkun bir heyecan içinde ayağa kalkan genç Oğuz çocuklarındadır” diye haykıran Arvasi Hoca bize şevk ve dinamizm vermektedir.

Biz inanıyor ve tarihin şehadeti ile de idrak ediyoruz ki, Türk Devleti güçlü ve Türk Milleti birlik ise, İslam dünyası da mutludur ve ayaktadır, Türk Devleti ve milleti zayıf düşmüşse İslam dünyası ezilmiş, Müslümanlar parya statüsüne tabi tutulmuştur derdi. Kürtçülük yapanlar ya da göz yumanlar sadece Türk devlet ve milletine ihanet etmiyorlar, aynı zamanda İslam’a da ihanet etmektedirler tespitinde bulunur.

Bin dokuz yüz seksen sekiz yılı otuz bir Aralığında Hoca’mın vefat haberini aldığım zaman yıllarca gözyaşına çektiğim hasret son bulmuştu. Hemen İstanbul’a gittim ve Hoca’m Edirnekapı’ya defnedildi. Aşağı yukarı iki yıl kendime gelemedim. Binlerce öğrenci yetiştirdi. Hakkını ne yapsak ödeyemeyiz.

Rahmet, minnet, şükranla anıyorum.

Milli Eğitim’de F@tih devrimi !

Eğitimde “Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi” olarak belirlenen ve kısaca “F@tih” olarak nitelenen projeyi açıklayan Başbakan; “Fatih, dalga geçenlere gereken tokadı atacaktır!” dedi?

Kim dalga geçiyor?

Kim tokat atacak?

Tokat atmanın bir Milli Eğitim projesinde işi nedir?

Başbakan’ın üslubu bu!

Ya; “Bizi eleştiren şizofrendir!” diyor, ya; “Ananı da al git!”diyor, ya da; “Fatih gereken tokadı atacak” diyor.

Neyse, biz konunun özüne bakalım.

Nedir bu “F@tih” projesi?

Üç yılda tamamlanacak projeyle her öğrenci bilgisayarı sınıfta kullanacak. 42 bin okuldaki 570 bin dersliğe dizüstü bilgisayar, projeksiyon cihazı, internet ve akıllı tahta sağlanacak.

Son derece güzel bir proje.

Adıyla da hiçbir aklı başında insan dalga geçemez.

Ancak, F’den sonra gelen “@” sanki kimilerince  “e” harfi olarak algılanıp, “Fetih” anlamıyla da kullanılabilir!

İkincisi; sanki proje açılımı bu kısaltma ad için “zorlanmış” gibi!?

Bunu da geçelim.

İlköğretimde sınıfları bilgisayarlar ve akıllı tahtalarla donatacaksınız ama ya “Eğitim Sisteminin içeriği?” ne olacak?

Bu teknolojik donatımla eğitim vermesi beklenen öğretmenlerimiz buna hazır mı?

Geçimlerini zor sağlayan, kişisel bilgisayar edinememiş, bilgisayar kullanım eğitimi görmemiş öğretmenleri bu sisteme sanıl hazırlayacaksınız?

Öğretmenlerimizin “kadro” ve “özlük hakları” iki önemli sorun olarak karşımızda.

“Sözleşmeli, geçici, kadrosuz, düşük ücretle” öğretmen çalıştırıyorsunuz!

Kadrolu öğretmenler bile aldıkları maaşlarla geçinemiyorlar.

Mutsuz ve mesleki açıdan kendisini geliştiremeyen öğretmenlerle bu yeni teknolojiyi nasıl buluşturacaksınız?

Öncelikle, her okulda bir ya da birkaç “bilgisayar öğretmeni” istihdam etmelisiniz. Böyle bir “kadro” oluşturdunuz mu?

Anımsayın; Kocaeli Büyükşehir Belediyesi okullarda bilgisayar dağıttı. Ne oldu? Kimileri, bilgisayarları satmaya çalıştı! Çünkü, ya kullanmayı bilmiyor ya da yaşamak için başka öncelikleri var!

Sonra; son Milli Eğitim Şura’sında öne sürülen, kimi çağdışı istemlerle bu teknolojik atılım uyum gösterebilir mi?

Dünyadaki her türlü bilgiye “özgürce ulaşım” olanağı da sağlayacak mısınız? Yoksa, belirli siteleri kapatacak mısınız?

Daha da önemlisi; insanı aptallaştıran “ezberci” ve insanı “üretken kılmayan” güdük eğitim sistemini de değiştirecek misiniz?

Üniversiteye gelen gençleri inceleyin; pek çoğu, doğru dürüst kendi ana dillerini kullanamıyor, düzgün cümle kuramıyorlar! Çünkü, “çoktan seçmeli ezberci, çağdışı” bir eğitim sistemsizliğinin kurbanı olmuş çocuklarımız!

“Eğitim üretim içindir!” Eğitim, “nitelikli insan” yetiştirmek içindir! Eğitim, “kitlesel aptallaştırma aracı” değildir!

Önce, gerçek anlamıyla bir “Milli Eğitim Sistemi” oluşturun, sonra öğretmenlerimizi yeniden eski saygın kimliğine ulaştırın.

Bunlar gerçekleşmeden hangi teknolojik yeniliği getirirseniz getirin, olumlu sonuç alamazsınız!

Okul binalarının yapım ve donatımını hamiyetli işadamlarına, çocukların eğitimini – kimi-  cemaatlere bırakan; Atatürkçü öğretmenleri itip kakalayan; okulların aydınlatma, ısıtma, onarım giderleri ve hizmetli ücretleri için kaynak bulamayıp velilerin sırtına yükleyen anlayış, bu teknolojik atılım için kimlerden kaynak sağlayacak?

Projenin maliyeti nedir?

Maliyeti hayli yüksek olan bu proje için Bütçe’de kaynak ayrıldığını anımsamıyorum!

O halde, “sponsor” kim ya da kimler?

Bu ülkenin bir adım daha ileri gitmesi, çocuklarımız ve gençlerimizin en iyi şekilde yetiştirilmesi, hepimizin ortak arzusudur. Ama, kişisel hesap ve heyecanlarla değil, ciddi bir planlama süreci ile gerçekleşmesi koşuluyla.

Siyasal gösteri hesabıyla değil!

 

 

Olasılık

Haberin var mıydı? Sana olanlardan

Yoksa dünyadan bir haber miydin

Ben bir şey yapmadım ne oluyor

Böyle diyerek yüreğine su serperken

Varıyor muydu ki her şey olacağına

 

Haklımıydı sence ? Biliyordu böyle olmadığını

Neydeki sebebi Seni aldığında ablukaya

Manasızca sebeplere sarılıp  sana baktığında

Gördüğü neydi ki böyle ısrarla sana yapıştığında

Seviyor mu ki sana yaptığı haksızlığı

 

Bu sıkıntılardan bıktığını canına yettiğini

Artık omuzlarındaki yükleri hafiflettiğini

Ah görseydim keşke seni sevdiğini

Yaşamına olumlu katkı verdiğini

Gerçek olur muydu ki bu güçlü olasılık 

 

 

Tesettürlü Olduklarını Zannedenler

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr sitesinde yayımlanan, çizgi ve espri gücü olarak son derece başarılı karikatürleriyle dikkati çeken karikatürist Murat Yılmaz son olarak “Tesettürlü Olduklarını Zannedenleri” çizmiş. Karikatürde başında tepesi kabartılmış bir türban bulunan bir bayanın, vücut hatlarını tamamen ortaya koyan (hatta göbeği açığa çıkaran) dar bluz ve pantolon giydiği ve ağır bir makyaj yaptığı görülüyor. Murat Yılmaz kardeşimiz başörtüsü taktığı halde tesettürlü olmayan bu tür bayanların kıyafetiyle ilan ettiği kimliğindeki çelişkiye dikkat çekiyor.

Toplumumuzda türban taktığı halde tesettürlü olmayan, “cafe”lerde, açık alanlarda erkek arkadaşıyla sarmaş dolaş gezen, öpüşen genç kızlarımıza şahit oluyoruz.

Kişilerin yaşama tarzlarını eleştirmek değil ama toplumumuzun yaşadığı değişimi anlamak açısından bu gözlediğimiz vakaları anlamaya çalışmak önemli olsa gerektir.

Belki de bu genç kızlarımızın aileden veya “mahalleden” aldıkları eğitim ile TV, sinema, gazeteler, okul ve diğer çevreden aldığı etkilerin farklılığı söz konusu. Veya nefsi dizginleyen inanç ile genç kız olmanın ruhunda yarattığı fiziksel ve ruhsal talepler ve toplumda beğenilme arzusunun etkileşiminden çıkan bir terkipten bahsetmek mümkün olabilir.

Bu yazıda maksadım, türbanın siyasal simge olması, mahalle baskısı oluşturma riski gibi yönlerini dile getirerek endişelenenleri, “bakın türban cephesinde de bir değişim yaşanıyor” diyerek rahatlatmak değil. Bu genç kızlarımızı Müslüman kimliğini ön plana çıkaran başörtüsü kullandığı halde, İslam kurallarını “yozlaştırdığı” suçlaması ile yargılamak da değil.

Zaten erkeklerin yaşadığı çelişkileri görmezden gelip, bayanların yaşama tarzında çelişkili olduğunu varsaydığımız hususları ön plana getirmek en hafifinden insafsızlık sayılmalıdır.

*****************

Ben erkek veya kadın, bütün insanların dışa yansıyan kimlikleri gibi, dışa yansımayan kimlik özelliklerinde de farklılıklar olduğunu düşünüyorum. Bu farklılıkları yaratan sebeplerin çeşitliliği sebebiyle, kendi kimliğimiz olarak benimsediğimiz inançlarımız, davranış biçimlerimiz, taraf tutmalarımız gibi birçok yönümüzün çelişkiler taşıdığını gözleyebiliyoruz.

Hepimizin karakterini ve davranışlarını etkileyen onlarca faktör var ve biz bu faktörlerin bileşkesine göre bir kimlik oluşturuyoruz. Bu faktörlerin gücü ve şiddeti değişken. Bu yüzden faktörlerin bileşkesi olan davranış ve karakterimiz de değişken olmakta.

Bulunduğumuz çevre, oturduğumuz makam ve mevki, kullandığımız siyaset, makam veya para gücü gibi faktörler davranışlarımızı, tercihlerimizi ve karakterimizi değiştirebiliyor.

Fakirken faizin haramlığı konusunda çok hassas ve hatta radikal olan bir Müslüman, zenginleşip ticari hayatın enstrümanlarını kullandıkça, önce “vade farkı“, “kâr payı” gibi kavramların rahatlatıcı etkisi altında daha sonra “enflasyon oranı kadar” ve nihayet “para da maldır, bir kârı olmalıdır” tezlerini benimseyerek faizli kapitalist sistemin bir parçası olmaktadır.

İktidara gelinceye kadar bağımsızlık fikrinin şampiyonu olan siyasetçi, iktidarda kalmanın sadece halkın desteği ile mümkün olmadığını görmesinden sonra, iç ve dış güç odaklarının ülke ve millet menfaatlerine aykırı taleplerini karşılamakta bir beis görmemektedir.

Siyasette para gücünün önemini kavradıktan sonra önce siyasi hareketinin bekası ve başarısı için diye başlayıp, sonra kendi şahsi servetini artırıcı haram yollara tevessül edebilmekte. “Harun gibi gelenlerin, Karun gibi olduklarından” bahsedilmekte.

Gönülleri kazanmak” maksadı ve hedefi ile yola çıkan cemaat mensubu Müslüman, güç kullanmaya başlayınca, hedefi daha fazla güç kazanmak ve ne pahasına olursa olsun kazanılan maddi gücü muhafaza etmek noktasına gelmekte. Bu uğurda İslam’ın kerih (çirkin, iğrenç) bulduğu usulleri kullanmakta bir mahzur görmemekte.

Vatan ve millet sevdasıyla bir ömür çile çekmiş bazı milliyetçiler, bölücüler veya onların işbirlikçileriyle kol kola olabilmekte.

Günde kırk defa Yaratıcımıza “yalnız senden yardım dileriz” diyenlerin bir kısmı, sadece ABD ve AB’den medet ummakta. Irak’ta, Afganistan’da milyonlarca Müslüman’ın ölümünden sorumlu işgalcilere bir kınama cümlesini bile çok görmekte.

“Türk’ün ruh köküne düşman” her kimse O’na düşman olan, “Biz, gerçek Türk varlığının, Türk tarihinin, Türk ruhunun son ihtiyat akçesiyiz” diyen Necip Fazıl‘ın manevi çeşmesinden su içerek yetişenler, Türk olmaktan, Türk’üm demekten utanmakta. Hepimizin ortak kimliği olan Türklüğü bir etnisite seviyesine indirmekte.

Demek ki çelişkiler sadece bir kısım genç kızımızın giyim ve hayat tarzında değil. Çok daha vahim çelişkileri görmek ve dikkat çekmek gerekmekte. (Murat Yılmaz diğer karikatürleriyle bütün bu çelişkilere dikkat çekmekte.)

Necip Fazıl Üstad’ın, öğrenci olduğum 1977 yılında, Beyazıt Meydanında okuduğu ve kendisinden canlı olarak dinleme şansı bulduğum şiirini hatırlıyorum. Şiir, sadece o yıllar için değil, bugün de ve muhtemelen yarın da geçerli olacak tespitler barındırmakta.

İçimizdeki yangını söndürmek için aranan su nerede? Belki de çare, bu büyük, inanmış şairin gönlüyle feryat ederek, yaşanan bu yaman çelişkilere dikkat çekmekte.

Hak yolunda bir lider; Memur hakkı tahribe.

Düne kadar dıştandı, Şimdi de içten darbe.

 

Bu muydu Büyük Doğu, Kırk yıllık muhasebe?

Deli olsa yanaşmaz, işlerini tasvibe!

 

Bir nesil bekliyoruz, Büyük nizama gebe.

Nedir o nizam nedir? Boyun eğmektir Rabbe!

 

Milliyet ruha bağlı; Kıymet sadece kalbe.

Fatih’te erimiştir, Cengiz Han ve Kurt Cebe.

 

Davet gücü İslamda; Ferde ve kavme rütbe.

Bizde, kutsi emanet; Bizde yarın galebe!

 

Gün geldi saat çaldı; İşte yol koş takibe!

Yetmez mi esaretin; Ey Türkoğlu davran be!

 

Yeni Operasyon: Wikileaks

Dünya ve Türkiye yeni bir operasyonla karşı karşıya. Bazıları bu operasyona “Diplomasinin 11 Eylül’ü” adını takmış. Eğer öyleyse 11 Eylül’den sonra dünya da yaşananlara bakmak ve sadece Irak’ta öldürülen bir milyonun üzerindeki sivil insanı görüp “eyvah” diye bir çığlık atmak gerekiyor.

Dünyanın Efendileri, benim “garip” olarak nitelediğim mazlum insanları, zulmederek sömürmek için adına “Wikileaks” adını taktıkları yeni bir oyunla, yine düğmeye bastılar.

Wikileaks’ın yayınladığı toplam belge açısından en çok kripto ABD’nin Ankara Büyükelçiliğinden gönderilmiş. Bunların bir çoğu kamuoyununda sahip olduğu bilgiler ve değerlendirmeler. Yani malumun ilanından ibaret.

Esas cevaplanması gereken soru: bu operasyonu yapanların hedefinin ne olduğu…

Dünyanın Efendileri’nin yeryüzünde inanılmaz bir kontrol gücü vardır. Uçan sineğin her türlü bilgisine sahiptirler. Daha doğrusu sinek onlardan habersiz uçamaz. Eğer kontrolsüz uçmaya çalışan bir sinek varsa derhal şaplağı yer. Onun için Wikileaks ve onun kurucusu Julian Assange’nin bu derece serbest bir hareket alanı bulması imkansızdır ve bu açık bir operasyondur.

Türkiye ve çevresi bu operasyondan ne kadar etkilenecektir merak ediyorum.

Jeopolitiği çok sıkıntılı bir coğrafya üzerine oturmuş Türkiye’nin başına, sahip olduğu bu coğrafya sebebiyle daha neler gelecektir? Ve biz bunu oturup her zaman olduğu gibi seyredecek miyiz? Yoksa doğru öngörülerde bulunup önümüzdeki günlerde başımıza gelmesi muhtemel olan tehlikeleri hep birlikte  savuşturabilecek miyiz? Oturup bu konu hakkında karar vermeliyiz. Çünkü millet ve devlet olarak hayatiyetimizi sürdürmek her geçen gün zorlaşıyor.

Türk Milletinin, aklına, ruhuna, vicdanına kalın zincirler vurulduğundan şüphe yoktur. Aksi varit olsa başına gelenlere ve hızla köleleştirilmesine isyan eder gereğini  buna göre yapardı.

İsterseniz  halkın arasına şöyle bir girin ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Toplumun yoksullaşması gözle görünür haldedir. Türk halkının çoğunluğu, açlık sınırının altında bezgin bir şekilde  yaşamaktadır. Halk hiçbir şeyi düşünmeden, günlük iaşesini temin etmek peşindedir. Bununla birlikte açlık sınırının altında kalan bir gelirle yaşamaya itilen yoksul halkımız bireysel olarak aşırı bir şekilde borçlandırılmıştır. Yoksul halk, din faktörü kullanılarak sabırla kanaat etmesi yönünde telkine uğramakta ve bu dünyadan ziyade ahreti kazanarak, cennetini kurtarmaya ikna edilmektedir.

Bunlar olurken Türk vatanı; Dünyanın Efendileri’nin desteğiyle, bölücüler tarafından parçalanmak üzeredir. Türk topraklarının yer altı ve yer üstü zenginlikleri yabancılara devredilmiştir. Türkiye füze kalkanlarının ülkesine konuşlandırılmasına izin vererek, sözde sorunlar yaşadığı(!) İsrail’i koruma altına almış ve Avrupa medeniyetinin şımarık çocuğu Yunanistan da hükümranlığını genişletmek için gün sayar hale gelmiştir.

Türkiye’nin başındaki iktidar ise bu oyunlara seyircidir. Bu iktidarın kullanım süresi dolunca nelerle karşı karşıya kalacağımız şimdilik meçhuldür.

Türkiye ve Türk Milleti ile alakalı olan gelişmeleri, halk olarak yeterince izleyemediğimiz ve gelişmelerin bizle olan ilgisini kuramadığımız, çok aşikardır. Ancak buna rağmen canımızı, malımızı ve neslimizi korumak istiyorsak açlığımızın, yoksulluğumuzun ve her türlü cehaletimizin önüne, başımıza gelecek olanları anlamayı koyabilmeyi başarmalıyız.

Eğer biz geleceğin enerji kaynağı olan ve dünya üzerindeki rezervin % 80’nin ülkemizde bulunduğu ve bir filesiyle bütün bir ülkeyi ısıtacak olan toryum madeninin  yabancılara devredildiğini bilmiyorsak kim bilir daha neleri kaybettiğimizi bilmiyoruz demektir.

Siyasi iktidarı dünya efendilerinin kontrolünde olan, ekonomisi millilik ve bağımsızlık vasıflarını yitirmiş ve ordusu yıpratılarak güçsüzleştirilmiş bir ülkenin geleceği olur mu?

Şimdi de günlerce Wikileaks’ı  konuşup duracağız. Biz Wikileaks konuşurken acaba dünyada neler olacak?

Fakirlikle, yoksullukla, işsizlikle, türbanla, YÖK, HSYK, Anayasa ile uğraşırken niçin küresel iklim değişikliği ile dünya efendilerinin kendilerine yeni yurt arayışlarını konuşmuyoruz? Niçin Vatikan’ın üçüncü bin yılda Asya’yı hıristiyanlaştırma projesini tartışmıyoruz? Henry Kissinger’in ” önümüzdeki yüzyıl Pasifik coğrafyasının olacak” ve 1993’te söylediği ” 3. Dünya Savaşı Kore’den çıkacak”  sözlerine niye dikkat çekmiyoruz? Bütün bunlar olurken güzel Türkiye’mize niçin el konulmak ve bölünmek isteniliyor tartışmıyoruz?

Eğer bunları konuşuyor ve tartışıyor olsak, fakirliğimizin, borçlandırılarak yoksullaştırılmamızın, dinler arası diyalogla yumuşatılmamızın ve bölünmeye alıştırılmamızın nedenlerini hemen yakalıyabileceğiz.

Şimdi hep beraber Wikileaks’ı izleyelim ve Dünyanın Efendileri’nin bu operasyonla neleri yapacaklarını hep beraber görelim. Atalarımız ne demiş “su uyur düşman uyumaz”.

 

Akçeli işlerde 1.lik kimde?

Dünden beri ortalık Wikileaks belgeleri ile dolu.

Dünya televizyonları hemen ‘Flash’ diye girerken, bizim televizyonlar uzun süre sağıra  yattılar.

Twitter’da Türkiye ile ilgili olanların tercümeleri arka arkaya gelirken, televizyonlar, hiç bir şey yokmuş gibi davrandılar.

Burada bir kişinin hakkını teslim etmek gerek.

Cüneyt Özdemir.

Belgeler ortaya çıktığı andan itibaren, bütün Türkçe çözümlerini ardı ardına hem Twitter‘da takip edenleri ile paylaştı, hem de kendi sitesi Dipnot.tv’de okurları ile.

Bizim haber portalımız da dâhil, diğer siteler de, tabii ki bir süre sonra paylaştılar olurları ile belgelerin içeriğini.

Ama interaktif yayıncılığın ana ilkesi zaman konusunda Cüneyt Özdemir, açık ara fark attı dün gece.

Buradan çıkan sonuç da şu olmalı.

Bu işi ciddiyet içerisinde yapmak isteyen haber portalları, kaliteli, iyi yetişmiş elemana iyi paralar vererek, bünyelerinde bulundurmak durumundalar.

Bir tek konu bile, o elemanın varlık sebebini ortaya koyması açısından önemli hale gelebiliyor gördüğünüz gibi.

Gelelim Wiki’ye.

Yazılanlardan ilk ortaya çıkarılanlara bakılırsa şöyle bir tablo çıkıyor.

Erdoğan inatçı, Sarkozy çıplak, Araplar kalleş, Azeriler Sinsi, Merkel de aşık.

Hem de kime biliyor musunuz?

Başbakan Erdoğan’a.

Emine Hanım, ilk karşılaştığında bu kadının başını gözünü paralar diye korkmaya başladım ben.

Wikleaks’teki belgelere göre de, Dışişleri Müsteşarı Sinirlioğlu, Davutoğlu’nu döver.

Yani Amerika ile ilişkilerde daha etkin ve daha başarılı.

Bu belgelerin kıyamet koparacak en önemli tarafı akçeli işlerin bahsedildiği kısımlar.

Bu konuda somut bir takım olaylardan da bahsetmiş.

Buna göre AKP‘deki siyasetçiler arasında, Abdülkadir Aksu, Kürşat Tüzmen ve Mehmet Müezzinoğlu, akçeli işlere en çok bulaşanlar olarak bahsetmiş.

Müezzinoğlu ismi, Başbakan ile olan ilişkileri açısından ilginç geldi bana.

Başbakan ile de ilgili birçok akçeli konular da geçiyor belgelerde.

İfrat ve tefrit var mıdır aralarında?

Olabilir de…

Ama ilginç olan şu ki; akçeli konuların geçtiği kişiler ve olaylarla ilgili, kimse bir şaşkınlık ifadesi göstermedi.

Sanki herkes biliyormuş da, tekrarı olmuş gibi.

Bu arada, bu belgelerin dayandığı raporların sahibi Edelman, bazen öyle şeyleri rapor etmiş ki; zannedersiniz Sofular’da Hikmet Abi’nin kahvesinde oturmuş, oradaki konuşulanlar da rapor etmiş.

Olay henüz çok yeni.

Bu hafta anlaşılan Türkiye’de sadece Wikileaks konuşacağız.

Hükümetin strateji uzmanları, Türkiye‘nin gündemine hiç olmadık bir konuyu sokmazlarsa tabii.

Veya birileri, dikkatimizi başka bir yöne çevirecek olağanüstü bir eylem gerçekleştirmez ise…

Değişme, Değiştirme ve Dönüştürme

Geçmiş Kurban Bayramınızı kutluyorum. İlk defa kurbanlık bulmada zorlandığımız, ithal kurbanlıklara sığındığımız bir Bayram geçirdik.
Kosova’nın Prizren şehrinde yapılan “Atatürk’ü Anma Haftası”ndan döndükten sonra, bizi daha önce davet etmiş olan Nazilli Türk Ocağımızın misafiri olduk. Ege’nin incisi olan bu ilçemizde “Küreselleşme ve Kimlik” konulu bir sohbet yaptık. Hizmet için koşturan başta Ocak başkanı Ahmet Çekim olmak üzere, Ali Yavaş, Ziya Aksüt ve Şükrü Elmalı Beyleri tebrik ediyor; ilgisini esirgemeyen, Nazilli’ye güzel hizmetler veren Belediye Başkanı Haluk Alıcık’a da teşekkür ediyoruz.

Milli endişe sahibi ve sorumluluk anlayışı içinde çalışan, Türkiye’nin nereye götürüldüğünü sorgulayan her kuruluşumuzu ülkenin teminatı olarak görüyoruz. Birçok derneğimiz ve vakfımızın sesi bile çıkmıyor. Ülkemizin getirildiği bu üzücü noktada ve yol ayrımında bazı şeyleri fark etmiyorlar, faaliyetlerin ancak tozpembe bir ortamda yapılabileceğini düşünüyorlar, kolaya kaçıyorlar ve vatandaşlık görevlerini yerine getirmiyorlar. Bir kısmı da, mahalli veya ülke çapındaki siyasi baskının altındalar. Baskı, sindirme ve şantaj anlayışının demokratikleşme diye yutturulduğu günümüzde, üstüne düşeni yapamayan bir çok kuruluş ve ünvanlı şahıs var. Bazıları havadan sudan konularla uğraşıp asıl konuşulması gerekenlerden kaçıyorlar. Dergilerinde yazdıklarını uygulayamayanlar da var.

Günümüzde herkes imtihandan geçiyor. Teferruatın, şahsi hesapların bir tarafa atılıp dayanışma ve gönül birliğinin pekiştirilmesi gerekiyor.
Bu arada küreselleşme, daha doğrusu küreselleştirmenin değişik yüzleriyle tanışıyor, ülkemizin çok değişik alanlarda nasıl kuşatıldığını hissediyoruz. Küresel güç olan ABD’nin çıkarlarına uygun bir dünya düzeninin kurulmakta olduğunu, dostluğun ve sözde müttefikliğin çok değiştiğini yeni yeni anlayanlarımız var.

İnanç dünyamız ve dini hayatımız bile şekillendirilmeye uğraşılıyor. İslâm’ın diğer dinlerden sanki takviyeye ihtiyacı varmış gibi üç dinli, üç peygamberli bir Müslüman yaratılmak isteniyor. Neredeyse bu Müslüman hem camiye, hem kiliseye, hem de havraya ibadet için gidebilecek. Devşirme ve dönüştürme faaliyetleri İslâm’ın birlik ve bütünlük (tevhid) anlayışını hedef alıyor. Her cemaate ve guruba göre farklı İslam anlayışı inanç özgürlüğü şeklinde takdim ediliyor. Tefrika, sosyal dokumuzdaki etnik taassuba benzer şekilde ayağa kaldırılıyor.

Farklılaştırarak, bölerek sözde bütünleşme, ama aslında karmaşa hedefleniyor.  “Sen benden değilsin; ben de senden değilim”  zorlaması, bazılarına göre ülkeyi hiç de bölmüyor. Bu onlara göre demokratikleşme… Oysa, ufalanarak çözülme demokrasiyle uyuşmuyor.

Yeni Osmanlıcılık diye ortaya çıkanlar aslında Osmanlı’nın da gerisindeler… Osmanlı’da eğitim-öğretim dilinin Türkçe olduğunu bilmiyorlar mı? Kaldı ki, Osmanlı’nın karmaşık yapısından çok farklıyız. Ortaya çıkan ihtilaf karşısında II.Abdülhamit’in  İşkodra’da hutbenin Türkçe okunması gerektiği şeklindeki talimatını bile hesaba katmıyorlar. Kürtçe hutbe ve benzerlerine hoşgörüyle bakıp destekleyenler, Diyanet İşleri Başkanını değiştirenler acaba neyin peşindedirler?

TRT’nin bizzat yaptırdığı araştırmalara göre, Güneydoğu’da vatandaşın Türkçe ile zannedildiği gibi sorunu var mı? Bu işgüzarlık neden? Türkiye değişmiyor; değiştiriliyor ve dönüştürülüyor. Değişme, organik ve iç dinamiklerle ortaya çıkan, toplumların adeta nefes alışlarıdır. Artı veya eksi yönde olabilir. Dönüştürme veya değiştirme ise; mekanik, tepeden, zorlayıcı ve daha çok dış dinamiklerin etkisiyle bir yönlendirmedir. Bu da, yasa ve anayasa değiştirmeleri ile ülkemizde somutlaşıyor. Türkiye, kendi kendisi ile yabancılaştırılıyor.

İstanbul Barosu seçimlerinde daha önce aşırı sol adaylara oy verenlerden bir kısmının artık Kürt değil; ama Kürtçü aday arayışına çıkmaları, ideolojiden etnikliğe dönüştürme sürecine bir örnektir. Bu süreç, maalesef ülkeyi yönetenlerce de desteklenmektedir. Yeni başkan Doç. Dr. Ümit Kabasakal ve eski başkan Muammer Aydın’a verilen oylar da bu dönüştürmeye karşı milli tepki örneği olarak kabul edilebilir. Gerçekleri ve değişmeyi fark edemeyenlerin, sağ veya sol ittifak içinde oyları birleştirme çabaları da dikkatten kaçmamıştır.

Bazıları, bizi yanlış anlasa dahi yıllardır bir gerçeği haykırıyoruz. İkibinli yıllarda değişmenin iyi yakalanması gerektiğini söylüyoruz. Hangi sağ, hangi sol soruları cevap arıyor. Sağın milliyetsiz kesimi, Türkiye’ye karşı kurulan ihanet ittifakının artık bir parçası olmuştur.

Oysa bu gerçek, seçmen davranışına yansımıyor. Herhalde, demokrasinin basını görevini tam yapamıyor. Seçmen davranışı hala klasik sağ-sol, lâik-antilâik ve geçmişin klasik DP-CHP çatışmacı ayırımına kilitlenmiş. Bundan dolayı sandık, demokrasiye hizmet etmekten uzaklaşıyor. Asıl düşündürücü nokta budur.

 

“Masa da Masaymış ha!”

Güzîde ve mübârek Hükümetimiz sonunda bunu da yaptı. Ve Füze Kalkanı Projesi; Sam Amca’nın istediği yerde, istediği zamanda, istediği şartlarda Türkiye’ye konuşlandırılacak. Ammavelâkin güzîde ve kıymetbilir basınımız olayı ‘Türkiye’nin istediği oldu’ şeklinde vermeyi başardılar. Mister Obama’nın isteği bizim için zaten emirdir efem.

Bu bağlamda Edip Cansever’den müsaade alaraktan meşhur ‘Masa’ şiirini kasayla kafiye aramaksızın ve dahi tasalanmaksızın halkımızın ‘cuk oturtma’ seven kısmıyla paylaşmak isteriz:

Hükümet bayram sevinci içinde
Masaya açılımları koydu
Üstün Cesaret madalyasını koydu
Şövalyeliği, Chatham House’ı koydu
Kuzey Irak’tan gelen Peşmergeyi koydu
AB müktesebatını ABD iktisatını
Sümelâ, Akdamar yumuşaklığını koydu
Hükümet masaya
Davos’ta olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu 2023’te 
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi içeri tıkıyordu 
Hükümet masaya onları da koydu 
Bir koyup üç almak on ederdi 
Adam koydu masaya onu 
Irak yanındaydı Afganistan yanında 
Uzandı masaya Vaşington’u koydu 
Bir başörtüsü kararı almak istiyordu yıllardır 
Masaya umudun tükenişini koydu
Uyanıklığını koydu korkaklığını koydu  
Lâfa tokluğunu ihaleye açlığını koydu.  
Masa da masaymış ha  
Bana mısın demedi bu kadar yüke  
Bir iki sallandı durdu  
Hükümet ha babam koyuyordu.  

İdeoloji

Bu ne büyük sevgili

Sisli gözlerle bakıp

Erişilmez yerlere koyduğumuz

Ondan güzeli yok

Nazlı nazlı süzülen yok

Bir kere âşık olmaya gör

Ne de uzaklarda

Ne kadar da yükseklerde

Erişilmez büyülü bir suret bu

Dokunabilir misin?

Zihninin gücü ellerine ye­ter mi?

Ellerin titreyerek yaklaşır

Geri çekersin

Sanki büyü bozulacakmış gibi

İçmişsin bir kere iksirini

Bu bir derin kuyu

Dibi karanlık

Hâlbuki ne umutlarla at­lamıştın

Dibinde güller var sanmış­tın

Bu boşluğun sonu yok sanki

Ama bu boşluk

Bu karanlık

Her taraf zindan

Ümitler tükenir mi?

Ah bir gözünü açsan

Etrafına bir baksan

Anlarsın ki parmakların suçlu

Onlar kapatıyor gözlerini

Çek ellerini

Sonunda

Belki

Ulaşırsın telli duvaklı geli­ne

Korkarak

Kaldırırsın duvağı aniden

Olmaz böyle şey dersin

Olamaz

Büyü bozulmuştur artık

Duvağın altından çıkan bir ceset

Ceset artık bir iskelet

Ama o koku

Sanki hep aynıydı da bilmiyor­dun

Neden feda ettin dününü?

Bilmediğin yarınlar için

Bu sonsuz hayal

Bu uçsuz bucaksız kin

Elveda.

Ne Zaman Bitecek

0

Ne zaman bitecek emperyalizm bayağılı?

Ne zaman duracak kapitalizm azgınlığı?

Ne zaman dinecek gökten sağanak, sağanak yağan bu füze vahşeti?

Ne zaman susacak masum insanları delip geçen şu silah sesleri?

Ne zaman sona erecek 21. asrın bu rezilliği?

Ne zaman yüzü gülecek yoksul aç yığınların?

Ve ne zaman sarılacak yarası, 

Sahipsiz kalan zavallı Müslümanların?

ALLAHIM…

Hiç durmayacak mı oluk oluk akan bu kan ve gözyaşı,

Ve hiç dinmeyecek mi ekilen bu kin ve nefret tohumları?

 

Nineler üzgün,  dedeler yorgun, analar çaresiz, bebeler öksüz,

Ya babalar!

Kin dolmuş içleri, kızgınlar hiç olmayasıya,

Ağlıyorlar katledilen günahsız yavrulara,

Baş kaldırmak istiyorlar, sömürülen o yüzyıllara,

Ve çekilen sonsuz acılara…

Ama nafile!

Elde yok, avuçta yok, başta yok.

Kötüler güçlenmiş hep, iyiler yoksul.

Hak, adalet yok bunun hiçbir yerinde,

Sanki şeytan geziyor bir yerlerde,

Kıyamete gidiyor beşeriyet, böyle biline…

 

Önce yediler, bitirdiler Osmanlıyı,

Sonra cetvelle çizdiler haritayı,

Ve böldüler, ayırdılar o güzel insanları,

Sonra sömürdüler bütün dünyayı…

Emperyalizm dediler, Kapitalizm dediler,

Komünizm dediler, Faşizm dediler,

Küreselleşme dediler, Globalleşme dediler,

Sağ dediler, sol dediler,

Alevi dediler, Sünni dediler,

Türk dediler, Kürt dediler,

İlerici dediler, gerici dediler,

Parçaladılar, böldüler,

Ama hep yediler,  yediler…

 

Bir tarafta yiyecek aş bulamayan milyonlar,

Diğer tarafta semizlenmiş aşağılık yığınlar.

Bir tarafta hastalıktan kırılan çaresiz insanlar,

Diğer tarafta gözü bir türlü doymayan entel liboşlar.

Bir tarafta bir debdebe bir tantana,

Diğer tarafta hüzün ve keder hep yan yana.

Başta uşak olmayı seven satılmış yöneticiler,

Altta şaşıran ama çaresiz yüz binler,

Karşıda Haçlılar, Siyonistler,

Bitmedi, birde küresel iblisler.

Solgun yüzler, yorgun bedenler,

Kıyameti bekliyor sanki ALLAH’a açılan eller.

Nerede akın yapan o leventler, sipahiler?

Boş mu meydan,

Hani Akıncılar, Alperenler?

Kanınız mı çekildi, ilikleriniz mi kurudu,

Siz misiniz Alparslan’ın, Fatih’in, Yavuz’un torunu?

Kimdi Malazgirt’te, Çanakkale’de, Dumlupınar’da destan yazan o nesil?

Sızlatma kemiklerini ecdadın, olma bu kadar rezil.

 

Kalkmalısın artık kış uykusundan,

Titre ve kendine gel, gerisi yalan.

Unutmadan kaybedilen asrı,

Geleceğe bak, yoksa sonun yaman.

Boyun eğme artık emperyalistlere,

Yoksa bütün bu olan biten az bile.

İri olma, diri olma, bir olma zamanıdır,

Akıllı ol, zulme garg olma yine.

El ele, omuz-omuza verip kenetlenmek varken,

Ayrılıktan-gayrılıktan sana ne.

Mücadele etme, çalışıp üretme yerine,

Ölü toprağı serpilmiş gibi durmak niye?

 

Bilmez misin kan kokan bu rezil asırda,

Can veren Şehitler hep din gardaşındır.

Ezilen, horlanan ve sömürülen de;

Hep Türk’tür, Müslüman’dır…