3.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1162

Bir Tek Devlet Bahçeli

Türkiye’ye bomba gibi düşen haber, BDP’nin Anayasa ve yasaları tanımadan ülkemizi iki dilli yaşama geçireceğini ilan etmesiydi.

Herkes bir şey söyleyebilir ve kafasına göre bunların uygulanmasını da isteyebilir. Ancak buna ülkeyi yöneten veya yönetmeye talip olanların ve de devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünden dolayısıyla da bekasından sorumlu olanların bunlara hak ettiği cevabı  vermesi gerekir.

Cevap verme sırasında öncelik başbakana ve ana muhalefet liderine aittir. Sonra sıra diğerlerine gelir. Yasalara aykırı bu tutum karşısında gereğini yapmak sorumluluğu da başbakana düşer.

BDP’lilerin, iki dilli yaşama geçtik açıklamasına Başbakan Erdoğan ve CHP lideri Kılıçdaroğlu’ndan net bir açıklama gelmemiştir.

Medyanın bu konuda cevabını öne çıkardığı tek kişi MHP’nin lideri Devlet Bahçeli’dir.

Bahçeli bu konuda çok net konuşmuş ve tavır almıştır. Türk Milletinin ve Milliyetçi Hareket’in son sözünü henüz söylemediğini ifade etmesi, milletimiz için yeni bir ümit kaynağı olmuştur.

İki dilli bir Türkiye talebini açıklayanlara karşı Devlet Bahçeli’nin adeta tek başına duruşu çok anlamlıdır.

Bahçeli ve MHP’ye her nedense yayın organlarında yer vermeyen medyanın bu tavrı anında birinci haber olarak yansıtması çok ilgi çekicidir. Her halde korku onlarında bacasını sarmıştır.

Gönül aynı tavırları başbakan Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’ndan da beklerdi. Ancak onlar; herhalde Türk Milletinden değil bölücülüğü şiar edinmiş olanlardan medet umdukları için klasik siyasetlerini izlediler.

Ülkemizdeki bölücülerin, PKK ve BDP’nin ağabeyi olan Barzani’nin partisi KDP’nin kongresine; Abdulkadir Aksu ve Hüseyin Çelik gibi AKP’nin önemli adamlarını gönderen RTE’nin ve CHP Genel Başkanı Yardımcısı Mesut Değer’i gönderen Kılıçdaroğlu’nun, bu kongrede açıklanan “Birleşik Kürdistan” rüyasına ses çıkartmayışları, bize göre Selahattin Demirtaş’ın iki dilli uygulamaya geçtiklerine dair sözleri karşısında, çok daha ağır bir vebal taşır.

Bu olayın hemen ardından Mersin’de kürtçe türkü söyleyemediği için öldürülen alevi inançlı sanatçı kardeşimizin dramı çok manidardır. Yine Mardin Dargeçit’te uzun menzilli bir silahla uzman çavuşun şehit edilme yöntemi de hem vatandaşlarımızı hem de devletimizin asker – polis ve istihbarat yetkililerini iyi düşündürtmelidir.

Bu durum karşısında, “Ne Mutlu Türküm Diyene”  anlayışında Türkün, Kürdün, Çerkezin, Gürcünün, Arnavutun, Arabın, Boşnakın, alevinin, sünninin velhasıl bayrak, vatan, millet diyenlerin sesi olmayı başarabilen tek insan MHP’nin lideri Devlet Bahçeli’dir.

Dileğimiz onun henüz son sözünü henüz söylemeyen Türk Milletinin sesi olmaya devam etmesidir. Çözüm her zaman olduğu gibi Türk Milletinin sevdalılarına, Ayyıldızlı sancakla coşanlara, Hak yolunun aşıklarına düşüyor. Anlaşılan o ki bu işinde tek lideri Devlet Bahçeli’dir.

Davutoğlu’nun, “Osmanlı Milletler Topluluğu” Hayali

Büyük devletlerin büyük idealleri ile uzun zamana yayılmış stratejik hedefleri ve planları olur.

Ancak devlet adamları bu stratejik hedeflere ulaşmak için yerinde, zamanında, gerçekçi politikalar uygulamak yerine, romantik duyguların hâkimiyetinde “fincancı katırlarını ürkütecek” çıkışlar yaparlarsa, ülkelerine fayda yerine felaketlere sebep olurlar. Hitler’in Almanya‘sı, 1. Dünya Savaşının Japonya‘sı ve İttihat-Terakki’nin Osmanlı‘sı bu tür romantik devlet adamlarının ağır bedelini ödemiş ülkelerden sadece bir kaçı.

Demek ki,  büyük devlet olmak için hem milletçe büyük ideallere/ ülkülere sahip olmak lâzım, hem de bu ideallerin gerçekleşmesi için idealist ama akıllı, basiretli, ülke ve dünya gerçeklerini bilen usta devlet adamlarına ihtiyaç var.

Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi“, rahmetli Prof. Dr. Osman Turan‘ın büyük eserinin adı. Aynı zamanda mevcut Türk devletinin dünyadaki diğer devlet ve milletleri hâkimiyeti altına alarak yönetmesi fikridir. Sözlü edebiyattan sonra ilk defa “Oğuzname” ile yazılı kaynaklara geçmiştir. Oğuz Destanı ve Göktürk Kitabeleri’nde de değinilen Kut geleneği gereği, Türk Kağanının sadece Türklerin değil, bütün dünyanın Kağanı olduğuna, Tanrı’nın cihan hâkimiyetini Türklere emanet ettiğine inanırlardı.

Türk’ün çağlardan süzülüp gelen bu inancı, Osmanlı Devletini de dünyanın bir numaralı devleti yapan ülkünün ifadesidir. Osmanlı, bu ülküye bir İslami libas giydirmiş. Kendisinin, “İlay-ı Kelimetullah için nizam-ı âlemi tesis etmek” ile (yani Allah’ın adını bütün dünyaya yaymak için, dünyaya düzen vermekle) görevlendirilmiş olduğuna inanmıştır.

20. yy. da Osmanlı Devleti yıkılırken, Türk vatan toprakları Sakarya’nın doğusuna sıkıştırıldı. Savaşlarla kırılmış yaşlı ve yorgun nüfus, muhacirler dâhil on milyona düştü. Ekonomik açıdan şartlar tam bir facia idi. Yaşanan bu büyük travmadan sonra, cihan hâkimiyeti fikrinin yerine, sadece varolma kaygısının geçmesi yadırganacak bir gelişme değildi. Hele hele Osmanlı Devletinin son dönemlerinde İttihat Terakki yöneticilerinin mevcut gücünü ve dünya dengelerini hesap etmeden yaptıkları romantik tercihlerin çöküşü hızlandıran rolünü gördükten sonra.

Yaşadığımız bu travmadan yüzyıl bile geçmeden, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı’nın, bir ABD’li gazeteciye verdiği beyanatta  “Osmanlı Milletler Topluluğuhayalini ortaya koyması bizi de en az yabancılar kadar heyecanlandırdı.

Ahmet Davutoğlu, demecinde şu cümleyi kurmuş: “İngiltere eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu halinde, neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Ortadoğu ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın?”

Heyecanımızı bastırıp, olabildiğince salim bir düşünce tarzıyla böyle bir hayali deşifre etmenin ne kadar doğru olacağını değerlendirmeye çalışalım.

  • 1- ABD‘nin “dünyayı yönetme”, Yunanistan‘ın “megalo ideası”, Rusya‘nın “sıcak denizlere inme” ve ulaşım yollarını, dünyanın stratejik kaynaklarını kontrol etme”, Ermenistan‘ın Anadolu topraklarının önemli bir kesimini de içine alan “Büyük Ermenistan” hayali, çok bilinen büyük hayallerden bazıları. Diğer devletlerin ve bu arada kışkırtılan etnisitelerin de (mesela Barzani‘nin, PKK‘nın da) kendilerine göre büyük hayalleri var. Türkiye’nin de böyle büyük hayallerinin olması normaldir, hatta olmalıdır. 
  • 2- Bir millete mal olmuş büyük ülküler, genelde siyasetçi ve devlet adamları tarafından değil, düşünür ve bilim adamları tarafından dile getirilir. Milletin ortak vicdanındaki telleri titreştiren bu fikir cereyanları, sokaktaki adamdan, devlet yöneticilerine kadar herkesi etkiler. Ancak basiretli devlet adamları bir yandan bu idealleri canlı tutarken, diğer taraftan başka devletlerin düşmanlığına sebep olacak çıkışlar yapmadan, mevcut dünya dengelerini gözeterek fırsatları değerlendirmeye çalışır. 
  • 3- Devlet adamı, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Hocanın 3T formülünü uygulamak, yani Temkin- Tedbir – Teenni ile hareket etmek zorundadır. Çünkü söz konusu olan şahsi ikbali değil, bir milletin kaderidir.
  • 4- Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altındaki topraklarda bugün 45 ülke bulunmaktadır. Bu ülkelerle sosyal- kültürel bağlarımızın, ekonomik ve siyasi alanda da kuvvetli bağlara sebep olması için çalışmalar yapılması elzemdir. Ancak rakiplerimiz, geçmişte aynı devlet çatısı altında bulunduğumuz devletlerin yöneticileri ve halkların bir kısmında, Türkiye ve Türklere sempati ile bakılmamasını sağlayıcı ciddi çalışmalar yapmıştır. Bu konuda epeyce başarılı da olmuşlardır.  

“Topluluk” aşamasından önce, bu devletlerle ikili münasebetlerin geliştirilmesi daha gerçekçidir. Ayrıca bu metot, fincancı katırlarını ürkütmez. 

  • 5- Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyetinin Devlet yapısı da, rejimi de farklıdır. İngilizlerin sömürgeleri olan devletleri kontrol ediş yöntemi ve sömürgelerini terk edişi ile Osmanlı Devletinin çekilmek zorunda kaldığı topraklarda sağladığı hâkimiyet ve kurulan devletlerin oluşumu birbirine benzemez. İngiliz’in hedefi sömürmek, Nizam-ı âlem fikrinin temeli ise adaletle hükmetmektir. İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth of Nations) bir benzerinin, Osmanlı Milletler Topluluğu olarak kurulmasının şartları çok farklıdır.  
  • 6- Türkiye’nin güneyinde ve doğusunda bulunan devletlerle ilişkilerin geliştirilmesinin önünde en önemli engel “Büyük Kürdistan” projesidir. Nitekim Irak’ın kuzeyinde palazlandırılan Barzani, daha geçen hafta şunları söyledi: “Kerkük Kürdistanındır, bunu tartışmaya dahi açmıyoruz. Birleşik Kürdistan‘ı oluşturmak istiyoruz. Kürtler parça parça olamazlar artık. Kürtler tek vücuttur ve dil ekseninde bölünemezler. Çok farklı lehçeler olsa bile, Kürtçe tek dildir” dedi.  

Bu sözlerin sahibi Barzani’ye, Kürtçe “kak Mesut / Mesut Abi” diye hitap eden Davutoğlu’nun “Osmanlı Milletler Topluluğu” kurup, bu milletlere liderlik etmek istemesi gerçekçi olmamaktadır. 

  • 7- ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, bölgemizdeki çok sayıda devletin sınırlarının ve rejimlerinin değiştirileceğini bizzat ABD Dışişleri Bakanı açıklamıştı. ABD’nin Irak’ın kuzeyinde devletleştirdiği Barzani yönetimine ilaveten, PKK/ BDP marifetiyle Türkiye’de benzeri bir oluşumu gerçekleştirmeye çalıştığı aşikâr. ABD’nin, su ve enerji kaynaklarımızın yoğunlaştığı bölgemizde, kendisine çok daha muhtaç ve bağımlı bir devletçik olmasını tercih ettiği anlaşılıyor. 

Devletimizi yönetenlerden beklentimiz, Arapları Osmanlı’ya isyan ettiren Lawrence’in, “Bir Kürt devleti kurabilseydim, Türkler’i tarihten silecektim, başaramadım” sözünü hatırlaması, Kürt Devleti kurulmasına yol açacak açılımlar konusunda dikkatli olmalarıdır. 

  • 8- “ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Pearson, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu dâhil, Bağdat’a kadar uzanan toprakların tek bir ekonomik bölge olması gerektiğini söylemişti.” “Mezopotamya Havzası projesini” sadece ABD’li yetkililerin değil, Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Barzani ve İmralı’daki teröristin de ifade etmesi tesadüf olmasa gerek. 
  • 9- PKK/ BDP’liler Kürt halkından önemli bir kısmının zihninde ayrışma fikrini yeterince geliştirdiklerini düşünerek, bu ayrışma sonucunda oluşacak devletin alt yapısını teşkil edecek kurumları inşa ediyorlar. Bu kapsamda kendi paralel devlet yapısını kurmaya çalıştıkları ve nihayet ayrıştırmayı tamamlamak için “iki dilli hayat” çıkışlarının olduğu bir ortamda, “Osmanlı Milletler Topluluğuna liderlik” iddiası, milletimizin çoğunluğunu acı acı gülümsetmiştir. 
  • 10- Yeniçağ Gazetesinde Arslan Bulut, “Yeni Osmanlıcılık, Büyük İsrail’dir” tezini işleyen yazılar yazıyor. Acaba ABD, Büyük Ortadoğu Projesinde varmaya çalıştığı hedefleri için, “yeni Osmanlı haritaları” veya “Osmanlı Milletler Topluluğu” hayalleri ile Türk Milletini kandırmaya mı çalışıyor? 
  • 11- Yenişafak yazarı Akif Emre, “Ismarlama Osmanlı Haritası” başlıklı yazısında, “Daha düne kadar Türkiye’yi parça parça gösteren haritalar yayımlayan Amerikalılar, bugün ‘Yeni Osmanlı haritası’ diye büyük imparatorluk haritalarını niçin gündeme getirsin?” tespitinden sonra AKP tabanı hakkındaki şu yorumda bulunuyor: “Özellikle muhafazakâr ve İslâmcı geçmişiyle bilinen kesimin, bu sahte gerçekliğe ram olma riski çok yüksek!”  
  • 12- Ben bir Türk olarak, “Türk cihan hâkimiyeti fikrine” hizmet edecek bir “Osmanlı Milletler Topluluğu” hayalimiz olmasını istiyorum. Ancak yöneticilerimizin bu hayallerimizi kullanıp, -bilerek veya bilmeyerek- bu ideale varacak politikaların tersini yaparak, başkalarının projelerine hizmet etmelerinden endişe ediyorum.

 

Türküm

1999 yılı, aklımızda onbinlerce insanın enkaz altında kaldığı ‘Marmara Depremi’ ile ayrı bir yer tutar.

Bizim ailemiz için, depremle birlikte, hayatımızın çok önemli varlığının dünyaya da gelişi olarak belleklerimizde 1999 yılı.

Evimiz, depremin en yoğun hissedildiği bölgelerden birindeydi.

Deprem gecesini hatırlıyorum.

Eşim beş aylık hamile.

İkiz kızlarım, annelerinin hamile olduğunu bilmiyorlar.

Söylemekten imtina ediyoruz. Zira, “Biz artık büyüdük, kardeş istemiyoruz” diyorlar.

Hatta o zaman 12 yaşında olan ikizlerimizden Nihan, “Ben bavulumu alıp dışarı giderim” diye de ufak yollu tehdit ediyor bizi.🙂

1999 yılında, bir taraftan yaşadığımız o deprem korkusu, diğer taraftan hanemize gelecek ufaklığın sevinci vardı.

Önceki doğan üç çocuğumuzun da doktoru olan. Doç. Dr. Ahmet Gülkılık, “Oğlunuz olacak” demişti, eşimin hamileliği sekizinci ayına girene dek.

Son kez gittiğimizde ise; “Arkadaşlar, biz bir yanlışlık yapmışız, bu kız” dediğinde, eşimin gözyaşlarını hatırlıyorum.

Oysa iki kızımızla birlikte, bir de oğlumuz vardı.

Eşim, benim erkek çocuğu ile daha mutlu olacağımı düşünmüş. Kız olduğunu öğrenince doğacak bebeğimizin, hayal kırıklığı yaşamış.

Ama ben..?

Ben hiç öyle düşünmemiştim..

Aksine çok da mutlu olmuştum.

O’nu teselli etmek bana düştü.

Kırkından sonra kız babası olmak fikri, beni çok daha fazla heyecanlandırmış, çok daha fazla mutlu etmişti.

Eşime; “Hiç üzülme. Bu bizim türkümüz olacak. Bununla, yaşlılığımızın türküsünü söyleyeceğiz” demiştim.

O gün doktordan çıkarken, kızımızın ismini, ‘Türkü’ koymaya karar vermiştim.

İkiz kızlarımız Nihan ve Dilara ile oğlumuz Mehmet Nezir‘e, artık yeni bir kardeşlerinin olacağını söylememiz gerekiyordu.

Akşam onları bir araya getirip, yeni bir kardeşlerinin dünyaya geleceğinden bahsettiğimizde, beklediğimiz tepki yerine, bir sevinç gördük gözlerinde.

Sevinmişlerdi onlar da…

1999 yılının 16 Aralığını, 17 sine bağlayan gece yarısı, kızımız bizi uyandırıp; “Hadi hastahaneye gidelim, ben artık dünyaya gelmek istiyorum” diyordu.

Sabaha karşı 03.00 suları, kızımızı gördüm hemşirenin kucağında.

Akça pakça bir Üsküp kızıydı.

İnsanlar yaşları olgunlaştıkça, daha farklı, daha hoş duygular yaşıyorlar mutlu olduklarında.

Belki de duygusal boyuta daha yakın duruyorlar yıllar geçince.

En küçük kızımızda da, ben bunu fazlası ile hissettim.

Örneğin, hiçbir çocuğumun doğumunda gözlerim yaşarmamıştı ama küçük kızımın doğumunda, sanki biriken tüm gözyaşlarım, o günü beklemişti.

Çok fazla bir duygu yoğunluğu yaşadım.

Hayatımızın en önemli varlıklarından biri olan dördüncü bebeğimizin doğumu, ailemize de şans getirdi.

Evimizin bereketinde de artış oldu.

İşlerimizin gelişmesi de bu dönemden sonra hız kazandı.

Bebeğimiz henüz bir aylık iken, hemşehrim, dostum, eski Bakan Lütfullah Kayalar  ile bir yemekte sohbet ederken, kızıma ne isim taktığımı sordu.

Ben de ‘Türkü’ koyacağımı söyledim kendisine.

O ‘Türkü’ isminde birini tanıdığını, pek de hoşlanmadığını söyleyince, birlikte ‘Türküm’ isminde karar kıldık.

Evet, bu benim ‘Türküm’ olacaktı.

Allah nefes verdiği sürece, dilimden düşmeyecek Türküm.

Can kızım..

Bugün Türküm kızımın doğum günü.

11 yaşına girdi Türküm kızım.

Allah‘a binlerce kez hamd ediyorum, beni, Türküm gibi, sağlıklı, güzel, akıllı ve şansı ile birlikte gelen bir evlatla ödüllendirdiği için.

Bugün bu yazımı da, kızım Türküm’e armağan etmek istiyorum müsaadenizle.

İyi ki doğdun Türküm kızım.

Doğum günün kutlu olsun.

“Demokratikleşme”ye doğru Türkiye’nin Ağacı

2009 yılından beri takip ettiğim ve Yazılarımla da sizleri bilgilendirdiğim Ekopolitik (Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Derneği) tarafından organize edilen (“Türkiye’nin Büyük Çatısı” üst başlığı altında yapılan Toplantıların yenisi 11 Aralık 2010 Tarihinde “Demokratikleşme”ye doğru Türkiye’nin Ağacı  İstanbul  Maslak-Sheraton Otel’inde yapıldı.

Toplantının teması “Demokratikleşme”ye doğru Türkiye’nin Ağacı  idi. Bu toplantıların kısa bir tarihçesine bakacak olursak eğer.

27 Ocak 2009 tarihinde İstanbul Dedeman Otel’de ;

“Türkiye’nin Büyük Çatısı ve Ortak Aidiyet”

4 -5  Haziran 2009 tarihlerinde Kıbrıs’ta Yakın Doğu Üniversitesi ile işbirliği çerçevesinde “Gizli Kuşatılmışlık”

16-17 Kasım 2009 tarihlerinde İstanbul Dedeman Otel’de;

 “Türkiye’nin Büyük Çatısı: Mezkûr Meçhul Mesele”

22-23 Şubat 2010 tarihinde İstanbul Beykoz Halk Bankası Sosyal Tesisinde

 “Ekopolitik-Türkiye’nin Büyük Çatısı Demokratikleşmeye Doğru – Beykoz”

14-15 Mayıs 2010 tarihinde Mersin’de organize ettiği ilk yerel toplantı Ekopolitik, Türkiye’nin Büyük Çatısı: “Demokratikleşme”ye Doğru & Mersin Durağı

14 Haziran 2010 tarihinde Hakkari Toplantısı Ekopolitik, Türkiye’nin Büyük Çatısı: “Demokratikleşme”ye Doğru & Hakkari Durağı

28-29 Temmuz 2010 tarihlerinde Beykoz Halk Bankası Sosyal Tesisinde Türkiye’nin Büyük Çatısı: “Demokratikleşme”ye Doğru & Türkiye’nin Çekirdek Ekipleri”

26 Ağustos 2010 Türkiye’nin Çekirdek Ekipleri Cumhurbaşkanlığı Ziyareti

30-31 Ekim 2010 Malatya Toplantıları Ekopolitik, Türkiye’nin Büyük Çatısı: “Demokratikleşme”ye Doğru & Malatya Durağı

11 Aralık 2010 Tarihinde İstanbul Maslak- Sheraton Otel’inde yapıldı

“Demokratikleşme’ye doğru Türkiye’nin Ağacı

Ekopolitik Genel Koordinatörü Tarık Çelenk, ülkemizde yaşanan sorunların, konuşmak ve uzlaşmacı bir tavır sergilemek suretiyle bizzat kendi tarafımızdan çözülmesi gerektiği noktasındaki görüşlerini bu toplantıda bir defa daha vurguladı.

Bu arada Çekirdek ekip müteaddit defalar kendi arsında toplantılar yaptı. Görüldüğü gibi zor meşakkatli geniş bir katılımlı bir o kadarda önemli bir organizasyon.

Ekopolitik, ülkesel “çekirdek ekip” katılımcılarının Türkiye’nin gerçeklerine karşı hissettikleri hassasiyetle bir araya gelerek ülkenin sorunlarını tartışması ve meselelerin çözümüne ilişkin ortak çözüm arama çabalarına destek vermektedirler.

Biraz çekirdek ekip de kimler var bakalım; Altan Tan, Avni Özgürel, Cezmi Bayram, Gültan Kışanak, Mete Yarar, Murat Belge, Musa Serdar Çelebi, Özdem Sanberk, Raif Türk, Seydi Fırat, Ümit Fırat, Vedat Bilgin

Gelelim 11 Aralık 2010 Tarihinde İstanbul Maslak- Sheraton Otel’inde yapılan,

“Demokratikleşme”ye doğru Türkiye’nin Ağacı toplantına Burada Toplantıya isim olarak da damgasını vuran Ağaç modeli ve metedoloji üzerine;

Toplantılar Ağaç Modeli’ne uygun bir şekilde merkezde gövdeyi temsil eden Ülkesel Çekirdek Ekip’in ve çevrede dalları temsil eden Mersin, Hakkari ve Malatya yerel çekirdek ekiplerinin yer alacağı şekilde gerçekleştirildi.

Ağaç modeli; Ekopolitik sözkonusu toplantıların gelişimini bir “süreç” düşünce ve duygusunu esas alarak Vamık Volkan’ın 1999 yılında kendi kurduğu enstitünün aynı isimli dergisinde kaleme aldığı “Ağaç Modeli” (Vamık Volkan, The Tree Model: A Comprehensive Psychopolitical Approach to Unofficial Diplomacy and the Reduction of Ethnic Tension, Mind & Human Interaction, Windows Between History, Culture, Politics, and Psychoanalysis, Volume 10, Number 3 1999 University of Virginia, Chorlottesville, VA USA)   başlıklı makalesi ve diğer çalışmaları temelinde planlamaktadır. Volkan toplumsal süreçlerde yaşanan birtakım girift ilişkilerin garip ancak anlamlı bir takım psikolojik süreçlere dayandığını düşünmektedir. Bu çerçevede travma yaşayan ve kimlik sorgulamaları içinde olan bir toplumda grup kimlikleri arasında baş gösterebilecek çatışma ihtimalleri ve süreçleri karşısında ortak bir ‘çadır‘ (aidiyet)ın mümkün olup olmadığı arayışına denk düşmek üzere kendisinin Ağaç Modeli olarak isimlendirdiği bir yapı geliştirmiştir.

Ağaç Modeli“nin köklerinde çatışma dinamiklerine işaret eden sorunlara dönük teşhisler yer almaktadır. Gövde bu teşhisler bağlamında sorunların taraflarını bir araya getiren çekirdek ekiplerin diyalog süreçlerini temsil etmektedir. Ağacın dalları ise ana gövdedeki diyalog & çekirdek gruplarının toplumsal zemine yayılmasını temsil eden yerel çekirdek ekip çalışmalarını temsil etmektedir.

Ağaç Modeli gayri resmi sivil bir toplumsal sürecin herhangi bir ülkede yaşanan toplumsal kimlik temelli (büyük grup kimliği) problemler karşısında geliştirebileceği barışçıl süreçlerin yol haritasını ortaya koymaktadır. Bu bakımdan sözkonusu gayri resmi sivil inisiyatif ağacın gelişimi ve büyümesine parelel olarak göğe bakan dalları yeterli olgunluğa ulaştığında resmi & politik kanallarla gelinen noktayı paylaşım yoluna gitmektedir. Bu noktada resmi & politik kanallar gayri resmi sivil inisiyatifin geliştirdiği çözüme dönük teklifleri ve yapıları siyasi çözüm formüllerine dönüştürebilmekte ya da bilinen yolları kullanmaya devam etmektedir. Dünya literatüründe bu iki yolun ortaklaşması (Track I & Track II terimleri sözkonusu durumu ifade etmek üzere uluslar arası literatürde yaygın olarak kullanılmaktadır. ) durumlarına ana yol diplomasisi ile tali yol diplomasilerinin birleşmesi denmektedir. (Ekopolitik)

 

Toplantıları Ağaç Modeli’ni üreten ve geliştiren Prof. Vamık Volkan tarafından yönetildi.

Müzakere Konuları

  • Türkiye’de farklı etnik gruplardan gelen insanların yaşamında birlik ve beraberliği sağlayan elementler nelerdir? Ortak bir aidiyetten bahsedilebilir mi?
  • Birlik ve beraberlik oluşturabilecek bir terkibin sağlanmasında tarihin yeri nedir?
  • Kimlikleri ayıran ve etnik gruplar için kimlik sembolü olarak algılanan tarihi olaylar var mıdır?
  • Uzun senelerden beri kimlik adına birçok insan kaybı oluştuktan ve güvenlik sorunu yaşandıktan sonra kimlik kavramı ile bağlantılı ne gibi sorunlar ortaya çıktı? Bu sorunları örneklendiren olaylar var mı? Böyle sorunların ortaya çıkmadığını veya önlendiğini gösteren misaller keza var mıdır?
  • Ülkemizde ayrımcılığın ve ırkçılığın ortaya çıkması ve yayılması tehlikesi var mıdır?
  • Yas tutan onbinlerce, yüzbinlerce ve belki milyonlarca insanı rahatlatmak için neler yapılmalıdır?
  • Türkiye’de herkesin eşit vatandaşlar olduğunu gösteren ve bunun karşıtı, bu eşitliği bozabilen olayların geliştiğini gösteren örnekler var mıdır?
  • Halk içinde kimlik ve ortak yaşama güveni ve iradesi geliştirmek ve bilhassa aşağılanma duygusunu azaltmak, yumuşatmak veya yok etmek için nasıl “reçeteler” düşünülebilir?

(Ekopolitik)

Bu toplantının en büyük özelliği sadece sorunların tartışıldığı değil çözüm reçetelerinin de katılımcılar tarafından ifade edildiği bir oturum oldu. Ayrıca Oturuma Eski İstanbul Valisi, şimdiki görevi Kamu Güvenliği Müstaşarı olan Muammer GÜLER’in  katılmasıydı.

 

Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Derneği Ekopolitik adına, Ekopolitik Genel Koordinatörü A. Tarık Çelenk ve Ekopolitik Danışmanı Prof. Dr. Vamık Volkan, Türkiye’nin Büyük Çatısı kapsamında gerçekleştirilen konferans ve çalıştayların şu an için son halkasını teşkil eden Türkiye’nin Büyük Çatısı: “Demokratikleşme”ye Doğru Türkiye’nin Ağacı isimli çalıştay başta olmak üzere gelişen süreci arz etmek üzere 15 Aralık Çarşamba günü Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından kabul edildiler. (Ekopolitik)

http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=5161&pid=11

Ayrıca bu toplantıya ait Ekopolitik sitesinde detaylı bilgileri görebilirsiniz.

http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=5157&pid=4985

Ayrıca benim Türkiye’nin Büyük Çatısı üzerine yazdığım yazılara da Kocaeli Aydınlar Ocağı sitesinden ulaşabilirsiniz.

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/

Kürtçe Üzerine

0

Herkesin okuması gereken ve bilhassa Kürt kardeşlerimizin; sadece okumakla yetinmeyip,  üzerinde derin derin düşünmeleri gerektiğine de inandığım bazı alıntılar: 

“Ana dilde eğitim”, “mahkemede Kürtçe savunma hakkı” ve “özerklik” isteniyor. TBMM çatısı altında Kürtçe grup toplantısı yapılıyor!

İşin tuhafı, bu hengamede kimse “Bu Kürtçe nedir, eğitim yapılır mı, özelikleri ve tarihçesi nedir, yazı dili var mıdır, bir kültür ve medeniyet dili midir?” diye sormuyor…

Osmanlıcanın Arapça, Farsça kelimelerden oluşması gibi, batı ile ilişkileri zayıf kalan Kürtlerin Arap-Fars etkisi altında dillerinin de değişim geçirdiği, Arapça-Farsça-Türkçe kelime dil bilgisi kurallarından oluşan Kürtçe’nin tarihi bir kökü bulunmadığı, yapay olarak yakın zamanlarda Avrupalı dilciler tarafından yazıya geçirildiği ve böylece ortaya çıktığı gerçeği karşımıza çıkıyor.

Bugün Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne aykırı siyasi amaçlara “alet” edilen Kürtçe, dil bilimciler tarafından bir “dil” olarak kabul edilmiyor. Bırakın dilcileri, aklı başında Kürt aydınları bile gerçeği başka türlü anlatıyorlar: (Mustafa Önder, Yeniçağ, 21 Kasım 2010, s.12)

(Nitekim,) 1881-Ergani doğumlu, Dr. Şükrü Mehmet Sekban, Ankara Hükümeti’ne karşıydı ve Kürtçenin resmi lisan olmasını istiyordu. Fransızca yazdığı “Kürt Sorunu” adlı metinde, “Ben bilhassa öğretimde Kürt dilinin tanınması üzerinde durmuştum. Bu, hepimiz için bir idealdi. Mütarekeden beri Irak Süleymaniye’de, sekiz seneden beri de Kürtçe konuşan sancaklarda eğitim dili Kürtçedir. Okul öğretmenlerinin mükemmel, okul kitaplarının kusursuz olduğunu farz edelim. İyi ama, bu okullardan mezun olanlar, okul bitince ne okuyacaklar? Hiç!” itirafında bulunuyor.

Çünkü vernaküler bir dil olan Kürtçe, yapısı uygun olmadığı için üretemiyor. İngilizlerin Irak’taki Süleymaniye Kırmançasını bir yazı dili haline getirip, diğer üç dili de (Goranice, Lurca ve Kalhurca) kapsayacak şekilde mekteplerde okutma hilesi işe yaramıyor!

Süreç içinde Mustafa Kemal ve Türkiye Cumhuriyeti hayranı olan Dr. Sekban: “Bugünden başlamak suretiyle, bir asırlık sürede, en iyi şartlarla gelişecek bir Kürt dili bile kültürlü devletlerin seviyesine ulaşmaya yeterli olmayacaktır. Namuslu insanlar olarak itiraf edelim ki, Kürt halkının kendi diliyle eğitim zarureti hususundaki inancımız artık iflas etmiştir.” Demek zorunda kalıyor!

Prof. Dr. Mehlika Aktok Kaşgarlı, “Sınır toplumları” diye nitelediği Erzurum, Kars, Ağrı, Erzincan, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Urfa, Adıyaman, Tunceli, Bingöl ve Malatya’da çalışmalar yapmış. “Türko-Kürtler’de Uygarlık ve Ağızlar Hakkında Düşünceler” adlı kitapta şöyle diyor. “Sınır toplumları, merkezi yönetime geçebilmiş toplumların siyasi sınırlarında oluşur. Ancak bu siyasi sınırlar tarih akışı içerisinde durağan değildir. Bu nedenle sınır toplumları aynı coğrafi yörelerde değişik devletlere tabi olurlar. Çeşitli etnik gruplara mensup klan, aşiret, boy halinde kalırlar. Devlet yapısına geçemezler. Hangi ülke sınırında oluşmuşlarsa, o ülkenin genetik yapısıyla kaynaşırlar ve erirler. Sınır toplumları, oluştukları yörede sorun çıkarırlar; “mensubiyet”, “kimlik”, özdeşleşme” hissinden yoksun olmaları, siyasi oyunlara kurban edilmelerine de neden olur, bir yöresel vernaküler dil kullanırlar. Kendilerine özgü bir alfabeleri olmadığı gibi, edebiyat dilleri de gelişmemiştir. Mahalli gelenek ve törelerle yetinirler.”

Kaşgarlı, “Gothe Peşye Kurda” (Kürt Atasözleri) adlı risaleyi şöyle eleştiriyor: “Kürt

atasözü olarak derlediklerini ne ilmi bir süzgeçten geçirmişler, ne de yüzyılların ötesinden gelen Türk atasözleri ile karşılaştırmışlar. Bu kitapçıktaki atasözlerinin pek çoğu Türkçeden tercümedir.”

Bir Kırmanca atasözü örneği veriyor: “Agır bı erde dıkeve hışk u ter hıhevra dışewıtin.” Bu, “Yer tutuşur, yaşla birlikte kuru da yanar.” Şeklinde Türkçeye çevriliyor ama gerçek karşılığı, “Kurunun yanında yaş da yanar.”

Kırmança ve özellikle de Zazaca’da, bugünkü Türkçe’de kullanılmayan eski Türkçe kelimelerin varlığının ortaya çıkarılması, onların Turanilik bağlantısını gösterir ve bu halkın kullandığı dilin yöresel bir vernaküler “ağız” olduğunun ispatıdır! (Mustafa Önder, Yeniçağ, 28 Kasım 2010, s. 12)       

Niyetimiz kardeşlerimizi incitmek değil…Tarih süzgecinden gelen “kardeşliği” bozmaya yeltenenlere, art niyetini “özgürlük” kavramının arkasına saklayan ve kendi ülkesindeki vernaküler dillere ana dil hürriyeti vermeyip bize dayatan AB’ye gerçeği göstermektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili ve eğitim dili Türkçedir ve Kürtler de bu memlekette “azınlık” değil, “asıl unsur”dur.

Şimdi “ana dilde eğitim ve savunma hakkı” isteyenlere soruyoruz:

Kürtçe kursları neden kapandı?

Yazar Mehmet Uzun’u yatağa düşüren de bu çıkmazdı herhalde (değil mi?)…(Mustafa Önder, Yeniçağ, 5 Aralık 2010, s.12)

Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi

Bestekâr-Hânende-Neyzen-Şair-Hattat-Musâhib-Çiçekçi-Meyvacı-Esir Pazarı Kethüdâsı  Türk musikîsinin en önemli ve en büyük bestekârlarından biridir. Asıl adı Mustafa’dır. 1640 yılında İstanbul’da doğmuştur. Çok iyi bir öğrenim görmüştür. Dinî ilimlerin yanı sıra Arapça, Farsça dillerini de öğrenmiştir.

Çağının büyük ustalarının eğitim verdiği Yenikapı mevlevihânesine kapılanmış ve  Mustafa Ömer Efendi gibi büyük üstâdlardan feyz alarak olgunlaşmıştır. Dergâhtan iyi yetişmiş bir musikîşinas ve mevlevi olarak Hâfız Post’tan icâzet almıştır.

Ailesinden gelen Buhûrîzâde sıfatıyla, ismi Buhûrîzâde Mustafa Efendi olarak anılmaya başlanmıştır. Bu arada Siyâhi Ahmet Efendi’den de hat dersi alarak tâlik yazıyı öğrenmiştir.

İlk önce davet aldığı Kırım Han’ı I. Selim Giray’ın sarayında musikî hocalığı görevine başlamıştır. Kırım sarayındaki görevinden artan zamanlarda meyvacılık ve çiçekçilik  yapılan bahçelerdeki çalışmaları izlemek, ona hem dinlenme hem de yeni bir konuda bilgi sahibi olma fırsatı vermiştir.

Buhûrîzâde Mustafa Efendi, padişah Sultan IV.  Mehmet Han’ın davetiyle İstanbul’a dönmüştür. Topkapı sarayındaki Enderûn mektebinin, musikî müderrisliğine tayin edilmiştir. Aynı zamanda padişahın hânendesi ve musâhibi olmuştur. Buhûrîzâde Mustafa Efendi, İstanbul’da satın aldığı bahçelerde Kırım da edindiği bilgilerle  çiçekçilik ve meyvacılık üretimi işleri ile ilgilenmiştir.

Yetiştirdiği güzel kokulu çiçekler nedeniyle kendisine Itrî lâkabı verilmiştir.

Sanatının en verimli çağına ulaşan Mustafa Itrî Efendi, çok önemli iki dinî eser bestelemiştir. Üçyüz yılı aşkın bir süreden beri bütün müslüman aleminde, milyonlarca müslümanın hûşû içinde söylediği segâh beste, kurban bayramı tekbiri ve gene kutsal emanetlerin ziyaretinde okunan segah sal-ât-ı ümmiye onun en önemli besteleridir.

Itrî, dini eserlerinin yanı sıra Türk klâsik müziğine öncülük eden büyük besteler de vermiştir. Tutî-i Mucize Guyem ve Nevâ-kâr gibi bini aşkın eser vermiştir. Ancak üzüntüyle karşıladığımız, bu eserlerin ancak kırk kadarının günümüze ulaşabilmiş olmasıdır.

Mustafa Itrî Efendinin meyvacılıktaki başarısı da yetiştirdiği ve kendi adını taşıyan Mustabey Armudu’dur.

Itrî’nin  az bilinen bir yönü de İstanbul esir pazarı kethüdâlığıdır. Bu görevi vefatına kadar (1712) sürdürmüştür.

Beş padişah döneminde yaşamış olan Türk musikîsinin büyük ustasının kabri, Yenikapı mevlevihanesinin bahçesindedir. Ancak baş ve ayak şahideleri kaybolduğundan mezarının yeri  bilinememektedir.   

 

İktidar Bölüşüyor Ya Siz

Türkiye kaderini belirleyecek bir seçime doğru gidiyor. Ülkemiz de Cumhuriyet tarihi boyunca hiç görülmedik şekilde uzun süredir devam eden bir AKP iktidarı var.

Hemen AKP, 2002 yılında kuruldu diyerek itiraz edebilirsiniz. Ancak ben bu iktidarın başlangıcını 1991 yılında İstanbul başta olmak üzere bazı yerlerde yapılan ara mahalli seçimlere kadar götürüyorum. O günleri bir çoğumuz unutmuş olabilir.

Bu hesapla AKP veya onun siyaset anlayışı mahalli idarelerde büyük ekseriyetle 20 yıla yakın süredir iktidardadır. Buna 9. Yılına giren merkezi iktidarı da ekleyiniz.

Bir yaşındaki çocuklar AKP’li belediyelerle tanışalı 20 sene olmuş. Başka hiçbir şey görmemişler. 2002 yılında doğanlar dokuz yaşına geldiler. 2002’de üç beş yaşında olanlar delikanlılığa doğru gidiyorlar.

Hepimiz oturup düşünmeliyiz; dert yandığımız bunca olumsuzluğa rağmen AKP, bu kadar uzun süredir niçin iktidardadır diye.

Tamam anladık! Dini kullandılar, türbanı istismar ettiler, ağır bir ekonomik krizin üstüne geldiler, küresel destekleri var, vs. hepsi tamam. Ancak halk kör mü bunları görmüyor?

Cevapları benim vermemi bekliyorsanız hemen söyleyeyim; halk bunların hepsini görüyor fakat gördüğü bir şey daha var. O da AKP iktidarının bir takım şeyleri kendisiyle bölüştüğüdür.

AKP, yoksulluktan beli bükülmüş Türk halkının beklentilerini fark ederek onu bir tavuk misali yemlemiş ve yemlemeye devam ederek iktidarda kalmayı başarmıştır. Çünkü geçmiş iktidarlar halkla böyle bir bölüşmeyi başaramamıştır ve hatta bunu aklına bile getirmemiştir. Yani halkın oyuyla halkı dikkate almayan bir iktidar anlayışı geçmişte ülke yönetimine hakim olmuştur.

Türk halkını sadece seçimden seçime hatırlayan ve onu adam yerine koymayan siyaset anlayışı ne yazık ki; AKP ile sona ermiştir. Bunu keşfeden AKP, Türk halkının beklentilerini kullanarak iktidar olmuş ve aynı zamanda iktidarda kalmayı bu şekilde başarmıştır. Bu muhalefet tarafından ivedilikle görülmelidir.

AKP döneminde ekonomik göstergeler hep kötü düzeyde seyretmiş, sanayi çökmüş, işsizlik artmış, borçlanma tarihi rekorlar kırmış, fabrikalar kapanmış, üretim gerilemiş, köylü yok olmuş, emeklide derman kalmamış ve ülke bölünme aşamasına gelmiş, buna karşılık AKP, çok rahat bir şekilde iktidarını sürdürmüştür.

Bunun en önemli nedeni iktidarla, halk arasındaki menfaat paylaşmasıdır. Memleketin vahim tablosuna rağmen kömür, erzak, buzdolabı, eğitim yardımı, yaşlılık aylığı, yeşil kart, tarım ve hayvancılıkta küçük teşvikler, esnaf kredileri, vergi ve prim afları, referandumla yurtdışına çıkış kolaylıkları, TOKİ ile ucuz ev, iftar sofraları gibi konularda, iktidar olmanın getirdiği menfaatleri bölüşmek, sürekli olarak AKP’yi halkın gözünde ihtiyaç duyulur hale getirmiştir. Bunların son örneği de iki yüz bin civarında din görevlisine sabah ve yatsı namazları için mesai, dini bayramlar ve hafta sonları için ek ücret verilecek olmasıdır. Aileleri ile nasıl bir yekün teşkil ettiklerini de varın siz hesaplayın. Bu örneğe askerlikten muaf tutulması düşünülen polisleri ve ailelerini de ekleyin.

Cemaat ve tarikatlar bile bir ideal kapısı olmaktan ziyade  ikbal kapısı haline dönüşmüştür. Cemaat ve tarikatlara kapağı atanlar kabiliyet ve fedakarlığına göre menfaat bölüşmesinden payını almaktadır. Padişah 2. Abdülhamit hatıralarında “Allah’ın rızasından sonra, Halk’ın rızası gelir. Halkın rızası yoksa orada meşruiyet yok demektir.” diye anlatmaktadır. Bu açıdan bakarsak halk ve iktidarın menfaat bölüşmesi, yanlışlar içerse de seçimlerde yapılan tercihlerle meşruiyet kazanmaktadır.

Yoksullaştırılan Türk halkı, AKP’nin kendisine sağladığı bu menfaat paylaşımı ile aslında neler kaybettiğinin de farkındadır. Geleceğini kaybettiğini bilmektedir. Ülkesinde bölücülüğün hangi düzeye vardığını görmektedir. Buna karşılık ise iktidarla menfaat bölüşmesini tercih etmektedir. Bu tercihten dolayı da asla suçlanamaz. Onun yerine muhalif  siyasetin farklı alternatifler sunması gerekir.

Bir torba kömür, bir kilo pirinç, hayatında ulaşamadığı bir çamaşır makinesi, üç dört çocuğu için aldığı eğitim parası, yaşlıların aldığı aylık, üç beş kuruş taksitle alınan ev, karın doyurulan iftar sofraları, Türk halkının bir kısmının asla vazgeçemeyeceği alışkanlıklar haline gelmiştir.

Türkiye genel seçimlere giderken muhalefet partileri kolay kabul edilmese de bu gerçeği görmek ve ona göre politikalar geliştirmek zorundadır. Yoksa bırakın diğer olumsuzlukları bir tarafa bölücülük konusunda bile tavır koyamayan bir halk topluluğunun varlığı nasıl izah edilebilir?

Büyük Türk Mütefekkiri Samiha Ayverdi  “…bizi kimler bu hale getirdi diyerek vakit kaybetmemiz yeter artık. Kimler getirdi ise getirdi işte. Belki de kendi kendimize kıymışızdır. Zira insanoğlunun kendi kendine ettiğini, ona hiçbir düşman edemez. Şu halde bir çıkar yol aramak gerek.” dediği gibi çareler aramak zorundayız.

Bu sebeple muhalefet partileri bu halkın “iki anahtar” vaad edenleri nasıl iktidara getirdiğini, döner ekmek kuyrukları ile nasıl oy toplanıldığını unutmasınlar. Laf kalabalığı yapmadan halka menfaat bölüşmesinin bu iktidardan daha iyi yapılacağı ve bu yapılırken de milli menfaatlerin korunacağı yalın bir dille anlatılmalıdır.

Bunları söylerken kesinlikle halkımızı suçlayamıyorum. Onu bu hale getirenler ve bu yöne itenler utansınlar. Onlarca yıldır en küçük bir hizmetin dahi verilmediğine inandığım garip insanlarım ne yapsın. Bundan dolayıdır ki geleceğin iktidarının en büyük vaadi; büyük bir samimiyetle zaten halkın olan zenginliği halkla adam gibi ve halkın onurunu koruyarak bölüşeceği olmalıdır.  Samiha Ayverdi’nin  “Türk evladı kendi istikametinden, kendi yolundan saptırılıp bir çıkmaza sokulmuş bulunuyor… bu nedenle Türk insanının idrakine ve ruhuna giren hırsızı bulup, onu, gizlendiği köşe bucaktan söküp atmak gerek. Nerede Yarabbi, onu düzlüğe çıkaracak celadetli rehber nerede? Allah’ım onu bize tez gönder!” deyişi ve duası üzerinde, bu gün her zamankinden daha fazla durmak gerekiyor.

RTÜK Başkanı Sn. Davut Dursun’a Açık Mektup

0

Sn. Davut Dursun,

Öncelikle selam sevgi ve hürmetlerimi arz ederim.

Başında bulunduğunuz kurumda bu azız Türk milletinin değerlerine hayırlı hizmetler yapmanızı dilerim.

RTÜK’ ün kuruluş amacını biliyorum da, şu anda ne işe yaradığını merak ediyorum.

Medyanın bir bölümü dizileriyle, programlarıyla bu necip milletin ocağına incir ağacı dikiyor.

Her gün milli ve manevi değerlerini dinamitliyor.

RTÜK seyrediyor.

Sadece bizim değerlerimizi dinamitlemiyor.

Siz milli ve manevi değerlerine saygılı aynı zamanda da bu değerlere karşı hassas olan insansınız.

Hassasiyet göstermeniz ve yasal yetkilerinizi kullanmanız sizin göreviniz.

Bu konuda hassasiyet göstermenizi beklemek de bizim ve bu aziz milletin hakkıdır.

Bizdeki yayınlar,

Uydu aracılığıyla Balkanları, Ortadoğu’yu ve Türkî cumhuriyetlerindeki milli ve manevi değerleri de dinamitliyorlar.

Dinamitlenen değerlerimizin başında en kutsal değerlerimizden biri olan aile değerimiz vardır.

Sn. Başkan, görevinizde sorumluluğunuz da büyüktür.

Bu görevde bulunduğunuz süre içerisinde bu yayınlar sebebiyle yıkılan her yuvadan,

Perişan olan her çocuktan dünyada olmasa bile ahirette sorumlusunuz.

Buradan aileden sorumlu Devlet Bakanımıza ve hükümetimize de bir çağrı yapmak istiyorum, Kanunlar yetersizse lütfen çok geç olmadan gerekli kanuni düzenlemeler yapılmalı.

İktidarın da muhalefetin de bu konuda farklı düşüneceği kanaatinde değilim

Çünkü yozlaşma, çürüme ve kokuşmuşluk bütün toplumu sarsıyor.

Yarın çok geç kalınmış olabilir.

Değerlerimizi inanç ve kültürümüzden bağımsız düşünemeyiz.

Değerler inanç ve kültürün tesiriyle asırlar boyunca oluşmuş bir milleti millet yapan,

O milleti ayakta tutan ve diğer milletlerden ayıran milli ve manevi hususiyetlerimiz ve bize ait özelliklerimizdir.

Bu özellikler bizi diğer milletlerden ayıran ve bizi biz yapan değerlerdir.

Bu değerlerimizi bilip, onları koruyup sahiplenirsek var olmaya devam ederiz.

Aksi takdirde eriyip yok olmaya mahkûm oluruz.

Şunu bilelim ki bu değerlerimizden her gün biraz daha uzaklaşıyoruz.

Asimile oluyoruz, işin ilginç tarafı kendi kendimizi asimile ediyoruz.

Dinamitlenerek yok edilmeye çalışılan değerlerimizin en önemlisi

Aile ve sadakat değeridir.
Şimdi size bilimsel bir kıssa anlatayım.

Kurbağa:
Bilim adamlarının yapmış oldukları araştırmalarda kurbağalar 20 derecedeki suda yaşayamaz, ölürler.

Kurbağanın birisini içerisinde 20 derece sıcaklıkta su bulunan bir kabın içerisine bırakırlar. Kurbağayı suya bırakır bırakmaz kurbağa şiddetli bir vıraklama sesi ve can havliyle zıplayarak dışarı çıkar.

Bunu gören bilim adamları kurbağayı alır yaşayabileceği bir sıcaklık derecesi içindeki suya koyarlar.

Kurbağa hayatından gayet memnundur.

Bilim adamları suyun sıcaklığını her gün bir derece yükselterek sabitlerler.

Kurbağa içerisinde bulunduğu ortamın normal olmadığını her gün bir şeylerin değişerek kötüye gittiğini hisseder, hareketleri yavaşlar, hantallaşır ama ilk günkü gibi aşırı tepki göstermez, gösteremez.

Nihayet suyun sıcaklığı 20 dereceye ulaşır.

Kurbağa ortamın her gün kötüye gittiğinin farkındadır ama ısı birer derece birer derece yükseltildiği içinde gittikçe tepkisizleşir ve tepki veremeden ölür.

Şimdi bunun konumuzla ne ilgisi var diyorsunuz değil mi?

Kısaca izah edeyim.

Aile en kutsal değer değil mi?

Bizim inanç ve kültürümüzde aile nikâhla oluşur.

Gelinlikle girilen evden kefenle çıkılır.

Şimdi nikâhsız beraberlikler,

Evlilikten kısa bir zaman sonra boşanmalar,

Nişan döneminde yüzük atmalar sıradanlaştı.

Artık muhafazakâr ailelerde bile sıkça görülür oldu.

Televole ve magazin kültürü gayri meşru ilişkileri yaygınlaştırdı.

Babasız dünyaya gelen çocuğun suçu ne?

Hangimiz böyle bir durumda yani (babası belirsiz) bir insan olmak isterdik?

Unutmayalım suyun sıcaklığı her gün bir derece daha yükseliyor.

Eşini aldatan kadınlar ve erkekler.

Erkek arkadaşıyla ailesinden haberli-habersiz gayri meşru ilişkiye girerek hamile kalan kızın durumu önce babadan saklanır.

Baba duyunca biraz kızar sonra mecburen o da durumu kabullenir.

Artık bu tip ilişkiler normal sıradan hale gelir.

Dizilerin âmâcı da buya

Bu dizileri seyreden ailelerde de bu tip ilişkiler zamanla normal hale gelmeye başlar ki;

Başladı bile.

Artık bu tip diziler dindar ailelerde bile seyredilir oldu.

Yengesini, baldızını hamile bırakan,

Sapıklığı sanat gören bir anlayış.

Bu anlayışın içine tükürülür mü?

Yoksa başka bir şey mi edilir orasını bilemem.

Bildiğim bizim ecdadımız tarihte böyle insanlar değildi.

Gelinen durum hem acı hem de utanç vericidir.

Ayrıca bazı muhafazakâr kanallarda affınıza sığınarak eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek cinsinden yapılan yayınlar suçların önlenmesine mi yoksa suçlulara farkına varmadan yol ve yöntem göstermeye yönelik midir.

Batılı tasvir temiz beyinleri ifsat etmez mi?

Bunları seyreden anne baba, kız erkek o hayatı içselleştiriyor ve onlar gibi olmayı normal görmeye başlıyor.

Dikkat edin suyun sıcaklığı kaynama noktasına geldi.

Bu duruma nasıl uyum gösterdiğimizi size şehirli gelin kıssasıyla anlatayım.

Şehirli gelin:

Anadolu’nun bir köyünde büyüyen bir delikanlı üniversite okumak için büyük şehirlerden birine gider.

Okul bitince orada tanıştığı bir kızla evlenir.

Aradan bir müddet geçer gelin beyinin evini köyünü tanımak ister.

Beraberce köye giderler.

Hayatında hiç köy görmeyen bu geline görüntü garip gelir haliyle.

Eve varıp merdivenden tırmanmaya başlayınca burnuna çok ağır kokular gelir.

Aynı koku evin içinde de vardır. (Köylerde evler genellikle iki katlı olur, alt kat dam-kom hayvanlar için, üst kat insanlar içindir.)

Gelin bu kokudan rahatsız olunca hafif bir sesle beyine ailesinin bu evde nasıl yaşadığını sorar, evin çok pis olduğundan şikâyet eder.

Güngörmüş kayınvalide olayı (gelinin tavrını) anlayışla karşılar.

Gelin şehirde büyüdüğü için köylerdeki damdan komdan habersizdir.

O tek bir kom bilir o da internetteki com’dur.

Fakat gelin hanım iyi niyetlidir evi temizleyerek kokuyu gidermek ister.

Kayınvalidesine evi temizlemek istediğini söyler, oda meselenin farkında olduğu için olur cevabını verir.

Gelin hanım yatağı, döşeği, yorganı, yastığı, kabı, kaşığı hulasa evde ne varsa hepsini döker, söker yıkar evin köşesini bucağını günlerce ilaçlı suyla temizler bu iş bir hafta on gün sürer.

Her şeyi yerli yerine koyar.

Kayınvalidesine bak anneciğim ev tertemiz oldu koku falan kalmadı der.

Kayınvalide eline koluna sağlık kızım çok güzel ev mis gibi oldu der.

Artık gelinin burnu kokuya alıştı, kokuyu duymaz ondan rahatsız olmaz oldu, bağışıklık kazandı.

Kokunun kaynağı ev değil evin altındaki hayvanların barınağı (damı-komu)’dır.

Bizimde toplum olarak bu kokuya alışmamız mı gerekiyor?

Yok mu bunun çaresi?

Fitne Endüstrisi ve Wikileaks

0

“Fitne endüstrisi” deyimi birçok kimseye garip gelecektir.  Fitne bir davranışın dini değerini ifade eden bir kavramdır. Endüstri ise, eski anlamıyla makine kullanılarak yapılan her türlü üretim faaliyetinin adıdır. Sanayi demektir.  Fitne manevi bir bozgunculuğu veya bozgunculuğun üretilmesini, endüstri ise maddi bir eşyanın üretimini ve sürümünü ifade eder.

Fitne, insanları bir birine düşürmek, onları karamsarlığa itmek, güvensiz bir durumda tutmak üzere, yalanlarla veya gizli niyetlerin dolaşıma sokulması ve söylentileştirilmesi ile gerçekleşir.  Fitne, kelime kökü bakımından zeki veya zekâ kıvraklığı anlamlarına gelir. Toplumu gerçeklerden ayırır, hakikatten kopartır, karışıklığa, çatışmaya ve kaosa sürükler. Fitne gerçeği görmeyi engeller, toplumu çatışmaya sokar, böylece insanlar umutsuzluk, çaresizlik, korku ve panik içine girer. Bundan dolayı, fitne savaştan daha kötüdür(Bakara:191).

Fitne, olmayan bir şeyin bir gruba yüklenmesi, yani ithamla ve töhmet altında bırakmayla da ilgilidir. Yalan söyleme de fitne çıkarmak için başvurulan yöntemlerdendir. Yalan bir gerçeği inkâr etmektir, aynı zamanda bir hakikati gizlemektir. Bir de olmayan bir şeyi hakikat olarak sunmaktır. Olmayan bir şeyin varmış gibi gösterilmesi, sadece yalan söylemek değildir, aynı zamanda yalan uydurmaktır.

Fitne il ilgili bir diğer kavram da fasık terimidir. Kuran-ı Kerim’de Yüce Allah, Fasıkın haberini araştırınız, Fasıkın haberine inanarak bir topluma haksızlık yapmayınız(Hucurat :6) demektedir. Tevbe(8,24) suresinde ise fasıkların ağızlarıyla konuştukları, söylediklerinde samimi olmadıkları, onların müminleri aldatan münafıklar oldukları, mallarını, makamlarını ve dünyevi varlıklarını her şeyden daha üstün tuttukları söylenmektedir. Hz. Nuh’a inanmayanlar,  Firavun ve bağlısı olan grupların da fasık oldukları birçok ayeti kerimede buyrulmaktadır. Ayrıca müminlerin fasıklara inanma tehlikesi ile karşı karşıya bulundukları, müminlerin fasıkları affetmesi ve onları hoş görmesi hallerinde bile, yüce Allah’ın fasıkları affetmeyeceği, onların dünyalarını, onların başına yıkacağı ihtar edilmektedir.  

Yalan uydurmak İslami kaynaklarda bilindiği gibi fitne ve fısk olarak tanımlanmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in yukarıda belirtilen ayetleri, bize bunu söylemektedir. Ancak fitne ve fısk klasik metinlerimizde kişi davranışları bağlamında ele alınmaktadır. Kişilerin amelleri ile ilgili bir günah olarak yorumlanmaktadır. Türkçe Kur’an meallerinde de “fasık kavim” terimi, “fasık topluluk” olarak yorumlanmıştır.

Hâlbuki “fasık kavim” ifadesinden, “yalan uydurmak ve kötülük işlemek üzere örgütlenmiş olan bir organizasyonu” anlamak lazımdır. Yani fasıklık ve fitne ile kaim olanlar demektir. Günümüzde ise Wikileaks belgelerinde ifşa olunan gayrı resmi diplomasinin içeriğinde ve bu içeriğe bağlı olarak “medyatik iktidar” alanında, yaşanan tartışmalara bakıldığında, “fasıklığın ve fitnenin kurumsal bir endüstriye dönüştüğüne” şahit olmaktayız. Yani ABD diplomasisi ve bu diplomasinin medyatik uzantıları “fısk ve fitne üreten bir endüstri” ye dönüşmüşlerdir

Yalan uydurma,  insanları töhmet altında bırakma, olmayan bir şeyle ve yalanlarla çatıştırma günümüzde bir meslek haline gelmiştir. Reklam, propaganda, tanıtım teknolojileri denilen teçhizatı ve kurumları bir düşünün.  Propagandanın bir teknoloji olduğu, örgütsel faaliyetlerle yapıldığı ve bu alanda uluslar arası düzeyde çeşitli iletişim ağlarının kurulduğu da bilinmektedir. Bu faaliyetler; çalışan sayısı, sermayesi, etki alanları ve örgütsel yapılarıyla bir endüstri olmuşlardır. Adına siber saldırı denilen saldırılar, aslında bir yönüyle fitne çıkartmayı amaçlamaktadır.  Bu amaçla simulasyonlar inşa edilmektedir. Kamuoyu denilen alan bu simulasyonların etkisi altına girmektedir. İnsanlara her yerde uydurulan yalanlarla oluşturulan simulasyonlar gösterilmektedir. Bütün bunlar bir endüstriyel etkinliğin planlanması ve düzenlenmesi süreçlerine benzer süreçlerle gerçekleşmektedir. İşte bundan dolayı insanlık bir “fitne endüstrisi”yle karşı karşıyadır.

Daha önce “Uydurulan Yalanın Gladyatörleri” başlıklı bir makalemde ABD istihbarat teşkilatlarının “yalan uydurduklarını”, bu yalanları similasyonlara dönüştürüldüklerini, sanal ve medyatik ortamda bu yalanları gösterime koyduklarını, böylece uydurulan bir yalanın gerçeğe dönüştürüldüğünü belirtmiştim. Ortaya çıkan Wikileaks belgeleri, iddiamızı doğrulayacak niteliktedir.

Wikileaks belgeleri unvanıyla dünya gündemine düşen ve ciddi tartışmalar inşa eden Amerikan diplomatik belgeleri, fitnenin resmi kanallar ve görevlendirmelerle nasıl planlandığını ve düzenlendiğini göstermektedir.. Belgeler, gizli ve kirli niyetlerle, açık diplomasiyi karşı karşıya getirmektedir. Yani resmi diplomasinin sahte yüzünü, göstergeye dönüştürmektedir. Diplomatik tecessüsleri, yalanları ve önyargıları dolaşıma sokmaktadır. Simulasyona dönüştürmektedir. Böylece sanal bir gerçek inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu durum, Bakara(102) süresinde,  Hz. Süleyman’ın iktidarı hakkında “uydurulan yalanların” dolaşıma sokulmasına benzemektedir. Hz. Süleyman’la ilgili olan bu temsil, iktidar çevreleri arasında uydurulan yalanların ne gibi çatışmaları körüklediğini de açıkça belirtmektedir.

“Yalan uydurma endüstrisi”nin yapısına bakıldığında şunları görmekteyiz. ABD diplomatları ve casusları bulundukları ülkelerde iktidarı, iktidar uzantılarını ve iktidarla ilgili grupları izlemektedir. Onları biri birine kırdırmaya çalışmaktadır. Ülke yönetimlerini ve toplumlarını bir karmaşaya sürüklemektedir. Kendilerine haber getiren resmi yetkililer görevlendirmektedir. Sonra da bu bilgileri “medyatik iktidar” alanında simulakrlara yani göstergelere ve ikonalara dönüştürmektedir.  Böylece, ABD kendi gölgesinde güçlenen liderleri ve politikacıları da dolaylı olarak uşaklaştırmaktadır.  Arap şeyhleri gibi emperyal uşakların kirli yüzlerini de, kendi ülkesini ABD’ye ihbar eden uşak liderleri ve politikacıları da deşifre etmektedir. Medyatik iktidardaki uzantılar ise yaptıkları haberlerde ABD’yi bir ikona yani gösterge olarak gösterimde tutmaya devam etmektedir.

Bu ifşaatları insanların ABD’nin çirkin yüzünü görmesi olarak yorumlayan iyi niyetli yorumlara da rastlanmaktadır.  Bunları açık toplumun bir gereği olarak görenler de vardır. İletişim teknolojilerinin açıklığı mecbur kıldığını belirtenler de çıkmaktadır.

Ancak ben böyle düşünmüyorum. ABD’nin çirkin yüzünü görmek için bu belgelere ihtiyaç yoktur. ABD tarihine ve ABD’nin şu anda dünyada işledikleri suçlara, bir bakınız. Bunların hangisi gizlidir? Yaptığı işkenceden gurur duyan bir imparatorluk var ortada. Bu imparatorluk kimleri nasıl kandırdığını ve yalanlarla nasıl bir “zihniyet emperyalizmi” kurduğunu da ifşa etmekten geri kalmaz. Çünkü bunları becermek, yani yalan, fısk ve fitne ile hâkimiyet kurmak, bu “fitne endüstrisi”nin tabiatında vardır.

 

Silah ve İnsan

Köroğlu, “Tüfek icad oldu, mertlik bozuldu” diyordu.

Evet, şu bir gerçek; silahla mertlik bir arada olamıyor!

Silah, özellikle “namert” elinde can yakıyor!

İnsanın ve toplumun “uygarlaşma düzeyi” ile silaha düşkünlük arasında tam bir ters orantı var!

Silah, eğitimsiz ve cahil insanın elinde bir felaket aracı halini alıyor.

Nasıl bir ülkede yaşadığımız, nasıl bir kültüre sahip olduğumuz yaşadığımız olaylardan ortaya çıkıyor.

“Suç işlemeden 1 dakika bile duramıyoruz!”

İşte kanıtı;

–         Her 6 dakikada bir ev soyuluyor.

–         Her 31 dakikada bir ailede şiddet yaşanıyor.

–         Her 41 dakikada bir kapkaç suçu işleniyor.

–         Her 4 saatte biri tecavüze uğruyor.

–         Her gün ortalama 2 bin 200 suç işleniyor.

Daha ayrıntısına girmiyorum. Ama şu bir gerçek ki; “Türkiye suç toplumu oldu!”

Düğünlerde silahla eğleniyor insanlarımız!

Doğu ve Güneydoğu’da düğünlerde kalaşnikoflar konuşuyor!

Futbol karşılaşmaları öncesi ya da sonrasında silaha sarılıyor “sportmen adam!”

Kimi kültür festivallerinde silahlarla açılış yapılıyor!

Son 7 yılda namus ve kan davasına 1199 kurban vermişiz!

Ama, Başbakanımıza kalırsa; “Töre cinayetleri münferit hadiselerdir!” ( 21 Kasım 2006-Gazeteler)

Çok çabuk galeyana-gaza gelen bir toplum olduk! Bir fısıltı yüzünden iki farklı il kökenli insanlar birbirine giriyor! (7 Haziran 2005-Yalova)

Son beş yılda 3 bin 996 kadın cinayet sonucu yaşamını yitirdi! (5 Eylül 2010, Türkiye İstatistik Kurumu verileri.)

“Lambalara ateş etme dedi, başından vurdular!” (20. Eylül 2010-Gümüşhane)

Bu ülkede tartışma yaşayan silahına sarılıyor.

Çünkü, yaşadığımız ekonomik, toplumsal sorunlar yüzünden öfke duvarını aşmış durumdayız! (Prof.Dr. Özcan Köknel 1 Şubat 2009)

Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilimdalı öğretim üyesi Prof. Dr. Arif Verimli ve ekibinin yaptığı araştırmaya göre; “Türkiye’de her beş kişiden birinin ruh sağlığı bozuk!” (Ekim 2006)

“Panik Atakta ABD’den sonra dünya ikincisiyiz! Türkiye’de tam 8 milyon panik atak hastası var!” (Haziran 2009)

Avrupa Birliği’nin 31 ülkede yaptırılan “mutluluk” araştırması sonucu; “Avrupa’nın akıl sağlığı en bozuk ülkesi Türkiye!”

İşte, böyle bir ülkede milletin vekilleri, hazırladıkları “Silah Yasa Tasarısı”  ile, silahın daha çok yaygınlaşması için çalışıyorlar!

Tasarı yasalaşırsa, Kovboy filmlerinde gördüğümüz Vahşi Batı’nın os…….  Nem kapan kovboyları gibi belinde iki silahla dolaşan insanlar göreceğiz hemen her yerde!

İsteyen, 5 silah bulundurabilecek!

Üstelik, silah ruhsatı almak için zorunlu olan “Nörolojik Rapor” koşulu da aranmayacak!

Hangi suçtan hüküm giyerse giysin, “ölüm tehdidi altındayım” diyen her suçluya silah ruhsatı verilecek! “Sen tehdit et, sen öldür” diye!

İşte, vekillerimizin bize hazırladıkları gelecek bu!

Anlaşılıyor ki; silah lobileri iyi çalışmış!

Ee, her silah bir gün kullanılmak içindir! Daha çok silah alın, daha çok mermi harcayın, insanlar arasındaki düşmanlıkları çoğaltın ki, biz ölürken silah tüccarları kazansın!