11.6 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1165

Füze Kalkanı Nato ve Türkiye – 2

0

Evet, İsrail bir NATO ülkesi mi?

Neden İsrail’in derdi NATO’yu gerdi

NATO eşittir ABD yani batı

Girdiği yerlerden çıksa bile

Öyle bir fitne tohumu bırakarak çıkıyor ki

Temizle temizleyebilirsen

Evet, başbakanımız sn Recep Tayip Erdoğan’ın

NATO zirvesi öncesi dile getirdiği çekincelerine katılıyorum.

Ama aynı zamanda da soruyorum.

Bu füzelerin komutası kimde olacak?

Komuta NATO’da olacak.

Yani ABD de

Bunların komutasında Türk subaylarının da görev alacak olmaları ne mana ifade eder ki

İncirlikte ne mana ifade ediyorsa burada da o manayı ifade eder.

En iyimser aynı zamanda da olmayacak ihtimalle

Var sayalım ki füzelerin komutası bizde

NATO bunu İran, Suriye vs ülkelere karşı kullanmayacaksa

Bunun NATO açısından ne faydası var?

O zaman füze kalkanı ABD için ne anlam ifade eder ki

Kabul edelim ki bizdeki füzelerin komutasını NATO bize bıraktı

Aynı zamanda bunlar NATO’nun merkezi Brüksel’den de havalandırılamaz mı?

O zaman buradaki komutayı size bırakmasının bir anlamı kalır mı?

Diyelim ki İsrail kendisi için tehlike gördüğü

İran yâda Suriye tesislerini bombaladı.

İran yâda Suriye

Bombalanan ülke karşılık vermeye kalkışınca

Bizden kalkacak füzeler İran’ın uçak yâda füzelerini düşürecek

İsrail bombalayacak

İran Suriye vs devletler sığınaklarda ölümü bekleyecekler.

Sadece uçaklarını düşürmekle kalmayıp

Bu füzeler İsrail’i savunmanın ötesinde

Başka ülkenin stratejik hedeflerini bombalarsa ne olacak?

Batılılar medeni insanlardır.

Hiç öyle şey yaparlar mı?

Bizde bu duruma katkı vereceğiz..

Dostluk ve kardeşlik adına  

Bombalanmalarına sebep olduğumuz ülkelerden anlayış bekleyeceğiz

Ne yapalım NATO’nun takdiri böyle

Şu ana kadar NATO Müslümanlara karşı güven verici bir davranışta bulundu mu?

Türkiye’ye karşı güven verici bir davranışta bulundu mu?

NATO’nun yani ABD’nin sözüne nasıl güveneceğiz

Yarın o füzeler sizin dostlarınızı vurduğunda

O zaman Davos’un yâda vanmınıtın ne anlamı kalır ki

Demek ki eksen doğrultmada böyle oluyormuş

Böylece dış politikada doğuya doğru kayan eksenimiz

Batı rayına oturmuş olacak

Öyleyse eksen kaymasından rahatsızlık duyanlar kına yakabilir.

NATO zirvesi öncesi ABD ve Batıda çıkan Türkiye’deki eksen kayması yazılarını

Referans göstererek hararetli tartışmalar yaparak Ak Partiyi yıpratmaya çalışanların

Bu tartışmaların NATO zirvesinde Türkiye’nin elini, pazarlık gücünü azaltacağını hiç hesaba katmadılar mı?

Biliyoruz batı medyası bunu bilinçli olarak ileriye yönelik yapıyor da

Bizim medya bu kadar ferasetsiz mi?

Yoksa onlarda başkalarının hesabına mı çalışıyorlar?

Bütün sorumluluk basınındır demiyorum

Herkes yetkisi kadar sevap yada vebal sahibidir

Bu kozu da NATO iyi kullandı

Zirvede Türkiye’ye muhtemelen şöyle dedi

Eksenini belli et kararını ver

Kayma var mı yok mu?

Batıdan yani NATO’dan yanamısın doğudan yanamısın?

Doğudan yana olmanın bir bedeli varda

Batıdan yana olmakta hiç bedelsiz olmadı ki.

En fazla bizi NATO’dan atarlardı.

Atmalarına gerek kalmadan biz restimizi çekip ayrılabilindikte

Nasıl olsa sürekli bedel ödeyen biz değimliyiz

Belki daha hayırlı olurdu

Yeni ufuklar ve yeni kapılar açılır yeni oluşumlar olabilirdi

İran’ın NATO zirvesiyle eş zamanlı askeri tatbikat yaparak

NATO’ya karşı insanlık adına dik duruşu takdire şayandır

NATO kendi üyesi bile olmayan İsrail için

Bu kadar riski göze alıp fedakârlık yaparken

Türkiye için kılını bile kıpırdatmaması ki?

En son ve somut örneği Mavi Marmara’dır

Üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir olay değimlidir?

Bu bekâra karı boşamak türünden bir olay değil

Bilakis ilişkilerin sağlamlığı açısından elzem bir olaydır

Dünyamız için hayırlı olması temennisiyle…

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler.

 

Ulus Devletten Anla(ma)dıklarımız!

0

“Cumhuriyetin kuruluşunda henüz on üç milyon ve büyük oranda eğitimsiz köylü kitlesinden oluşan nüfuz uzun yıllar, Cumhuriyet elitlerinin belirlediği kimlik değerlerine göre biçimlenmiş bir anlam dünyasının içinde kendini bulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlettir. Ancak, ulus “Türk” olarak tanımlanmakta, Türk kavramının bir ırk ve soy anlamında değil, T. C.  Vatandaşı olan bütün ırk ve soylara şamil bir isim olduğu vurgulanmaktadır. Dolayısıyla bu Türk tanımlamasına göre Kürtler de Türk kavramı kapsamında kalmaktadır.” ( Yusuf Çağlayan -Emekli Askeri Hakim- Yeniasya, 6 Ağustos 2010 s.2 )

Bu şekilde güzel bir özetle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin var oluş keyfiyetini ortaya koyan Sn. Yusuf Çağlayan, yazısının devamında:

“Ne var ki, teorideki bu kapsayıcılık, pratikte bir anlam kazanabilmiş midir? Pratikte Türklük kavramının bütün etnik kesimleri kucaklayıcı bir üst kimlik işlevi görmediği yaşanan olayların dili ile kendini ifade etmektedir.” (a.g.m.) diyerek Türkiye halkını içeren “Türk Milleti” kavramının pratikte / yaşanan hayatta, beklenen birlik ve beraberliği sağlamadığını, samimi bir şekilde beyan etmektedir.

Bize göre, Tarih Süreci’nin Türk Milleti’ne tarih boyunca kazandırdığı sonuç göz ardı ediliyor. Bu millet, tarihte hep devlet kurmuş, bünyesinde değişik milletleri barındırmış, onlara önderlik yapmış; onları asimile etmemiş, aksine kendisi asimile olmuştur! Onlardan, birlikte yaşamanın verisi olarak çok şeyler almış, kendisinden de çok şeyler vererek hem kendisini, hem de içinde barındırdığı halkları, millet seviyesine çıkarmış, yepyeni oluşla, hem de kendisinden manen uzaklaşmadan ve fakat kendisini aynen nazara vermeyen bir hüviyetle tarih sahnesinde hep ola gelmiş.

Tabii, kendi bünyesinde bulundurduğu milletlerle bir ve beraber olarak, bugünlere gelmiştir. Özünden ayrılmadan fakat şeklen başkalaşarak nev-i şahsına münhasır / kendine has niteliklerle dünya milletleri arasında saygın yerini almasını bilmiştir.

Öyle ki, Türk Vatanı / Türkiye’deki her halka menşei ne olursa olsun Batılı; “Türk” demiş; Anadolu’yu “Türkiye” diye resmetmiştir. Bundan dolayıdır ki,  bir Bosnalı genç -bugün bile- “Ben Türküm” diyebiliyor. Avustralya’da Müslüman olan kız; “Türk oldu” diye vasfediliyor.

Buna rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk İmparatorluğu olarak niteliyen, Osmanlı topraklarından, mesela Güney Amerika’ya göç eden, aslen Türk olmayanları dahi Türko / Türk diye vasfeden Batı; günümüzde, Türkiye’nin geleceğinden ürktüğü için, Türkiye’de yaşayan ve kendilerini Türk Milleti’nin mensubu bilen insanımızı; sen Türk değilsin, şusun busun diyerek, içimize fitne fesat tohumlarını durmadan ekmekte, Türk insanını ayrıştırarak, kardeş kanı dökülmesini sağlamakta ve bunu devam ettirmektedir.

Aslında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türkiye’de Türk Birliği’ni sağlamıştır. Fakat, Batı’nın dolaylı dolaysız kışkırtmaları, bölücü rüzgarların esmesine yol açmış ve halen açmaktadır. Velhasıl, onlar üflüyor, buradaki kimi düşüncesizler kanıyor ve oynuyor, oyuna geliyorlar.

İşte, içinde bulunduğumuz acı duruma geliş; Türkiye’nin temelleri sağlam atılmadığından değil, Batı’nın ırksal kışkırtmaları, terörü gizli-açık desteklemelerinin bir sonucudur.

Bu durumda, Resmiyet ve Aydınlar  “Türk Milleti” kavramını pekiştirip savunacakları

yerde, bu kavramı sadece Türklere hasretmekle, büyük bir yanılgı içine düşüyorlar.

Yukarıda denildiği gibi, “Türk Milleti” Türkiye’de yaşayan her kökenden Türk vatandaşını içine almaktadır. Gerçek böyle iken, toplayıcı ve kavrayıcı nitelik arzeden “Türk Milleti” tabirini maalesef gevşettikçe gevşetiyor; Batı’nın iştahını kabarttıkça kabartıyor; işlerini kolaylaştırdıkça kolaylaştırıyoruz!

Oysa biraz önce belirttiğimiz gibi, Cumhuriyet İdaresi; aslında, millet oluş sürecinde başarılı olmuştur. Fakat ne yazık ki, “Millet”  gerçeğini yeterince sahiplenmiyor ve muhafazasına ciddi bir şekilde gayret sarfetmiyoruz!

Yeni nesiller, öğretmenlerimizin eseri olacağına göre, en büyük görev ve iş de, şüphesiz yine onlara düşüyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anarşist kahramanlar

Batı’nın ilk üniversitesi olan Cambridge, 1229 yılında kurulmuştur. Bunu 1239′ da Salamenko, 1249 yılında yine İngiltere’deki Oxford, 1252’de de Sorbonne üniversitelerinin kuruluşu takip eder.

Daha sonra Prag Üniversitesi 1348’de, Viyana Üniversitesi 1365’te, Heidelberg Üniversitesi 1386’da, ve Köln Üniversitesi 1388’de faaliyete geçmiştir.

Oysa Türk ülkelerinde üniversiteler demek olan ‘medreseler’, Gazneli Sultan Mahmut zamanında (997-1030) kurulmaya başlanmıştır.

Medreselerin kuruluş esasında Şiiliğe karşı Sünniliği geliştirmek gibi bir teolojik amaç öne sürenler unutmasınlar ki, Batı‘da kurulan üniversiteler de de, ‘teoloji’ esastır.

Tamamıyla bir Türk müessesesi olan medreselerin ciddi birer eğitim merkezi olması, Karahanlı Türk Devleti zamanına rastlar.

Bunların bugünkü anlamı ile birer ihtisas üniversitesi haline gelmesi de Selçuklu Vezir-i Azam-ı  (1064-1092) Nizamülmülk‘ün Bağdat‘ta yaptırdığı ‘Nizamiye Medresesi’nin öğretime açılmasıyla başlamıştır.

Buraya kadar anlattıklarımdan çıkan en tartışmasız sonuç, Türkler‘de medreseler, eğitim müessesi üniversiteler olarak, Batı’dan tamı tamına 200 yıl evvel vücut bulmuştur.

Gelelim bugüne.

Bugün ise, bilim açısından tartışılsa da özgürlükler bağlamında, Batı‘dan 300 yıl geride üniversitelerimiz.

Batı‘da üniversiteler, ‘özgürlüklerin beşiği’ olarak tanımlanır.

Zira bilimin en çok ihtiyacı olan şey, özgürlüktür.

Bu da demokrasi standartlarının, üniversitelerde, diğer kurumlardan çok daha fevkinde olmasına bağlıdır.

Peki bizde öyle mi?

En başta YÖK buna engel.

Bunu da en çok geçmişte, bugün İktidar olan partinin mensupları dillendirdi.  Ta ki, YÖK, kendi kontrollerine geçene kadar.

12 Eylül ürünü bu kuruluşu kaldırmak gibi İkitidar’ın herhangi bir çabasını gözlemlediniz mi siz, Yusuf Ziya Özacan’ın YÖK Başkanı olmasından sonra

Her ülkede üniversite öğrencileri, uygun görmedikleri hertürlü uygulamaya karşı tepki koyarlar.

Protesto ederler.

Eylem yaparlar.

Daha önce cuma günleri camilerin önünde yapılan ‘türban eylemleri’ni hatırlayın.

Meşru ve yerinde eylemlerdi hepsi de.

Şu anda sorun çözülmediği halde, AKP İktidarı’ndan sonra bu eylemlerin bıçak gibi kesilmiş olması, geçmişteki meşruiyetinden bir şey kaybettirmiyor..

Bugün de farklı konularda protesto eylemleri yapıyorlar farklı görüşteki öğrenci gurupları.

Ama söz konusu olan Hükümet‘i protesto etmekse, Başbakan‘ı protesto etmekse, bu çocuklar Devlet’i soyanlardan bile daha fazla cezalara maruz kalıyorlar.

Remzi Gür’e, TBMM Üyesi bir parlamentere rüşvet vermekten 10 ay hapis cezası verilip ertelenirken,  Başbakan’ı protesto eden öğrencilere 15 ay hapis cezası veriliyor.

Cumartesi günü de Başbakan’ın Rektörlerle yaptığı toplantıyı protesto etmek için toplanan öğrencilere reva görülen muamele, Habur’da davul zurna ile karşılanan teröristlere reva görülenden çok farklıydı.

Çocuklara biber gazı sıkıldı, yerlerde sürüklendi, joplar kafalarında patladı.

İki öğrenci de hastahanede halen tedavi görüyor.

Unutulmamalıdır ki;  dünyadaki tüm olumlu gelişmeler, Gençlik Hareketleri ile başlar.

Gençliğin düşünce biçimlerinden biridir demokratik tepki koymak. O yüzden bu protestoları da bu bağlamda değerlendiriyorum ben.

Gençlerin protestolarına tepkisi olanlar, sadece Diktatörya özlemi duyanlardır.

Biz 1975 Üniversite Gençliği idik.

Ben öğrenciliğim esnasında öğrenci hareketleri içinde bizzat yer almış bir adamım.

Aydınlık tüm fikirler o dönemde ‘anarşist’ diye nitelenen, bizim jenerasyonun ürünüdür.

İşkence görürken biz, aklımıza gelmeyen İnsan Hakları’nı, düşmanı olduğumuz karşı görüşteki öğrenci arkadaşlarımızdan duyduk.

‘Dünyamızı kirletmeyin’ dediklerinde, ‘çevreciyiz’ dediklerinde, ‘Komünist’ dedik onlara. 

Şimdi siz de, ben de, hepimiz de ‘çevreci’ olmadık mı?

O dönem gençlerin fikirlerinin duyulmasını istemeyen Emperyalistler, birbirimize kırdırdı, dinlemek yerine bizleri.

O gün, o olayların bizzat içinde yer alan, sağcısı ile solcusu ile tüm arkadaşlarım da, hayata söyleyecek sözleri olan, bu sözleri ifade edecek donanımda kişiler şimdi.

Her dönemde farklı baş kaldırıya sebep olacak meseleleri var ülkemizin.

Şu anda, 12 Eylül 1980 öncesinden daha karanlık ülkemiz..

Gençlerin bu protesto eylemlerinin, bir de ‘sözde bilim adamları’ tarafından terörist faaliyet olarak değerlendirilmesi ise, ayrı bir trajedi.

Bahse konu olan bilim adamları, ‘besleme bilim adamları’ sıfatında, hergün bir yerlerde boy göstermeye devam ediyorlar.

Tanırsınız onları sız de.

Hükümet’in ‘tepkisiz, koyun gibi bir toplum’ talebi, Diktatörlere özgü bir davranıştır.

Buna bir de bilim adamları çanak tutarsa, vay halimize!

Bu çocukların protestosuna şiddet derseniz, ‘koyun gibi bir gençlik’ gelir arkadan. Bu da toplumu ileri değil, geriye götürür.

Üstelik bu çocukların şiddete başvurduğunu söylemek haksızlık olur.  Polisin kurbanlık dana gibi üstlerine çöktüğünü gördüm ben televizyondaki görüntülerde.

 Protestocu ile teröristi ayıramayan idareciler Diktatörlük özlemi duyanlardır.

Savunulması gereken tek şey, öğrencilerin demokratik protestosuna kulak vermektir. Onlara biber gazı sıkmak değil.

Unutulmasın ki; Başbakan‘ın seçim dönemlerinde aklına getirip, isimlerini zikrettiği, hiç de inandırıcı olmayan gözyaşlarına sebep olan telef olmuş 12 Eylül Gençliği de, o dönemlerde kendilerine  ‘anarşist’ denilen kahramanlardı.

 Bugünün kahramanları gibi.

Gençlere kulak vermeyenler, ‘vitesi geride takılmış araba’ gibilerdir. İleri gitme ihtimalleri hiç yoktur.

Bu çocuklara biber gazı verip, joplamak yerine, dediklerine kulak vermek, hem ülke için, hem gençlerimiz için, hem de İdarecilerimiz için hayırlı olacaktır.

 

Nice Elbiseler Gördüm İçinde İnsan Yok

Son Wikileaks belgelerinden sonra, Hazreti Mevlana’nın başlıktaki muhteşem sözünü daha sık hatırlıyorum: “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, Nice elbiseler gördüm içinde insan yok.” Sözün birinci bölümündeki “üzerinde elbise olmayan insanlar” ile yüksek insani hasletleri (özellikleri) taşıyan, fakir ancak namuslu, haysiyetli, dürüst, vatansever insanların kastedildiği malum.

Sözün ikinci bölümü ise, üzerinde paranın ve makamın gücünü ifade eden gösterişli elbiseler taşıyan ve fakat bu elbiselerin gerektirdiği vasıflara sahip olmayan, yani insani ve mesleki özellikleri yetersiz, en azından “adam olmamış” insanları ifade etmekte.

Özel hayatımda bu sözü doğrulayan çok fazla örnekle karşılaştım. Tumturaklı unvanlara sahip, erişilmez makamlar olarak gördüğümüz görevlere gelmiş veya olağanüstü para gücüne kavuşmuş bazı insanları yakından tanımaya başlayınca, “bu elbiselerin içinde” adam olmadığını görmek, benim için olağandışı bir durum değil. Ama bu yaşadığım tecrübeleri hayal kırıklığı ve üzüntü yaratan durum olarak tavsif etmem gerekir.        

Wikileaks adlı internet sitesinden ABD diplomatlarının yazışmalarından oluşan “gizli belgeler” yayınlanmaya başlayınca birçok ülkede deprem etkisi yarattı. Bu depremden Türkiye’de nasibini bolca almakta.

Wikileaks elinde bulunduğunu söylediği belgelerin henüz çok küçük bir bölümünü (yüzde 3 e yakın) açıkladı. Açıklanan belgelerden Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren kısmı ABD Büyükelçilerinin genellikle açık istihbarat kaynakları ile çoğunluğu siyasetçi ve medya mensupları olan kişilerle özel görüşmelerinden edindikleri bilgilere dayanıyor. Belgeler, Büyükelçilerin bu bilgileri ve yorumlarını kendi merkezlerine biraz da bizim alışık olmadığımız bir üslupla aktardıkları yazışmalardan oluşuyor.

ABD yetkilileri ile konuşan bu Türkiye vatandaşlarının, kendilerinin ne kadar önemli olduklarını göstermek iştiyakı ile çok boşboğazlık ettikleri anlaşılıyor.

ABD büyükelçilerinin yazdıkları ve bilgi olarak aktardıkları konulardan bazılarında ciddi hatalar yaptığı görülüyor. Bu hatalar, aldıkları bilgilere istinaden 5-6 sene önce yaptıkları değerlendirme ve yorumlardan bir kısmının isabetli olmaması şeklinde ortaya çıkıyor. Belgelerdeki üslup ve yapılan bu hatalar, ABD Büyükelçilerinin taşıdıkları elbisenin kalıbında olmadığı izlenimini verdirdi. Bu sebeple Cumhurbaşkanı Gül, “açıklanan belgeler arasında doğru olanlar da var, çok yanlış olanlar da yakışıksız olanlar da var. Bu da ABD’li diplomatların çapını gösterir, o kadar” dedi.

Bazı hata ve yanlışların olması bu belgelerin önemsiz ve külliyen yanlış bilgilerden oluştuğu anlamına gelmez. Dünyanın bir numaralı devleti kendine ait bu evrakın, gerçek olduğunu kabul ettiğine göre bunlar belgedir.

Açıklanan kısmı ile devletlerarası ilişkilerde belli hedeflere ulaşmak için belgelerin bir filtrelemeden geçirildiği kanaatindeyim. (Azerbaycan- Türkiye, S.Arabistan- İran ilişkilerini bozabilecek belgeler ile Türkiye’nin El-Kaide‘ye yardım ettiğine dair belgeler gibi.) Bu durum ise ayrı bir yazı konusu olacak kadar geniş.

Bunun yanında belgelerde Başbakan Tayip Erdoğan’ın İsviçre Bankalarında 8 ayrı hesabı olduğu; E. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu‘nun uyuşturucu kaçakçılığına bulaşan bir bölücü-Kürtçü siyasetçi olduğu; Maliye Bakanı Mehmet Şimşek‘in yabancı yatırımcılara, “Doğan Grubu hisselerine yatırım yapmamalarını çünkü bu grubun batacağını” söyleyerek telkinde bulunduğu gibi vahim iddialar var.

Bir yanda bundan sonra açıklanması beklenen diğer “gizli belgelerin” neler olacağını bilememenin sıkıntısı ile Başbakan ilk önce “eteklerdeki taşın dökülmesini beklemeyi” tavsiye ederken, diğer taraftan iddiaların ağırlığı acil cevap verme mecburiyetinde bıraktı.

Başbakan ve ilgili Bakanlar kendileri ile ilgili iddiaları net bir üslupla yalanladılar. Zaten yalanlamazlarsa istifa etmeleri gerekecekti.

Temennimiz bu yalanlamaları etkisiz bırakacak yeni bilgi ve belgelerin ortaya çıkmaması. Başbakanımız ve Hükümetimize isnat edilen leke ve şaibenin gerçek olması, Türk vatandaşları olarak haysiyet ve şerefimizi rencide eder.  Aynı zamanda iddiaların haklı çıkması, Türkiye’nin güvenlik ve millî menfaatlerinin büyük tehlike altında olduğunun işareti demektir.

Diğer taraftan belgelerde Başbakan Erdoğan’ın karakter ve tavrını öven, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu çirkin bir üslupla yeren ve O’nun tehlikeli biri olduğuna dair ifadeler var. Ben olsaydım bu belgelerde övülen değil, yerilen/ kötülenen kişilerden olmayı tercih ederdim.

Tabii Dışişleri Bakanı Davutoğlu için, meslektaşı Hillary Clinton ile görüşmesini müteakip belgelerle ilgili olarak “Clinton özür diledi” açıklaması yaptıktan sonra, ABD kaynaklarınca “özür dilemedik” diye yalanlanması da bir talihsizlik oldu. Anlaşılan o ki, bizim yetkililer ABD’li diplomatlarla konuşurken ya aynı dili kullanmıyorlar veya her an satışa getiriliyorlar. Yetkililerin Türk Milletine yalan söylediği ihtimalini ise düşünmek bile istemiyorum.

Ortalık yoğun bir sis bulutu içinde. Elbiseler var, elbiselerin kime ait olduğu anlaşılıyor. Fakat elbiselerin içinde adam var mı, yok mu göremiyoruz. Çok geçmez sis dağılır, görüntü daha net hale gelir. Hangi elbisenin içinde adam yokmuş anlaşılır.

 

 

Erasmus’un Barbarları

0

Erasmus Programı, Avrupa Birliği ülkelerinin yüksek öğretim kurumlarında,  Avrupalılık bilincini yaymak ve geliştirmek için 1987 de kurulmuş. Programın en önemli hedefi,  Avrupa’da yüksek öğrenimin kalitesini arttırmak, Avrupa ülkelerinde yaşayan farklı kültürler ve yaşam biçimleri hakkında bir farkındalık inşa etmek ve hoşgörü kültürünü kurumsallaştırmaktır.

Program kapsamında, Türkiye’den Avrupa Birliği ülkelerine her yıl çok sayıda öğrenci ve akademisyen gitmektedir. Avrupa Birliği ülkelerinden de Türkiye’ye istenen seviyede olmasa da akademisyenler ve üniversite öğrencileri gelmektedir. Öğrenci,  akademisyen dolaşımı ve ortaklık projeleriyle, kültürler arasında hoşgörü ve tanınırlık sağlanmaya çalışılmaktadır.

Program, aynı zamanda ders kitaplarında,  yer alan, önyargılı yüklemelerin çıkartılmasını önermektedir. Türkiye bu amaçla ilk ve orta öğretim müfredatında önemli bazı değişiklikleri de yapmış bulunmaktadır. İngilizlere, Almanlara, Fransızlara ve belli başlı Avrupa milletlerine karşı daha hoşgörülü olmamız istenmektedir.

Öte taraftan, Birlik üyesi ülkelerde, yabancı düşmanlığı gittikçe artmaktadır. Türk ve Müslüman düşmanlığı körüklenmektedir. Hoşgörüyü yaygınlaştırma programı olarak bilinen bir dizi uygulama sadece resmiyette kalmaktadır. Hoşgörüye karşı hoşgörüsüzlük gittikçe artmaktadır. Bu durumun sebepleri hakkında ayrıntılı düşünmek gerekir. Konu samimiyete indirgenemeyecek kadar karmaşıktır.

Konuya Erasmus programının isminden başlayalım. Erasmus veya meşhur ismiyle söylersek Desiderius Erasmus, 1465-1536 yılları arasında yaşamıştır. Rotterdamlı  Erasmus olarak da bilinmektedir. Hümanizmin ve Rönesansın belli başlı öncülerinden kabul edilmektedir. Aydınlanma sürecini ve çağdaş Batı uygarlığını felsefi manada besleyen birisi olarak da bilinmektedir. Kendisi bir Hıristiyan ilahiyatçısıdır. Ancak Yunan ve Latin kültürüne de hâkimdir. Hıristiyan itikadını, Antik yunan felsefesi ve mitolojisiyle yeniden yorumlamıştır. Bir Avrupa birliği ideolojisini itikadı manada temellendirmeye çalışmıştır. Bu amaçla, Hıristiyanlar arasında bölünme ve ihtilaf nedeni olarak gördüğü, söylemleri ve mutaassıp grupları eleştirmiştir.

Erasmus’un önemli eserleri de şunlardır: Hıristiyan Askerin El Kitabı, Adagia(Yunan ve Latin özdeyişleri) ve Deliliğe Övgü. Bu eserlerden en meşhuru ise Türkçeye de tercüme edilen Deliliğe Övgü’dür. Türkiye’de yayınlanan birçok felsefe, uygarlık, hukuk ve siyaset felsefesi kitaplarında Erasmus’un görüşleri fazlasıyla işlenmiştir.  

Çağdaş Avrupa Birliği zihniyetinin kurucuları, onun anısını yaşatmak amacıyla “kültürel hoşgörüyü,  tanınırlığı ve Avrupalılık bilinci etrafında işbirliğine gitmeyi kurumsallaştırma programına”, onun ismini vermişlerdir.  

Hoşgörü programına adı verilen bu yenilikçi teolog acaba Türkleri(Müslümanları) nasıl bilirdi? Türkler hakkındaki kanaati neydi?   “Deliliğe Övgü” adlı kitabında şöyle yazmaktadır:: “İngilizler;  güzellik, müzik ve yemekleriyle, İskoçyalılar; soyluluk, kraliyet unvanları ve diyalektikleriyle, Fransızlar;  nezaketleri ve ilahiyatçılıklarıyla, İtalyanlar; belagatleri ve edebiyatlarıyla, Venedikliler; soyluluklarıyla, Yunanlılar; bilimlerin yaratıcısı olmakla, Almanlar; uzun boyları ve müneccimleriyle, Türkler ve diğer barbar artıkları ise dinleriyle övünür(Erasmus, 2007:154-155)

Türkleri yani Müslümanları barbar olarak gören ve değerlendiren bir Erasmus var. O’nun anısını yaşatma konusunda ittifak eden bir Avrupa Birliği misyonu var. Ön yargıları ayıklama projesi kapsamında, Türklere hakaret eden bu ilahiyatçının isminin programdan kaldırılmasının tartışılması gerekir. Müzakere sürecine bu konular taşınmalıdır. Türkiye üniversiteleri bu hakaretin eleştirisini yapmalıdır. Her şeyin hoşgörüyle tartışıldığı bir dünyada kendimize yapılan hakareti de tartışmalıyız. Hoşgörüsüzlüğü besleyen tarihsel metaforları yıkmaya buradan başlamak gerekir. Hoşgörüsüz bir zihniyetin kurucusu ile hoşgörü kurumsallaşmaz.

Erasmus, Deliliğe Övgü, Çeviren Çiğdem Dürüşken, Kabalcı yay., İstanbul 2007

“En Güzel Terörist Bizim Terörist”

Mısır Çarşısı bombacısı Pınar Selek‘e 12 yıl ağır (!) ceza çıkınca “Şaşkınım ama umutluyum” demişti. Ben daha da şaşkınım, haniyse umutsuz vakayım.

Hanfendi medya / kamuoyu desteği ile ojeli tırnaklarına, bebek yüzüne ve solculuğuna bağışlanmıştı.

CHP lideri, Fransa‘da Yılmaz Güney‘in kabrini ziyaret ettiğine MHP lideri – haklı olarak – öldürdüğü savcının ailesine de ziyaret tavsiye etmişti.

Yine de hüküm vermek istemiyordum ki takipçisi olduğum ‘Kalemler ve Kılıçlar‘daki programcılar sanatçının katl özgürlüğünden bahsetti. Dolayısıyla conta sıyrıldı.

Hatta malûm programcılar Necip Fazıl‘ın rutin kumarhane baskınlarını örneklendirdiler. Ve yazar – çizerlere dokunmayın mesajı verdiler.

Aklıma önce Danton, sonra Robespierre geldi. “Cellât, başımı kes ve halka göster zira gösterilmeye değer” diyen Danton ile “Ben fikir üretirim; başkaları onu uygular, ben uymak zorunda değilim” diyen Robespierre aynı kaptan kaşıklıyorlar.

Benim tam da söylemek istediğim buydu: Tarihin en tehlikeli viyadükleri olan fikir hareketlerini sistematize edenler eğer ona uymayacaklarsa bence saygıyı hak etmezler. Bu Robespierre için de Necip Fazıl içinde geçerlidir.

Düşlediği cemiyet nizamının prototipi olmak, inancını yaşamak, söylediğini yapmak, çelişik yaşamamak ve samimi olmak.. Her şeyden önce olan ve gönüllere tesir eden budur. Gayrisi lâf u güzaf.. Nasreddin Hoca‘nın baklava yemesi gibi; “Of, biraz da biz ölelim.”

İktidarları; siz yiyemediğiniz, siz paylaşamadığınız, siz zûlmedemediğiniz ve dokunulmaz hâle siz gelemediğiniz için eleştiriyorsanız fâsit döngüde daha çok böğürürsünüz.

Askerî bürokrasinin ve yüksek yargının dokunulmazlığı olmayacaksa, siyasetçinin dokunulmazlığının kaldırılması talepleri gündemden kalkmayacaksa sanatçının, müzisyenin, filim artistinin fiilî dokunulmazlığı neden geliyor.

Tarkan kokain kullanırsa ‘cici‘, lise öğrencisi kullanınca ‘kaka‘. Pınar Selek C-4’le toplu katliam yapabilir ama çarşı esnafı cin mısırı bile patlatamaz, ses bile çıkartmamalı. Yılmaz Güney savcı öldürebilir ama savcı Yılmaz Güney’leri öldürmemeli. Necip Fazıl kumar oynayabilir ama NFK’cılar oynamamalı. Siz sigara için ki çocuklarınız içmesinler.

Aha diyorum; Sol’un şiddeti kendindense absorbe etme, karşıdansa devleştirme yeteneği müthiştir. M.Ali Ağca‘lar, Halûk Kırcı‘lar 150 yıl yatsalar da çıksalar olmaz. Derileri yüzülüp keçilere yalatılmalı.

Ama iş Deniz‘lere, Mahir‘lere, Ulaş‘lara gelince romantik şiirlere dönüşür şarjör şakırtıları. Böylece birbirimizi anlamamakta yeni dünya rekorları kırmaya devam ederiz.

BDP, PKK‘lı teröriste, sağ Hüseyin Üzmez‘e sahip çıkmaya devam etsin. Pınar Altuğ‘un yerine Pınar Selek’li diziler görürsek şaşırmayalım.

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana wikileaks bile az.

Ahirette Şefaat Hak Mıdır?

Şefaat, birisi için aracı olmak, hatır ve yetkisini kullanarak darda kalan kimseyi sıkıntıdan kurtarmaktır.

Dini bir tabir olarak şefaat, ahirette, günahkâr müminlerin affedilmesi, günahı olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin ve şefaat etmesine izin verilen kimselerin Allah’a yalvarmaları ve günahkarların bağışlanmasını istemeleri demektir.

Bütün ehlisünnet mezheplerine göre ahirette şefaat haktır.

Allahu Teala, bütün nimet, yetki ve şereflerin sahibidir. Hüküm ve karar sahibi O’dur. Cennet ve Cehennem O’nun emrindedir. Ancak O, bazı kullarının şeref ve  itibarını artırmak, katındaki yakınlık ve dostluğunu göstermek için kendilerine şefaat yetkisi verebilir.

Şefaat Allahu Teala’nın işine karışmak değildir. Şefaat izni ve yetkisi verilen bir kimseden şefaat istemek Allah’a şirk koşmak değildir. Şefaat, sevenlerin sevdikleri için aracı olup; naz makamında niyaz etmeleri, sevdikleri adına gözyaşı dökmeleridir.

İnşaallah ahirette Peygamber Aleyhisselam, şehitler, Allah dostları, ilmi ile amil alimler; Allah Azimuşşanın şefâat edilmesine izin verdiği kimselere şefaat edeceklerdir.

Allah’ın izni olmadan bir kimsenin şefaat etmesi veya Allah’ın razı olmadığı birine şefaatte bulunulması mümkün değildir.

Ayeti kerimelerde şöyle geçmektedir:

“Onun izni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir?” (Bakara 255)

“Rahmanın katında, söz ve izin alandan başkasının, şefaate gücü yetmez.”(Meryem87)

Kafirler ve münafıklar için şefaat yoktur. Onlara, dünyadaki amellerinin bir faydası olmadığı gibi, yakın dostlarının da bir faydası olmayacaktır.

“Onlara (kâfirlere) şefaatçilerin şefaati fayda vermez.” (Müddessir, 48)

Ahirette şefaatin olmadığı bildiren ayeti kerimeler işte böyle inanmayan veya nifak içinde olanlar içindir:

“O gün hiç kimseden şefaat kabul edilmez.” (Bakara 48)

“…sözü dinlenecek bir şefaatçileri yoktur.” (Mü’min 18) ayetlerinde anlatılan durum, kafir, müşrik ve zalimler içindir.

Hadisi şeriflerde şefaat :

Efendimiz (s.a.v) bir hadisi şerifinde;

“Benim şefaatim ümmetimin büyük günah sahipleri için olacaktır.” buyurmuştur. (Ebu Davud, No: 4739; Tirmizi, No: 2435; Ahmed, III, 213; Hakim)

Bir diğer hadislerinde de şöyle buyurmuştur:

“Övünmek için söylemiyorum, ama ben (dünyada ve âhirette) âdemoğullarının efendisiyim. Kıyamet günü yer yarıldığında ondan ilk çıkacak olan benim. İlk olarak şefaat edip şefaati kabul olunacak da benim. O gün livâü’l-hamd sancağı elimde olacak ve onun altında Âdem ve ondan sonra gelenler (müminler) bulunacak.” Tirmizî, Menâkıb, 1, Tefsir, 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/282)

Bir başka hadisi şerifte de şöyle geçmektedir:

“Rasülullah s.a.v., Şaban ayının on üçüncü gecesi ümmetine şefaat etmek için dua edip yalvardı. Kendisine, ümmetinin üçte birine şefaat etme izni verildi. On dördüncü gecesi yine dua edip yalvardı. Bu sefer üçte ikisine şefaat etme yetkisi verildi. On beşinci gecesi bir daha yalvardı. Bu sefer de, kaçak develer gibi Allah’tan kaçanlar dışında bütün ümmetine şefaat etme izni verildi. Yani günah işlemeye devam ederek Allah Teala’dan kaçanlar ve O’ndan uzaklaşanlar şefaat dışında kaldı.” (Ebu Davud, 2775)

Makam-ı Mahmud, en büyük şefaat yetkisidir.

Allahu Teala (cc) bir ayet-i kerimede Peygamber Efendimiz’e (sav) şöyle buyuruyor:  “Gecenin bir kısmında da sadece sana mahsus bir nafile olmak üzere uykudan kalk, Kur’ân ile teheccüd namazı kıl, umulur ki Rabbin seni makam-ı mahmuda gönderecektir.” (İsra, 79)

Makâm-ı Mahmud; hadislerde de ifade edildiği üzere en büyük şefaat yetkisidir.

Kimler Şefaat Edebilecek :

Allah’ın şefaat izni verdiği; peygamberler, melekler, Allah dostları, alimler, salihler, şehitler ve izin verilen diğer kimseler müminlere şefaat ederler; Cehennem’i hak etmiş müminlerin affı için Allah’a yalvarır, kurtuluşu için aracı olurlar. Allahu Teala da onların şefaatini kabul buyurur, şefaat edilen günahkarları affeder. (Bkz: Buhari, Tevhid, 24; Müslim, İman, 302; İbnu Mace, Zühd, 37)

Enes b. Mâlik’in (r.a.) bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

O kıyamet günü insanlar saf saf dizilir. Cennet ehli de saf saf olur. O sırada cehennem ehlinden bir kişi cennet ehlinden birine uğrar ve,

‘Ey falan! Hatırladın mı sen su istemiştin de ben sana bir içimlik su vermiştim’ der. (Bu iyiliğini bahane ederek şefaat diler). Adam, o kimseye şefaat eder. Yine cehennemlik olan bir başka adam, cennetlik olan bir başkasının yanından geçer ve ona, ‘Sana abdest suyu verdiğimi hatırlıyor musun?’ der. (Bu iyiliği için kendisine şefaat ister. O da hatırlar) ve ona şefaat eder.”

Diğer rivayette şu kısım da vardır:

‘Cehennemlik olanlardan biri cennetlik olanlardan birine gelir ve, ‘Ey falan! Beni şöyle şöyle bir işe gönderdiğin günü hatırlıyor musun? Ben o gün senin için git-miştim (Bu sözüyle şefaatini ister). Cennetlik olan kimse de ona şefaat eder.” (İbn Mâce, Edeb, 8 (nr. 3684))

Küçük yaşta ölen çocuklar anne ve babalarına şefaatçi olacaktır. Bu konuda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Küçük yaşta ölen çocuğa, ‘Cennete gir!’ denilir. Fakat o cennetin kapısında durur, kızgın ve öfkeli bir şekilde beklemeye başlar, ‘Annem ile babam yanımda olmadıkça girmem!’ der. O zaman meleklere, “Onun anne babasını da onunla birlikte cennete koyun!’ denilir.” (Aynı konuda bk. Müslim, Birr, 154; İbn Mâce, Cenâiz, 58)

Uzun ömrünü islam üzere geçirene, ailesine şefaat yetkisi verilir.

Enes b. Mâlik’ten: Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Kendisine verilen uzun ömrü İslâm üzere geçiren insandan, Doksan yaşına varanı  Allah (c.c) geçmiş günahlarını affeder. Artık bu insan, ‘Allah’ın yeryüzünde yürüttüğü kimse’ diye isimlendirilir ve ailesine şefaat etme yetkisi verilir.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/89; 3/217-218)

Salih amel üzere olanlara şefaat yetkisi verilir. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: “(Kıyamet günü sâlih ameli bulunan) insanlara, ‘Ey falanca kişi! Kalk ve şefaat et’ denilir. O da kalkar ve ameli nisbetince halkına, ailesine, bir ya da iki adama şefaat eder. ” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 12; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 7/116)

Kuran-ı Kerim ve oruç mü’minlere şefaatçı olacaktır.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Kur’an ve oruç, kıyamet gününde kullara şefaatçi olur. Oruç der ki: ‘Ey Rabbiml Ben onu, gündüzleri yemekten, içmekten ve şehvetten alıkoydum. Bana şefaat hakkı ver.’ Kur’an der ki: ‘Ey Rabbim! Ben onu geceleri uyumaktan alıkoydum. Bana şefaat hakkı ver.’ Böylece ikisi de şefaat eder. (İbn Abdilberr, İlim)

Özetle; ahirette Rabbül Aleminin izin verdiği kimseler, yine Rabbül Aleminin izin verdiği kimselere şefaat edecektir. Bu, Kuran, sünnet ve alimlerin icmaı ile sabittir. Bu, Cenabı Hakkın bir rahmetidir. O, rahmetini bu şekilde kullanmakla, rızasına ermiş, kamil müminleri taltif ettiği gibi, rızasına giden yolu da göstermiş olmaktadır.

Rabbim cümlemizi Allahın Habibi, kainatın efendisi Muhammed Mustafa aleyhisselamın şefaatine erdirsin. Amin            

Kültürel Haçlı Seferleri: Küreselleşme

0

Küreselleşme değerlendirmelerinde oldukça farklı yaklaşımlar sergilenmektedir. Küreselleşme bir taraftan enformasyon, iletişim ve teknoloji boyutları ile ele alınırken, diğer taraftan kapitalizmin daha yüksek bir aşaması olduğuna vurgu yapılarak, sömürü düzeninin yeni adı olarak kabul edilmektedir. Bunun gibi bir taraftan millî sınırların ve kimliklerin ortadan kalkacağı, dünya vatandaşlığı ve dünya devleti gibi kavramlar üzerinde durulurken, diğer taraftan yerelleşmenin yaşanacağı ileri sürülmektedir.

Küreselleşme eğilimini, bir kültürel bütünleşme ve homojenleşme olarak görenlere göre mahallî farklılıklar bir takım evrensel güçler tarafından yok edilmektedir. Bütün dünyada bir Amerikanlaşma eğilimi vardır. Bu çerçevede bir küresel kültür oluşmaktadır. Bu istikametteki izahlar, küreselleşme olgusundan çok, dünyanın küreselleşmesinin kaçınılmazlığından hareket etmektedir. Halbuki bu tür izahlar millî kültürün en önemli güçlerinden biri olan psikolojik saiklerin yok olmasına yol açmaktadır. Bilhassa Amerikan kültürü karşısında direnmenin imkânsız olduğu kanaati, aynı zamanda böyle bir direncin gereksiz olduğu düşüncesi ile de birleşmekte ve asıl bu noktada küreselleşme başlamaktadır. Dolayısıyla başlangıç itibariyle mücadele psikolojiktir.

Bunun da kendi içinde iki temel boyutu vardır. Birincisi küreselleşmenin son derece masum bir içerikle sunulması ya da sadece iktisadî sömürü amacına işaret ederek, asıl önemli olan kültürel boyutunun ihmali ya da yok sayılması; ikincisi ise bunun kaçınılmaz bir gidişat olduğudur. Bu masumiyet ve kaçınılmazlık çerçevesinde son nokta, küreselleşmeye katılmayan toplumların medeniyetin dışında kalacağı şeklinde konmaktadır. Yine bütün bu anlayışlar çerçevesinde küreselleşme, başka bir cenahta da evrensellik karşısında olmak “önyargılı” olmakla izah edilmektedir. Halbuki asıl önyargı küreselleşmenin bu şekilde gerçekleşeceğini kabul etmenin bizatihi kendisidir.

Bir başka nokta küreselleşme yerelleşme ilişkisinin değerlendirilmesinde göze çarpmaktadır. Küreselleşme politikalarındaki, kültürün yerelleştirilmesi çabasının desteklenmesini anlamak oldukça güçtür. Zira küreselleştirici güçlerin temel politikası, karşısında duran ve ciddi bir güç olan millî kültürleri parçalayıp, nüfuz etme istikametinde direnci azaltmaktır. Böylece evvela kültürel sonra da iktisadî emperyalizmin yolunu açmaktır. Bütün bunların siyasî nüfuz ile birleşmesi ise meseleyi daha da ciddi ortamlara taşımaktadır. Dolayısıyla “evrenselleşmeye” evet, “küreselleşmeye” hayır görüşü hem tutarsız hem de samimiyetsiz bir izlenim bırakmaktadır. Buradaki ifadelerden yerel kültürel kıymetlerin inkârı gibi bir sonuç çıkarmak yanlış olur. Bunun gibi kültürel zenginliğimizin birer ifadesi olan mahallî kültürün ihmal edildiği veya edilmesi gerektiği düşüncesine ulaşmak da son derece hatalıdır. Ancak, mahallî kültür unsurlarının millî kültür zenginliği içerisinde yerini alması ya da ifadesini bulması gerektiği sonucu çıkarılabilir.

Küreselleşme karşısında mahallî kültürün millî kültüre ve küreselleşmeye rağmen boy gösterdiği iddiası temelsizdir. Zira, mahallî kültür, top yekün kültürün bir parçasıdır ve onun içinde mânâlı ve fonksiyoneldir. Dolayısıyla küreselleşmeyle sadece mahallî olan, millî olanın içerisinde kendini gösterme ve ifade etme imkânını arttırmıştır. Aksi takdirde, küreselleşme öncesi mahallî kültürlerin yaşamadığı gibi, yanlış bir mana çıkabilmektedir. Ya da bu insanların daha önce bambaşka bir kimlikle yaşadıkları gibi yanlış bir sonuç çıkabilmektedir.

Esasında küreselleşme ile birlikte farklılıkların farkına varılmaya başlanmıştır. Bazı düşünürlerin küreselleşmenin farklılaştırıcı etkisi dedikleri olgunun temelinde, farkın fark edilmesi yatmaktadır. Çünkü kültürler pasif birer alıcılardan ibaret değillerdir. Hiçbir kültür kendisine sunulan bütün unsurları olduğu gibi, aynen kabul etmez. Bir taraftan dışarıdan gelenin “yabancı”lığı, diğer taraftan kendisinin “farklılığı” birbirine bağlı olarak idrak edilir. Söz konusu yabancı unsur reddedildiği oranda da farklılığın altı çizilir. İşte bu noktada daha önce kendi tabiî ortamında hayat bulan kültürel unsurlar, karşı koymanın ve kendini ifade etmenin temel unsurları haline gelir. Birer direnç odakları olarak fonksiyon ifa eder. Dolayısıyla bu durumu, küreselleşmenin farklılaşmayı yaratıcı değil, onu ifade ettirici etkisi olarak yorumlamak daha doğru olacaktır. Nitekim, kitle iletişim araçlarının yaygınlık kazanması ve en küçük yerleşim birimlerine kadar uzanması, yine en küçük yerleşim birimlerinin dahi söz konusu vasıtalara sadece muhatap olmayıp aynı zamanda kullanabilmeleri ve kendilerini geniş bir sahaya ifade etme imkân ve kabiliyetini elde etmeleri, mahallî olanın millî ile çatışması ya da ona başkaldırması olarak yorumlamak, aynı özün farklı bir şekilde dile gelmesini görmezden gelmeyi ya da görememeyi ifade eder.

Bu çerçevede “yeni dünya düzeni” ve “küreselleşme” gibi isimler, yeni siyasî ve sosyal modelleri oluşturma çabalarının birer ifadesidir. Dünya siyasî konjöktüründe yeteri ölçüde etkinliğe sahip olmayan ve Türkiye gibi Türk dünyası ve İslâm ülkeleri ilişkilerinde yeni boyutlar kazanan ülkelere yeni şekiller biçilmektedir. Etkili ülkeler küreselleşme (globalleşme) sürecinde kendi kimliklerini koruyarak dünyaya daha fazla açılma, dünya ticaret hacminden daha fazla pay kapma peşinde iken; Türkiye gibi ülkelere bunun tersi aşılanmaya çalışılmaktadır. Nitekim millî bağımsızlık yerine karşılıklı bağımlılık, hükümranlık haklarından yeni dünya düzeni uğruna fedakârlık, ana dilimiz Türkçe gibi temel kültür unsurlarından uzaklaşma veya bunları yozlaştırma, üniter devleti zedeleme, Kıbrıs’ta olduğu gibi tavize yakın politika izlemek, yeni ve değişik bir şey söylemiş olabilmek için idarî yapımızda eyalet gibi garip yapılanma örneklerinin teklif edilmesi bu çerçeve içerisinde düşünülmelidir.[1]

Küreselleşme Karşısında Nasıl Bir Kültür Politikası

Kültür politikaları uzun zamandır, Batı dünyası karşısında kendi acziyet içinde gören ve aşağılık kompleksine yakalanmış aydın ve politikacıların elinde belirmektedir. Bu politikalarla millî kültür unsurlarına toplu mezarlar açılırken, yabancı kültür unsurlarına, seçici ve özümseyici çabalar sarf edilmeden, kapılar ardına kadar açılmakta, yabancı kültür istilası içeriden destek görmektedir. Bu bakımdan kültür politikasının Türkiye’nin acilen kendine güvenen, millî kültürünü özümsemiş, bunlara ilave olarak diğer medeniyetleri de anlayabilmiş kadrolar tarafından belirlenmesi gerekir.

Esasında yıllardır bir kültür bakanlığımız bulunduğu halde, bunun çalışma sahası ve prensiplerinin neler olduğu belirlenmemiştir. Birbiri ardınca gelip ideolojik tavırları birbirinden çok farklı görünen iktidarların hiç biri -eğri veya doğru- kültür sahasında belli prensipler ortaya koymadığı için, çalışmalar tam bir keşmekeş halinde yürümüş, neticede hiç kimseyi tatmin edecek bir iş yapılamamıştır. Hatta bu o kadar ileri gitmiştir ki, aynı siyasi parti içinden farklı bir kişi bakan yapıldığında bile, bir öncekinin çalışmaları bir kenara atılmakta oldukça farklı bir istikamette çaba sarfedilmektedir Bu bir kültür politikasının olmamasından kaynaklanmaktadır. [2]

Halbuki kültür hem bir savunma hem de atılım aracıdır. Kültürün bu manası dikkate alındığında anlaşılmaktadır ki, kültür programı, bir milletin kendisine mahsus hüviyetini muhafaza edebilmesi, çeşitli etkiler ve saldırılar karşısında millî varlığın temeli olan manevî servet unsurlarını, vatandaşların topluma yönelik bağlantılarını, sadakatlerini, yani bir insan toplumunu millet yapan bütün özellikleri korumak üzere meydana getirilmiş hem bir savunma ve hem de istikbale yönelik gelişmelerin, yenileşmelerin en etkin aracı olmak durumundadır. Böyle olunca bu plan günlük politikaların dışında kalmalı ve bir devletin politikasının gerekli aracı sıfatıyla benimsenmelidir.

Gündelik politikaların aracı olarak görülen kültür, önemli darbelere maruz kalmakta, milletin mukaddesleri politik çekişmelerin merkezine itilmektedir. Saldırılar karşısında etrafına psikolojik surlar örülen kültürel unsurlar, istikbali kurmanın temel taşları olma özelliğini kaybetmekte, içine kapanmaktadır. Buna bağlı olarak kültürün mana aleminin fiiliyata yansıması da ya mümkün olmamakta ya da bu, sıhhatsiz bir tarz almaktadır. Halbuki millî kültür, hem kendisine mahsus unsurları, kimliğini muhafaza etmek ve hem de belirli bir dinamizm içinde değişmek suretiyle varlığını koruyabilir. Güçlü bir kültürün ana vasfı istikrar içinde, asıl kimliğini koruyarak değişmesidir; millî kimliğinden büyük fedakârlıklarda bulunmadan yeni şartlara uyma kabiliyetini gösterebilmesidir. Böyle olunca millî kültür planının değişen şartlara uymak zorunu baki kalmakla beraber, ana kimliğini ve Türkiye’nin millî hedefleriyle olan irtibatını muhafaza edebilmesi için, bir demokraside zaruri olan iktidar değişmelerinden müteessir olmayacak surette sürekli bir uygulama şansına sahip bulunması zorunludur. Bu bakımdan politika ve politikacılar üstü bir kültürel istikametin belirlenmesi elzemdir.

Millî kültürümüze yabancı kültürler karşısında bağımsız ve itibarlı bir şahsiyet kazandırmanın birinci ve en önemli şartı, bu kültürü çağdaş standartlar karşısında değerlendirebilecek insanlar yetiştirmek, bu insanlardan meydana gelen araştırma ve eğitim müesseselerine her türlü resmî ve özel imkânı sağlamak, bunları yaparken de modern insanın kültürel ihtiyaçlarına cevap vermek durumunda olduğumuzu hiç bir zaman akıldan çıkarmamaktır.[3] Bu şartlar altında yabancı kültür unsurları ile karşı karşıya gelmekten endişe duyulmayacaktır. Elbette ki yabancı kültür unsurları alınacaktır. Ancak bu kendi ağacımız üzerine vurulan aşı gibi olmalıdır. Yoksa, noel ağaçları gibi şatafatlı lakin köksüz ve cansız olmamalıdır.

Kültür, cemiyeti oluşturan fertleri bir taraftan geçmişe bağlarken diğer taraftan da geleceğe taşımaktadır. Bu, dünü olduğu gibi bu güne aktarmak demek değildir. Mühim olan milletimizin ve tarihimizin kendi değerlerini ve potansiyellerini lâyıkı veçhile değerlendirebilmektir.[4] “Kökü mazide olan atiyim” sözü mucibince, semaya boy veren servilerin gücünü köklerinden alması gibi, gücünü kendi öz kültüründen alarak gelecek inşa edilebilir. Asırlık çınarların ihtişamla gök kubbe altında devleşmesi gibi, büyük binalar sağlam temeller üzerine yükselebilir. Güçlü ve derin köklerden mahrum ağaçların küçük rüzgarlarda birbiri ardınca devrilmesi gibi, sağlam bir kültürel maziye sahip olamayan milletin fertleri, dış etkiler karşısında mağlup düşecektir. Kendi öz kültürünü dimağında ve gönlünde süzüp, damarlarında dolaştıran nesil, dışarıdan gelebilecek her türlü mikroba karşı bağışıklığa sahip olacak, müdahaleler onu asla yıkamayacak hatta daha da güçlendirecektir. Gelecek böyle bir neslin elinde inşa edilecektir.

Bugünün gençliği zengin kültür mirasını pervasızca tahrip etmeye itilmektedir. Buna bağlı olarak da, gençlik, zengin babanın mirasyedi çocukları gibi, büyük birikime sahip Türk kültür mirasını yok etmektedir. Ülkü mahrumiyeti onları yabancı ideolojilerin insafsız pençesine düşürmekte, öz kültürünün derin manasını anlamak yerine birer ruhsuz ceset olan sloganların arkası sıra sürüklemektedir.

Devletin iki ana istikamette çalışması lazımdır. Bunlardan birincisi, kültür sahasında neyimizin var olduğunu tespit ederek bunları ortaya çıkarmaktır. Bu daha ziyade tarihi bir çalışmadır. Hepimiz bu milletin saklanmaya değer pek çok kültür eseri vücuda getirdiğini ve bunların bizim milli karakterimizin oluşmasında başlıca rolü oynadığını biliyoruz. Fakat bu eserlerin büyük bir kısmı gerek alfabe gerek dil değişikliği dolayısıyla bugünkü nesillere yabancı kalmıştır. İkincisi de çağdaş Türk kültürüdür. Çağdaş kültürümüzün teşekkülünde Türk milli kültürü esas olacak fakat bu kültür kökü yabancı kültürlerle devamlı temas edecek onlardan faydalanacaktır. Milliyetçilik esasına dayanan bir çağdaşlaşma bu şekilde olabilir. Şu halde, bir taraftan Türklerin çağımızda yarattığı fikir, sanat ve edebiyat eserleri milletimizin istifadesine sunulacak, bir yandan da bu kültürün gelişmesinde ona faydalı olabilecek bütün yabancı eserler bize aktarılacaktır[5]

Değişmeye ayak uydurmak ve kabul etmek gücü, kültür standartlarını yükseltmek ve kollektif hayatı düzenleyecek değerleri muhafaza etmek veya yaratmak suretiyle sağlanır. Değer sistemleri de, aksettirdikleri medeniyetler gibi, moral dokularındaki bozulma dolayısıyla çöker. Modern dünyada bu bozulmaya sebep olan faktörlerin en önemlilerinden birisi “değer yükü” taşımadığı zannedilen ancak gerçekte değer ile yüklü olan yeni teknolojinin yayılmasıdır. Zira her maddi kültür unsurunun arkasında bir inanç dünyası gizlidir. Yine önemli bir başka faktör de çağdaş iletişimin çok fazla gelişmesi dolayısıyla evrenin psişik hacminin küçülmesidir. [6] Milli kültürümüzü geliştirme ve yaymada böyle bir imkân ve vasıtadan bigane kalmamak gerekmektedir. İletişim vasıtalarına bigane kalmak bir taraftan bunların yıkıcı tesirine maruz kalma gibi bir neticeyi doğururken, diğer taraftan da çok önemli bir vasıtadan müspet manada faydalanmaktan uzak durulmuş olunur. 

Maddi ve manevi varlığımızın, milli bünyemizin özelliklerinden ilham alarak geliştirilmesinde, Devletimizin ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün halinde korunması, yaşatılması ve güçlendirilmesinde, manevi beraberlik ve dayanışmamızın güçlü, bağlayıcı, bütünleştirici ortak milli tutum ve davranışların hulûs ve sadakatle bağlantıların geliştirilmesinde milli kültürümüz, tükenmez bir kaynak teşkil etmekte ve bu bakımdan önemli bir rol oynamaktadır.[7] Bugün Türkiye üzerinde küreselleşme adı altında oynanan oyunların, milli kültürün bütün bu sayılan boyutlarını bertaraf etmeye yönelik olduğu göz önünde bulundurulmalı ve bu ilkeler çerçevesinde tedbirler alınmalıdır.

Küreselleşme ile ilgili tehlikelerden söz eden karşı durumlar incelendiğinde görülmektedir ki, meselenin sadece iktisadî boyutuna işaret edilmekte ve küreselleşme kapitalist sömürünün yeni aracı olarak tanımlanmaktadır. Ancak böyle bir karşı durmaya rağmen meselenin kültürel boyutu ya ihmal edilmekte ya da bizatihi kültüre yönelik küreselleşme/küreselleştirme politikaları desteklenmektedir. Halbuki günümüzde iktisadî sömürü, ilk kapitalizm çağındaki gibi doğrudan sömürü şeklinde ortaya çıkmamakta, “kültür dolaylı sömürü” şeklinde kendisini göstermektedir. Bu çerçevede evvela kültürel benzeşme sağlanmakta, ya da başka bir ifadeyle “evrensel kültür” oluşturulmaya çalışılmakta, akabinde ön kabulü sağlanmış olan iktisadî ürünler de bu pazarlara sokulmaktadır.

Küreselleşme karşısında, derinlere kök salmış bulunan Türk kültürünün gücünü yitirmesi Amerikalı olmadan Amerikanlaşmayı, Hıristiyan olmadan Hıristiyanlaşmayı doğuracaktır. Mücadele psikolojik gücün ilanı merkezinde cereyan etmektedir. Kaçınılmazlığın kabulü, “aynîleşme” istikametine kaymayı ortaya çıkarmaktadır. Bu noktada ise alabildiğine benzeşme ortaya çıkmaktadır. Burada millî kültürün rolü kendine güven unsurunu oluşturmasında ortaya çıkar. Son derece köklü Türk kültürünün gücü sayesinde bir taraftan mahkûmiyet önlenebilir, diğer taraftan ise mücadele ya da karşı koyuşta alt yapı temin edilmiş olur. Bu şekilde oluşan kendine güven duygusu lüzumsuz hayranlığı önlediği gibi, sonuçsuz düşmanlığı da bertaraf edecektir.

DİPNOTLAR

 


[1] ERKAL, M.: Sosyoloji (Toplumbilimi), İst., 1995, sh.144-145.

[2] GÜNGÖR, E.: “Milli Kültür Politikası”, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, (Haz. E. GÜLER-E. KILINÇ), İst., 1993, sh. 86.

[3] GÜNGÖR, E.: Dünden Bugünden, İst., 1997, sh.158.

[4] ÖZAKPINAR, Y.: İslâm Medeniyeti ve Türk Kültürü, İst., 1997, sh.139.

[5] GÜNGÖR, E.: A.g.m., sh. 88.

[6] Milli Kültür, V. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ank, 1983, sh.13.

[7]Aynı eser, sh.20.

Wiki-Miki

Siyaset; “farklı çıkar grupları arasındaki çıkar ve iktidar mücadelesi” olarak tanımlanır.

Dış siyasette de tek amaç; “Ulusal çıkarlar” dır.

Şu gerçeğin altını çizelim;

Dış siyaset, iç siyaset yöntemleriyle yapılamaz!

“Ulusal Gücün kadar konuşur ve etkin olursun!”

Yani; coğrafi koşulların, yer altı zenginliklerin, ekonomik ve teknolojik gücün, nüfusunun niteliği, askeri gücün, kültürün ve ulusal moralin kadar!

Bunun ötesi palavradır!

Dış siyaset “satranç oyunu” gibidir.

Uzun erimli düşünmek ve planlamak gerekir.

Bunun için de, muhatap olduğunuz ülkenin her şeyini bilmek ve buna göre oyununuzu oynamak zorundasınız!

Örneğin; yer altı servetleri nelerdir? Bu servetten nasıl pay alabilirim? Ülkenin ekonomik koşulları neler? Borçlu mu? Borca mı ihtiyacı var? Siyasi iktidar, Hazine borçlanması için ne kadar faiz ödemeye hazır? Teknolojik araştırma-geliştirme çalışmaları yapıyor mu? Yeni bir buluşu var mı? Nüfusu nitelikli mi niteliksiz mi? Yani “meslek sahibi” ve ülkenin kalkınmasına katkı verecek bir nüfus mu, yoksa mesleki nitelikten yoksun, “ne iş olsa yaparım” diyen ucuz işgücü mü?

Ordusu güçlü ve modern silahlara sahip mi?

Gümrük kapıları sıkı mı, gevşek mi?

Ülkenin kültürel değerleri neler? Etnik gruplar ve çatışmalar var mı? Vatandaşların “ulusal bilinci” güçlü mü? Moral gücü yüksek mi, zayıf mı?

Ve nihayet; siyasetçilerinin nitelikleri, olumlu-olumsuz yönleri, zaafları, güçlü oldukları yönleri nelerdir? Zengin olma ihtirası içinde mi, gözü onurundan başka bir şey görmüyor mu? Gizli-açık siyasal eğilimleri neler? Hastalıkları, aile koşulları neler?

Kimin ağzı gevşek kimin çok sıkı?

İşte, bir ülkede bulunan yabancı diplomatlar, o ülke ile ilgili olarak nu ve daha pek çok sorunun yanıtını arar, bulur ve hükümetlerine iletirler.

Şimdi; ABD’li diplomatların özel notları, telgrafları ve e-mail iletilerini ele geçiren “Wikileaks adlı bir özel internet sitesi, bu elde ettiği bilgileri dünyaya yayıyor.

ABD yönetimi de “bilgileri yalanlamıyor, özür diliyor!”

Bu durum, o bilgilerin mutlak doğru olduğunu da göstermez!

Bu, ABD siyasal iktidarının “bilinçli bir eylemi” yani, bir “siyasal satranç oyunu” da olabilir!

Çünkü, dünyanın en güçlü, en iyi korunan, bütün dünyayı gözleyen ve dinleyen bir süper güç, binlerce sayfalık belgelerini kolay kolay kaptıramaz!

O halde, kaptırmak istediği başka bir şey olmalı!

Tam da Türkiye’ye “Füze Kalkanı Yerleştirme” kararı alınmışken!?

İkiz Yasalar” denilen zokayı yutturmuşken!

Güneydoğu sınırından ordusunu çekmeye ve bu alana “özel birlik” yerleştirmeye ikna etmişken!

Stratejik Ortak” masalıyla uyutup, Müslüman bir halkın yaşadığı komşumuz Irak’ın petrol kaynaklarını ele geçirmişken!

Bu kaynakların kontrolünü sağlayabilmek için, Irak’ın kuzeyinde kendisine “bağımlı” bir devletçik kurdurmuşken!

Tam da “Şah ve Mat!”diye son hamleyi yapmaya hazırlanırken!

Bu işin içinde başka bir iş var!

Dilimin ucuna geliyor ama şimdilik söylemiyorum!

Ya sizler ne düşünüyorsunuz?

“Amerika bizim dostumuz, feda olsun canımız” mı!?

 

 

 

2010’un Sonuna Yaklaşırken

2010 yılının sonuna geldik. Önemli olan geçen yıllarla beraber ülkenin neleri kaybettiği ve neleri kazanabildiğidir. İster istemez, “Türkiye nereden nereye geldi veya getirildi” sorusu her zaman zihinleri meşgul etmektedir.

Aslında, Türkiye’de değişmeden çok değiştirme ve dönüştürme dikkat çekiyor. Değişme, kendiliğinden, organik olarak bir canlı organizma gibi toplumların varoluş gerekçelerini tahrip etmeden faklılaşabilmektir. Toplumların canlılık işaretidir. Daha ziyade iç dinamiklerle ilgilidir. Değiştirme ve dönüştürme ise; tepeden, zorlayıcı ve dış dinamiklerle, dışarının istediği şekle yapının dönüştürülmesidir. Bu, değiştirme ve dönüştürmeden yasa ve anayasalar, tarım ve sanayi de pay alır. Siyasi partiler ve önemli kurumlar bile farklılaştırılır.

Terörle mücadeleyi uzun soluklu ve en önde gelen bir mesele olarak sürekli gündeme getiren Türkiye, 2010 sonlarında örgütle müzakere sürecine yöneliyor. Açılım safsataları, müzakere ile noktalanıyor. “Efendim, bu müzakereleri hükümet değil; Devlet yapıyor” lafları boş laflardır. MİT Müsteşarı, Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcıları gibi kimseler eli kanlı katil ile Başbakanın izni hatta emri olmadan görüşecekler; bu mümkün değildir. Eğer Başbakan ve bakanlar bu görüşmelerden haberdar değilseler; ortada önemli bir yönetim zaafı ve iktidar boşluğu var demektir. Bu görüşmelere bizi zorlayanları gerçek iktidar olarak mı kabul edeceğiz?

Terörle mücadele edenlerle adeta mücadele edildiği bir yıl geçirdik. TSK’nin itibarını kırma ve güç mücadelesi şekline dönüşen kamplaşmaları arttıran bu süreç acaba kime yarar? Her kurumdan yanlış yapan çıkabilir. Ama bu genellenerek o kuruma karşı psikolojik harekâta dönüşmez. Garip suçlamalar, yargısız infazlar, kamuoyuna pek açıklanmayan Ümraniye davaları sürüp gitmektedir.  Sorun, sadece bu davalarda zarar görenleri değil; demokrasiyi, hukuk devletini ve sonuçta ülkenin itibarını ilgilendirmektedir.

Kuvvetler ayrılığı prensibinin kuvvetler birliğine dönüştürülmesinin, hukuk devletinin yıpratılmasının altında acaba Yargının iptal ettiği bazı özelleştirmeler, üzerine gittiği yolsuzluklar ve milli çıkarları koruyucu tavır yok mu? Konuyu basite indirmeyelim.

Ülkemiz iki farklı değiştirme odağının saldırılarından uzaklaştırılmalıdır. Bunlardan birincisi; aşırı laikçi, seçkinci, tepeden toplumu düzenlemeyi esas alan, halkla yabancılaşmış çevre ve güçlerdir. İkincisi ise; dini referansları kullanan, uygulamada ise bunlara riayet etmeyen, samimiyetten uzak, Cumhuriyet, milli devlet ve milli kimlikle kavgalı, Milli Mücadele’yi içine sindirememiş, sürekli siyasi meşruiyetini dışarıda arayan çevrelerdir. Bu kısır döngü şeklindeki yarışma sürdükçe istikrar ve huzur sağlanamaz; demokrasi de rayına oturamaz. Bazen askeri darbeler, bazen de sivil darbeler arasında çalkalanır dururuz.

Bu yıl da basın önemli ölçüde itibar kaybetmiş, demokrasinin basını olmaktan biraz daha uzaklaşmıştır. Yandaş basın olma fazilet zannedilmiş; zaaflar ortaya konulmuştur. Vatandaşın haber alma ve ülke yönetimine şekil verme imkânları sınırlandırılmıştır. İktidarların sandık yoluyla değiştirilmesinin önüne engeller konulmuştur. Aslında, Türkiye demokrasiye yabancılaştırılmaktadır.  

Genel Seçimler sonrasına ertelenen Anayasa değişiklikleri, Türkiye’yi Türkiye yapan değer ve gerekçeleri dışlayıcı bir yönde ilerlemektedir. Siyasi iktidar, kendi kendilerini aydın olarak ilân eden bazı çevre ve köşe yazarlarının etki alanına girmiştir. Yetkisiz bazı kişi ve çevreler bizzat iktidarı yıpratmaktadır.  

Sıcak para giriş tehlikesi büyümüş;  ülke kaynakları ve kuruluşlar elden çıkmıştır. Gelir dağılımı daha da bozulmuş; işsizlik ahlâki değerleri aşındırmıştır. Muhafazakâr örtülü aşırı liberal politikalar, ülkeye sürekli kan kaybettirmektedir.

Din değiştirmenin çok ötesinde siyasi amaçlar taşıyan misyonerlik faaliyetleri, dini azınlıkların haklarıyla karıştırılmıştır. Anadolu üzerinde iddialı Haçlı zihniyetine tapular ikram edilmektedir. Coğrafyanın vatansızlaştırılması için her şey yapılmaktadır. Etnik ırkçılık, demokratikleşme zannedilmektedir. Milli egemenliğe ortak aranmaktadır.   

Solun önemli bir kısmı ve sağın milliyetsiz kesimi, ihanet ittifakının birer parçası olmuşlardır. Buna rağmen; bazıları hâlâ değişmenin farkında olmadan sağ veya sol blok dayanışması arayışındadır.