8.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1161

Anadili Talebi

0

Önceki gün Kürt kökenli bir aydınla sohbet ediyorduk. Çok ilginç bir şey söyledi: “Kürtlerin anadili konuşma talebi artık doğru bir talep değil. Çünkü Kürtçe artık anadili değil nene dili oldu.” dedi.

“Nene” derken  “nine”yi, “büyükanne”yi kastediyor. “Çünkü” dedi, “Artık anneler de çocuklar da Kürtçe konuşmuyor.”

Bölgedeki eğitim olanaklarının artması ve özellikle de özel televizyonların bölgede rahatça izlenebilir hale gelmesiyle birlikte  “Kürt coğrafyası” olarak adlandırılan Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da, geçmişteki söylemlerin artık geçerli olmadığını düşünüyor.

“Eskiden  ‘Türkçe bilmiyorum. Kürtçe biliyorum’ demek mümkündü. Bize bir dili dayatamazsınız demenin haklılığı vardı. Ama artık öyle değil. Dayatma falan yok. Türkçe kültürel olarak bölgeye girdi, egemen oldu. Devlet zoruyla değil, televizyonlarla, yayınlarla, Anadolu coğrafyasının linguafrancası oldu. Bugün artık anneler de, çocuklar da Türkçe’yi Kürtçe’den iyi konuşuyor.”

Bu tespit beni şaşırttı. Biraz daha deştim. “Bugün artık Kürtçe anadili değil, nene dili oldu. İki kuşak öncenin dili. Yeni nesiller artık Kürtçe bilmiyor, öğrenmiyor, öğrenme ihtiyacı hissetmemeye başlıyor. Bak PKK’nın televizyonunda bile Türkçe program sayısı Kürtçe program sayısından fazla. Çünkü daha geniş kitleye hitap ediyor.”…dedi.

Bu sözlerden benim anladığım şu: Türkiye’nin bölünme olasılığı siyasi olarak güçleniyor gibi görünse de, kültürel ve sosyolojik olarak giderek zorlaşıyor. Ve önümüzdeki dönemlerde bölünme tehdidi ve arzusu, Türkiye’nin başka bölgelerinden gelebilir. (Fatih Altaylı, Haber Türk, 24 Ekim 2010, s17)

(Nitekim) Messoud Fany, Kürtçe konusunda şu tespitlerde bulunmaktadır: “Kürt dili de, Kürt halkı gibi, Türkçe’nin özellikle Osmanlı Türkçesi’nin ilk sırayı teşkil ettiği bir karışım arzeder… Kürtçe grameri kolay olup, Farsça gramere çok benzemektedir. Bununla birlikte her iki dil arasında lexicologique (sözlük bilgisi), syntaxique (söz dizimi) ve morphologique (şekil bilgisi) bakımlarından birçok farklılıklar olup, Kürtçe telaffuzlar çok sert ve Farsça’dan daha az ahenklidir (Messoud Fany, La Nation Kurde…, s. 82.)…Kürtçe bir göçebe dili  sınırını aşamamış, bunun yanında azçok biri diğerinden farklı birçok lehçe meydana gelmiştir. (Messoud Fany, La Nation Kurde…,s. 84.) Özellikle Küçük Asya’da Kürtler şivelerini hep Türkçe kelimelerle zenginleştirmişlerdir… Kürtçe bugün halkının etnik karakteri kadar çeşitlilik arzeden özellikler taşımaktadır. (Messoud Fany, La Nation Kurde…,s. 85 – 86.)”

M. Fany’yi doğrulayan bir kabullenme de Mehrdad R. İzady’den gelmektedir: “Standart Kürt dili yaratılmak için gerekli devlet mekanizmasından yoksun olan ve standart milli bir dil yaratma çabaları başarısız olan Kürtler, çok sayıda diyalekt konuşmaya devam etmektedirler. (Mehrdad R. İzady; A Concise Handbook The Kurds, p. 167; A. M. Mentaşaşvili de lehçe, şive ve ağızlardaki farklılığa dikkat çekerek ortak bir edebiyat dilinin kurulamamasını buna bağlamaktadır. Bk. Dünden Bugüne Kürtler, Çev. Ayşe Hacıhasanoğlu, İstanbul 2004, s.82.)”

Günümüzdeki birtakım politik çabalar  “Kürtçe”  adı altında, sınırları Türkiye – İran – Irak ve Suriye’de geniş bir bölgeyi ihtiva eden topraklar üzerinde yaşayan konglemera özelliğindeki toplulukları bir millet haline getirme amacıyla, bu toplulukların ortaklaşa konuşabildikleri, yazabildikleri, anlayabildikleri bir dil yaratma gayretlerinden başka bir şey ifade etmemektedir. Minorsky, B. Nikitine, Messoud Fany, Hassan Arfa, Martinus von

Bruinessen vb. konuyla ilgili çalışmalar yapan bilim adamlarının ortaya koydukları gerçekler bu politikalarla tezat teşkil etmektedir. “Tek bir Kürtçe” gayretlerine rağmen bölgede görülen çok sayıda diyalektler içinde en önemlilerini şu şekilde tespit edebiliyoruz:

  • 1. Kırmançi veya Kurmanci (Türkiye)
  • 2. Zazaca veya Dımli (Türkiye)
  • 3. Sorani (İran ve Irak)
  • 4. Gorani (İran)
  • 5. Badinani (Irak)

Yukarıda zikredilen diyalektlerin her biri kendi içlerinde yeniden daha küçük konuşma gruplarına ayrılmaktadırlar. Bir köyde konuşulan diyalekt ile komşu köyde konuşulan diyalekt arasında çoğu defa anlaşabilirlik yoktur. Bölgenin coğrafi şartları, konuşma çeşitlerini birbirlerinden büyük farklılıklar gösteren bir biçimde kesin sınırlarla ayırmıştır. Her bir konuşma çeşidi fonetik ve morfolojik bakımdan ancak kendi içlerinde ortak noktalar ihtiva eden dialektler grubudur. Her bir dialektin, bir bölgede veya komşu bölgelerde çok dar bir alanda kendi içinde anlaşabilirliği söz konusudur. (Her Yönüyle Kürt Dosyası, Prof. Dr. Abdulhaluk M. Çay, Genişletilmiş 8. Baskı, İstanbul – Temmuz 2010, s. 173 – 174.)

Anlayana sivrisinek saz…vesselam.

 

 

 

 

 

 

Dr. Nef’i DEMİRCİ; Irak’ta İşgal Devam Ediyor

Oğuz Çetinoğlu: Haber Ajansları, 20 Ağustos 2010 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin, 7,5 yıllık işgalden sonra Irak’taki silahlı kuvvetlerini tamamen çektiğini duyurdu. Konu ile ilgilenenler, ajansların servis ettiği bu haberi şüphe ile karşılıyorlar. Meseleyi çok yakından tâkip eden biri olarak yorumunuzu alabilir miyim?

Dr. Nef’i Demirci: ABD, Silahlı kuvvetlerini Irak’tan tamamen çekmedi. Yaklaşık 50.000 askerini Kuveyt üzerinden tahliye ettiğini açıkladı. Sayısı belli olmayan çoğunluktaki bölümü, halen Irak’ın değişik bölgelerinde bulunmaktadır.
Bunun yanı sıra ABD’nin özel güvenlik kuvvetleri ve Bağdat’ta ki Büyükelçiliğinde ABD’nin İstanbul’un Sarıyer İlçesi’nin İstinye Mahallesi’ndeki elçiliğinden daha büyük binalar grubunda, bazı söylentilere göre pek çok sayıda sivil görünümlü ABD görevlisi bulunmaktadır. Unutulmamalı ki Barzani’nin ifâdesiyle; ‘Kürtler ABD’nin stratejik müttefikidir.’ Bir Mart Tezkeresinden sonra Türkiye o sahadan silindi ve Kürtler ön plana geçti.

Çetinoğlu: ABD’nin Irak’ta daha ne gibi işleri kaldı?
Dr. Nef’i Demirci: ABD Irak’tan hiçbir zaman çekilmez. İşgal devam etmektedir, edecektir.
Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler uzun süre Irak’ta anlaşmalar ile hükmümü sürdürdü ise, benzer yöntemlerle sömürü devam edecektir. İşgal, sömürü maksadıyla gerçekleştirilmiştir. Irak’ın sömürülecek değerleri bitinceye kadar devam edecektir.
Çetinoğlu: ABD’nin Irak’taki muharip gücünün az bir bölümünü çekmiş olması, basınımızda bütün detayları ile yorumlanmadı. Siz bir yorum yapar mısınız?

Dr. Nefi Demirci: Basın ne yazık ki bu olayların içyüzünü ve Türkmenlerin içinde bulundukları gerçekleri göremiyor veya görmezden geliyorlar. Olayları yerinde tâkip etmiyorlar. Bilgi sâhibi olmadan fikir sâhibi olmuş gibi ahkâm kesip yorum yapıyorlar. Kerkük’e, Erbil’e veya Musul gitseler dahi işgalin sebebiyet kan ve göz yaşı ile değil, magazin haberleri ile ilgileniyorlar. Veya seçimlerden sonra, Kürtlerin dışındaki partiler arasında derinlere inmeden; mezhep çatışmalarını veya makam-mevki paylaşımı tartışmalarını anlatıyorlar. Görülmesi, yazılması gereken gerçekler; mezhep, mevki ve çıkar çatışmaları değildir. ABD’nin hükümranlığı ve Kürt Devleti ve İsrail’in güvencesidir.
Çetinoğlu: Sekiz yıl süren ABD’nin Irak işgalinin sonuçlarını özetler misiniz?

Dr. Nefi Demirci: ABD 8 yıl içersinde Irak’ı fiilen ikiye hatta üçe böldü. Ölenlerin sayısı milyonu buldu. Yaralı ve sakatların sayısı belli değil. Asayiş yok, emniyet yok. Şehirlerin alt yapısı perişan, su yok elektrik yok. Sağlık Allah’a emânet, göç edenler, kaçanlar… Irak’ta bir insanlık faciası yaşandı. Bu insanlık faciası karşısında Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BMT) suskun. Sözüm ona Irak’a demokrasi geldi. Diktatörün devrilmesine sevinenler, her gün onlarca insan ölmüş olmasını umursamıyorlar. Söylenecek daha çok şey var. Özet istediğiniz için bu kadarını söylüyorum. Kemiyet ve keyfiyet itibariyle işgalden ibret alınması gerek.

Çetinoğlu: Irak’ta, 7 Mart 2010 tarihinde milletvekili genel seçimleri yapılmıştı. 6 aydan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen seçim sonuçlarına göre hükümet kurulamadı. Sebebi ne olabilir?
Dr. Nefi Demirci: Irak’ta Hükümet kurulmadı. Bu gidişle hükümetin kurulması daha çoook beklenecek. Kürtlerin endişesi yok, nasıl olsa gayri meşru yollardan zenginleşmeye devam ediyorlar. Barzani ‘Ağabey’ oldu. İyi komşuluk ilişkileri ve sıfır problem ortamında ‘Kürdün kedisini bile teslim etmem’ diyenlerin isteyecekleri başka ne olabilir ki?  Bununla da yetinmiyorlar, Kerkük’ü göstererek Diyarbakır’ı işâret ediyor. Bizim de çok dikkatli olmamız gerekiyor. Çoook…

Çetinoğlu: Biraz eskilere dönelim: Irak’ta 7 Mart 2010 tarihinde milletvekili genel seçimleri yapıldı. Nüfus sayımı yapılmaması, seçmen listelerinin hazırlanması sırasında, usulsüzlükler yapıldığı iddiaları… ve benzeri seçim öncesi gelişmeleri değerlendirir misiniz?
Dr. Nefi Demirci: Evet! Nüfus sayımı yapılmadı. Yalnız sayım değil, belirttiğiniz gibi seçmen listeleri de dürüstçe yapılmadı. Yapılan itirazlar dikkate alınmadı ve 2009 yılında hazırlanmış listelerle seçime gidildi. Bilindiği gibi Kerkük ve diğer Türkmen şehirlerine, 2003 yılından sonra başta Kürtler olmak üzere yerli Nüfusun yarısına yakın sayıda insan yerleştirildi. Kerkük’te bulunan bütün resmî daireler Kürtlerin işgali altında. Seçim sandıkları, elinde kuvveti olanların kontrolünde. Telafer’de sandıklar biri birinden ve yerleşim yerlerinden çok uzaklara konuldu. Başka usulsüzlükler de yapıldı. Sandıkların denetimi ve korunması hakkaniyete uygun olarak yapılmadı. Kürtler tarafından yapılan baskı, yetkililer tarafından görmezlikten gelindi. Yüksek Seçim Kurulu’na ITC. tarafından belgelere dayanarak verilen kaide ve hukuk ihlallerine ait liste hâlindeki şikâyetler değerlendirilmedi.

Oğuz Çetinoğlu: Irak’ın seçim sistemi, Irak’taki etnik ve dinî grupların bâzılarına haksız kazanımlar sağlıyor mu?

Dr. Nefi Demirci: Irak’ta etnik grup denildiği zaman ilk önce Kürtler akla gelir. Bütün Kürtler hele 1990 yılından sonra doğanlar ‘Kürdistanlıyım’ demekten çekinmezler.
Tabii olarak Kürtler hâkim oldukları ve kendi kuvvetleri ile korudukları toprakların sınırları içinde ve hatta Kerkük ve diğer bâzı yerlerde, Tuz, Altunköprü gibi Türk yörelerinde sözüm ona Irak Millî Kuvvetleri’nin içinde olduklarından, yalnız seçim sonuçlarına değil bütün idarî, siyasî ve hatta askerî konularda ağırlıkları var. Ağırlıkların sağladığı avantajı son noktasına kadar kullanıyorlar. Yetmiyor, ağırlıklarını daha da artırmaya çalışıyorlar.
Kürtler adı ve ideolojisi Kürt olan, Kürtçü olan 4 değişik parti listesi ile seçime katıldılar. ‘Kürtler de bölündü…’ şeklinde yorumları yapıldı. Gerçekler öyle değil. Bütün Kürtler ve onların içimizdeki uzantıları; Türkiye Büyük Millet Meclisinde, ‘Türk vatanının ve milletinin bölünmez bütünlüğü’ üzerine yemin edenler dâhil, 2 şey istemektedirler ve onun için çalışmaktadırlar:
1- Büyük Kürdistan
2- Kerkük ve ondan sonra sırasıyla Mersin ve Diyarbakır.
Çetinoğlu: Irak Türkmen Cephesi (ITC)’nin seçime kendi listesi ile girmeyişini, eski başbakan Ayad Allavi’nin lideri olduğu Irakıye Koalisyonunu, 2 milletvekilliğine râzı olarak desteklemesini değerlendirir misiniz?
Dr. Nefi Demirci: ITC Türkmenlerin içte ve dışta, yâni Irak’taki ve Irak dışındaki Türk varlığını temsil eden siyasî bir partidir. Seçime, ancak tek milletvekilliği elde edebileceğini bilmiş olsa bile kendi kimliği ve bayrağı altında girmesi gerekirdi. Böyle bir hareket; kimliği ve Türkmenlerin siyasî geleceği bakımından daha doğru olurdu. Talabani seçime katılan koalisyon ve siyasî parti temsilcilerini Cumhurbaşkanlığı sarayına dâvet etti. El-Irakiye’ nin koalisyon temsilcileri içersinde Türkmenlere yer verilmedi. Bu yemekli dâvette Türkmenler yoktu. Türkmenler, neden bir temsilcilerinin toplantıya dâvet edilmediğini sorduklarında Mesut Barzani’nin sözcüsü ve Kürt milletvekili Mahmut Osman; ‘Çünkü Türkmenler kendi listeleri ile seçime katılmadılar…’ cevabını verdi. Bu cevap mânidardır ve üzerinde durulması gerekir. 2 milletvekilliğine razı olmanın yorumuna gelince; ‘Günü kurtarma gayretidir.’ denilebilir.

Çetinoğlu: Seçimlerin usul ve nizâma uygun yapıldığı, seçmenin oylarını serbest irâdesiyle kullandığı söylenebilir mi?
Dr. Nefi Demirci: Bu sorunuza verilebilecek kısa ve net cevap: ‘Hayır’dır. Fakat Kürtler, seçimlerde kazançlı çıktığı için itirazları olmadı. Türkiye seçim sonuçlarını uygun bulduğunu açıkladı. ABD sonuçları destekledi. Araplar her zaman olduğu gibi mezhep ve makam kavgası içine girdiler ve Türkmenler kaderlerine razı oldular. İşgal altında ve Kürtlerin ön planda görüldüğü bir ülkede usul ve nizam ancak bu kadar geçerli olur.
Çetinoğlu: Seçim sonuçlarını değerlendirir misiniz?

Dr. Nefi Demirci: Bu seçimlerde Türkmenler gerçek anlamda başarı sağladı denilemez. Kürtler sonuçtan memnun. Araplar işgal ve parçalanmış ülkelerini düşünmek, tedbir almak; yerine ben-sen, Şii- Sünni ve makam kavgası içinde. Bugün sahnede olanların ve işgale destek verenlerin arzuladıkları düzen devam edecek. Biz Türkmenler, yıllar boyu her gün onlarca şehit verdik. Kan ve gözyaşı düktük. Ülke harâbeye döndü. Seçim sonuçları, bu tabloyu değiştirmeyecek.
Çetinoğlu: Irak Türkmenlerinin parlamentoda temsil oranı, nüfusları ile karşılaştırıldığında, âdil bir dengenin sağlandığı söylenebilir mi?
Dr. Nefi Demirci: Türkmenlerin nüfusları göz önünde bulundurulursa, Meclis’te en az 10-14 milletvekili ile temsil edilmeleri gerekir. Elinde kuvveti olan, arkasına ABD’yi alan, her konuda ve siyasî gelişmelerde kazançlı çıkıyor. Türkmenlerin ne yazık ki arkalarında destek veren ciddi bir güç yok. Türkmen bölgelerine kaydırılan, getirtilip yerleştirilen nüfus ile, sadece demografik yapı değil, yönetime hâkim unsur da değiştirilmiştir. Mahallî idâreler seçiminde de hak ettiğimiz sonuçları alabileceğimiz şüpheli.
Çetinoğlu: ITC, Türkmenlerin nüfus yoğunluğuna sâhip olduğu şehirlerde kendi listesiyle seçime girseydi, daha iyi bir sonuç alabilir miydi?
Dr. Nefi Demirci: ITC, Türklerin yoğun olduğu yerlerde tek başına seçime katılsaydı, evet daha iyi bir sonuç alabilirdi. Daha da önemlisi, halkının sarsılan güvenini, bugünlere kıyasla daha çok sağlardı. Şöyle ki; Kerkük’te, Tuz’da, Diyala ve Telafer’de kendi listesinden girmediği ve Türk olmayan listelere oy vermek istemedikleri için, Türkmenlerin seçime katılma oranı % 40- 60 civarında kalmıştır.

Çetinoğlu: Seçim sonucunun, Irak’taki Türk varlığına etkilerinin nasıl olabileceğini tahmin ediyorsunuz?
Dr. Nefi Demirci: Hükümet kurulmadan, icraatını görmeden seçim sonuçlarının Türk varlığına etkilerini değerlendirmek, bugün için erkendir. Daha Meclis açılmadı. Meclise giren Türkmenlerin birlik-berâberlik içerisinde olmaları gerekir. Türkiye’nin desteğine ihtiyaç var.
Çetinoğlu: Milletvekili seçimlerinin sonuçları, seçimden 20 gün sonra, 27 Mart’ta açıklandı. Oyların tasnifi ilkel metotlarla yapıldığı için mi gecikme yaşandı, yoksa bir takım pazarlıklar sebebiyle mi?

Dr. Nefi Demirci: Seçim sonuçlarının 20 gün sonra açıklanmasının, teknik sebeplere bağlanabileceğini sanmıyorum. Pek çok ülkede bulunan ileri teknoloji Irak’ta da kullanılıyor. Kasıtlı geciktirmeler ve bazı kesimlerin beklentileri ihtimâli olabilir, Yüksek Seçim Kurulu’na yapılan itirazlar ve Bağdat gibi, belli bölgelerde yeniden oyların sayılması, şüphelere sebep oldu ve oylar yeniden sayıldı ama sonuç değişmedi. Böylece seçim sonuçları Yüksek Seçim Kurulu tarafından onaylandı yürürlüğe girdi.

Çetinoğlu: Seçim sonuçlarının en çok ABD’ye yarar sağlayacağı iddialarını değerlendirir misiniz?

Dr. Nefi Demirci: İşgal altında olan Irak’ta ABD, kendi çıkarı yoksa, hiçbir siyasî, iktisadî ve askerî gelişmeye veya değişikliğe izin vermez. Irak, fiilen ABD’nin işgali altında.
ABD’nin tek hedefi, Irak halkını zâlim Saddam rejiminden kurtarmak değildi. İsteseydi, 1 milyon, bir milyar dolar verip; suikast düzenletmek, isyanlar çıkarttırmak, halk ayaklanmaları tertip etmek suretiyle Saddam’ı etkisiz hâle getirebilirdi. Böyle yapmadı.
ABD, iki amacını gerçekleştirmek için (BMT) kararlarını dinlemeden, uydurma bahanelerle ve Saddam rejimine karşı, Irak muhalefetinin yardımı ile, 1.000.000’dan fazla insanın ölümüne, milyonlarcasının göç etmek mecburiyetinde kalmasına ve Türkmenlerin Irak coğrafyasından silinmesine sebep olacak şekilde Irak’ı işgal etti.
İki amaçtan birincisi; yer altı ve yer üstü kaynaklarına sâhip olmaktı. Bu hedefi gerçekleşti.
İkinci hedefi, kurduğu sömürü düzenini devam ettirmektir. Şimdi onun hesaplarını yapıyor. Sömürü düzenini kullanılmaya müsait gruplarla yapmalıydı. Bu sebeple Kürtleri tercih etti.
Çetinoğlu: Genel olarak Irak’ta Türkmen varlığının geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Dr. Nefi Demirci: Irak’ta Türk varlığını iki başlık altında değerlendirebiliriz:
1- Türkiye’nin Irak politikası içinde Türk varlığı.
2- Bulundukları bölgede kendi varlıklarını, kimliklerini, topraklarını korumaya çalışan Türkmenler.
Türkiye’nin Irak politikasında geçmişten bu güne kadar değişik bakışlar ve yollar tâkip edilmiştir. Tâkip edilen siyaset daha çok günü birlik durumu ve vaziyeti idâre etme şeklinde olmuştur. 1959 soy kırımı ve 1980 lider kadronun idam edildikleri günlerindeki Türkiye’nin tutumu ortadadır. Bugüne baktığımızda Türkiye; kendi iç ve dış problemleri sebebiyle yeterli ölçüde ilgilenme, müdâhil olma imkânı bulamıyor.
Türkiye Irak politikasını, Kürtler ve hiçbir yaptırım gücü olmayan Irak’ın merkezî hükümeti üzerinden değil, Türkmenlerin, Türk kimliğini önde tutarak yürütmelidir. Uygulanagelmekte olan politika, yeniden düzenlenmeli, Barzani’ye kucak açmaktan vazgeçilmelidir.
Türkmenlere gelince: Uzun müddet baskı altında kalan Türkmenler siyaset yasağı içinde olduklarından Kültür ve sanatla ilgili alanlarda çalışmak mecburiyetinde bırakılmışlardır. Bu yöntem Rusların egemenliği altında kalan Azerbaycan gibi Türk cumhuriyetlerinde de uygulanmış, şairler, ressamlar, müzisyenler ordusu yetişmiştir. Bir milletin fertleri arasında elbette şairlere, müzisyenlere edebiyatçılara ihtiyaç vardır. Dilin geleneğin kalıcılığı, devamı bu sâyede olacaktır. Edebiyatçılarımıza millet olarak şükran borçluyuz. Fakat siyasete, ülke yönetimine hâkim olma ve siyasî hakları elde etmek şartıyla…
2003 yılına kadar profesyonel siyasetçinin yetişmediği ve bir anda Irak’ın kaos ortamına giren Türkmenler fiilî yalnızlık içersinde kaldılar. Onun içindir ki siyasî yönde bugüne kadar yapılan çalışmalar pek elde tutulur, gözle görülür bir sonuç vermedi.
Referandumdan geçen Irak Anayasasında Türkmenlere ve Türk varlığına, her ne kadar üçüncü unsur denildiği iddia edilse de, uygulamada diğer unsurlara verilen ve tanınan siyasî veya kültürel haklar verilmemiş, tanınmamıştır. Azınlık statüsünde olanların, Türkmenlerden daha önde oldukları bir gerçektir.
Irak’ta seçim yapıldı. Başka bayrağın gölgesi altında yapıldı. Ortaya çıkan sonuçtan memnun olmak mümkün değil. Buna rağmen kabullenmek mecburiyetindeyiz.

Çetinoğlu: Bundan sonra ne yapılmalı?
Dr. Nefi Demirci: Hamiyetli, inançlı, Türklüğünden, vatanseverliğinden ve millet sevgisinden güç alan Kerkük’ün, Telafer’in ve Türkmenlerin yurdu olan bütün topraklar uğruna canlarını verebilen seçilmiş milletvekilleri, siyasî parti yöneticileri ve yurt dışında ve içinde bulunan gerçek Türkmen kanaat önderleri başta ITC olmak üzere acilen toplanmalı.
Bu toplantıda;
1- Millî idealler belirlenmeli, hedef tâyin edilmeli ve açıklanmalı. Belirlenen ideallerin gerçekleştirilmesi, belirlenen hedefe ulaşılması için çalışılacağına, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda olduğu gibi Misak-ı Millî kabul edilmeli. Aksi takdirde ilgililer, çelişkiler içinde kalır, her kafadan çıkan ayrı sesler ve teklifler toplumu daha da ümitsizliğe götürür. Böyle bir gelişme, kesinlikle önlenmeli.
2- Seçilen milletvekilleri tek çatı altında toplanmalı, grup kurulmalı ve bir sözcü tâyin etmelidir. Bu şekilde değişik yorumlar önlenir ve birliğin oluşması sağlanır, oluşan birlik güçlenir.
3- Türkmenler kısa süre içinde belli özelliklere sahip bir lider bulmalıdırlar. Bu lider, âdil, yüreği ve cebi ile inancına, kimliğine bağlı, elini-avucunu kimseye açmayan, açtırmayan, sağ eliyle Türkiye’nin elini tutan, hakkını arayan ve onu elde edecek güçte olmalı.
4- Türkmenlerin diğer toplumlar gibi, Yahudi, Ermeni, Rum ve Kürtler gibi bir lobileri, Irak dışında birleştikleri bir grubu olmalı.
Çetinoğlu: Hıristiyan, Yezidi, Sabii ve Şebek gibi dini ve etnik gruplar için kotalar belirlenmesine rağmen Türkmenler için böyle bir uygulama yapılmamasını değerlendirir misiniz.

Dr. Nefi Demirci: Irak devleti suni olarak İngilizler tarafından kurulduğu zaman Hıristiyanlar, Yezidiler, Ermeniler, Sabiiler ve Şebekler azınlık olarak kabul edildiler. Azınlık haklarından yararlanmaları Anayasa ile sağlandı.
Irak Anayasasına dayanarak Türkmenlerin Kraliyet ve Cumhuriyet dönemlerinde kültürel hakları, okulları olmamış ve 1971 yılında verilen kültürel haklar kâğıt üzerinde kaldığı yetmemiş, arkasından da tutuklanmalar, sürgünler ve idamlar başlamış.
Ermenilere gelince, Ermenilerin okulları açıldı. Dillerinde ibâdetlerini yapabildiler. Seçimlerde bu haklardan yararlandıklar. ABD’nin azınlıklara yakınlığının etkisi de oldu.
Türkmenler Irak devleti kurulduğu tarihte, ilk yıllarda ve 1932 yılında Irak’ın BMT üyeliğine kabulünde yayınlanan deklarasyonda adları zikir edilmiş, Araplar ve Kürtler gibi aslî unsur sayılmışlarsa da ilerleyen yıllarda Irak’ta siyasî gelişmeler ve İngilizlerin hâkimiyet baskısı ile Kürtler, daha çok desteklenmiş, idarî ve siyasî alanlarda daha çok söz sâhibi olmuşlardır.
Bütün bunlar olurken Türkler, bir kenara itilmiş, yönetimden olduğu kadar siyasetten uzaklaştırılmışlardır. Daha çok edebiyat, şiire hoyrata yönelerek derdini, yalnızlığını, dilek ve şikâyetlerini dile getirerek teşkilatlanmalarını gerçekleştirememişlerdir. Irak adetâ Arap ve Kürtlerin bulunduğunu bir ülke hâline getirildi. 1959 yılından sonra Kürt isyanları başladı. Siyasî parti kurdular. ABD’nin desteği ile güçlendiler ve bugünkü konumlarına ulaştılar.
Bütün bu gelişmeler karşısında Türkmenler ancak, inanç içinde şanlı ordusunu beklemekte ve dua etmektedirler: Tanrım şanlı al bayrağımı, ordumun gözünü nefesini Türk dünyasından, Anavatanımdan ve Türkmenelinden eksik etme.
Dr. NEF’İ DEMİRCİ kimdir?

1934 yılında Kerkük’ün Çay mahallesinde doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Kerkük’te tamamladı. 1953 yılında İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni 1960 yılında bitirdi.
1961 yılında Kerkük’e döndü. Orada kendisine yaşama hakkı tanınmayacağını anlayınca, 1967 yılında tekrar İstanbul’a geldi. Kadın hastalıkları ve cerrahî dalında ihtisas yaptı. Sosyal Sigortalar Kurumu İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastânesi’nde eğitimci olarak 1996 yılına kadar çalıştı ve kendi isteği ile emekli oldu.
1968 – 1978 yılları arasında Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nin Genel başkanlığını yaptı. Kerkük dâvâsına hizmet amacıyla; ‘Bülten’ isimli dergiyi 7 sayı, 1997 – 1999 yılları arasında ‘Kerkük’ isimli dergiyi 14 sayı yayınladı. Dergiler, imkânsızlıklar sebebiyle kapandı.
Dr. Nef’i Demirci’nin yayınlanmış kitapları: Mum Kimin Yanan Kerkük: (1976), Kerkük’ün Siyasî Tarihi: (2003), Unutulmayan Türkmen Şairlerinden Ağababa Hıdır Lütfü: (2005), Sönmeyen Ateş, Dinmeyen Hasret / Kerkük: (2006). Musul’un Siyasî Tarihi (1. Baskı Aralık 2009, 2. Baskı: Ocak 2010)
Üçü doktor. Biri mühendis dört evlat, 8 torun sâhibi olan Demirci, bu röportajın yapıldığı günlerde, ‘Musul’un Siyasî Tarihi’ isimli kitabının üçüncü baskısı için son düzenlemeleri yapmakta idi.

 

Mustafa Kemal’in Günahları!

Mustafa Kemal’in günahları çok büyük çok!

Hangisini sayayım?

İslam Halifesi ve Osmanlı Sultanı’nın sömürgeci ülkelerle imzaladığı SEVR antlaşmasını yırtıp attığını mı?

Anadolu halkını kışkırtıp yurdu işgal güçlerinden temizlemesini mi?

Yok, yok, en büyük günahı Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup, Padişah Efendimizin kullarından “vatandaş” yapmaya çalışmasını mı? O vatandaşlardan bir “ULUS” oluşturmasını mı?

Yoksa, yabancıların eline geçen Osmanlı mülk ve işletmelerini, bedelini ödeyerek geri almasını mı?

O’nun 15 yıllık döneminde işlenen günahlar için kanıt mı istiyorsunuz?  İşte kanıtları;

26 Ağustos 1924: İş Bankası’nı kuruldu,

10 Ekim 1924: Ankara-Sivas demiryolu inşaatı başladı,

1 Ocak 1925: Gümrük Vergileri uygulamaya kondu,

5 Mayıs 1925: Ankara’da örnek bir çiftliğin kuruluşunu başlattı,

15 Ağustos 1925: Kayseri’de Tayyare Fabrikası kurulması için Junkers firmasıyla anlaşma yapıldı,

13 Eylül 1925 : Avrupa’ya yüksek öğrenim için öğrenci gönderilmesine karar verildi,

26 Kasım 1926 : Alpullu Şeker Fabrikası açıldı,

28 Mayıs 1928 : Van Gölü’nde vapur işletilmesi kararı verildi,

5 Ocak 1929 : Anadolu-Bağdat , Adana-Mersin Demiryolları ve HAYDARPAŞA Limanı satın alındı!,

18 Haziran 1933 : İzmir Rıhtım Şirketi satın alındı!,

27 Nisan 1934 : Menemen-Manisa, Basmane-Afyon Demiryolları satın alındı!, 14 Ağustos 1934 : İzmit Kağıt Fabrikası ile Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası temelleri atıldı,

19 Ekim 1934 : Turhal Şeker Fabrikası açıldı,

18 Aralık 1934 : İstanbul Rıhtım Dok ve Antrepo şirketi satın alındı!,

21 Şubat 1935 : İzmir Havagazı Şirketi satın alındı!,

9 Nisan 1935  İstanbul Telefon Şirketi satın alındı!,

16 Eylül 1935 : KAYSERİ Bez Fabrikası’nın bazı üniteleri üretime başladı,

23 Ekim 1935 : ETİBANK hizmete girdi,

29 Kasım 1935 : Paşabahçe Cam Fabrikası hizmete girdi,

6 Kasım 1936 : İzmit Kağıt Fabrikası hizmete girdi,

1 ocak 1937 : Sirkeci-Edirne demiryolu satın alındı!,

3 Nisan 1937 : KARABÜK DEMİR ÇELİK Fabrikası temeli atıldı,

9 Ekim 1937 : NAZİLLİ Bez Fabrikası Atatürk hizmete açtı, 1 Ocak 1938 : GEMLİK Suni İpek Fabrikası hizmete girdi,

2 Ocak 1938 : BURSA MERİNOS Fabrikası hizmete girdi,

24 Ocak 1938 : İZMİR Telefon Şirketi satın alındı!,

11 Nisan 1938 : Üsküdar ve Kadıköy Su Şirketi satın alındı!,

23 Mayıs 1938 : İstanbul Elektrik Şirketi satın alındı!,

11 Temmuz 1938 : Toprak Mahsulleri Ofisi kuruldu;

10 Kasım 1938 Mustafa Kemal öldü.

Ama, tohumunu attığı günahlar biraz daha sürdü!

10 Eylül 1939 : KARABÜK Demir Çelik Fabrikası hizmete girdi,

18 Şubat 1941 : PETROL OFİSİ kuruldu,

4 Haziran 1944 : DUYUN-U UMUMİYE tarihe karıştı!

15 Ocak 1945 : ŞİRKET-i Hayriye ( İstanbul Şehir Hatları Vapur İşletmesi) satın alındı!

Görüyor musunuz;

Osmanlı’nın iflası ile yabancı şirketlerin eline geçen demiryollarını, liman işletmelerini, telefon, havagazı, elektrik, su, vapur işletmelerini bir bir parasını ödeyerek geri almış! Yeni demiryolları, fabrikalar inşa etmiş.

Allah’tan, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonucu kurulan Ulusu Hükümetinde “Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığına” getirilen ve 1983 sonrası iki dönem bu ülkeyi Başbakan olarak yöneten, “Demiryolları Komünist İşidir” atasözü ile tarihe geçen  Turgut Özal’ın başlattığı Özelleştirme çabalarını, sonraki siyasal iktidarlar da sürdürdüler, “ulusun ortak malı” olan ne varsa “Babalar gibi sattılar” da, bu günahlardan kurtulduk!

Hatta bir zamanın Maliye Bakanı Unakıtan;  “Sata sata bitiremedik, ne komünist ülkeymişiz?” diye ne de güzel özetledi!

Çok şükür, limanları, telefon idarelerini, elektrik dağıtım işletmelerini ve diğerlerini sattık kurtulduk!

Şimdi, Borsamız, sigorta şirketlerimiz dahil, hemen her türlü sınai ve ticari işletmeler yabancı şirketlerin elinde.

Ne SEKA kaldı, ne SÜMERBANK, ne de satılmadık limanımız!  Tarım ve hayvancılık derdinden de kurtulduk! Alıyoruz Angus’ları, susturuyoruz Angutları!

Çok şükür, böylelikle, Mustafa Kemal’in bu ülkede işlediği tüm günahlardan bir bir kurtulduk!

Dış siyasette de dost ve müttefik ve de “stratejik ortağımız” ABD ne derse yapıyoruz, “sıfır sorun” ile gül gibi yaşıyoruz!

NATO Karargahlarında, Pentagon’da, CIA merkezinde, Almanya’da, Fransa’da “Bölünmüş Türkiye haritaları” üzerinde taktik ve strateji çalışmaları yapılıyormuş, ABD “Büyük Ortadoğu Projesi” BOP ile Ortadoğu’da haritaları değiştirmeye çalışıyormuş!

Bunlar, komünistlerle milliyetçilerin uydurmaları!

Hem artık dünyada komünizm mi kaldı, milliyetçilik mi?

Bakın Irak’ta, Afganistan’da demokrasi nasıl geldi? Geldi de fena mı oldu?

Biz de biraz daha “İleri Demokrasiye” geçsek fena mı olur?

Siz, “Son 50 yılda dünya barışı için çocuklarını en çok feda eden ülke Amerika’dır” diyen, koskoca Cumhurbaşkanımızdan daha mı iyi bileceksiniz?

“Amerika bizim canımız, feda olsun kanımız” diyen büyüklerimiz ne kadar haklıymışlar!

Bakın ne kadar özgür, onurlu, müreffeh bir ülke olduk!..

Oo, saat de gece yarısına gelmiş.

Haydi, iyi geceler Türkiye’m!

Her nerede, nasıl, hangi çobanların güdümünde uyutuluyorsanız!..

 

 

 

Bir Medeniyet Modeli: Karız Kanalları

0

Bir belgesel seyrettim; gündemim değişti: Dursun Özden – Su Karızları. Nazlı Ilıcak‘tan, Rıdvan Dilmen‘den, Acun Ilıcalı‘dan ve Selâhattin Demirtaş‘tan bıkanlara müjde..
Çin yalnızca yeni Süper Güç olma niyetini değil Türk Tarihinin Dünya Medeniyetine hediyeleri olan uygarlık harikalarını da gizliyor. Beyaz Türk Piramitleri‘yle ‘bismihi’ dedik, Karız Kanalları‘yla ‘subhanehu’ diyoruz.

 Turfan yani Doğu Türkistan‘daki olağanüstü yeraltı su şebekesi sisteminin adı olan KARIZ KANALLARI; Tanrı Dağları’ndan topladığı suyu 60 kilometrelik çölün altından geçirerek Turfan‘daki yerleşim yerlerine götürüyor, aralıklı olarak açılan kuyularla tarım alanları sulanıyor, Tanrı Dağları ile Turfan arasındaki bölge çöl olduğundan suyun aşırı sıcaktan buharlamaması için Karız su kanalları yeraltında inşa ediliyor.
Kanalın derinliği 110 metreden başlıyor. Kanallar çölün altından gibi örülmüş. Yeraltı su kanallarının toplam boyu 5000 km. Belli aralıklarla açılan kuyular 90, 80, 70, 60 en son Turfan‘da 10 metrenin altında. Sistem tamamıyla yer çekimi kuvveti ile çalışıyor.
 Çinliler bu kanalları ülkelerindeki 3 harikadan biri olarak gösteriyorlar. Bu kanallar M.Ö. 500‘lerde yapılmış yani bundan tam 2500 yıl önce. Eğim, açı, suyun akışının sağlanması, doğru yolda gidilip gidilmemesi; bunların yapılabilmesi için gelişmiş bir bilim şart. Bunu başarabilmeniz için matematiğin, fiziğin, mühendisliğin ileri bir düzeyde olması gerekli. Karız‘ı inşa eden yerleşik medeniyet çok iyi organize olmuş, başarıya ulaşmış, ileri derecede teknolojiye sahip büyük bir uygarlık.

 Doğu Türkistan‘lı bir Uygur Türkü olan Doç. Dr. Âlimcan İnayet diyor ki “Karız Türklerin yaratmış olduğu bir medeniyet mucizesidir. Karız, yüzlerce hatta binlerce kuyuyu yeraltından birbirine bağlamak suretiyle yeraltı sularını yerüstüne taşıyan olağan üstü nitelikte bir su kanalıdır. Bugün Doğu Türkistan’ın Turfan Bölgesi’nde bulunan Karızların toplam uzunluğu 5000 kilometreyi aşmaktadır. Dolayısıyla bazı bilim adamlarınca ‘Yeraltındaki Çin Seddi‘ olarak tanımlanmaktadır.”
 Hâlâ sorunsuz bir şekilde çalışan KARIZ KANALLARI, Turfan vahasına her yıl yaklaşık 200 milyon metreküp su taşıyor. Bundan dolayı kanallar, Turfan için hayat kaynağı olmaya devam ediyor.
Karız kanallarının her birinde dik kuyular, yeraltı kanalı, yer üstü kanalı ve barajlar bulunuyor. Yeraltı kanalları inşa edilirken işçiler havalandırma sağlamak ve kazılan çamurları boşaltmak için 20 – 30 metre aralıkla dik kuyular açmış. Barajlar ise su miktarını ayarlayan su deposu işlevini yerine getiriyor.
En çok 1,5 metre yüksekliğinde kazılan tünellerde işçilerin ancak oturarak çalıştığı biliniyor. Bugünlerde bölgeye ziyaret eden turistlere bu çalışma yöntemi orijinaline uygun olarak yapılan mankenlerle gösteriliyor.

Üstelik bu konuyu dosya konusu yaparak gündeme getiren Bilim ve Ütopya Dergisi. Hani şu Silivri‘deki Perinçek‘in tarih araştırmaları dergisi.. Hani şu oğlu Mehmet‘i Rusya ve Çin Üniversitelerine Eski Türk Tarihini araştırmak ve 1. el kaynaklara ulaşmak için yollayan adam.

Biz toptancı bir halkız ama perakende alışverişi severiz vesselâm. Bu hüküm başta olsaydı bu yazıyı okumayacaktınız. Pazar ola..

karız

karız

kariz

kariz

karız

karız

Obama’yı Okurken

Hürriyet Gazetesi, Tolga Tanış imzası ile ABD Başkanı Barack Obama’nın Türk basınında ilk demecini kendilerine verdiğini duyurarak, Obama ile yapılmış bir röportaj yayınladı.

Obama’nın bu röportajda söylediklerine bakınca sanki karşımda Recep Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti var gibi bir düşünceye kapıldım.

Obama benim hayalci olarak nitelendirdiğim AKP’nin dış politikasını “dinamik dış politika” diyerek takdir etmesi benim açımdan oldukça şaşırtıcıydı. Çünkü AKP’nin izlediği bu dış politika, temelde ABD’nin menfaatlerine ters düşen politikadır. ABD nasıl olurda AKP’nin dış politikasına olumlu bakar, anlamadım.

Obama devam ediyor “açılım sürerse PKK’nın cazibesi ve gücü kalmaz… Türkiye’deki  kürtler ve diğer  gruplar (!) için insan hakları ve ekonomik durumun iyileştirilmesi inisiyatifi “Milli Birlik Projesi” türü adımları memnuniyetle karşılıyoruz” ve Obama ABD’nin PKK’ya karşı Türkiye’nin yanında olduğunu söylüyor. Buna istediğiniz yeriniz ile gülebilirsiniz, her şey serbest… Muhterem Obama ayrıca “ABD, geçen yıl kürtçe  ve diğer dillerde, devlet ve özel tv yayıncılığının başlamasını, kürtçe ve diğer diller dahil üniversitelerde dil bölümlerinin açılmasını ve antiterör yasasında yapılan değişiklikleri de memnuniyetle karşıladı” diye ekliyor.

Obama sanırım bir sonraki röportajında Türkiye’de BDP ve PKK’nın ortak talebi olan ve yasalarda cevaz bulmayan iki dilli uygulamaya geçilmesine de destek verdiğini ve böyle bir gelişmeden duyacakları memnuniyeti açıklayacak. Zaten ABD ve AKP arasında güçlü temeli olan sağlam bağlar böyle bir gelişmeyi kolaylaştırmakta ve olası kılmaktadır.

Ayrıca tercüme yapan mı öyle yazdı yoksa Obama bilerek mi söyledi anlamadım ama Obama, kavram olarak Türk vatandaşlığından değil de Türkiye vatandaşlığından dem vuruyor. Anlaşılan o ki; ABD’de de Türk Milleti kavramından Türkiyelilik kavramına çoktan geçilmiş.

Ne diyelim, ülkemize nifak tohumlarının saçılmasını ve devlet gücünün terör  karşısında etkisizleştirilmesini üzüntü ile karşılayacak hali yoktu. Obama’nın ülkemize atadığı ve Türk halkına tasdik ettirdiği BOP eşbaşkanı  sıfatlı iktidar; elbette dostlarının yüzünü “AK” çıkaracaktı ve nitekim öyle de oldu.

Obama “Türk hükümeti ile sünni çoğunluk dahil resmi azınlıkların ve diğer grupların din özgürlüğü endişeleri hakkında bir çok konuyu görüşüyoruz… Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması için Türk hükümetine açık çağrıda bulundum”. Emin olun ki; haksever ve inançlara saygılı ABD’nin milli şefi Obama’nın bu düşünceleri karşısında gözyaşlarına boğuldum. Herhalde okyanus ötesine postu sermiş efendi hoca bu Obama’yı hidayete erdirdi.

Obama “ABD  ve Türkiye, sadece ortak menfaatler için değil, demokrasi ve ortaklığa olan güçlü iradeyle de ikili olarak birbirine bağlıdır” demektedir. Bu cümle beni gerçekten kalbimin ortasından tam on iki den vurdu. Eğer biz bu kadar birbirimize bağlıysak ki; Obama’nın, RTE ve Abdullah Gül’e teşekkür etmesinden bağlı olduğumuzu da anladım, bu sebeple benim bu güne kadar düşündüklerim ve iddialarım iflas etmiştir.

Arkadaşlar bundan böyle kimse direnmesin. Biz ABD ile birbirimize o kadar sıkı bağlıymışız ki; en azından benim bundan haberim yokmuş. Obama’yı okuyunca bunu anladım. Bu bağ öyle, böyle kopacak bir bağ değil. Gelin o zaman bir düğümde biz atalım.

Kasımpaşa’lı başbakanımız boşuna, Kasımpaşa’lı misali dayılanmıyor. Bu kadar sıkı bağlı olduğunuz ABD’nin teşekkürüne ve alkışına mazhar olmak az bir güçmüdür?

Sayın Obama; bendeniz de alkışınıza ve teşekkürünüze talibim. Emin  olun ki; bazı şeyleri becermede bunlardan daha marifetli olduğumu zannediyorum.

Hem siz; RTE, Abdullah Gül ve hükümetimizi övdüğünüz tüm konularda haklısınız. Bunları yapmakta çok ama çok geç kaldık. Ah Atatürk olmasaydı, ah Türk Milliyetçileri olmasaydı, çok önce halledecektik biz bu işleri. Hep onlar engel oldu hem size hem bize…

Bana güvenip emaneti teslim ederseniz, aynı bu günkülere verdiğiniz destek gibi sizden ince taktikler isterim. Çünkü içeride desteğini almak istediğim bir sürü iki ayaklı var. Gerçi çoğunluk mankurt ama yine de benim karda yürüyüp izimi belli etmemem lazım.

Ondan sonra göreceksiniz ki; sizin ifadenizle sadece ortak menfaatler için değil, demokrasi ve ortaklığa olan güçlü iradeyle ABD ve Türkiye tek yürek ve hatta tek ülke olacak.

Ben Obama’nın söylediklerine ancak böyle cevap verebilirim. Bu güne kadar aldattıklarım ve kendilerini yanlış düşünmeye sevk ettiklerim beni affetsin.

Bu Ne Biçim Demokrasi?

CHP Kurultayı bizi 1970’lerin kabuslu günlerine götürdü. İdeolojik kamplaşmalar içinde birçok gencin hayatını kaybettiği bir döneme sanki hasretle bir dönüş gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Che Guavera’nın şapkası altındaki genel başkan görüntüsü dikkati çeken bir afişti. Bir de Lenin’in posteri toplantıda yer almış olsaydı devrimci geleneği sürdürmüş olacaklardı.

Türkiye nereye gidiyor veya götürülüyor? CHP ise, dünün çıkmaz sokaklarının arasına yine dalmak istiyor. Yeni izlenmesi düşünülen yol, Türkiye gerçekleriyle bağdaşmıyor. Türkiye’deki değişme; klasik ideolojik çatışma ekseninden etnik ve mezhep odaklı yan kültür veya kimlik eksenine kayıyor. Artık böyle bir siyasi ortamda hala sağ-sol ideolojik bloklaşmasından medet ummak ne derece gerçekçidir? Türkiye’de etnik ırkçılık hortlatılıyor.

CHP Genel Başkanının zannettiği gibi Kürt de Türk de demezsek sorunlar çözülmüyor. Ülkeyi yönetenlerin garip hoşgörüsüyle devlet, egemenlik hakları, ülkenin toprak bütünlüğü ve milli bağımsızlığı tartıştırılıyor. Demokratikleşme ve kardeşlik projesi adına… Anlaşılan açılımlar meyvesini veriyor. Buna iktidarın ve ana muhalefetin de doğru dürüst sesi çıkmıyor, ama Genel Kurmay Başkanı gerekli uyarıyı yapınca etraf toz duman oluyor. Genel Kurmay Başkanı için malum gazetede çöreklenmiş isimler suç duyurusunda bulunuyor.

Etnik ırkçılar, son Diyarbakır Toplantısında iki dillilik, iki bayraklılık, özerk Kürdistan, öz savunma birlikleri dile getiriliyor. Bunların yarısı Kürtçe bilmiyor. Devlete meydan okunuyor ve açıkça vatandaşlık reddediliyor. Bazı küstah belediye başkanlarını görevden bile alamayanlar, Irak’ın Kuzeyini destekleyerek terör örgütüne prim kazandıranlar, örgütü sanki vatandaşı temsil ediyor konumuna sokanlar, bu ülkeyi yönetmeye layık değillerdir. Türkiye bu kadar ucuz bir ülke değildir. Kürtleri değil; ama kendilerini düşünen bir grup siyasetçi ve sözde aydın geçinen bazıları ve terör örgütünün şehir uzantısı olan KCK, bazı şehirlerde asayişi teminle kendini görevli görüyor ve vergi toplayıp adalet dağıtır hale geliyorsa, Türkiye’de gayet tabii iktidar tartışılır.

Türkiye’de kullanılan bir malzeme olan PKK demokratikleşiyor, Sorosçular, bölücü ırkçılar ve diğer marjinal gruplar demokratikleşiyor. Ülkenin asıl sahibi olan büyük çoğunluk ise, psikolojik baskı altında tutuluyor. Teröre taviz verilen, mücadeleden çok müzakere yolu açılan bir ortamda demokrasiden ve demokratikleşmeden bahsedilemez. Marjinalleri esas alan, parçayı bütünden ayırarak değerlendiren, küreselleştirmeye, postmodern ve modern ötesi tezlere teslim olmuş bir anlayış; milli bütünlüğü esas almadığından demokrasiyi de işletemez.

Demokrasi, marjinalleri de korur ve dışlamaz ama; politikanın bütününün marjinaller üzerine bina edilmesini, sadece farklılıkların esas alınmasını ve kutsallaştırmasını da kabul edemez. Bugün ülkemizde demokrasiyle çelişen bir ortam vardır. İktidarın seçimle gelmesi fazla bir şey değiştirmez; Hitler de seçimle gelmişti.

Bazıları iki dilliliğe fena merak sarmışa benziyor. Türkiye’de büyük sermayenin önemli bir bölümü anlaşılan menfaat için her şeyi yapacak durumdadır. Şarışın bir büyük sermaye patronu, Diyarbakır’da Kürtçe konuşmaya çabalar. Diyarbakır’da 150 sene önce Türkçe’nin son derece yaygın olduğunun farkında bile değildir. Bir buçuk asırda ortaya çıkan bu etnik dönüşüm fark edilemez. Bu bir çeşit eritme (asimilasyon) değil mi?

Resmi dil ve onun tersi olan gayri resmi dil ayırımı yanlıştır. Devletin dili olur. Anayasada da bu böyledir. Dünya dili olan Türkçe, egemenlik haklarımızla ilgilidir. Osmanlı’da da devletin dili ve eğitim öğretim dili Türkçe idi. TÜSİAD anlaşılan Kürtçe kursu açacaktır. Bir de buna TBMM’de kurs açılırsa bazı iktidar milletvekilleri kürsüden daha iyi konuşurlar!

Bazılarının hayal bile edemediklerini hayal olmaktan çıkarıcı ortamı hazırlayan yöneticiler, bolca Anayasa suçu işlemişlerdir. Askeri darbeler şamatası altında sivil darbeler sürdürülüyor. Son sekiz senedir hiçbir ciddi askeri darbe teşebbüsü önlenmedi. Ama sivil darbeler ve Türkiye’yi rehin alan sıcak para egemenliği ve Cumhuriyet tarihinden fazla borçlanma son yıllarda sürüyor. Ümraniye davalarının gerekçesi şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Hacivat – Karagöz Öyküsü

Hani, halk arasında bir deyim vardır; “Hacivat halt eder, ceremesini karagöz çeker!”

“Gazanfer Bilge Bulvarı” adı verilen “bilgi ve teknik özürlü” yolda kısa sürede üst üste kazalar yaşandı.

Daha bu yol yapılırken, “işin ehli”  olan teknik adamlar ve özellikle “Meslek Odaları” uyardılar; “Bu kadar yüksek eğimli bir yol tehlikelidir, yapmayın, etmeyin” dediler.

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi yetkilileri burun kıvırdılar, kulaklarını tıkadılar, hatta kimileri; “Bunlar ideolojik yaklaşıyor. Her şeye muhalefet ediyorlar” dediler!

Her kaza sonrası yerel gazetelerimiz “uyarı” görevlerini yaptılar.

Büyükşehir Belediyesi’nin yetkilileri yine duymadılar!

Yağmurlu havalarda yolu kamyonla kapatıp, güya önlem aldılar!

Nihayet, akılları başlarına geldi!

Şimdi, ilave önlemler alacaklarmış.

1200 metrelik iniş şeridine kesme taşlar döşenecek ve ağır vasıtaların bulvara girişine izin verilmeyecekmiş!

Bu iş için 23 Aralık’ta -bugün- ihaleye çıkılacak.

Bu iş kaça malolacak bilmiyorum. Ama, “bedelini BİZ ödeyeceğiz!”

Bu ihalenin ceremesi bu kentte yaşayan ve bu olayda hiçbir günahı, kusuru olmayan vatandaş ödeyecek!

Hak mı, adalet mi bu?

Bu, “KUL HAKKI YEMEK” değil mi?

Tıpkı, Hacivat-Karagöz öyküsü!

” Hacivat halt eder, Karagöz ceremesini çeker!”

Onca yeni harcama yapılmasına rağmen, “ağır tonajlı araçlar bu yola girmeyecek!”

Peki, Allah saklasın ama bu yol üzerinde bir yangın olsa, tonlarca su yüklü “İtfaiye araçları” da girmeyecek mi?

Bu kentin bir insanı olarak, ben kendi payıma hakkımı helal etmiyorum!

Birilerinin akılsızlığının, aklı, bilimi, tekniği hiçe sayan anlayışın bedelini neden BİZ ödüyoruz?

Kocaeli Barosu’nu, Büyükşehir Meclis üyelerini göreve çağırıyorum; Bu rezaletin sorumluları kimse, bu yeni ihalenin ve bu yolda meydana gelen kazalardan doğan tazminat taleplerini onlar ödemelidir.

Eğer “Adalet” bilinçleri varsa, eğer kul hakkından korkuyorlarsa, eğer “günah” kavramının ne olduğunu biliyorlarsa, başta Büyükşehir Belediye Başkanı Karaosmanoğlu olmak üzere, o çok bilen teknik adamları ve danışmanları bu bedeli ödemeli, zamanında uyarı görevini yapan kişi ve kurumlardan da özür dilemelidirler.

 

T e s p i t l e r ve Y o r u m l a r (Kitap, Millet vs.)

0

Her kitap; birer maden kaynağı gibidir. Fakat madenler, nasıl ki toprakta cüruf ile karışıktır; kitapların da bulaştığı cüruflar vardır. Kitapların da, az veya çok, cüruf denen bazı duyguların tesirinde kalınarak kaleme alınmış olanları vardır! Veya yazarın, bütün samimiyetine rağmen kitabında; yanlışlardan kaçamadığı bölümler bulunabilir. Yahut, kasıtlı bir şekilde, sırf cüruf olarak yazılan sözde eserler de, yazılmış ve yazılmaktadır. Yine de böyle kitaplardaki materyaller, bilgiler veya belgeler; birer maden hükmündedirler. Cüruf denen keyfi yorumlarından ayıklayarak, aynı materyal veya vesikayı, bizler de pekala kullanabiliriz.

Çünkü, yılan su içer zehir akıtır.  Arı su içer bal döker. Demek ki, aynı belge ve olguyu iyiye de, kötüye de yormak mümkün. Bize düşen iş; her kitabın maden ve cevheri diyebileceğimiz iyi, güzel ve doğru taraflarını almak olmalı. Her kitabın;  cüruf sayılan kötü, çirkin ve yanlış yönlerini bırakmalı. Zaten her beşeri kitap; bünyesinde az veya çok cüruf barındırmaktadır. Öyleyse, bir şey bütün bütün elde edilmezse, bütün bütün de terk edilmemeli. İçinden; istenen alınmalı, istenmeyen bırakılmalı.     

Tabii ki, Kur’an ve Hadis kitapları ve ilhama mazhar olmuş büyük alim ve veli zatların vehbi eserleri; böyle bir tahlilden azadedir. Çünkü, onlar; mahza  maden hükmündedirler. İçlerinde cüruftan eser yoktur. Zira, o tür kitaplar; sırf Hak kelam ve Hak sözlerdir. İçlerinde, her çeşit ilim madenini bulunduran; ilim ve din dışı cüruflardan soyutlanmış, halis birer kaynaklardır.

Millet, şahs-ı manevidir. Manevi bir şahıstır. Teferruat ve ayrıntılarda farklılıkları olan insanların; müşterek ve ortak mana ve anlamların toplayıcı hükmü altına girmelerinden meydana gelen, milli bir topluluktur. Rast gele bir araya gelmiş bir yığın değildir.

Zamanımızda yaşamayan büyük zatları; kim görmek istemez? Kim onların sohbetlerinde bulunmayı arzulamaz ki?

Oysa, “Onların zamanında yaşamadık!” diye üzülmeye hiç gerek yok. Eğer onların eserlerini okuyor, anlıyor ve benimseyip içselleştirebiliyorsak; onları hem görmüş sayılır, hem de onlarla sohbetlerde bulunmuş oluruz. Çünkü:

“Ehl-i hakikatin (hakikati arzulayan ve gerçeği bulup onun peşinden giden Allah Adamlarının) sohbetine; zaman, mekan mani (ve engel) olmaz. Manevi radyo hükmünde; biri şarkta (doğuda), biri garpta (batıda), biri dünyada, biri berzahta (yani ruhların kıyamete kadar bekleyeceği, dünya ile ahiret arasındaki yerde) olsa da, rabıta-i Kur’aniye ve imaniye (iman ve Kur’an bağı) onları birbiriyle konuşturur (ve görüştürür).”

İşte, böyle büyük zatların eserlerini okuyanlar; onların manen kapılarını çalıyor ve onlarla görüşüp konuşuyorlar demektir.

“Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı maneviye göre olur. Maddi ve ferdi ve fani şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”

Tıpkı, kişiler fani ve geçici, müessese ve kurumlar baki ve devamlı oldukları gibi. Öyleyse yapılacak bütün işler ve gözetilecek tüm hedefler; istikbal ve geleceğe yönelik olmalı. O şeyin kalıcılık tarafına hizmet etmeli. Bu hususu sağlayıcı mahiyete bürünmelidir.

Bugün, hemen her şey fabrikalarca yapılıyor ve üretiliyor. Fabrikalarda tam bir iş bölümü var. Her bölüm; yapılacak ürünün, sadece kendinden istenen kısım ve parçasını imal ediyor. Ve tabii, sadece bir parça üstüne yoğunlaştığı için, yalnız onu yapıyor. Fakat kısa zamanda ve çok sayıda. Böylece, seri bir üretim yapılmış oluyor. Bu şekilde hazırlanan parçalar bir araya getirilip; birbirine monte edilerek, arka arkaya sayısız imalat gerçekleşmiş oluyor.

İşte bu, işe; ferdin değil cemaatin, yani bir grubun el atması demektir. Nitekim zaman

cemaat zamanıdır derken; sorunlara, kendi başımıza değil, herkesle bir ve beraber olarak, el birliğiyle el atmanın gereğine inanmak ve bunun icabını yerine getirmeyi kastediyorum. Nitekim, istisnalar dışında, mes’elelere, bir de bu açıdan bakmak lazım.

Şayet bir fabrikada üretilen bir alet veya edevatın her parçasını; bir kişi yaptığını, sonra da onları bizzat kendisi bir araya getirerek, üretimde bulunduğunu düşününüz. Fabrikanın bir saatte ortaya koyduğu sayısız imalata bedel; tek başına her şeyi kendisi yapmak zorunda kalan kimsenin; bir şeyi belki birkaç hafta veya birkaç ayda yapabileceği malumdur.

Zaman cemaat zamanı derken; insanların maddi – manevi ihtiyaçlarını karşılamanın yolu; ancak böyle mümkün olabileceğini söylemek istiyoruz. Keza, insanların  -özellikle-  hak aramak için, seslerini ilgili mercilere, işte bu metotla duyurmaları halinde; sonuç almaları imkan dahilindedir.

Nitekim çeşitli sahalarda çalışan insanlar; bir dernek çatısı altında toplanarak, yani bir bakıma cemaatler oluşturmak suretiyle; seslerini duyurmak ve kendilerini dinletmek fırsatını buluyorlar.

Kaldı ki, “Söz, kuvvetini nispetinden alır.” Çünkü “Bir elin nesi var? İki elin sesi var.”  Bir kişinin hak aramasının getireceği sesle, aynı hak peşinde koşan yüzlercesinin getireceği ses arasında dağlar kadar fark vardır. Zira, tek tek fertler bir karışım hali gösterirken, aynı gaye ve aynı hedef etrafında kenetlenenler, bir yumruk gibi olup, terkip teşkil ederler. Karışım; en hafif bir rüzgarla her an dağılmaya mahkum kum yığınlarını andırırken, Terkip; en büyük fırtınalar karşısında bile, hiç istifini bozmayan beton kolonlara benzer.

İşte cemaat / şuurlu topluluk; halkın, birbiriyle kenetlenerek, demir bir yumruk halini alması keyfiyetidir.

 

 

Orhun Müzesindeyiz

Nihayet, yıllardan beri görme hayalimiz gerçek oluyor. Artık abidelerinin orjinal kitabelerini göreceğiz. 1300 yıl önce Bilge Kaan’ın birlik ve beraberlik olun nasihatının yazdığı Bilge Kaan anıtı ve Kültigin anıtına dokunabileceğim. Orhun müzesi için Türkiye hiçbir fedakarlıktan kaçmamış, Çin ve Moğol mimarı stili ile muhteşem bir müze binası yapmış. Müze binası ile Kültigin ve Bilgi Kaan anıtlarının bulunduğu yer arasında 500 metrelik mesafe var. Kitabeler buradan müzeye taşınarak, yeni koruma altına alınarak, asırlardan beri süren vefasızlığımız son bulmuş. Müzenin içerisine giriyoruz. Elimde kameram, boynumda fotoğraf makinemle o muhteşem anıt ve abidelerin belgesel ve görüntülerini çekiyorum.

Müzenin giriş kapısının tam karşısında gerçek anlamda bir abide. Yan yerleştirilen. Kültigin ve Bilge Kaan anıtları hayalimizden de ihtişamlı. 1300 yıldan beri yazılar silinmemiş. Nihayet anıtın yanına varıp dokunabiliyoruz. Yıllardan beri görme hayaliyle yanıp tutuştuğumuz anıtı okşayabiliyoruz. Anıtın önünde ve çevresinde dolaşarak, hatıra fotoğrafları çekip, anıttaki yazıları kameramıza birbir kaydediyoruz. Anıtın içinde de başka bal bal mezarları ve kitabeler var. Fakat müzenin bom boş olması ve hiç bir bilginin yazılı olarak yer almaması üzücü.

Bu kadar büyük masrafla yapılan müze, Türk tarihi ile ilgili birçok yazı görsel malzeme ses ve görüntü efekleriyle Büyük Hun imparatorluğu, Göktürk İmparatorluğu, Uygur imparatorluğu, Oğuz Kaan destanı, Orhun ırmağı ve Ötüken ormanları ile Uygur imparatorluğunun başkenti Karablgas ve Göktürk imparatorluğuna başkentlik yapan Karakurum şehri ile ilgili ayrıntılı bilgiler yer alabilirdi. Müzenin bom boş olması sergi alanlarında hiç bir şeyin olmaması TİKA’nın çok büyük bir ayıbı.

Türk İş Birliği ve Kalkınma Ajansı TİKA’nın bu tavrı, TİKA’nin Moğolistan bölge koordinatörü Erol Çetin’e bizzat kendisine aktararak eleştirilerimi sıraladım. Acaba TİKA buralara kimse gelmez, buralar çok uzak diyerek, Müze yi oldu bittiye mi getirdi. TİKA’nın kuruluş amacı çok güzel ancak, hem geçmişte hem bugün TİKA’yı yönetenler amacına uygun hizmet vermediklerine inanıyorum. TİKA Başbakanlığın örtülü ödeneğinden bütçesini alıyor. TİKA’ya hesap soran yok. Hesapsız kitapsız harcamalar, yapılan işlerin oldu bittiye getirilmesi üzücü. Cumhurbaşkanı ve Başbakanlığı geniş çaplı soruşturma ve araştırma yapmaya çağırıyorum.

TİKA’nın daha başarılı olması için mutlaka ciddi şekilde denetlenmeli. Tıpkı bizim gibi olumlu eleştirilerde bulunmalı. TİKA Moğolistan bölge koordinatörü bizim eleştirilerimizi sadece yapılacak, diyip geçiştirdi, ama biz bunun takipçisi olacağımızı bu satırlardan sizlerle paylaşmak istedim.
Bilge Kaan’ın Nasihatı Bugünde Geçerliliğini Koruyor
Bilge Kaan ve Kültigin anıtlarının bulunduğu müzeden ayrılırken, bir kez daha hatırama 1300 yıl önce yazdığı nasihatı bir kez daha düşünerek, Bilge Kaan anıtının bulunduğu müzenin yakınındaki yere gidiyorum.

“Tahta oturduğumda, şuraya buraya dağılmış olan milletim ölüp biterek, yaya ve çıplak olarak geri geldi. Milletimin adı yok olmasın, töre yok olmasın diye gündüz oturmadım, gece uyumadım. Gözden yaş gelse önleyerek, gönülden çığlık gelse geri çevirerek düşündüm. İyice düşündüm. Milletimi kalkındırayım, besleyeyim diye; kuzeye, güneye ve doğuya oniki büyük sefer yaptım, savaştım. Ondan sonra, Tanrı bağışlasın, talihim ve kısmetim var olduğu için, Ötüken’i il tuttum. Açları doyurdum, çıplakları giydirdim. Yoksul milleti zengin kıldım. Az milleti çoğalttım. Artık kötülük yok. Ve Türk Kağanı mukaddes Ötüken Ormanında oturdukça ülkede sıkıntı olmayacak, töre yaşayacak.
Türk, Oğuz Beyleri, Milletim, işitin!
Üstte mavi çökmese, altta yağız yer delinmese senin ilini ve töreni kim bozabilir?
EY TÜRK TİTRE VE KENDİNE DÖN!”

Elimde kamere ve fotoğraf makinemle müzeye 500 metre mesafedeki Bilge Kaan anıtının bulunduğu yere geliyorum. Burası da kalın ve yüksek duvarlarla çevrilmiş. Çin Mimarisi ile yapılmış kapının girişinde Moğolca, İngilizce ve Türkçe kitabe yer alıyor. Türk bayrağı ve TİKA amblemi sökülmüş, Anıt hakkında bilgiler yer alan yazıların Türk bölümü silinmiş. Anıtın bulunduğu alana gidiyoruz. Temsili bir kopya anıt, birebir yapılarak burada sergileniyor. Mezarlar ve mezar kalıntıları yer alıyor. Bölgeyi gezip, buralarda görüntüler çekiyoruz.
Buraya yaklaşık 1km mesafedeki Kültigen anıtının bulunduğu alana gidiyoruz. Aynı şekilde burası da tanzim edilmiş. Girişteki kitabeler anıtın bulunduğu yerde birebir kopyası yapılan Kültigin anıtı yer alıyor. Buraları gezerek anıtların ve müzenin gönüllü bekçiliğini yapan, Müzenin yanı başındaki Moğol çadırına misafir oluyoruz. Bizi Moğol misafirperverliği ile karşılıyor. Kameramızla içeri girip, Moğol çadırındaki yerleşik düzenin görüntülerini çekerken, bizlere ikram edilen yoğurt ve kaymağı afiyetle yiyoruz.

Hemen belirtelim. Milyonlarca büyük ve küçük baş hayvanın bulunduğu Moğolistan’da Peynir yoğurt ve süte hasret kaldık. Her nedense Moğollar, peynir ve yoğurdu farklı şekilde değerlendiriyor. Sadece Orhun abidelerinin bulunduğu bu yerde yoğurt ve sütü tatmış olduk.

Orhun Abidelerine Veda Ederken

Zamanın nasıl geçtiğini bilemiyorum. Kendimizi Orhun vadisi ve Göktürk kitabelerine kaptırmıştık. Vakit hızla geçti ve veda vakti geldi çattı. Orhun abidelerine veda ederken, tarihimizin şanlı sayfaları zaman tüneline girmişçesine bir daha gözümün önüne geldi. Türk tarihinin ihtişamlı geçmişi Orhun Vadisinde sanki yeniden dile geliyordu ve Orhun abidelerine veda ederken, bu bölgeler kendi haliyle bize çok şeyler söylüyordu.Buralarda neler yaşanmıştı neler.

O günlerde bir destan yazılmıştı. Kitaplara değil çocukların belleklerine, gelecek nesillerin kalplerine. İsimleri vardı. Tarih onları silinmeyen bir kalemle yazdı. Çeliğe su verdiler. Atları kıvılcım saçıyordu. Kısraklarında nakışlı eğerleri, yol tuttular. İz sürüp yurtlandılar. Başta Oğuz kağandı adları. Güneşi sırtlanıp yürüdüler. Birlik oldular, dirlik oldular.
Ve seslendi Bilge Kağan: “Sözlerimi iyice işitin. Önce siz kardeşlerim, oğullarım, birleşik boyum. Beylerde gün    ^ doğusuna, güneyde gün ortasına, geride gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar halkım. Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Kardeşim Kültegin’le ölesiye çalıştım, çabaladım. Hakkı, ateş ve su gibi birbirine düşman
etmedim. Çıplak halkı giyimli kıldım. Fakir halkı zengin kıldım. Türk milletini düşmansız kıldım. Ey Türk milleti işit. Üstteki mavi gök çökmedikçe, alttaki yağız yer delinmedikçe senin devletini ve yasalarını kim bozabilir?”

İlk kez Türk Adı bu vadide devlet ismi olarak bu vadide yazılmıştı

Türk adını ilk kez devletin resmi adı olarak benimseyen Göktürkler, tarih sahnesine çıktı. İki yüz yıldan fazla bir süre egemenliklerini sürdürdüler. Sınırları doğuda Kore, batıda Hazar Denizi’ne kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayıldılar. Çok hızlı  hareket  edebilen  süvariler, Göktürkleri zaferden zafere koşturdu. Göktürklerle ilk defa millet olma bilinci  yerleşti.  Kültür  ve medeniyette yüksek bir düzeye ulaştılar. Göktürkler, Orhun abidelerini diktiler. Bilgelikle yönettiler devleti. Türk milleti bahtiyar oldu.  Bütün Türk devletlerinde olduğu gibi ne zaman ki bilgisiz, tecrübesiz kağanlar tahta oturdu, onların kötü idaresi ve dış güçlerin hileleri yüzünden zengin ülkelerini yitirdiler. Cihanı tutan güçlerini kaybettiler.

Biz kendimize tarihin akışına o kadar kaptırmışız ki birden rehberimiz Orhun ırmağını görmeye gidiyoruz, diyerek asfalt yoldan bize bozkırlara yönetti. Heyecanlanmıştım. Evet Orhun ırmağını görecektim. Bir düzlükte durduk. Sarı çiçekler Mor yaban laleleri, kekik otlarının arzu endam ettiği bu ovada, fazla büyük olmayan ama kıvrım kıvrım ve nazlı nazlı akan küçük bir ırmağın kenarına geldik. İşte burası eski Orhun ırmağı dedi rehberimiz. Şaşırmıştım. Ben Orhun ırmağını daha büyük, daha geniş, daha canlı, daha heyecanlı bekliyordum. Fakat tam tersi Orhun burası olmasa gerek diyordum. Rehberimiz uyardı. Gerçek Orhun, yani yeni Orhun ırmağı biraz daha ileride Karakurum şehrinin hemen yanı başında, Ötüken ormanlarında doğarak Moğolistan içerisinde1400 km yol katettikten sonra, Rusya sınırlarında Baykal ırmağına dökülen nehir. Burası eski Orhun ırmağının küçük bir kolu olan eski Orhun diyince içim rahatladı.

Benim hayalimdeki Orhun ırmağını daha sonra görecektim. Ama bu Orhun ırmağının bu küçük koluda bize çok şeyler söylüyordu. Geçmişte çok daha geniş vadi ve sulu akan bu ırmak ekolojik dengenin ve iklimlerin değişmesi ile azalıyormuş. Burada kuşların ördeklerin, büyük ve küçük baş hayvan sürülerinin atların görüntülerini çekiyor, Eski Orhun vadisinde tarihe ve zamana not düşmeye devam ediyoruz
Yeniden yola koyulup, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yapılan asfalt yoldan geçerek, Karakurum şehrine gidiyoruz. Karakurum şehri ile Orhun abidelerinin bulunduğu alan 50 km buraya Türkiye Cumhuriyeti devleti çok güzel bir asfalt yol yapmış. Asfalt yoldan geçerken, geçmişteki Türk atalarımız sanki bize eşlik ediyordu. Orhun ırmağı vadisindeki Karakurum şehri uzaktan bir tablo gibi bize hoş geldin dercesine kucağını açmış bekliyordu. Dağların eteğinde, ırmağın kenarında, yemyeşil düz bir alanda kurulan Karakurum şehri Göktürk, Uygur ve Moğol İmparatorluklarına başkentlik yapmıştı. İpek yolunun da birleşme noktasıydı. Bugün o ihtişamlı imparatorluk şehrinden geriye sadece, 7 bin nüfuslu kasaba kalmış.

Karakurum ile Ulanbatur arası yaklaşık 400 km sağlıklı yol olmadığı için 8-10 saatlik karayolu ile gelinebiliyor. Ancak uçaklarla buraya gelinebiliyor. Burası çok uzak olduğu için ve uçakta çok pahalı olduğu için Moğolistan’a gelen bir çok Türk Orhun Abidelerini ve müzelerini görmeden Türkiye’ye dönüyorlar . Karakurum Şehrinin hemen yanı başında, Ötüken ormanlarından doğan Orhun nehrinin kenarındaki çadır tesislere geliyoruz. Vadinin içerisinde yemyeşil ovada kurulu çadır, kampımız çağlayarak akan Orhun ırmağının sesi ile tam bir lüks otel konforunda.

Çadıra yerleşir yerleşmez, kararan havaya aldırış etmeden, kendimi Orhun ırmağının kenarına atıyorum. Karlı dağlardan doğarak gelen Orhun ırmağı, Köpük köpük akıyor, taş alıp, ırmağa doğru atarken, asırlar önce bu ırmak kenarındaki çocukları ve ihtişamlı tarihi düşünüyordum.
Irmağın kenarından ayrılmak istemiyorum ama günün farklı duygular içerisinde çadıra dönerek, Orhun ırmağının adeta ninni gibi gelen sesini dinlenerek, kendimi uykunun kollarına atıyorum.

Göktürk ve Moğol İmparatorluklarının Başkenti Karakurum’dayız

Göktürkler, Moğollar ve Uygur Türk İmparatorluğuna başkentlik yapmış tarihi Karakurum şehri üzerine güneş yeni doğarken, Orhon ırmağının  çağlayarak akan sesi bizi uykumuzun uyandırıyor. Güneş bütün kızıllığını altın sarısıyla çadırlarımıza, Orhon vadisi ve Karakurum şehri üzerine serperken, kuş sesi ve bülbül sesleri ile güneşin muhteşem manzarasını Karakurum şehrinde belgesel görüntüleri çektik. Kahvaltımızı Orhon ırmağı nehri kenarında yaptıktan sonra, önce tarihi Karakurum şehrini tepeden seyretmek üzere dağlara tırmandık.

İmparatorluklar şehrinden eser kalmamış. Şimdi küçücük bir kasaba. Tipik evleri ile güzel bir görünüm arz ediyor. Tarihi Karakurum şehrinden geriye kalan Erdenazu Budist tapınağı. Burası çok geniş bir alan. Bu tapınak bile Karakurum şehrinin ihtişamını yansıtmaya yetiyor. Çin ve Tibet kültür karışımı Budizm inancını yansıtan bu tapınak bir mabetten çok tipik görüntüsüyle adeta bir kale gibi. Tapınak tepeden bir tablo gibi Karakurum ovalarını süslüyor. Budist tapınağının içerinde birçok tapınak var.

Tapınağın içerisine özel izin alarak çekim yapıyoruz. Ancak tapınağın giriş kapısından sonra bizi bir sürpriz bekliyordu. 800 yıl önce Moğol İmparatorluğu dönemimden kalma Karakurum’da ki 17 camiden birine ait muhteşem bir taş kitabe adeta bize hoş geldin dercesine bizi karşılıyor. Kitabenin bir camiiye ait olduğunu söyleyen bir rehber, Karakurum’dan 17 ayrı etnik millet ile birçok dinin rahatça ve özgürce hayatını sürdürdüğünden söz ediyordu. Karakurum camisinden kalan bu kitabe Orhon vadisinde ki İslam medeniyetinden bir tapu senedi gibi dimdik ayakta duruyor. Kitabeyi elimizle okşuyor, 800 yıl önce Karakurum’un ihtaşımını düşünüyordum. Tarihi Karakurum şehrinin bulunduğu şehir ipekyolununda bulunduğu önemli bir kavşak noktasıydı. Bulunduğumuz Budist tapınağı Endenezu tarihi Karakurum şehrinden ayakta kalan tek eser. Camiler dahil bütün Karakurum şehri yıkılmış. Şehir harabelerinin bulunduğu yere Erdenezu müzesini gezdikten sonra gideceğiz.

Erdenezuu Müzesini Geziyoruz

 Budist tapınağı Erdenzuu müzei etrafı “tanrının evi” anlamına gelen kare planlı ve sivri surlarla çevrilmiş. Çok eski binalar bulunuyor. Budist tapınağını ateist Moğol rehber eşliğinde geziyoruz. Dev buda heykelleri, budanın yardımcıları, şeytan figürü, Budizm dinini sembolize eden resimler var. Budizm milattan önce 1500 yıllarında Tibet’te ortaya çıkan 90 yaşında ölen Buda’dan alıyor. Budizm’de cennet ve cehennem inancıda var. 108 Tanrı’ya inanılıyor. Şeytan figürünün Budizm’de de olduğu ve şeytanı kadın kılığına giren bir meleğin öldürdüğüne inanılıyor. Bu müzede çok sayıda manastırlar ve ibadethaneler olduğu söyleniyor. Bu yerlerin birçok yerini gezip figürlerin, heykellerin ve aletlerin görüntülerini çekiyoruz.

Erdene Zuu, 13.yy. da Büyük Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın geliştiği Karakurum bölgesinde, yapımından sonra sosyal ve siyasi nedenlerle defalarca dağıtılan ve kapatılan fakat günümüzde halen yaşayan ilk ve en büyük Budist Manastırıdır. Manastır UNESCO DÜNYA MİRASI listesine alınmıştır.
Bu manastır 1585’te Moğolistan’da Tibet tarzı Budizm’in tanıtımında ABTAİ SAİN HAN tarafından yapılmış. Buda inancına göre Tanrı’nın evi olarak adlandırılan 102 kuleli duvar ile çevrili olup,1680’de de yıkılmış fakat 18.y.y.da yeniden yapılmıştır. Erdeneuu müzesinin içinde 52 Budist tapınağı bulunuyor. Bu tapınakları tek tek gezip, belgesel çekiyoruz. Bizim dışımızda birçok Avrupa ülkesinden Çin ve Kore’den turistler var. Türkiye’den çok az turist geliyor. Moğolistan’ı yılda 100 bin turistin ziyaret ettiğini öğreniyoruz.

Komünist Lider Budist Rahipleri Öldürdü

Moğolistan 1920’li yıllarda Komünist Rusya blokunda yer almıştı. 1939’da Moğol Komünist lider KHORLOGİİN CHOİBALSAN tarafından Budist tapınağı  tekrar yıkılmış ve yüz kadar manastırda 10 binden fazla Budist rahip öldürülmüştü. Budist rahiplerin öldürülmesine Stalin karşı çıkarak rahiplerin katliamını önlediğini de öğreniyoruz. Turistlerin büyük ilgi gösterdiği bu tapınakta ki üç küçük tapınak ve kuleli dış duvarlar 1947’de müzeye dönüştürülmüştür. Manastırın bu bölümlerinin Stalin’in baskısıyla Stalin ile Başkan yardımcısı HENRY A.VVALLACE “in 1944’teki Moğolistan delegasyonuna bağlı olarak dağıtılmadığı araştırmacılar tarafından kabul edilmektedir. Stalin’in Budistlere gösterdiği bu hoşgörü rehberimiz tarafından ilgi ile anlatılıyordu.

Karakurum’daki Budist tapınağından başka Moğolistan’da tek faal manastır başkent Ulaanbaatar’daki GANDANTEGCHİLEN KHİİD manastırıdır. Bu manastırda da zorda olsa çekimler yapıyoruz. Başkent Ulanbatur’un en görkemli binası olan Budist tapınağında ki Buda heykeli adeta yerden semaya doğru yükselmiş durumda. Tayland’ta ki oturan ve yatan Buda heykellerine inat Ulanbatur’da ki Budist tapınağında ki Buda heykeli adeta dünyaya hakim olma edasıyla fırlamış gibi. Bu tapınağın içinde ve çevresinde belgesel çekimleri yaparak tarihe not düşüyoruz. 

Gezip dolaştığımız zaman zaman da Budist rahiplerle de belgesel görüntüler çektiğimiz Karakurum’ da ki Erdenezuu Budist tapmağı, Komünizm süresince müze olarak kullanılmasına izin verilmiş olmasına rağmen 1990’da komünizmin yıkılmasıyla küçük faaliyetleri olmuştur. Günümüzde aktif manastır ve müze olarak hizmete açılmıştır. Tapınağın içerisinde Budist rahipler, turistler, yerel kıyafetle Moğol tarihini canlandıran insanlarla hatıra fotoğraf çektiriyoruz. Tapınaktaki belgesel çekimlerimizi tamamlayarak tapınağın dışında kartallarla poz verip, çekim yapıyoruz. Ardından Orhon ırmağı kenarında atlara binip, Orhon vadisinde sembolik olarak atalarımızın at sırtında ki hayatlarını da yaşamış oluyoruz.

Tarihi Karakurum Şehrinde Belgesel Çekiyoruz

Tarihi Karakurum şehrini gezmeye devam ediyoruz. Bir zamanlar imparatorluklara başkentlik yapan Karakurum’dan hiçbir eser kalmamış her yer dümdüz ovalar haline gelmiş. Alman ve diğer arkeologlar tarafından kazılar yapılmış. Bu muhteşem imparatorluk şehrinin ihtişamlı geçmişini başkent Ulanbaturda ki Moğol tarih müzesinde ki makette görmüştük. Bu şehrin maketi bile hoştu. Makette iki Camii minaresi ile birlikte çok net gözükürken, daha sonra yaptığımız araştırma da Moğol İmparatoru Cengiz Han döneminde 17 camii ve mescidin olduğunu öğrendik.

Bu muhteşem şehirden sadece Budistlere ait Erdenezuu müzesi ile şamanlara ait Şaman tapınağı bulunuyor. Şehrin yıkılıp yakıldığını kiremitlerin demir ve simsiyah taş haline geldiğinden anlıyoruz. Bu tarihi şehirde sadece turistlere satış yapan birkaç tezgah ve Moğol çadırından başka hiç bir şey yok.  Tarihi Karakurum şehrinin bulunduğu belgesel görüntüler çekerken bu şehrin ihtişamlı geçmişini gözümüzün önünde canlandırmaya çalışıyoruz. Tarihi Karakurum şehri Orhun vadisi Hiung-nu, Göktürk ve Uygur imparatorluklarına beşiklik etmişti. Göktürkler, Hangay Dağları yakınlarındaki Ötüken diyarına yerleşmişti, Uygur Türk İmparatorluğu ise Karakurum şehrine 50 km mesafede Orhon ovalarından kurulu Karabalgasun’u başkent yapmışlardı. Ancak daha sonra Uygurlar, ülkenin merkezini Karakurum’a taşımışlardı. Karakurum bölgesi, Moğolistan’ın en eski tarım alanı olup, halen Moğolistan’da buğday ekimi yapılan olma özelliğine sahip. Seralar ve sulama kanalları ile sulu tarım yapılıyor.
Karakurum, bir süre Harzemşahlar’a merkez olmuştu.1218/19 yıllarında Cengiz Han  Karakurum’u geçirdikten sonra Moğol Devleti 1220’de yeni bir başkent oluşturma isteğiyle Karakurum’u yeniden yapılandırmaya başlarlar. 1235 yılına kadar, Karakurum küçük bir kentti, Cengiz’den sonra Moğolların başına geçen Oktay Kağan’ın Çinlilere yenilmesinden sonra kentin çevresine surlar dikilmeye başlanmıştı. Oktay ve varisleri döneminde, Karakurum Ön Asya ve Orta Asya’nın önemli siyasi merkezlerinden oldu. 
Karakurum hoşgörünün merkezi

Bir Flemenk-Fransız misyoner ve Papalık elçisi olarak 1254’te Karakurum’a ulaşan Rubruck’lu William’a tespitine göre; Karakurum kozmopolit bir kentti. Bir çok inanç vardı ve hepsine saygı duyuluyordu. Kent surlarla çevriliydi ve dört kapının dört yönetim merkeziyle yönetiliyordu, kentte iki kışla vardı. Dini açıdan kentte Paganlar, Mani dini’ne inananlar ve İslam’ı kabul edenler çoğunluktaydı. Şehirde iki cami ve Nesturi kilise olduğundan söz eder.”
1260’ta Cengiz Han’ın oğlu Kubilay Han Moğol hanedanında kendini Moğol Hanı olarak duyurarak, başkenti Şangdu’ya taşır. Daha sonra ise başkent zamanın söyleyişi ile Hanbalık bugünkü adıyla Pekin oldu. Karakurum Avar hükümdarının 1271’de Çin’e girmesiyle yönetici kent özelliğini büyük ölçüde yitirdi. 1260’da, Kubilay Han kentin tüm tahıl ihtiyacını engelledi ve 1277’de Kaydu Han Karakurum’u işgal etti, Ancak, 14. yüzyılın ilk yarısında kent yeniden bir canlanma dönemine girdi. 1299’da kent doğuya doğru büyütüldü. 1311’de ve daha sonra 1342-1346 yılları arasında Budist ibadethaneleri onarıldı.
1368’de Yuan Hanedanlığı’nın yıkılmasıyla birlikte Biliktü Kağan Karakurum’a yerleşti. 1388’de, Ming Hanedanlığı’ndan kamutan Hu Da şehre girip, Karakurum’u yağmaladı. Saghang Sechen, Erdeni-yin Tob_i’de kentin 1415’te yeniden yapılandırılması için Kurultay’dan yetki alındığını iddia etti, ancak arkeolojik veriler bu iddiayı kanıtlayacak bulgulara ulaşamadı. Bununla birlikte, 16. yüzyılda Dayan Han kenti birkez daha başkent yaptı. Çeşitli zamanlarda kent Börçigin ve Oyrat kavimleri arasında el değiştirdi.

1585’te Abatay Han kent yakınlarında Halhalar için bir Tibet Budizmi merkezi olan Erdene Zuu Manastırı’nı inşa etti. Bu inşaat yapılırken çeşitli malzemeler kullanıldı. Karakurum’un gerçek konumu uzun itilaflara neden oldu. İlk ipuculardan Erdene Zuu’nun Karakurum’da olduğu 18. yüzyılda zaten biliniyordu. Ancak 20. yüzyıla kadar buranın Karabalgasun veya Ordu-Balık olabileceği düşünülüyordu. 1889’da, Nikolai Yadrintsev’in eski Moğol başkentini bulmak için yaptığı araştırmalar, Türk tarihinin ilk Türkçe yazılı belgeleri sayılan Orhun Yazıtları’nın bulunmasını sağladı. Yadrintsev’in yaptığı araştırmalardaki görüşleri Wilhelm Radloff tarafından da desteklendi.
Günümüzde de tarihi Karakurum şehri için girişimlerde bulunulmuştur. Başbakan Tsakhiagiin Elbegdorj 2004 yılında eski başkent Karakurum yerinde yeni bir şehir inşa etmek için bir proje geliştirmeye karar verdi. Uzmanlardan oluşan bir çalışma grubu atadı. Ona göre, yeni Karakurum örnek ve Moğolistan’ın başkenti olma vizyonuyla biçimlenecek bir tasarım olacaktı. Ancak Elbegdorj’un istifası ve Miyeegombiin Enkhbold’un başbakan olmasıyla birlikte tasarı rafa kaldırıldı.
 Evet tarihi Karakurum şehri ile ilgili anlatılıp söylenecek çok şey var. Ancak Karakurum Türk tarihinin önemli kilometre taşı ve Orhun abidelerinin bulunduğu bölge. Karakurum ile ilgili Türkiye’de yeterli ilmi çalışmaların bulunmayışı büyük bir eksiklik.

Orhun Irmağının Doğduğu Yere Gidiyoruz

Devam edecek

 

Din Eğitimi Gören Bestekâr ve Koro Şefi Âmir Ateş ile, Din ve Musiki Beraberliği Üzerine Sohbet

Oğuz Çetinoğlu: Musikîmizde İslâmiyet’in, İslâmiyet’te musikînin yerini belirlemekle söyleşimize başlayabilir miyiz?
Âmir Ateş: Musikinin tarihi insanın yaratılışına, kâinatın yaratılışına kadar gider.
Musiki, evrenin içindeki enstrümanların kâinatın yaratılışı ile birlikte çıkardıkları hoş nağmelerdir.
Musikinin özünde Allah’ın yüceliği vardır. Allah c.c. güzeldir, güzeli sever.
Yarattığı her canlıya farklı bir nağme, farklı ritm, farklı bir anlam, farklı bir güzellik yükleyen de O’dur.
Dolayısıyla musiki ve İslam’ı birbirinden ayrı düşünemeyiz.
Hem musikinin İslam’da ve hem de İslam’ın musikideki yeri çok yücedir.
İkrâ Sûresi ile başlayan bu vahy’de ve Cebrail a.s. ile Hazret-i Peygamber (sav) Efendimiz arasındaki bütün diyaloglarda bu mukaddes musikiyi görmek mümkün.
Bu bağlamda İslam’ın bütün prensipleri ve kurallarının gelişi ve işleyişinde musiki vardır.
Çünkü musikide O’nun, O Yüce kudretin nefesi vardır.
O nefesin insanın içinde sağladığı dolaşımda da musiki vardır.
İnsanın varlığı ile başlayan, kâinata ve insana Allah’ın verdiği nefes ile başlayan musiki, mahşere kadar, İsrafil a.s.’in üfleyeceği Sur’a kadar devam edecektir.
Çetinoğlu: Geçmiş dönemlerde; kâmil bir insan ve saygın bir din görevlisi, aynı zamanda müzikte üstad olan Râkım Elkutlu’muz vardı. Saadeddin Kaynak, Hâfız Burhaneddin Sesyılmaz, Kâni Karaca ve zât-ı âliniz… Âmir Ateş… ilk akla gelen isimler.
Diğer isimleri de hayra vesile olması niyazı ile analım mı?

Ateş: Elbette, onlar aradan asırlar da geçse bu kubbede hoş sadâ olarak kalmaya devam ediyorlar.
Şu hususu da ifade etmek isterim ki; Hafız Post’la başlayan bu unvan aslında ‘Ümmetimin en şereflileri hamele-i kuran olanlardır.’ Mübârek sözü çerçevesinde, bütün hâfızları ihtiva etmektedir.
Kur’an başlı başına en büyük mucize, en büyük sanat. Musiki sanatından Kur’anı ayrı düşünmek mümkün değildir.
Kur’anın kendisi en büyük ilahi musikidir. Onun her kelimesinde, her harfinde musikiyi görmek mümkündür.
Dünyada insanın en çok etkilendiği ses Kur’an sesidir.
Çünkü onun içinde Yüce Yaratıcının kendi musikisi vardır. Ondaki her şey ilahîdir.
O’na ait olmayan bir şey Kur’anda yoktur. Dolayısıyla her harfi, her kelimesi, yazılışı ile, okunuşu ile insanı etkilemekte, hatta duygulandırmaktadır.
Çetinoğlu: Din görevlisi olan veya dîni eğitim almış kişilerin müzikle ilgilenmeleri, biz Müslüman Türklere has bir gelenek olsa gerek. Bu geleneğinin tarihî süreci hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?
Ateş:
Musiki tarihinin insanın ve kâinatın yaratılışı ile aynı döneme denk geldiğini söylemiştim.
Müslüman Türklerin sanat ve estetik yönü elbette diğer milletlerden çok farklıdır.
Diğer milletlerin sanatını küçük görüyorum anlamına gelmez bu söylediğim.
Ama bizim sanatımızın temelinde hep O vardır. O’nsuz sanat, sanat değildir.
O’nun aşkını ve sevgisini gelenek sanatlarımızda, hattımızda, ebrumuzda, tezhibimizde, resmimizde, minyatürümüzde ve musikimizde en detaylı bir şekilde görmek mümkündür.
Her dönemin kendine has çok ayrı bir güzelliği ve özelliği vardır. Bunlar da bizim kültürümüzün ilahî sanatla ne kadar iç içe olduğunu gösteriyor.
Din görevlisinin görevi musiki ile alakalıdır. Din görevlisi musikinin içindedir.
Musikiyi ve din grevlisini ayrı düşünmek olmaz.
Vahyin temelinde ve yayılışında musikinin ne kadar etkili olduğunu konuşmuştuk.
Hitabet sanatı, çağrı sanatı, irşad sanatı ve tebliğ sanatı hep musiki ile ve din adamı ile ilgilidir.
Din adamının görevini en güzel bir şekilde icra edebilmesi için en çok ihtiyaç duyduğu şey musikidir.
Musikisiz, insanlara ulaşmak mümkün değildir. Musiki olmadan insanları Allah’ın hoşnutluğuna götürmek mümkün değildir.
Musiki olmadan, insanın kendisi ile ve toplumla barışını sağlamak ta mümkün değildir.
Din adamının musikideki etkisinin en güzel görüldüğü yerlerden birisi şüphesiz ki İstanbul’dur.
İstanbul sanki açık hava müzesidir. Bu müzenin içindeki en güzel eserlerden biri de musikidir.
İstanbul’un kendisi başlı başına bir musikidir ama oradaki din adamlarının icra ettikleri musiki elbette daha etkileyicidir.
Çetinoğlu: Muhafazakârlıkta orta yoldan ayrılıp uçlara yönelenlerin, İslâmiyet’le müziğin bağdaşmayacağı yönünde kanaatleri olduğu biliniyor. Konu ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyim?
Ateş: İslamiyet’le müziğin bağdaşmayacağını söylemek, Cenab-ı Hakk’ın insana monte ettiği ritmi ve nefes alış verişinde icra ettiği musikiyi inkâr etmek demektir.
Kısaca saygısızlıktır.
Musiki deyince, insanların ne anladığı önemlidir.
Bir cami musikisinden söz ettiğimizde, eğer muhatabımız dans ve şarkı anlıyorsa, söylenenlere hak vermek gerekir.
Ancak, cami musikisi deyince, Yüce Kur’an âyetlerinin farklı makam ve ritimlerde, okunmasını, yüce dâvetin minareden günün farklı saatlerinde semadaki coşkusunu ve insanı Allah’ın birliğine dâveti akla gelmelidir. Bu dâvetin musiki ile yapılması mahzurlu bulunuyorsa diyecek bir şeyim yok.
Müziğinİslam’la bağdaşmayacağını söylemek, bana göre aşırı gitmektir, haddi aşmaktır.
‘Allah aşırı gidenleri sevmez’ Âyet-i kerimesine ters düşmüş olurlar. Herkes haddini bilmelidir. Ben hafızım ve yıllarca musikinin içindeyim. Musiki olmadan benim sanatımı ve Kur’anımı okumam da mümkün değildir.
Bizim güzel dinimiz aşırı gitmeyi ve aşırı gidenleri hoş karşılamıyor. Çok dikkatli olmak gerekiyor.
Çetinoğlu: Müzikle ilginizin kapsamını okuyucularımız özgeçmişinizden öğrenecekler. Siz; müzikle ilginizin, şahsiyetinizin oluşması ve gelişmesi üzerindeki tesirlerini ve yönlendirmelerini değerlendirir misiniz?
Ateş: Küçük yaşta hafız olunca ve kısa zaman içinde de İstanbul içinde mevlidhanların arasına girince ister istemez her şeyiniz, Kur’an ve çevrenizdeki ağabeyleriniz tarafından şekillendiriliyor.
Önce olgunluk aşaması ve ardından pişmek.
Kendimi çok şanslı görüyorum bu sanatın içinde ve çok yönlü bulunduğum için.
Hafız olan arkadaşlarım var. Bestekar olan arkadaşlarım var. Mevlidhan olan arkadaşlarım var. Ne kadar şükretsem azdır.
Bunların hepsini Cenab-ı Hak bana lütfetti. Hepsinde musiki var. Hepsinin benim karakterimin ve kişiliğimin şekillenmesinde etkisi ve katkısı var.
Ne mutlu ki, yıllarca bunları arkadaşlarımla paylaştım ve hala paylaşmaya devam ediyorum.
Çetinoğlu: Müziğin insan karakterinin şekillenmesinde nasıl bir rolü var?
Ateş:
Müzik ruhun gıdasıdır denilir. Sadece ruhun terbiyesinde değil insan karakterinin de, gelişmesinde ve olgunlaşmasında da önemli rolü vardır.
Bu yönü ile bakıldığında önemli bir tedavi edici özelliğe sahiptir müzik.
Tedavi yöntemleri Osmanlı döneminde Edirne, Bursa, İstanbul, Amasya ve pek çok merkezde şifahanelerde uygulanmıştır.
Müzikle tedavi yöntemi, son dönemlerde yurt içinde ve yurt dışında da çok büyük ilgi görüyor.
Cemiyetimizin değişik koro ve sınıflarında müzik eğitimi alan arkadaşlarımızın bir kısmı bazı kurumlarda üst düzey yönetici olarak çalışıyorlar.
Derse geldikleri zaman bütün yorgunluğu ve günün bütün stresini attıklarını söylüyorlar.
Ruhu dinlendirici, karakteri ve kişiliği olgunlaştıran ve terbiye eden müthiş bir gücü var musikinin olumlu anlamda.
Çetinoğlu: Müzik eğitimi görmüş bir din görevlisinin; güzel olmasa bile iyi kullanılan bir ses ve üslupla ezan ve Kur’an-ı Kerim okumasının toplumumuza ve dinimize kazandıracakları hakkında bilgi verir misiniz?
Ateş: Bizim mesleğimizde asıl olan sevgidir. Kâinatın temelinde de sevgi vardır.
Kur’anın mesajı da sevgi üzerinedir. Sevgi olmadan hayatı düşünmek mümkün değildir.
Bu sebeple, din adamının görevi de bu sevgi mesajını, topluma iletmektir.
Din adamı, toplumla ve toplumun fertleri ile bire bir her an diyalog halindedir.
İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. O’nun güzel isimlerinin izlerini ve işaretlerini taşımaktadır.
Sevginin ve güzelliğin kaynağından insanlar güzel ve düzenli beslenirse mutlu ve huzurlu bir toplum meydana gelir.
İyi bir din eğitimi ve musiki bilgisi almış donanımlı bir din adamı, mesajını daha etkili olarak verir. Efendimiz (a.s.) da, Kur’anın ve ezanın güzel okunmasından çok büyük neşe duyardı.
Çetinoğlu: Din görevlisi yetiştiren okullarımızda müzik eğitimine gereği kadar önem veriliyor mu?
Ateş: Maalesef, sadece müzik adamı yetiştiren okullarda değil, ülkemizde Türk müziğine ve dinî musikiye gerekli önem verilmiyor.
Daha doğrusu iyi yetişmiş bir din adamının mesajının gücü henüz keşfedilmiş değil.
Yıllar önce Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtası ile güzel ezan ve Kur’an okuma seminerleri organize ettik.
Bu sayede yetişen öğrenciler, bir zincir misali ülkenin her tarafına ışık saçmaya başladılar.
Son dönemlerde sanki okullarda ciddiyeti kavranmış gibi. Ancak yeterli değil.
İstanbul’da 200’ün üzerinde musiki derneği var. Pek çok din görevlisi bu imkânlardan ve belediyelerin kurslarından yeteri derecede yararlanmıyor.
Okulların açığını kapatacak pek çok imkân büyük şehirlerde var. Ancak çok ilgi gördüğü de söylenemez.
Çetinoğlu: Türklerin İslamiyet ile şereflenmelerinde Araplar vesile oldular. Buna rağmen dinî musiki Türklerde Araplardan daha fazla gelişti. Bu oluşumun sebebi ne olabilir?
Ateş:
Türklerin sanata ve estetiğe verdikleri önemden kaynaklanıyor diyebiliriz. Bu bariz farkı ve inceliği, müzikte de, mimaride de, sanatın diğer dallarında da görmek mümkündür.
Şu an Avrupalıların en çok ilgisini çeken bizim geleneksel sanatlarımızdır.
Çetinoğlu: Türklerle Araplar arasında, inanç kültürü zeminindeki birlik-berâberliği müzik kültüründe de görmek mümkün mü? Bu soruyu; ‘Türk müziği, Arap müziğinden etkilenmiştir.’ İddiasında bulunanlara cevap teşkil etmesi açısından soruyorum.
Ateş:
Araplarla Türkler arasında, inanç kültüründeki beraberliği, Arap ve Türk müziği arasında görmek mümkün değildir.
Her ne kadar müzik aletlerinin büyük kısmı aynı olsa da, ritimler, nağmeler ve makamlar farklıdır.
Türk müziği bu yönden gerçekten çok zengindir.
Türk sanat müziğinde kullanılan makamları dinî musikide de kullanabiliyoruz.
Özellikle, Kur’an konusunda Arapların sadece bir tavırları vardır. Bu, makam filan değildir. Sadece bir tavırdır.
Bizim müziğimiz bu yönden gerçekten çok zengindir.
‘Yahya kemal Beyatlı’nın dediği gibi; Çok insan anlayamaz bizim musikimizden, bizim musikimizden anlamayan bir şey anlamaz bizden.’
Çetinoğlu: İslamiyet ile Türk müziği arasındaki ilişkileri geliştirmek gerektiğine inanıyor musunuz, Niçin?
Ateş: İslamiyet’i Türk musikisinin, diğer bir ifade ile musikinin dışında düşünmek mümkün değildir.
İslamiyet ile Tük müziği arsındaki ilişkilerin ve irtibatın güçlendirilmesi verilecek mesajın tesirli ve kalıcı olması açısından ve toplum huzuru açısından çok büyük önem taşıyor.
Kültürlerin nesiller arasındaki devamlılığı da, bu bağın gücüne bağlıdır.
Barış ve huzurun sağlanması açısından bu köprü mutlaka güçlendirilmelidir.
Çetinoğlu: Musiki ile irtibat kurmak isteyen din görevlilerine ve dinî musiki ile ilgilenmek isteyen müzisyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Ateş: Ülkemiz bu yönü ile çok zengindir. Eskiden televizyonlar yoktu. İletişim araçları bu kadar güçlü değildi.
Meşk sisteminin müziğimizde çok ayrı ve önemli bir yeri vardır.
Ancak, sanal ortamda, radyo ve televizyonlarda, yüzlerce müzik derneğinde kurslar çalışmalar yapılıyor.
Son dönemlerde ülkemizde hafızlarımız gerçekten güzel okuyorlar.
Yıllar önceki ektiklerimiz bugün olgunlaştı. Büyük şehirlerin, özellikle İstanbul’un ezanları ile diğer şehirlerin ezanları o kadar farklı ki.
Ve insan, güzel bir ezan dinleyince çok derunî duygulara dalıyor, duygulanıyor, büyük huzur duyuyor.
Bu sebeple, musiki ile irtibat kurmak isteyen arkadaşlarımız, meslektaşlarımız, mutlaka çok müzik dinlemeli. Mutlaka yakınlarındaki hafız müzik hocaları ile irtibat kurmalı.
Başkanlığını yaptığım Emin Ongan Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde 300’e yakın öğrenci var.
Bizim cemiyetimiz ve diğer kardeş cemiyetler profesyonel anlamda musiki eğitimi almak isteyenler için de temel teşkil ediyor.
Bizde eğitim görmüş arkadaşlarımız ve öğrencilerimiz, konservatuarlara ve üniversitelerin müzik bölümlerine çok daha kolay girebilmektedir.
Âmir Ateş
1942 yılında İzmit’in Kandıra ilçesinde dünyaya geldi. Eğitimini dinî yönde geliştirdikten sonra 14 yaşında İstanbul’a gelmesinin ardından 1959 yılında Üsküdar Musiki Cemiyeti’yle tanışarak başta Hacı Hâfız Hasan Akkuş, Kemâl Batanay, Sabahattin Volkan, Halil Can, Saadettin Kaynak gibi isimlerin eğitiminden geçerek Türk Sanat Müziği yönündeki eğitimine başlamıştır.
Mânevî babası olarak tanımladığı ve vefatına kadar Üsküdar Musiki Cemiyeti başkanlığını sürdüren Emin Ongan hocanın da desteğiyle başladığı müzik çalışmalarına şu an 2000’i aşmış sayıdaki Türk Sanat Müziği ve Türk Tasavvuf Müziği alanındaki besteleriyle devam etmektedir.
Hocası Bestekâr Emin Ongan ve Bestekâr Yesari Âsım Arsoy ile baba-oğul ve can dostu, ses sanatkârı ve bestekâr Yıldırım Gürses ile kardeşlik derecesine varan dostluklarını ailece de pekiştirerek her üç ismin de ömrünün son anlarına kadar yanlarında olarak devam ettirmiştir. Vefatlarının ardından hayatında doldurulamayacak boşluklar oluşmuştur.
Prof. Dr. Alâaddin Yavaşça, Avni Anıl, Selahattin İçli ve Erol Sayan, Bilge Özgen ve Ali Şenozan ile süren dostlukları da gerek şahsî gerek sanat hayatında etkilerini göstermiştir.
1980’li ve 1990’lı yıllarda pek çok televizyon kanalı için kendi adını taşıyan korosuyla beraber televizyon programları düzenlemiş olmasının yanı sıra, her yıl İstanbul ve ilçeleri başka olmak üzere, Kocaeli, Afyon, Eskişehir, Balıkesir, Denizli, Adana, Osmaniye, Trabzon, Manisa, Bursa gibi şehirlerde, ülkenin pek çok farklı bölgesindeki Musiki Cemiyetleri tarafından adına saygı konserleri düzenlenmektedir.
Emin Ongan Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde devam ettirdiği beste ve etüt hocalığının yanı sıra, Cemiyetin yönetim kurulu başkanlığını da sürdürmektedir. Anadolu Yakası Telefon Baş Müdürlüğü, Türkiye Denizcilik İşletmeleri, İstanbul Ehli Kur’ân ve Mevlidhânlar-Derneği Tasavvuf koroları gibi birçok topluluktan başka Diyanet İşleri Başkanlığı seminer ve kurslarında da hocalık yapmıştır. Kartal Musiki Cemiyeti’nin Kurucu Üyeleri arasında yer aldığı gibi Cemiyet’in Yönetim Kurulu üyeliğini sürdürmekte, TRT Repertuar Kurulu Denetleme Heyeti’nde de çalışmalarına devam etmektedir.

Emin Ongan Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde; Cemiyete üye olmasından birkaç yıl sonra yönetim kurulu üyesi olmuştur. Emin Ongan Hoca’nın 02.02.1985 tarihinde vefatının ardından göreve gelen Bestekar Şeref Çakar’ın da 2008 yılının son gününde vefat etmesi üzerine, Yönetim Kurulu Kararıyla 10 Ocak 2009 tarihinde Emin Ongan Üsküdar Musiki Cemiyeti Yönetim Kurulu Başkanlığı’na getirilmiştir.

Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim, Seni Ben Unutmak İstemedim Ki, Masal Yağmuru, Eylül Akşamları, Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın, Maziyi Kadehlerden İçip, Canım İstanbul, Hidiv Kasrı gibi besteleri, en çok tanınan eserlerinden bazılarıdır.

Yayınladığı son eserleri arasında 5 albümden oluşan kendi adını taşıyan ilahi korosuyla beraber hazırladığı seri; Eylül Akşamları,Yıllarca isimli Türk müziği albümü; Melihat Gülses, Doğan Dikmen, Sezen Cin ve Furkan Biçer’in yorumlarıyla zenginleştirilen ‘Hoş Geldin Ramazan’ isimli albüm ön planda yer almaktadır. 2008 yılı ramazan ayında ‘Welcome Ramadan’ adı ile Avrupa’da da yayınlanan albümünün ardından; Necip Fazıl Karadağ’ın seslendirdiği tasavvuf eserleri büyük ilgi görmüştür.

Üsküdar Musiki Cemiyeti ve Emin Ongan
Üsküdar Musiki Cemiyeti, 1918 yılında Birinci Ordu Baş Müfettişi Miralay Hacı Reşit Beyin oğlu Ata Bey tarafından Anadolu Musiki Cemiyeti adı altında kuruldu. 1919 yılında ise Darülfeyz-i Musiki Cemiyeti adını aldı. 1923 yılında Cumhuriyetin ilanı ile birlikte adı Üsküdar Musiki Cemiyeti olarak değiştirilmiş ve varlığını 1934 yılına kadar sürdürmüştür. Türlü imkânsızlıklar sebebiyle çalışmalarını topluluğu oluşturan üyelerin evlerinde devam ettirmiş, nihayet 1939 yılında Yeni Üsküdar Musiki Cemiyeti adını alarak hükmî şahsiyetine kavuşturulmuştur.

Merhum Üstad Emin Ongan, 1927 yılında Cemiyete dâhil oldu. Musiki çalışmaları Emin Ongan’ın Başkanlığı ve Hocalığında devam etti. Faaliyetlerini kiralık binalarda devam ettiren Cemiyet, 1967 yılında, günümüzde kullanılmakta olan binanın temelini atmaya muvaffak oldu. Bir müddet sonra tamamlanarak; dershaneleri, konser salonu ve yönetim odalarıyla mükemmelliğine kavuştu.

Cemiyetin adı; 19 Ekim1987 tarihinde yapılan Genel Kurul toplantısında ana tüzüğe sadık kalınmak şartı ile Emin Ongan Üsküdar Musiki Cemiyeti olarak değiştirildi.

Kuruluşundan bu güne kadar Musiki Cemiyeti’nin yükselmesine yardımcı olan isimlerin birkaçı şöylece zikredilebilir: Kadıköylü udi Sami Bey, Mızıkalı Celal Bey, Selimiyeli Bestenigâr Hoca Ziya Bey, Prens Ali Rıfat Bey ( Çağatay ), Hafız Arap Cemal Bey ve Hocaların Hocası Emin Ongan. Bunların dışında isimleri saygıyla anılacak, Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş olan yüzlerce mümtaz şahsiyet bulunmaktadır.

Emin Ongan:
Türk müziği bestekârı Emin Ongan, 14 Eylül 1906 tarihinde Edirne’de doğdu. 02 Şubat 1985: tarihinde, 79 yaşında İstanbul’da vefat etti.

Edirne Sultânisi’nde son sınıfa kadar okudu. Bir ara ilkokul öğretmenliği yaptı. İlk müzik ve keman derslerini ağabeyinden aldı. 1920’lerin başında ailesi İstanbul’a yerleşti. 1927 yılında; Necati Tokyay, Selâhaddin Pınar ve Şükrü Tunar ile birlikte Üsküdar Musikî Cemiyeti’ni kurdu. Buradan, sonradan her biri çok ünlü olan pek çok sanatçının yetişmesine önderlik etti. Bir yandan da İstanbul Radyosu’nda ve Belediye Konservatuarı Türk Musikîsi İcra Heyeti’nde keman çaldı, radyoda fasıllar yönetti. Eserlerinden bâzıları: Sen benim gönlümde açan son gülsün (Nihavent), Bu gün yine gönlümün bahçesinde gezindim (Nihavent), Gittin de bıraktın beni gurbet ellerde ( Kürdili Hicazkâr), Hasretle yanan kalbime yetmez gibi derdim ( (Suzinak), Gönlümün bir hâli var ki, gam değil, kasvet değil (Uşşak).

Üsküdar Musiki Cemiyetinde Yetişen Sanatkârlardan Bazıları:
Ahmet Özhan, Aka Gündüz Kutbay, Ali Erköse, Ali Rıfat Çağatay, Âmir Ateş, Ârif Sami Toker, Avni Anıl, Burhanettin Ökte, Cahit Peksayar, Cinuçen Tanrıkorur, Hayri Pekşen, Hüsnü Anıl, İnci Çayırlı, Müzeyyen Senar, Niyazi Sayın, Recep Birgit, Sadi Hoşses, Sadun Aksüt, Selahattin Pınar, Şekip Ayhan Özışık, Şükran Ay, Şükrü Tunar, Tarkan, Yıldırım Bekçi Ve Zeki Arif Ataergin.