19.4 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1153

AKP’nin Balans Ayarları ve Direnme Hakkı

CHP’li bazı milletvekilleri baskıya karşı direnme hakkı şartlarının oluştuğunu, bu yasalara karşı halkın sokak sokak direneceğiniifade ettiler.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu konu hakkında şu yorumda bulundu: Yapılmak istenen yargının ele geçirilmesidir. Karşılaştığımız tehlike, cumhuriyet tarihimizde karşılaştığımız en büyük tehlikedir. Yargının, siyasi iktidarın kontrolüne girmesi faşist bir yönetime doğru gidiştir. Bu, ancak faşist yönetimlerde olur. Buna karşı da demokratik direnme hakkı doğar. Çünkü toplumun yapacağı başka bir şey kalmaz. Yargı da siyasi otoritenin yönlendirmesi altına girince, tuz da kokar ve demokratik direnişten başka yol bulamaz. O zaman demokratik toplumsal direniş bir hak olur. Elbette kimseye elinize silah alın ortaya çıkın, demiyoruz. Biz tehlikeye dikkat çekmek istiyoruz.”

Genel Başkan’ının ifadesinden anlaşıldığına göre, CHP’li milletvekillerinin çıkışı ferdi değil, kurumsal olarak CHP’nin tavrıdır. Bu tespit çok önemli. Önce, CHP bu noktaya nasıl geldi ona bakalım.

*********

8 yıllık AKP iktidarı boyunca Türkiye’de dengelerin çok değiştiği aşikâr. Eskiden zaman zaman siyasete ve idareye müdahaleleri olan “zinde güçler” ya sindirildi veya AKP’nin kontrolüne girdi. Seçtiklerinin “muktedir” olmasını engelleyen güçlerden bizar olmuş kitleler, bu güçlerin sindirilmesini “demokrasimizin normalleşmesi” olarak değerlendirmekte ve geleceğe ümitle bakmakta. Bunun yanında her devrin adamı olmayı beceren güçperestler de dağınık bulunan güç odaklarının tek elde toplanmasına destek vermekte.

Demokrasi adına savunulması mümkün olmayan bu müdahaleleri yapan kurumlardan TSK, Ergenekon, Balyoz vd davalar eşliğinde yürütülen psikolojik savaştan büyük yara aldı. TSK artık bırakın günlük siyasete dair görüş açıklamak, rejimle ilgili kaygıların yoğunlaştığı hallerde bile fikir beyan etmiyor. Laik kesimlerin “TSK buna izin vermez” güveni içinde olduğu birçok konuda “olmazlarolduğu halde, TSK sipere yatmış tam bir sessizlik halinde beklemede.

AKP’nin ilk döneminde Cumhurbaşkanı, YÖK gibi özerk kurumlar ve merkez basın muhalefetin sayıca yetersizliğinden kaynaklanan güçsüzlüğünü telafi edecek muhalif tutumlarıyla, bir nevi iktidar gücünü sınırlayan “çek/balans” özneleri durumundaydı. Şimdi bu kurumlar tamamen AKP’nin kontrolünde.

Demokrasilerin diktatörlüğe dönüşmesinin sigortası olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi fiilen kağıt üstünde kalmış, sistemin kendi içinde “çek/balans” yapan kurumlarına, iktidar partisi balans yapmakta.

TSK, merkez medya, işadamları, YÖK vd kurumlar AKP’nin iktidardan düşmesi halinde muhtemelen tavır değişikliğine gidecektir. En büyük mücadelenin sürdüğü Yargı eğer AKP’nin tam kontrolüne geçerse, en kalıcı ve önemli güç kayması yargıda gerçekleşmiş olacak, etkisi AKP iktidardan düşse de devam edecektir.

CHP’nin endişesi rejimin diktatörlüğe dönmekte olduğuna dayanıyor. Bu durumda toplumsal direnme hakkının doğduğunu telaffuz etmeye başladı. Direnme hakkının telaffuzu bile durumu vahim ve son derece kritik olarak nitelendirmemiz için yeterlidir.

**********

Diğer taraftan Ülkücü kesimin saygın ismi Prof. Dr. Ümit Özdağ,  Yeniçağ Gazetesinde “12 Haziran Seçimlerinde Neden MHP Desteklenmelidir?”  başlıklı 3 günlük yazı dizisinde Türk Milliyetçilerinin endişelerini sıralamakta. “AKP yeniden seçilirse” neler olabileceğine dair (bugüne kadar izlenen politikaları değerlendirerek) şu öngörülerini ortaya koyuyor:

1- AKP tekrar seçilirse, Anayasayı değiştirecek. Yeni Anayasadan “Türk milletitanımı çıkarılacak, giriş bölümü çıkarılacak ve ilk 3 madde değiştirilecek veya içeriği boşaltılacak.

2- Genel af çıkarılacak ve A. Öcalan dâhil bütün terör örgütü üyeleri serbest kalacaktır. (Bkz. “Habertürk, 19 Kasım 2010, Fatih Altaylı,” Terörü bitirmek için protokol imzalandı mı?)

3- Halen K. Irak’a eğitim için yolladığı kadrolar Türkiye’ye dönecek ve önce Kürtçe seçmeli ders olacak sonra Kürtçe eğitime geçilecek. (Bkz. Taraf gazetesi 24 Aralık 2010)

4- Öcalan’ın serbest kalması süreci ile PKK’nın “demokratik özerklik” çözüm önerisi görüşülerek bir ara çözümde buluşulacak. Bu çözüm, millî ve üniter devleti parçalayacak yerine bir adem-i merkeziyetçiliğe/eyalet sistemine ve etnikçiliğe dayalı bir Türkiye kuracak.

5- Türkiye başkanlık sistemine doğru ilerleyecek. Erdoğan başkan olacak. Bu değişim parlamenter demokratik kültürü yeni yeni oluşturmaya başlamış olan ülkemizde daha da güçlü bir baskı rejimi oluşturacak.

6- Yargı tamamen AKP’nin güdümüne girecek. Herhangi bir AKP’li ile davası olan bir vatandaşın ne kadar haklı olsa da o davayı kazanma şansı olmayacak.

7- İç ve dış borçlarımız 221 milyar Dolardan, nasıl sekiz senede 508 milyar Dolar’a yükselmiş ise aynı hızla yükselmeye devam edecek. Sıcak para ile finanse ettiği bu borçlar bir süre sonra finanse edilemez hale gelecek ve Türk ekonomisi çökecek. Yeni yatırımların olmadığı bir ortamda işsizlik ağırlaşarak devam edecek.

“AKP’nin sürdürmekte olduğu milli-üniter devletin tasfiyesi ve anti demokratik bir nizamın tesisi süreci hızlanmıştır. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en ağır ve acil sorunun, “Türkiye’nin birliği” sorunu olduğunu görmekteyiz” diyen Özdağ, “ekonomi filozofu diye tanınan” Ege Cansen‘in sözlerini de aktarıyor: “AKP’nin, gerek büyük devletlerin ‘bırakın Kürtler kendi kendini yönetsin’ baskılarıyla, gerek kendi felsefesi sonucunda Türkiye’de bölünme fiilen başlamıştır.” (22 Ocak 2011 Hürriyet)

Eğer “AKP Haziranda tekrar seçilirse” ve Ümit Özdağ‘ın işaret ettiği tehlikeler teker teker icraata geçerse, “direnme hakkının doğduğuna” inananlar sadece CHP’lilerden ibaret kalmayabilir. MHP ve diğer partiler, hatta AKP’ye oy vermiş milliyetçi muhafazakâr kitleler de “direnme hakkını” kullanma mecburiyetini duyabilir.

Nitekim Arslan Bulut, “Türkiye’nin üniter-ulus devlet yapısını değiştirmeye yönelik bütün girişimlere karşı Türklerin de direniş hakkı vardır” diyerek, bu hakkın Anayasadaki kaynağını hatırlatmakta: “Bu hak ve görev Türk Anayasası’nın ‘Başlangıç’  ilkelerinin son cümlesinde ‘Bu Anayasa’nın temel ilkeleri, Türk Milleti tarafından demokrasiye âşık Türk evlâtlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunmuştur!’ diye belirtilmiştir.” (27 Ocak 2011 Yeniçağ)

Endişeliyim. Çünkü direnme hakkının doğduğu şartlar oluşmuşsa durum çok vahimdir. Oluşmamış olsa bile, muhalefetin buna inanması ve telaffuz etmeye başlaması da çok ürkütücü gelişmelerdir.

 

 

Vefalı olmak

Güzel sözler var. “Vefalı dost”, “Vefalı arkadaş”, “Ahde vefa” ve Vefa ile ilgili daha bir çok sözler, yazılar, kitaplar, vefayı anlamak ve anlatabilmek ancak yaşayarak mümkündür. Acaba kaç vefalı dostumuz var? Biz vefalı mıyız? 
Her şeyin sanal olduğu, çıkara dayandığı bir dönemde vefalı dost bulmak çok zor. Gazetecilik ve siyaset ise vefanın hiç geçerli olmadığı meslekler. Ama siz siz olun göreviniz, işiniz ne olursa olsun vefalı olun, vefalı dost bulun.
30 yıldır Kocaeli’de gazetecilik yapıyorum. 1980’li yılların sonunda Kocaeli Gazeteciler Cemiyeti’nin kurucu Genel sekreteri olarak görev yaptım. Aradan neredeyse 30 yıl geçti. Önceki akşam Kocaeli Gazeteciler Cemiyeti’nin 16 Ocak Basın Onur Günü dolayısıyla düzenlediği Vefa gecesine davet edildim. Vali sayın Ercan Topaca’nın ve Kocaeli Gazeteciler cemiyeti başkanı Halit Yılmaz’ın elinden Kocaeli Basını’na hizmet ödülü aldım. Plaketi aldıktan sonra mikrofona gelerek bu gecenin basın Onur Günü gecesi ile birlikte vefa gecesi olduğunun altını çizdim ve bu tür vefa toplantılarının devam etmesini istedim.

Eski Dostlarla Birlikte Olmak

Vefa gecesinde aynı masayı Kocaeli’nin duayen gazetecileri Ruşen Hakkı, Tanju Cılızoğlu, Kenan Yılmaz ve Tanyel Keser gibi Kocaeli basınına ömürlerini vermiş insanlarla paylaştım. Salon tamamen doluydu. Genç, yaşlı, gazeteciler salonu doldurmuşlar, samimi sohbetler yapıyorlardı. Ben ise neredeyse 30 yıllık gazetecilik hayatımı salonda paylaşıyordum. Kocaeli Gazeteciler Cemiyeti’nin kuruluşuna ön ayak olmuş Kazım Ertek ve Ekrem Bütün rahmetle anılırken, Kocaeli basınına ömürlerini vermiş, yaşlı çınarlar alkışlarla bir bir vefa ödülleri alıyorlardı.

Cemiyetin genç ve çalışkan başkanı Halit Yılmaz, Vali ve Büyükşehir belediye Başkanının oturduğu masanın etrafına cemiyetin eski başkanlarını toplamış, birlik ve beraberlik tablosu sergilemişti. Masada Magder başkanı İltifat Necefli’de yerini almıştı. Cemiyetin yönetim kurulu üyeleri genç ve dinamik gazetecilerden oluşmuştu. Yönetim kurulu üyesi Mustafa Arslan, vefa ödülü verilen gazetecilerin yönetim kurulu kararıyla tespit edildiğini söylüyordu.

Bu vefa gecesine Kocaeli gazetesi sahibi Tanzel Ünal, Özgür Kocaeli Gazetesi sahibi İsmet Çiğit ve Bizim Kocaeli gazetesi sahibi Güngör Arslan’ın katılma nezaketi göstermemeleri hem Kocaeli Basını ve hem de gazetelerimiz adına büyük bir vefasızlıktı. Kocaeli bu tür küçük hesaplar yüzünden Türkiye genelinde ki hak ettiği yere gelemiyor. Bana göre her üç gazetenin sahibi büyük ayıp ettiler.

Vali’den Gazetecilik Dersi

Vefa gecesinin en anlamlı konuşmasını bana göre Vali sayın Ercan Topaca yapmıştı. Çok önemli ve anlamlı bir konuşma yapa Vali özetle şunları söyledi: “Önyargısız ve ideolojik saplantıları olmayan, kişisel düşüncelerinden arınmış, objektif ve doğru haber yapan gazeteciler görmek isterim. Ben de Atatürk gibi benzer istişareleri gazetecilerle yaparak kentin gelişmesi için tartışmak, görüş almak isterim. Haberler eğer doğru ise gereğini yapıyoruz. Bu yüzden haberlerin kasıt içermemesi gerekiyor. Haberleri ihbar kabul edip doğru olduğu ortaya çıkarsa gereğini yapıyorum.” açıklamasında bulundu.
30 yıldır vefadan söz edilmeyen Kocaeli gazeteciler Cemiyetinin geç de olsa bu tür vefa geceleri düzenlemesi Kocaeli basını adına sevindirici. Bu vefa gecesine emeği geçen başta cemiyet başkanı sayın Halit Yılmaz ve yönetim kurulu üyelerini kutluyor, bu tür vefa toplantılarının her kurum ve kuruluş tarafından yapılmasını diliyorum.
Cumhuriyetin temelleri Kocaeli’nde atıldı
Kocaeli’nin tarihi ve kültürel değerleri sanayinin gölgesinde kalıyor. Kocaeli, tarihi ve kültürel değerlerinin yeterince kıymetini bilmiyor. Atatürk Türkiye Cumhuriyet’in kuruluşunu, 29 Ekim’den 9 ay önce 16 Ocak 1923’de ilk kez İzmit’te açıkladı. 88. yıl dönümü kutlanan toplantının ilimizde yapıldığını kaç kişi biliyor?
Samsun, 19 Mayıs’ta Atatürk”ün Samsuna çıkmasını, Erzurum ve Sivas tarihi kongrelerin yapılmasını, Afyon ve İzmir düşman işgaline son verilmesini çok iyi değerlendirip Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu yeri kendi illerine mal edip gururlanıyor. Atatürk’ün, kurulacak yeni devletin Cumhuriyet olacağını 29 Ekim’den 9 ay önce ilk kez Kocaeli’nde açıklandığını bu ilde yaşayan bir milyon beş yüz bin kişiden acaba kaç kişi biliyor.
Kocaeli değerlerini bilmiyor!

Türkiye’deki 81 vilayet içinde Kocaeli’nin kültürel, tarihi, turizm, sanayi, bilim, teknoloji ve ticaret alanında apayrı bir yeri ve önemi var. Kocaeli sahip olduğu değerlerin kıymetini bilmediği için Ankara ve İstanbul başta olmak üzere kamuoyunda hak ettiği yeri bir türlü alamıyor. İstanbul’un arka bahçesi, Türkiye’nin külfetini çeken vergi toplanan yer olarak algılanıyor. Kocaeli daha çok çevre kirliliği, yolsuzluk, yangınlar, kaza ve kötü olaylarla gündeme geliyor.

Başta 29 Ekim Cumhuriyetin kuruluş yıl dönümleri olmak üzere, Atatürk’ün İzmit basın toplantısı , Fatih Otağı ve Anibal gibi kültürel değerler ilimizde çok daha farkı kutlanmalı. Kocaeli Valiliği, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere tüm kişi, kurum ve kuruluşlara büyük görev düşüyor.

İlimiz tarihi için çok önemli olay

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 16 Ocak 1923 yılında ilk ve tek basın toplantısını İzmit’te gerçekleştirmesi ilimizin kültür ve basın tarihi açısından çok önemli.

Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen 6 büyük gazetenin başyazarları ile yaptığı 6 saatlik bu ilk basın toplantısı, daha İstanbul işgal altındayken yapıldı ve gelecekteki Cumhuriyet rejiminin de, fikrî temelini oluşturdu.

Kurtuluş Savaşı’nı ve Mustafa Kemal Paşa’yı başından beri kalemleriyle destekleyen, İstanbul’da yayımlanan altı büyük gazetenin baş yazarı da gelişmeler konusunda görüşlerini almak üzere Gazi ile görüşme talebinde bulunmuşlardı.

Toplantıya kimler katıldı

Atatürk gazetecilerle 14 Ocak 1923’te çıktığı yurt gezisi sırasında, İzmit’te görüşecekti. Gazetecileri İzmit’e getirmekle de, Ankara Hükümeti’nin İstanbul’daki temsilcisi Dr. Adnan (Adıvar) Bey’i görevlendirilmişti. Toplantıya katılacak gazete ve gazetecilerde şu isimlerden oluşuyordu.

Tevhid-i Efkâr’ın başyazarı Velit Ebüzziya, Vakit’in başyazarı Ahmet Emin (Yalman), Akşam’ın başyazarı Falih Rıfkı (Atay), İleri’nin başyazarı Suphi Nuri (İleri), İkdam’ın başyazarı Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ve Tanin’in başyazarı İsmail Müştak (Mayakon), Adnan Adıvar’ın başkanlığında, İstanbul’dan toplu olarak İzmit’e doğru yola çıktılar.
Gazeteciler, İzmit halkının ‘Saray’ diye adlandırdığı binanın alt katındaki geniş salonda toplandılar. Burası Sultan II. Mahmud zamanında yapılmış, Sultan Abdülaziz zamanında baştan başa yenilenmiş, zarif bir av köşküydü.

Toplantıda konuşulacakları kaydetmek üzere, TBMM’den 4 görevli de salonda yer almış bulunuyordu.

Gazi’yi görecek olmanın heyecanı içindeki gazeteciler, daha önceden hazırladıkları sorulara bir kez daha göz atarken, Gazi içeri girdi.
Atatürk o sıralarda Annesini kaybetmiş olmanın verdiği üzüntüyü dudaklarındaki tebessümle gizlemeye çalışarak, herkesin tek tek elini sıkıp hatır sordu. Sonra kendisine ayrılan yere oturarak, gazetecilerle konuşmaya başladı.
İlk kez burada açıkladı

Gazeteciler ısrarla kurulacak devletin şeklinin ne olacağı sorularına, Atatürk devletin şeklinin Cumhuriyet olacağını ilk kez bu basın toplantısında açıklarken salondaki gazeteciler işgal altındaki İstanbul’dan gelmenin korku, şaşkınlık ve heyecanını yaşıyorlardı.

16 Ocak 1923 Salı günü soğuk bir kış akşamı , saat 21.30’da başlayan ve gece 03.00’te sona eren tarihi İzmit basın toplantısında Gazi, salonda bulunanlara veda ederken söylediği sözleri Atatürk’ün kendi ağzından yazarken bugünkü anlamını da parantez içinde veriyoruz. Birlikte okuyalım.

 “Atiye [geleceğe] ait politikamız hakkında görüşmek arzusunu izhar buyurmuş idiniz. Bunu uzun uzadıya şimdi görüşmek mümkün değildir. Başka bir zamana bırakalım.”

“Yalnız şunları da ifade edeyim: Sulh olmak ihtimali vardır. Olmamak ihtimalini de nazarı dikkatte tutmaktayız. Tedbirlerimiz vardır. Çünkü canımız çok yandı, çok aldatılmışızdır. Hatta bugün bile aldatılmış bir haldeyiz. Mudanya Mukavelesi’nin ahkâmına [hükümlerine] mugayir [karşıt] hareketler olduğunu görüyoruz.”

“Hiç şüphesiz sulh olduktan sonra, çok çalışmak lüzumuna kâniyiz. Bunun için zayiatımızı [kayıplarımızı] en az bir zamanda telafi edecek esaslı bir program yapmaya mecburuz ..” diye özetleyen Atatürk 16 Ocak 1923 tarihli İzmit basın toplantısında, 9 ay sonra 29 Ekim 1923 tarihinde kurulacak devletin şeklinin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu tüm dünyaya açıklıyordu.

Yağmur Gözlüm

Yokluğunu yapraklara dantel, dantel işledim.
Hazan vakti rüzgarlara boyun büküp, gitti ah!
Sevdiceğim dönüşünü hep baharda düşledim.
Kavuşmamız bir an mıydı? bitti ah!

Duygulandım yağmurlarla bulutlarda ağladım.
Hicran duydum, elem doldum yüreğimi dağladım.
Yağmur gözlüm her muradı saçlarına bağladım.
Mutluluğum bir an mıydı? yetti ah

Ölü Aydınlar coğrafyası

Ülkeleri gelişmişliği ölçeğinde değerlendirmeye kalktığınızda, ele alınacak parametreler, yalnızca ekonomik göstereler değildir.

O ülkenin gelişmişliği, ülkenin kültür varlıkları ile düşünce hayatı ile aydınları ile muhteva bulur.

Bu şekilde gelişen ülkeler ve milletler, tarih boyunca varlıklarını, çok daha uzun sürdürmüşlerdir.

Gelin görün ki, benim ülkem, düşün hayatını cezalandıran, düşünen insanları kodese atan, daha fazla düşünürse de öldürten sistemin hayat bulduğu bir ülke haline geldi.

12 Eylül Darbesi’ni meşru gösterecek mazeretleri üretmek üzere yola çıkan, bu karanlık olduğu söylenen ama artık hepimizce malum odaklar, halen faaliyetlerini sürdürmekte kararlılar.

12 Eylül öncesi hayatlarına son verilen, sağdan olsun, soldan olsun tüm aydınların  failleri, hep aynı merkez odaklıydı.

Peki, 12 Eylül sonrası katledilen aydın, gazeteci, bilim adamlarını katledenler, farklı mı?

Hayır! Onların failleri de aynı merkez odaklı.

Hablemitoğlu, da, Mumcu da, Gaffar Okan da aynı odakların katlettiği, bu ülkenin yetiştirdiği değerler.

Bugün, Uğur Mumcu‘nun katledildiği günün yıldönümü.  

18 yıl evvel bugün katledilen Uğur Mumcu’nun katilleri hala bulunamadı.

10 yıl evvel aynı gün şehit edilen Gaffar Okan’ın katilleri bulunabildi mi peki?

Prof. Necip Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002 de katledilmişti.

Onun katilleri bulunabildi mi?

Benim inancım şu ki;  bu katiller bulunmadıktan sonra, bu katillere tetiği çektiren güce ulaşamadıktan sonra, kişi başına milli gelir 40 bin Dolar da olsa, bu ülkenin gelişmiş ülke olduğundan bahsetmek imkânsız.

Bırakın gelişmiş ülke olmayı, ülkem, yukarıda söz ettiğim gibi ‘Ölü Aydınlar Coğrafyası’ na dâhil bir memleket olmaktan öteye geçemez.

Uğur Mumcu’yu da, Gaffar Okan’ı da rahmetle anıyorum.

Cennet olsun mekânları.

Bu arada bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum.

Uğur Mumcu’yu anmaktan, birileri adeta imtina diyor farkında mısınız?

“Kim bu” birileri derseniz, demokrasiden, özgürlükten, barıştan en çok bahsedenler bunlar.

Bizler biliriz bunların asla demokrat olmadığını.

Bizler biliriz bunların asla özgürlükten yana olmadığını.

Bizler biliriz bunların aslında ‘Faşist Diktatorya’ heveslileri olduğunu.

Uğur Mumcu’nun ‘Kemalist’ bir vatanperver olmasıdır onları rahatsız eden.

Bu ‘Faşist Diktatoya’ heveslileri, sahte demokratlar, Hırant Dink’in ardından ağıt yakabiliyorlarsa, uğruna ‘Ermeni’ olabilirlarsa eğer, bu ağıtlarını Uğur Mumcu’dan esirgemeleri neden?

Bir sözüm de, Uğur Mumcu için yana yakıla demokrasi nutukları atan sol entel güruha?

Aynı şekilde katledilen Necip Hablemitoğlu, vatan hainimidir ki adını ağzınıza bir kere olsun almadınız?

Bu bağnazlık, sizi o birileri ile aynılaştırıyor, farkında mısınız?

 

Eğitim bilimleri uzmanı ve yazar Prof. Dr. Ali Osman ÖZCAN Huzur Arayanların İlgilendiği Konularla İlgili Sorularımızı Cevaplandırdı

Davranış bozukluklarından psikolojik savaşa, kişisel gelişimden depresyona, alkol bağımlılığından inanç gücüne, ihmal edilen iç dünyamızdan strese kadar…
Oğuz Çetinoğlu: Davranış bozukluklarını; sebepleri, tezâhürleri ve sonuçları itibariyle tahlil eder misiniz?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Davranış bozukluğu terimi, davranışın tanımının belirlenmesinden geçer. Bozukluk sözcüğü, herhangi bir işlevdeki aksamayı ifade eder. Davranış bozukluğu, davranışın çeşitli boyutlarındaki işlevlerin bozulması olarak tanımlanabilir. Psikiyatri ve Hukuk alanı, davranış bozukluklarının neler olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Oysa bunların dışında, günlük hayatta pek çok davranış bozukluğu da söz konusudur. Davranış bozukluğu; doğuştan ve sonradan ortaya çıkan sebeplerden ileri gelmektedir.
Günlük hayatta ayıp sayılan davranışlar bile insanlar tarafından davranış bozukluğu olarak nitelendirilebilmektedir. İyileşebilir, iyileştirilebilir, iyileştirilebilecek veya iyileştirilemeyecek davranış bozukluklarından da söz edilebilmektedir.
İnsan birisine özgürce söz verebilir. Ancak çocukların, kölelerin, marabaların ve akıl hastalarının söz vermeleri hukuk açısından geçerli sayılmaz. Aynı şekilde din alanında bile, çocuklar ve akıl sağlığı bozuk olanlar, cezadan masun kılınmışlardır. Ancak toplumla ilgili davranış bozuklukları diyebileceğimiz hukuk, din, ahlak ve gelenek-görenek, örf-âdet ve töre alanında değer sistemlerinin yozlaşmasıyla davranış bozukluklarında bir artış olduğu da iddia edilmektedir. Bu açıdan, davranış bozuklukları deyimini kullanırken dikkatli olmalıdır; bir işlev bozukluğunu genelleştirerek bütün toplumu suçlamak, ayıplamak doğru değildir.
Çetinoğlu: İnsanın mutlak anlamda en sâdık olduğu kişi yalnızca ve ancak kendisidir. Buna rağmen insan, kendisine de sâdık kalamayabiliyor. İnsanı, kendisine bile ihânet ettiren etkenler nelerdir?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Sorduğunuz soru, gerçekten çok önemli bir noktaya temas etmektedir. İnsanın kendi kendine sadık kalamaması, kendi kendine sözünü geçirememesi olgusu, günlük hayattaki çelişkilerden kaynaklanmaktadır. İnsanın kendi kendine kendi sözünü dinletebilmesine, kendi kendini aldatmamasına, kendi kendine, kendi yalanlarına kandırmamasına ‘özerklik’ diyoruz. Günümüz insanı, hürriyet şarkıları söylerken maalesef özerkliğini kaybetmiştir. Bu konuda eğitim sisteminin de hatalarından söz edilebilir. Geçmişin ‘Sözüm senettir’ sözü yerine; şimdilerde ‘İmzamın olduğu belgeden sorumluyum.’ anlayışı geçmiştir. Böyle bir durum insanın ikiyüzlü, riyakâr ve yalancı olmasına yol açmaktadır ki, yalancılık da bir tür davranış bozukluğu olarak tanımlanabilir. Daha önce ‘kişi’ olarak tanımlanan insanlar, artık kamuoyunda ‘birey’ kelimesiyle tanımlanmaktadırlar. ‘Kişi’ kelimesi, başkalarına ve bütün diğer canlı ve cansızlara karşı sorumlu bir varlığı ifade ederken ‘birey’ kelimesi; bitkiler, hayvanlar ve insanlar için de kullanılan bir içerik kazanmıştır.
Çetinoğlu: Günümüz insanı; kendisini girdaplara atıp savuran bir psikolojik savaşın hedefidir. Bu savaşta galip gelmek isteyenler hangi donanıma muhtaçtır?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Sorunuz beni şaşırtmadı diyemem. Evet, günümüz insanı üzerinde bir psikolojik savaş söz konusudur. Hayatın her alanında, özellikle eğitimde, çevreye uyum sağlamış insan yetiştirme esas alınmaktadır. Mafya, örgütlü suçlar, uyuşturucu kaçakçılığı, kadın ticareti vb. ortamlarda bulunan kişiler de ortamlarına, çevrelerine uyum sağlamışlardır. Bunlara eğitimli insan veya örnek insan denilebilir mi? Bu açıdan belli bazı moda düşüncelere tutunarak var olma savaşı sürdüren insanlar, bu savaşta yenilmeye mahkûmdurlar. Milletimizin bu durumda yapması gereken tek şey, zihinleri uyuşturucu ideolojik düşünceler yerine, geçmişteki büyüklerin sözlerini gerçekleştirmeye, onların değerlerini evrenselleştirmeye çalışmalarıdır. ‘Barış içinde olmak için savaşa hazırlıklı olmak gerekir.’ diyen Koca Ragıp Paşa, psikolojik savaş için güçlü olma gereğini ve gerçeğini de dile getirmiştir.
Çetinoğlu: ‘Kişisel Gelişim’ adı altındaki yayınlar bunalımlara açık insanlara yararlı olabiliyor mu?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Öncelikle ‘Kişisel gelişim’ sözcüğü, çok anlamlı bir sözcüktür. 1970’li yılarda Amerikan şirketlerinin Avrupa Birliği ve Japon şirketleriyle ekonomik rekabette üstün gelebilmek için yönetici yetiştirme programlarında kullandıkları bir deyim olan ‘Kişisel Gelişim’ deyimi ‘psikoloji midir, ahlak bilimi midir, din midir?’ belli değildir. Ancak ‘Kişisel gelişim’ deyince, herkes olumlu bir şey olacağını düşünüp kendini kâmil insan, bilge insan, olgun insan olarak nitelendirebilmek amacıyla ruhunu zenginleştirici hayatın zorluklarıyla başa çıkıcı bir alana girdiğini veya gireceğini zannetmektedir.
Oysa işin aslı şudur: Batı kültürü Dış dünyaya açık, dış dünyayı yağmalayıcı talan edici bir kültürdür. Doğu kültürü adı altında sunulan Japon, Çin ve Hint kültürleri ise insanın iç dünyasına giden onu manevi olarak geliştirici bir din ve ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Hatta Yoga, Transdantal, Meditasyon vb. dernekler ve kitaplarla insanımızı yanlış yöne itmektedirler. Mesela ‘Yoga’ kelimesi, evrenle bütünleşme anlamına gelmektedir. Yani tanrısız bir evrenle bütünleşme vurgulanmakta, Allah’a yakınlık, Allah’ın kulu olma vb. gerçeklikler yok sayılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında bunalımlı insanlarımız doğruyu kendi kültürlerinde arayacak yerde başka kültürlerin acentelerinin müşterisi olmaktadırlar.
Bu yolla 1960’dan bu yana sekiz milyon kişi Budist inanç sistemine girmiştir. Aynı şekilde ‘Duygu ile ilgili zekâ’ adı altında Budizm’in dünya görüşü ülkemizde yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bunalımlı insanlarımız çâreyi başka yerlerde arayacaklarına, kendi iç dünyalarında kendi kültürlerinin içeriklerini araştırmalıdırlar. Hz. Mevlana ‘Biz mutsuzluğumuzu boynumuzda taşırız. O da huylarımızdır.’ derken ne kadar haklıdır. Bunalımlı insanlarımız bunalımlarını ve bundan çıkış yollarını huylarında aramalı ve huylarını değiştirmelidirler. Dolayısıyla mutluluk şahsî ahlaktan geçmekle birlikte, şahsî ahlakta düzeltme yapmaktan de geçmektedir. Mutluluk, başka bir yerde aranmamalıdır.
Çetinoğlu: Depresyon, melankoli, alkol veya uyuşturucu bağımlılığı ve intihar… gibi davranış bozukluklarının artışı neye bağlanabilir, panzehiri nerede aranmalıdır? Kendini korunmasız hissetmek, inanç yetersizliği, sığınabileceği bir güce sahip olmamak gibi etkenler söz konusu mudur?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Söylediğiniz bütün bu davranışlar, insana yabancı olgular değildirler. İnsanlık tarihinde bunların örnekleri vardır. Hayatın muhallebi çocuğu, çıtkırıldım ve hayat korkakları yetiştiren bir eğitim sistemi ve bütün bu davranışları tetikleyen ahlakî değerlerdeki yozlaşmalar, bu tür olguların büyüyüp artacağı ortamları oluşturur. ‘Sefillerin şerefi olmaz.’ diye bir söz vardır. Karşılaşılan hayat zorluklarına tepki olarak ortaya çıkan depresyon, melankoli, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ile intihar davranışlarını sadece ekonomik olarak açıklamak problemi çözücü değildir. Küreselleşen bir dünyada alkol, uyuşturucu bağımlılığı bir ticaret alanı halindedir. Alkol kullanmak medenî bir davranış, kokain kullanmak zenginlik gösterisi bir davranış olarak sunulursa elbette bunları kullanan gençler bulunacaktır.
Depresyon, melankoli ve intihar olgularına gelince, burada bir irade zayıflığından söz edilebilir. Yaşama cesareti, yaşama, iradesi, kendi yaşama sorumluluğunu üstlenememe vb. gibi durumlarda bütün bu davranış bozuklukları görülebilir. Bütün bunlara karşı ‘karakter’ dediğimiz ahlak alanıyla ilgili biçimlenmiş bir iradenin olması, bu tür olayları azaltıcı bir rol oynar.
Çetinoğlu: İnanç yetersizliği söz konusu mu?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Muhterem Oğuz Ağabeyim, kendini korunmasız hissetmekle inanç yetersizliği arasındaki ilişki; insanın var oluşunun temel nitelikleri olarak karşımıza çıkar. Günümüz cemiyetlerinde insanların bireyleşmesi olgusu, insanı güvensizlik duyguları içine itmiştir. Sadece bu dünyada yaşamıyoruz. İnsanoğlu öldükten sonraki hayatını da merak etmektedir. İnançların farklı ideolojiler tarafından gözden düşürülmesi, insanın güven duygusunu da tehlikeye atmaktadır. İnsanlar, sığınabilecekleri bir güce boyun eğmeye her zaman hazır olmuşlardır. Karmaşık sosyal yapı kavramının içeriğinde, güven duygusunun zedelenmiş olabileceği biçiminde bir içerik de söz konusudur. Rekabet toplumu kavramında da birbirine rakip insanlardan oluşan gizli bir içerik vardır. Rakip, dostça olan düşman demektir. ‘İnsanlar, rakipleriyle nasıl işbirliği, yardımlaşma ve dayanışma duyguları içinde ortak hareket edebilirler?’ sorusunu sorduğumuzda alacağımız cevap, pek olumlu olmayacaktır. Toplumla ilgili kurumlar ve şirketler, insanlara güven duygusu vermezler. Dolayısıyla günümüz insanı, kendini korunmasız dayanaksız ve ümitsiz hissetmesinde mantıklı davranmaktadır.
Ayrıca inançlarına yapılan saldırılar karşısında da şaşırıp kalmakta, ayaklarının altındaki inanç temeli sarsıldığı için ‘hayattan hep şikâyet eden’ biri olmaktadır.
Çetinoğlu: İnsanlar genel olarak her durumda, itiraz etme ve/veya karşı fikir üretme eğiliminde. Bu tür davranışlar, insanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyebiliyor. Sebepleri ve bu tür davranışlar karşısında takınılabilecek tavır hakkında neler söylersiniz?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Her insan, evrende kendi bildiklerinin doğru olduğu inancındadır. Kendini beğenmeyen, kendine gülebilen insan tipi çok azdır. Ancak düşünce özgürlüğü ve diyalektik adına, herkesin herkese itiraz ettiği; ‘Ben biliyorum’ diyene ‘Ben senden daha çok biliyorum’ diye ortaya çıktığı iletişim-etkileşim durumları, eskisine oranla günümüzde daha çok artmıştır. Sohbet, hasbıhal etme, yarenlik etme, muhasebe ve müzâkere etme gibi vb. davranış türleri tartışma adı altında sunulmaktadır. Tartışma, tartmak fiiliyle ilişkilidir. Terazide iki kefe vardır. Kefeler arası bir kavga söz konusu gibidir. Herkes diğerinden daha ağır olduğunu ispatlama peşinde olup karşısındakine saygı göstermemektedir.
Saygı sözcüğü, sevgi ve hayranlık duyguları bileşimi olan, sevgi ve hayranlık duygularının içeriklerinin yer aldığı bir kavramdır. Bu açıdan tartışanlar karşılarındakine sevgi ve hayranlık duygularıyla değil, hasım, düşman, rakip, öç alınacak ve haset edilecek kişiler olarak yaklaşmaktadırlar. Dolayısıyla bütün bu davranışlarda şahsî ve ahlakî hayatlarındaki bozukluklar, her yerde karşımıza çıkmaktadır. Saygı sözcüğünün sadece adı kalmakta, saygısızlıklar fikir özgürlüğü adı altında gizlenmektedir.
Çetinoğlu: Aydın kesimin mutlaka muhalif bir damardan beslenmesi gerekiyor mu?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan:
Aydın’ kelimesi, çok anlamlı bir kelimedir. ‘Günaydın, tünaydın…’ diyenler, kelimeye ahlakî bir anlam yükleyerek karşılarındakine bir mesaj verme eğilimindedirler. ‘Aydınımız kendi bilgi kaynaklarını reddedip, sadece kendi dışındaki bir kaynağın damarlarından beslenmeye kalktığı gün, kendi yozlaşmasının temellerini de atmıştır.’ diyebiliriz. Kendi kültürünün beslendiği kaynakları kesip kurutarak başka kültürlerin sütleriyle beslendiğinde, geleceğini de başkalarına emânet ettiğinin bilincine, İstiklal Savaşı yapma durumunda kaldığında varmış iken, maalesef daha sonra tekrar geçmişi unutup kötü alışkanlığını sürdürmeye devam etmiştir. ‘Elden gelen öğün olmaz; o da vaktinde bulunmaz.’ diye bir atasözümüz vardır. Türk aydını, bilgini, bilgici, bilgesi muhalif değil; ama dünyanın her tarafından haberdar olmayı, bilgi toplamayı kendine şiar edinmelidir. Her tür bilgiyi, beceriyi, ustalığı, tekniği, dili vb. bilen insanlara, ehil kişilere ihtiyacımız vardır.
Çetinoğlu: İnsanlar, dışa ilgileri sebebiyle kendi içlerini ihmal ediyorlar. Dışa bakışlarda ise daha çok olumsuzluklarla ilgileniliyor. İnsanların kendi iç dünyası ile ilgilenmeleri sonucundaki kazanımlarını anlatır mısınız?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Görüşmemizin önceki bölümündü söylediğim gibi; batı kültürünün ilgisi dışa yönelik, doğu kültürü ise içe yöneliktir. Türk kültürünün ise insanın iç ve dış dünya dengesini kuran bir kültür olduğu maalesef görmezden gelinmekte veya unutturulmak istenmektedir. Bunun için ata sözlerimiz ve deyimlerimize bakmak yeter. Bütün psikoloji, antropoloji, felsefe ve ilahiyat hatta hukuk alanlarında batı ve doğu kültüründen ileride olduğumuz görülebilir.
Çetinoğlu: Stressiz hayat söz konusu değil. Stresi disiplin altına alarak ve/veya yöneterek, oluşabilecek olumsuzlukları en aza indirmek mümkün. Modern çağın gereği olarak ilköğretimden üniversiteye kadar okullarımızda stres yönetimi konusunda eğitim verilmesi ile ilgili görüşlerinizi açıklar mısınız?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Günümüzün moda kavramlarından birisi de ‘stres’ kavramıdır. Kelime, 1970’li yıllarda Amerika Birleşim Devletleri’nde CEO7 yetiştirme programlarında karşımıza çıkmaktadır. Kelime; gerginlik, huzursuzluk, sıkıntı, bunalım, çöküntü vb. pek çok anlamı içinde barındırmaktadır. Hepimiz günlük hayatta gerginlik-gevşeme, huzur-huzursuzluk, güven-güvensizlik boyutlarında duygulu durumlar içinde oluruz. Ancak bunları abartmak yanlıştır. O zaman Hz. Âdem’den bu yana stressiz bir insan tasavvur etmek mümkün değildir. Stresin insana özgü bir durum olduğu kabul edilirse stresle başa çıkmak daha kolaydır.
Ancak herkes kendini peygamber, evliya, örnek insan vb. biçimde algılar, düşünür, hisseder ise kusur, kabahat, suç ve cürümlerini inkâr ederek kendini aldatır ise başına gelenlerin sorumluluğunu kendi dışındaki etkenlere atfedecek, onları suçlandıracaktır. Bunun için hayatı iyimser gözlerle görmek gerekmektedir. İnsan, zıt duygular bütünlüğünü kendi içinde taşımaktadır. Olumsuz duygular yerine olumlu ve iyileştirici duygu ile ilgili güçlerini harekete geçirici tampon mekanizmalar ürettiğinde, hayat zorluklarıyla daha kolay baş edebilir.
Çetinoğlu: Nişanlısı ile konuştuğu gerekçesiyle kız arkadaşını bıçaklayan bayan, erkek arkadaşı var diye kızını öldüren baba, ‘Küfür etme yavrum’ diyen öğretmenini bıçakla yaralayan ilköğretim öğrencisi… Bunları, münferit olaylar olarak kabul etsek bile, günden güne arttığını görmezlikten gelemeyiz. Bu olayları mâneviyat boşluğunun sonucu olarak kabul edebilir miyiz? Değilse çözüm nerede aranmalı?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: İnsan davranışlarına kurallar koyan hukuk, din, ahlak, gelenek, görenek, örf, âdet, teamül ve moda gibi hayat alanları vardır. Söylediğiniz örnekler, münferit ve örf, âdet ve teamül gibi alanlardaki kuralların çiğnendiği inancıyla ortaya çıkmakta ve hukuk tarafından cezalandırılan davranışlar olmaktadır. Bu tür olguları ‘töre’ olarak tanımlamak yanlıştır. Hemen her kültürde bu tür olaylar karşımıza çıkmaktadır. Ancak medyada bu tür münferit olaylar sık sık yer aldıkça, bu tür davranışları taklit edecek insanlara, 70 milyonda bir de olsa rastlanabilir. Burada, bu tür olayları haber diye topluma sunmayı, medyanın toplum ile ilgili sorumluluğunu kötüye kullanması olarak yorumlamak mümkündür. Şahıslarla ilgili vakalar milletin geneline teşmil edilir ise burada bir sorumsuzluk örneğinden söz edilebilir. Çünkü evrende taklit eden, taklidi en çok yapan canlı insanoğludur.
Çetinoğlu: ‘Ahlak’ kelimesini kullandınız. Ayrı bir röportajın konusu olacak kadar geniş kapsamlı bir kavram. Davranış bozukluklarının bir kısmı ahlak kurallarına aykırılıktan kaynaklandığına göre, ahlak kavramının efradını câmi, ağyarını mâni târifini yapar mısınız?

Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Günümüzde ‘ahlak’ kelimesinin karşılığı olarak ‘etik’ ve ‘moral’ kelimeleri kullanılmaktadır. Bu iki kelime, ahlak kelimesinin içeriğini hiçbir zaman kapsayan sözcükler değildir. Etik, ahlakın felsefi yorumudur. Bu açıdan bakıldığında ne kadar felsefi görüş var ise o kadar ahlakın felsefi yorumu da olacaktır. Moral kelimesi ise; ‘kuvve-i maneviye’ olarak tanımlanmıştır. Bazıları ‘moral’ kelimesinin karşılığı olarak ‘ahlak’ sözcüğünü kullanmaktadırlar. Bu kullanım yanlıştır. ‘Moralim bozuk.’ deriz. Fakat ‘Ahlakım bozuk.’ diyemeyiz. Fakat manevî güçler (kuvve-i maneviye) deyince, içimizde bu güçlerin iyileştirici ve kötüleştirici boyutlarına vurgu yaparız. ‘Moralim bozuk.’ demek, içimdeki kötüleştirici güçler etkindir anlamındadır. Karşımızdakine bir tür mesaj niteliği taşır. ‘Moralim yerinde’ deyince, içimizdeki iyileştirici güçlerin etkin olduğunu söylemek isteriz. Ancak burada dikkat edilmesi gereken, milletimiz için önem taşıyan bir nokta vardır. Ahlakı bilme bilgisi ile ahlaklı davranma arasında fark vardır. Ahlak alanını bilme bilgisi, ahlaklı davranmaya yol açmayabilir.

Kişi ahlak hakkında kitaplar yazabilir, konferanslar verebilir; fakat ahlaklı davranmayabilir. Toplumun ahlak değerlerini bilme bilgisi, bu değerlere uymanın garantisi değildir. Bu açıdan öğretim kurumlarımızda ahlakı bilme bilgisini öğretmek yerine, ahlakî davranış örneklerinin sergilendiği ortamlara önem verilmelidir. Kitaplardaki ölü ahlak bilgileri değil, güzel örneklerin canlılık kazandığı ortamlar önemli olduğundan öğretim kurumları ve kitle iletişim araçlarında ahlak değerlerinin yaşandığı güzel örnekler verilmesi sorumluluğu herkesi kapsayıcıdır.
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU.

 

 

 

 

 

 

Oymak, Aşiret ve Cemaatler

Üniversite mezuniyet tezimi, merhum hocam Prof. Dr. Tayyip Gökbilgin; Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden bir kısım belgeler üzerinden yapmamı istemişti. Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğü Cağaloğlu’nda Vilayet bahçesi içindeydi. Osmanlıca Arşiv Belgeleri’ni okumakta kendisinden çok büyük yardım gördüğüm, merhum Cevdet Türkay; büyük tasnif salonu girişinin sağında, camekanla bölünmüş kısımda çalışır; tasnif çalışmalarını oradan yürütür, belge kontrollerini orada yapardı. Kendisi tam bir İstanbul efendisiydi. İnsana emniyet ve güven veren mümtaz / seçkin bir insandı. Temiz ve mütebessim çehreli, çok hoş ve çok nazik biriydi.

Önüne getirilen belgeleri titizlikle gözden geçirirdi. İnci gibi yazdığı Osmanlıcanın rik’a denen el yazısıyla, -her karşılaştığımda- defterine özel notlar aldığını görürdüm. Kaydettiği notların neyle ilgili olduğunu ve bunları niçin topladığını; ancak, birkaç sene sonra  -1979’da-  neşrettiği dev eseri görünce anladım. Hazırladığı çok değerli bu dev eser; Türkiye’nin en hayati bir konusuna ışık tutar mahiyetteydi. Nitekim, ehemmiyetine binaen 2005’te yeniden yayınlandı.

İşte, bu eser Türk Tarihi’ne ışık tutmakta ve tamamen arşiv vesika ve belgelerine dayanmaktadır. Sn. Prof. Dr. Atilla Çetin’in de belirttiği gibi, 15 yılık bir çalışmanın sonucu olup, yaklaşık 1000 sayfa kadardır. Mühimme, Ahkam, Şikayet ve Tapu defterlerinin titizce taranmasından, ayrıca on binlerce belgeden yararlanılarak hazırlanmıştır. Böyle muazzam bir kitabı; niçin ve neden yazdığı ise, bizzat merhum üstad Sn. Cevdet Türkay’ın yapıtından yaptığım alıntılarda görülecektir:

Bu eser, Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğünde  “Arşiv Ayırma Kurulu”ndaki çalışmalarım sırasında, çeşitli belgelerin ve defterlerin titizlikle araştırılması ve incelenmesi sonucunda meydana gelmiştir. (Başbakanlık Arşivi Belgelerine göre OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA OYMAK, AŞİRET VE CEMAATLER, Cevdet Türkay, İstanbul 1979, s.7)

Tam on beş yıldan beri büyük bir çaba ve titizlikle araştırıp incelediğimiz  “Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatler” konusu(ndadır).

Şimdiye dek Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğündeki çeşitli belgelerden ve defterlerden derleyip toplayabildiğimiz Oymak, Aşiret ve Cemaatlerin toplamı, yedi bini aşmış bulunmaktadır. (a.g.e. s.9)

Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan ve yüzyıllar boyunca süregelen imparatorluk içinde Türk Soyunun oymakları, aşiretleri ve cemaatleri değişik bölgelere yayılmışlardır.

Eserde yer alan topluluklar çok dağınıktır. Bunların çoğu Yörük, konar-göçer olduğundan, Anadolu’nun ve Rumeli’nin her yönüne dağılmışlar ve bazıları göçüp kondukları yerlere adlarını vermişlerdir. Birkaç örnek verelim.

Mersin, Teke (Antalya), Hamideli (İsparta) ve Denizli illerimizin adı, bu adları taşıyan Türk aşiretlerinden gelmektedir. Bazen de, oymak, aşiret veya cemaat, yerleştiği yerin ya da başlarındaki kişilerin adlarını almıştır. Alaeddinli, Dağdibi oymakları; Aydınlı, Menteşeli, Saruhanlı aşiretleri ve Çataltepe, Sarıkavak, Kuyucak, Akkocalı, Bozhüseyinli cemaatleri gibi.

Belgelerde dikkatimi çeken bir nokta da, Türkman Ekradı ve Ekrad Türkmanı deyimlerinin geçmiş olmasıdır. (Hüccet-i Zahriyye, D.BŞM-1144 ve Mühimme Defteri No. 124, sayfa, 51). Kanaatimize göre, buradaki Türkman ve Ekrad deyimleri aynı anlamda kullanılmaktadır. Yani, Türkman da, Ekrad da Oğuz Türkleri demek oluyor. Oğuz Türklerine “TÜRKMEN” adı verildiği tarihen sabittir. “Kürd” kelimesi de, Türkçe olup, kar yığını demek olan, “Çığ” anlamına gelir. (a.g.e. s.7)

Bazı belgelerde ve defterlerde, Türkman Ekradı deyimi geçiyor. Bunun bugünkü konuşma dilimizde anlamı, Türkmen Kürdleridir. 124 numaralı Mühimme defterinin 51. sahifesinde, Payas Kadısına ve Haleb Mütesellimine yazılan bir hükümde de, “Payas’ta sakin Ekrad Türkmanından…” denilmektedir. Yani bazan Türkman Ekradı, bazan da Ekrad Türkmanı deyimleri geçiyor.

Sonuç olarak, bütün bu toplulukların Türk asıllı olduklarını kabul etmek doğru olur. Öte yandan; Kürd, Kürdi, Kürdlü, Kürdiler, Kürdler nam-ı diğer Murtana, Kürd Mahmudlu, Kürdikanlı, Kürd Mehmedli, Kürd Mihmatlı, Kürdcü, Karacakürd, Karakürd, Karaca Kürdlü, Karakürdlü, Küçük Kürd Mihmatlı gibi çeşitli adlar altında, belge ve defterlerde oymak, aşiret ve cemaatler geçiyor. Yukarıda sıraladığımız oymak, aşiret ve cemaatlerin bağlı olduğu topluluklar için, Türkman Ekradı, Konar-Göçer Türkmanı, Türkman taifesi denilmektedir. (a. g.e. s.15)

Eserimizin incelenmesinde de görüleceği üzere; Kürd, Kürdi, Kürdler nam-ı diğer Murtana aşireti veya cemaati, Çankırı, Adana, Teke (Antalya) ve İçel bölgelerinde yerleşmiş olup, Yörük ve Türkmen Kürdlerindendir. Yine, İçel ve Maraş bölgelerinde yerleşen Kürdcü cemaati de, Türkmen taifesindendir. Karacakürd, Karakürd adlarıyla geçen cemaat da, Kayseri, Sivas, Nevşehir, Adana ve Saruhan (Manisa) bölgelerinde yerleşmiş olup, Konar-Göçer Bozulus Türkmenlerindendir. Yani, adı Kürd ve Kürmanc olan aşiret veya cemaat bile Türkmendir. ( a.g.e. s.15 -16 )

Zaten bu çalışmalarımızın amacı, Anadolu’daki aşiret ve cemaatlerin Türk asıllı oldukları-

nı belgelere dayanarak ispatlamaktır. ( a.g.e. s.16 )

Bu geniş ve engin konu üzerinde 15 yıldır yaptığımız çalışmalar, bizi şuna inandırdı ki, özellikle Anadolu’ya ve oradan Rumeli’ye yayılarak yerleşmiş olan Oymak, Aşiret ve Cemaatlerin Türk olduğundan, Türk aslından geldiğinden kuşku yoktur.

Adları, Kürd, Kürdler, Karakürd, Karacakürd, Kürmanç olan oymak, aşiret ve cemaatler bile TÜRKMEN’dir. Yani Oğuz Türklerindendir. Acı olan, bunların bir kısmının benliklerini, daha doğrusu Türklüklerini unutarak veya unutturularak, kendilerini Türk’den ayrı bir soy imiş gibi göstermeleridir.

Bu uzun araştırmamız göstermiştir ki, Anadolu, taşıyla, toprağıyla her şeyi ile Türk’tür. Türk kalacaktır.

İşte biz bu naçiz eserimizi, tarihi belgelere ve gerçeklere dayanarak, Türk Oymak, Aşiret ve Cemaatlerini toplamak suretiyle Türklüklerini unutanlara veya unutturulanlara, halis Türk soyundan olduklarını anlatmak ve belgelerle ispat etmek için yazdık. ( a.g.e. s.18 )

  

 

Ekonomik Tablo

0

Ülkenin içinde bulunduğu durum vahimdir. Mevcut iktisadi sıkıntılara küresel krizin tetiklediği ağır koşullar ile kurumlar arası kavgadan kaynaklanan siyasi gerilim da eklenince; büyüme ve yatırımlar durmuş, üretim-istihdam ve ihracat daralmış, iç ve dış borç yükü artmış, bütçe boşalmış, cari işlemler ve dış ticaret açıkları ödemeler dengesini bozmuş, birçok küçük-orta ve büyük ölçekli milli işletme batmış, tarım ve hayvancılıkta kendi kendine yeterli olan ülkemiz et ve buğday ithaline başlamış, sıcak para cenneti haline gelen vatanımız ciddi ve büyük ölçekli riskleri içinde barındırır hale gelmiş, ithal ikameye bel bağlayarak başta yanlış yapan yerli sermayenin bir kısmı sıkışınca üretimi bırakarak ranta yönelmiş veya yurt dışına kaçmış, karlı işletmelerimiz yabancılar tarafından çok ucuza satın alınmış ve zaten tam olgunlaşamayan milli sermaye el değiştirerek emperyalist güçlerin eline geçmeye başlamıştır. Türk Milleti dünyanın en güzel ve verimli coğrafyasında zor olana, yani terör ve sefalete mahkûm edilmiştir.

Üretim ve istihdam için değil, sadece risksiz yüksek faiz kazancı için Türkiye’ye gelen ve GSMH’yı spekülatif olarak artıran sıcak para sadece yabancıları zengin etmiş, ülkemizden ciddi kaynakların yurt dışına çıkmasına neden olmuş, çekilmesi halinde meydana gelecek sıkıntılar nedeniyle ekonomiyi riskli hale getirmiş ve Türk Halkını fakirleştirmiştir. Hükümet tercihini rantiyecilerden yana kullanmış, dar ve sabit gelirli vatandaşlarımız ise kaderine terk edilmiştir.

Enflasyon düşürülürken halkın satın alma gücü yükseltilmemiş, temel ihtiyaç maddelerin fiyatları sürekli artmış, dolayısıyla insanların satın alma gücü her geçen gün düşmüştür. Uygulanan düşük kur-yüksek faiz politikası TL’nın değerlenmesine, kurların düşük kalmasına ve ithalatın patlamasına neden olmuş, ihracatın ise katma değeri düşmüş ve cari açık kritik eşiği aşmıştır.

AKP İktidarı döneminde; cebimizdeki 50 TL altı sıfır atılıp YTL’ye geçişte 100 TL olmuş, tekrar TL’ye geçilirken de 200 TL yapılmış, yani paramız iki sefer devalüasyona uğrayarak alım gücümüz 4 misli azalmıştır. Zaten elektrik-su-doğal gaz-yakıt dahil her şey 4 misli artmıştır. Ancak halk kandırılmış, enflasyon pinpon topu gibi temel ihtiyaç maddesi olmayan kalemlerle az gösterilmiş ve ücretler çok düşük oranlarda artırılmıştır.

Milli gelir ise rakamlarla oynanarak bir gecede yükseltilmiş ve ekonomi iyiye gidiyor diye vergiler artırılmıştır. Artı vergi kazanandan alınmamış, KDV ve Özel Tüketim gibi dolaylı vergilerle halkın sırtına yüklenmiştir. Halk dünyanın en yüksek oranlarından vergi veren ve en pahalı yakıtını kullanan bir hale getirilmiştir.

Sadece hükümetin yol verdiği yandaş kesim birden zenginlemiş ve üst gelir gurubuna çıkarak bu kesimin milli hasıladan aldığı payı yükseltmiş, fakat orta direk çökmüş ve toplumun büyük çoğunluğu yoksulluk sınırı altında bırakılmış, işsizliğin çoğalmasıyla açlık sınırı altındaki nüfus da hızla artmıştır. Vahşi kapitalizmin acımasızca uygulanması ve büyük süper marketlerin yarattığı haksız rekabet ortamı nedeniyle küçük esnaf perişan hale gelmiş ve siftah yapmadan dükkânını kapatmaya başlamıştır.

Dar ve sabit gelirli olan işçi, memur ve emekliler geçinemeyecek durumdadır. İşçiler taşeronlaştırma, memurlar ise sözleşmeli çalıştırma nedeniyle mağdur olmuştur. Taban fiyatları düşürülüp, mazot-gübre-tohum gibi girdilerin fiyatları artırıldığından, köylü kan ağlamaktadır.

Halkın büyük bir bölümü; artan vergi ve banka kredisi borçları nedeniyle nefes alamaz hale gelmiştir. Bazı kişiler borçlarını ödemek için ev, işyeri ve tarlalarını hatta böbreklerini satmaya başlamıştır. İcra daireleri insanların gayrimenkullerine, hatta ev eşyalarına el koymakta, hapishaneler dolup taşmaktadır. Devlette, Millette gırtlağına kadar borçludur. İç ve dış borç yükü 500 milyar doları aşmış ve milli gelirden kişi başına düşen borç 1000 doları bulmuştur.

İşsizlikte özellikle gençlerin belini bükmüş ve geçim sıkıntısı yüzünden boşanma oranları artmıştır. ILO rakamlarına göre dünyada işsizlik oranı ortalama % 5.9 iken, Türkiye’de Şubat 2009 itibariyle % 16.1’dir. Türkiye Kamu Sen’in ekonomik kriz araştırmasına göre; Türkiye’de günde; 2 bin 602 ev ve işyerine haciz amacıyla icra memurları gitmekte, 123 araç haczedilmekte, ortalama 273 fabrika ve işyeri kapanmakta, 26 bin 260 çek karşılıksız çıktığı için işlem görmekte ve 4 bin 312 senet protesto edilmektedir.

Sosyal ve kültürel boyut ihmal edilerek yürütülen yanlış iktisadi politikalar ve babalar gibi satarım mantığıyla yapılan özelleştirmeler sadece birilerini zengin etmiş ve yabancı sermayeyi güçlendirmiş, ancak işsizlik ve yoksulluğu hat safhaya getirmiş, pahalılığa neden olmuş, gelir dağılımını bozmuş, dini-ahlaki ve insani erozyona yol açmış, bölgeler arası gelişmişlik farkını artırmış, iç göçü tırmandırmış ve Türk Milleti’ni çaresizliğin pençesine itmiştir. Mevcut tabloya hortumlamalarda eklenince; Türk Milleti neredeyse tüm moral değerlerini kaybetmiş, geleceğe dair umutlarını yitirmiş ve sosyal patlamanın eşiğine gelmiştir.

Elbette çok geç değildir. İş başına gelen hükümetler; siyasi-ekonomik istikrarın sağlaması, milli ve tam bağımsız bir ekonomiye sahip olunması, ülkenin altın-petrol-uranyum-toryum-bor gibi yer altı ve üstü kaynaklarının iyi değerlendirilmesi ve milletin menfaatleri için kullanılması, enerji üretiminde dışa bağımlılıktan kurtulunması, tasarruf teşvik edilerek mali disiplinin sağlanması, iç ve dış borç yükünün azaltılması, cari açığının kapatılması, yerli sanayinin güçlendirilmesi, milli sermayenin büyütülmesi, KOBİ’lerin desteklenmesi, tarım ve hayvancılığın teşvik edilmesi, damızlık-tohumculuk ve fideciliğin geliştirilmesi, gıda bankası kurulması, teşebbüs gücünün önündeki engellerin kaldırılması, gençlerin iş hayatının ihtiyaçlarına göre eğitilmesi, mevzuatın piyasaların taleplerine göre düzenlemesi, vergi reformu ile verginin tabana yayılması ve kayıt dışılığın kontrol edilmesi, elektrik-su-doğalgaz-yakıt-vergi-sigorta gibi maliyeti artıran kalemler aşağıya çekilerek rekabet gücünün artırılması, yurt dışına kaçan yerli sermayenin ülkemize döndürülmesi, üretim-istihdam-ihracat ve yatırımların artırılarak kalkınma hamlesinin başlatılması ve GSMH’nın büyütülmesi” için çalışmalıdır.

Özelleştirmeler daha dikkatli ve şeffaf bir şekilde, özel sektör tekeli yaratmadan ve yabancılaşmaya yol açmadan, üretim ve istihdamı artıracak bir zihniyetle ve yerli sermayeye öncelik vererek yapılmalıdır. Stratejik önemi olan kamu işletmeleri ve madenler korunmalıdır. Ülkenin kalkınması için gerekli olduğu söylenilen yabancı sermayeye ise daha ihtiyatlı yaklaşılmalı ve sadece üretim ve istihdamı artıracak reel sektörde “bizi sömürge yapmayacak ve iç piyasayı tamamen öldürmeyecek tedbirleri aldıktan sonra” belirli bir oranı geçmeden izin verilmelidir. Ayrıca gerek yatırım yaparken ve gerekse ihalelere girerken; Türk Ortak bulma ve hisse oranının % 50’yi geçmemesi gibi şartlar da getirilmeli ve milli ekonomi müstemleke olmadan büyütülmelidir.

Kısa vadede alınacak bu tedbirlere ilaveten orta ve uzun vadede; küresel rekabete dayanıklı, tekelciliği önleyen, üretim faktörlerinin verimliliğini artıran, sermayeyi tabana yayarak sermaye piyasalarını güçlendiren ve rekabet ortamı yaratarak kalkınmayı dinamitleyen akılcı bir üretim ekonomisi izlenmelidir. Vahşi kapitalizm değil, sosyal devlet hedeflenmelidir. Toplum sosyal güvenlik şemsiyesi ile sağlık sigortası kapsamına alınmalı ve gelir dağılımı düzeltilerek hakça bölüşüm sağlanmalıdır.

Tüketen değil, üreten bir toplum öngörülmelidir. Eğitime önem verilerek genç ve dinamik nüfusun önünü açılmalı, beyin göçü tersine çevrilerek yetişmiş insan gücümüzden azami faydalanılmalı ve ülkemiz dünyanın ilk on ekonomisi içine sokulmalıdır.

 

Laiklik Nedir? Ne Değildir?

Laiklik, Din ve Devlet işlerinin birbirinden kesin olarak ayrılığıdır. Tabiidir ki bu her iki taraf içinde söz konusudur. Yani hem devlet her türlü din veya kiliseden bağımsız kalacak hem din ya da dinler devlet katında serbest olacaktır. İdeal olarak verilen bu tanımın uygulamada tam olarak gerçekleşmesi pek mümkün olmamaktadır.  

Dinle devlet işlerinin ayrılığı esas olan siyasi hukuki ilke olarak tarif edilen laiklik kitabı dinlerin devlet yönetimine müdahalesi, dini esas alan devlet yönetimi veya din işlerini devlet yönetimine karıştırmama şeklinde de izah edilebilir.  

Biz öncelikle İslam ülkelerinde ki laiklik anlayışı ve uygulaması üzerinde duracağız.  

Türkiye Cumhuriyeti de bir İslam ülkesi olduğu için bu kategori içerisinde değerlendireceğiz. İslam ülkelerinde laikliğin ortaya çıkışı tarihi gelişim ve uygulama şekliyle bu konulardaki tartışmalar laikliğin doğup yayıldığı batı ülkelerine göre farklılık gösterir. İslam dünyasında dini otorite ile siyasi otorite arasında tarih boyunca batıdakine benzer bir çatışma söz konusu olmadığından 19. yüzyılın başlarından itibaren görülen laiklik süreci iç dinamiklerden çok dış dinamiklerin ve gelişmelerin etkisiyle başlamıştır. 1. ve 2. dünya savaşlarını takip eden yıllarda İslam toplumlarının bağımsızlıklarını kazanmaları ve ulus devlet ilişkileri şeklinde yapılanmaları ile birlikte Din – Devlet ilişkileri devletin kimliği ve yönetim şekliyle ilgili tartışmalar canlanmış, Farklı eğilimler ve Fikri oluşumlar ortaya çıkmıştır. Osmanlılar hilafetin dini değil millete bırakılması gereken dünyevi bir mesele olduğunu ifade etmişlerdir. Bazı İslam alimleri de İslam dininin devlet hayatından tamamen uzak tutulması gerektiği fikrini savunmuşlardır.  

Bağımsızlıklarını kazanma sürecinde İslam ülkelerinin çoğunda devlet yönetimini elinde bulunduran siyasetçilerin ve bu eğitimi almış olan entelektüellerin modernist bir İslam yorumuna sıcak baktıkları veya laik ve milliyetçilik ekseni etrafında bir siyaset üretmeye çaba sarf ettikleri görülür. Bunun sonucu olarak siyaset hukuk ve eğitim alanlarında batı modellerini benimseme çabalarıyla birlikte laikleşme süreci de hız kazanmıştır. Genellikle hukuk ve eğitim alanlarında batı modellerini benimseme çabalarıyla birlikte laikleşme sürecide hız kazanmıştır. Genellikle hukuk ve eğitim alanlarındaki uygulamalar bu alanların dini çevrelerin ve gelenekçi ulemanın elinden çıkarak devletin kontrolüne geçmesi sonucunu doğurmuştur. Bir kısım ülkelerde dini faaliyetler doğrudan devlet tarafından düzenlenmiştir.  

Anayasalarında devletin laik olduğu ifade edilen Türkiye, Nijerya ve Senegal ile şeri hukuka dayalı bir yönetim tarafının benimsendiği Suudi Arabistan ve İran bir tarafa bırakılırsa İslam Ülkelerinin önemli bir kısmı bu alanda karmaşık ve eklektik bir yapı arz eder. Dini referanslı hükümler içerenlerde dahil İslam ülkelerinin anayasaları ve hukuk sistemleri önemli ölçüde batılı modellere dayanmaktadır. Milli ideolojiler devlet kurumları siyasetçiler ve partililerde genellikle laik eğilimdir.

Türkiye Cumhuriyeti laikliği her ne kadar resmen 1937 yılında benimsemişse de bu gelişmeye yol açan süreç Cumhuriyet öncesine uzanır ve esas itibariyle Tanzimat’ın ilanıyla başlar, Gülhane hattı hümayununun ilanıyla birlikte  ve adli yapıda hem uygulanan konularda önemli değişiklikler yapılmaya başlanmış bu dönemde Ticaret, ceza hukuk ve ceza yargılaması Cumhuriyet döneminde de Medeni Hukuk alanı Batılı ve laik bir karaktere bürünmüştür. Şeriye mahkemelerinin kalkması, hilafetin ilgası, Tevhid-i Tedrisat kanununun kabulü tekke ve zafiyetlerle Türbelerin kapatılması ve nihayet 1937’de laikliğin açık biçimde anayasal bir prensip olarak Esas teşkilat kanununda yerini alması bu dönemde laiklik istikametinde atılmış önemli adımları oluşturmaktadır. Aynı ilke 1961 ve 1982 Anayasalarında da yerini ve önemini korumuştur. 1982 Anayasası Laikliği Cumhuriyetin temel ilkelerinden sayarak değiştirilmeyecek ve değiştirilmesi teklif edilemeyecek maddeler arasına almıştır. Anayasa Md. 4.

Laikliğin en önemli argumanı din ve vicdan hürriyeti sağlaması ve bütün dinlere eşit mesafede bulunmasıdır. 1982 anayasası bir taraftan herkesin din ve vicdan hürriyetine sahip olduğunu Anayasa 14.madde hükmüne aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenlerin serbest bulunduğuna din ve ahlak eğitim ve öğretimin devlet gözetimi ve denetimi altında yapılacağını din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alacağını belirtirken diğer taraftan kimsenin devleti sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi ya da kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemeyeceğinin ve kötüye kullanamayacağını hükme bağlamıştır.

Anayasanın 24. maddesinin göndermede bulunduğu 14. madde ise temel hak ve hürriyetlerin demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılmasını yasaklamaktadır. Temel hak ve hürriyetlerin durdurulmasını düzenleyen anayasanın 15. maddesi ise savaş seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde dahi durdurulmayacak olan temel hakları düzenlerken kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlamayacağına da yer vermektedir.

Laiklikle ilgili anayasada yer alan önemli bir düzenleme Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olanıdır. Anayasanın 136. maddesinde idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı Laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir. Hükmünü getirmektedir. Laik bir ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı zaman zaman eleştiri konusu olmakta ise de Din hizmetlerinin cemaatlere bırakılmasının da kendine özgü problemler doğurabileceği Milli birlik ve bütünlüğü bozabileceği iler sürülmüştür.

Anayasa Mahkemesine göre de Hıristiyanlığın aksine Toplumsal – Kamusal hayatı da düzenleyen İslam dininin kötüye kullanılması devletin ve laik İlkesinin yok edilmesi sonucunu doğurur. Bu sebeple Diyanet işleri Başkanlığının anayasal bir kurum yapılması tarihten ve ülke şartlarından süzülen bir sorumluluktur. Ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir din hizmetleri sınıfının varlığı da Anayasaya aykırı değildir.  

Yukarıda izaha çalıştığımız İslam ülkelerinde Laiklik anlayışı genel olarak anlatmaya çalıştığımız bilgilerdir.

Araştırdığımız ve okuduğumuz kitaplar, ansiklopediler, makaleler inceleme yazılarının laiklikle ilgili bölümlerinde tarif sadece din ve devlet işlerinin bir birinden ayrılması şeklinde izah edilmektedir. Yani devlet işleri derken devletin yönetim şekli ve müesseseleri akla gelir. Din işleri de insanların inandıkları dinin koyduğu hükümleri noksansız olarak uygulayabilme hürriyetidir.

Devletin işleri kanunlarla tayin edilmiş çerçeve içerisinde yürütülmektedir. Devlet yönetiminde dindar insanlar bulunur. Buna kimse engel olamaz. Ancak devlet yönetimini şeri hükümlere göre yönetme eğilimine girerse o zaman laiklik ilkesi zarar görür ve buna kimse müsaade etmez ama kangren haline gelmiş başörtüsü İslami bir inancın gereğidir. Bunu laiklik içerisinde değerlendirmenin hiçbir hukuki tarafı yoktur.

Başörtülü yönetici olsa ve ben devletimi şeri hükümlere göre yöneteceğim derse o zaman laiklik zarar görür. Yoksa laiklik insanların dışı ile ilgilenmez. Başörtülü hanımlar mevcut kanunlara uyan bir yönetim tarzı benimsemişlerse onlar başları örtülü olsa da laik kişilerdir. Ancak yönetimi ellerinde bulundurduklarında da artık herksin başını örteceğiz, kimse başı açık dolaşamayacak gibi tavırlar içerisinde olursa o zaman laiklik anlayışına ve Anayasaya aykırı hareket etmiş olurlar. Laiklik Anayasasının teminatı altındadır. Kimse dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz hükmünü esas alırsak mesele kökten çözümlenmiş olur.

Son olarak yaşanmış fıkra gibi bir olayı anlatarak yazıma son vermek istiyorum. MHP davasında Oflu Halil amca tutuklu olarak yargılanmaktadır. O zaman ki sıkıyönetim mahkemelerinde tutuklu olan sağcılara Laiklik öğretiliyordu solculara da İstiklal Marşı. Mamak cezaevinde komutan Halil amcayı çağırmış gel bakalım Halil amca anlat Laiklik nedir? Halil amca da dersi dinlemediği için hemen Karadeniz zekâsı ile ” Komutanım kim ki namazını kılar, orucunu tutar Laiktur, Cennete kim ki bunları yapmaz Layıktur Cehenneme ” der.

Türkiye de Laiklik daha çok tartışılacağa benziyor. Çünkü taraf haline getirilmiş Laik olanlar olmayanlar diye Milletimiz bölünmüş Laiklik gerçek anlamında izah edildiği ve kabul edildiği zaman mesele çözümlenecek kanaatindeyim.  

 

 

Sevgi Eğitimi – 1

Eğitimin amacına, öğrenmenin doğasına, bilimsel bilginin değerine, okulların yapı ve işleyişine ilişkin ortaya çıkan yeni paradigmalar eğitimin çağdaş bir yorumunu zorunlu kılmaktadır. (Özden,1999, s.15)

Paradigma, belli bir topluluğun üyeleri tarafından paylaşılan inançların, değerlerin, tekniklerin bütünüdür. (Khun,1995, s.179)

Eğitimin amacı ve okulların işleyişini yeniden tanımlamanın bir zorunluluk haline gelmesinin temelinde, toplumsal yapıdaki “inanç, değer ve tekniklerin”  değişmesi vardır. Bu değişmeler yeni paradigmaları doğurmuştur. (Özden,1999 s.16)

Eğitimde ilgi odağının öğrenmeden yana kaymasında toplumsal yapıda meydana gelen değişmeler etkili olmuştur. Demokratikleşme ve insan hakları alanlarındaki gelişmeler öğrenmenin de demokratikleşmesine, kişinin ilgi, yetenek ve tercihlerinde odaklanmasına, alternatif eğitim programları ve okul çeşitliliğinin artmasına ve öğrenmenin bireyselleşmesine yol açmıştır. (Özden,1999 s.20)

Eğitimin sadece devletin geleceği için değil, bireylerin optimum gelişimi için verilmesi anlayışı egemen olmaya başlamıştır. Çünkü devletin geleceği tüm bireylerin optimum düzeyde gelişmesine daha bir bağımlı hale gelmiştir. (Özden,1999 s.27)

Konu sevgi olunca ne kadar hayati olursa olsun, özellikle de bilimselliğin ciddiyetini kaybedebileceği kaygısı genellikle hakimdir. Durum böyle olunca, insanların bu hayati ihtiyacını fark edebilenlerin, onu gerçek derinliği ile samimi ve yoğun bir şekilde nasıl ifade ve tecrübe edebileceklerini ve de nasıl geliştirebileceklerini bilmedikleri ve öğrenemedikleri bir realitedir. Ve hatta onu bir ömür boyu fark edemeyenler bile var. (Ergen,2009, s.146)

Bir insanın mutlu olup olmadığını hem ruhsal hem de bedensel belirtilerden anlayabiliriz. Mutluluk gibi mutsuzluk da gerek bedensel gerekse ruhsal tepkilerle kendini açığa vurur.(Tarhan, 2006, s.17)

Eğitim ve öğretim adı altında, insanı asıl belirleyici ve insanda en etkili olan ruh sağlığını, insani şartları gözetmeksizin, kendilerini özellikle performans, kalite, yetenek gibi sözde kontrol edilebilir şekillendirilebilir yeteneklere adıyorlar. Halbuki bütün bunların ruh sağlığının olmadığı, insani şartların gerçekleşmediği bir toplumsal ortamda sağlanması kesinlikle mümkün değildir. (Arnold 2002, 9)

İnsani şartların sağlanması ve ruh sağlığının korunup gelişmesi ise sadece ve sadece sevgi, huzur, güven dolu bir ortamda mümkündür. Dolayısıyla da Eğitim Bilimlerinin, aslında eşsiz benzersiz olan bu hayati konuyu neredeyse hiç ele almamış olması çok şaşırtıcıdır. Halbuki sadece ve sadece insanlar için hayati olan bu ihtiyaç eğitimi meşru kılar. Özellikle de gitgide küçülen günümüz dünyasında, barış,  güven, huzur,  dayanışma, kardeşlik içerisindeki bir dünya ve eleştirel-bilinçli bir sevgi için eğitimin ve öğretimin önemi kendisini çok daha bariz bir şekilde göstermektedir. (Ergen,2009, s.147)

Birbirleriyle iyi geçinen insanlar, sağlıklı ilişkiler azalırken gerilimli ilişkiler çoğalıyor. Dostluk bağlarının yerini düşmanlık ilişkileri alıyor. Güven duygusu zayıflıyor ve insanlar yalnızlaşıyor. (Tarhan, 2006, s.14)

Sevgi ve güven duygusu kırılmalarının onarımı mümkün değildir. Ruhsal anlamda; güvensizlik ortamında sevgi yeşeremez. Sevgisiz ve güvensiz bir ortamda insan yapayalnızdır. Geçmişin korku eğitim ve öğretiminin yerine, sevgi eğitimi ve öğretimini koyabildiğimizde, başarılamayacak iş yoktur.

Sevgi, insanların doğuştan sahip olduğu bir duygudur; ama onun davranışa dönüşmesi ve kontrol edilmesi eğitimle mümkündür. Eğitim hem sevgi ile yapılmalı, hem de sevgiyi öğretmelidir. (Bilgin, 2000)

İlk yıllarda akademik başarıdan çok çocuğun okulu sevmesi, okula uyum sağlaması ve okul ortamından hoşlanmasını önemli hale getirmek gerekir. Çocuk bunu başardığı zaman akademik başarı da arkasından gelecektir. (Yurdal,)

Eğitimin mayası sevgi ve şefkattir. Eğitim sevgiyi öğretmeli ve sevgiyle yapılmalıdır. Özellikle çocuklar için sevgi çok önemlidir. Çocukların sevgiye daha çok ihtiyacı vardır. Onlar sevgiyle büyür ve sevgiyle eğitilirler. Sevgi çocuktaki yönelişlerin geliştirilmesini sağlayan kaynak durumundadır. Bu yüzden eğitimin ana hedeflerinden birisi de sevgiyi öğretmek olmalıdır. (Akıncı,)

Eğitim ve Sevgi sözcükleri bir araya getirilmesi gereken en uygun iki sözcüktür. Modern eğitim olarak çağımıza damgasını vuran bütün eğitime ilişkin kuramlarda üstü kapalı olsa da aslında sevgi hep ön plandadır. (Özden, 2003)

Bugün artık şiddet, haksız rekabet, müstehcenlik, cinsel teşhir, insanın nesneleştirilmesi, kin ve nefret içerikli yayınların artması gibi pek çok sorunla örülü dünyamızda çocuklarımıza verebileceğimiz eğitimin ilk adımı onlara bir sevgi gözlüğü armağan etmektir. Bu ise, ancak ilk önce kendi sevgi gözlüklerimizi takmakla mümkün olacaktır. Yani sevmeyi öğrenmekle. (Durukan, 2005)

Onca üniversite, bilmem şu kadar fakülte ve binlerce ana bilim dalı, insanlara neyi, nasıl sevdireceğini öğretemez mi? Peki ama biz ne yapıyoruz da, kitabı, bilimi, doğayı, sanatı, hayatı ve insanları sevdiremiyoruz? (Vural, 2009)

Araştırmalar sevgisiz büyüyen ve yeterli sevgi alamayan çocuklarda ruh sağlığının ve bunun yansıması olan duygusal zekanın tam gelişmediğini, ileri yaşlarda verilecek sevginin bu açığı kapatmaya yetmediğini göstermektedir. (Aksu, 2007)

Sağlıklı bir eğitim anlayışı ise, öncelikle çocuklarımıza koşulsuz sevgi, hoşgörü ve doğru bir disiplin anlayışıyla yaklaşmamıza ve onlar için etkili bir model olmamıza bağlıdır. Çocuklarımızı öyle yetiştirelim ki hayatı sevgi gözlüğüyle okuyabilsinler. Pestallozzi; “Temelinde sevgi olan hiçbir eğitim başarısızlığa uğramaz” diyor. Çocuklarımıza olumlu davranış kazandırmanın ilk ve en önemli şartı, onlara içtenlikli ve koşulsuz olarak sevgimizi sunmaktır.

Kişiler arası ilişkiyi, barışı, güveni, fedakârlığı hoşgörüyü, başarıyı oluşturan önemli özelliklerden biri sevgidir. Sevginin olduğu alanlarda yenilikler, güzellikler ve başarılar gelir. Ümidimizi, yaşama sevincimizi, güçlülüğümüzü sevgilerden elde ederiz. Duyguların en yücesi, bahçemizin en güzeli, en anlamlısı sevgidir. Dünyamızın hızla döndüğü ve kabuk değiştirdiği günümüzde değişmeyen, kalıcı değerlerimizden biri sevgidir. Bizim yaşayabilmemiz için sevgiyi tüm olumsuzluklara rağmen yaşatmamız gerekir.

Niçin ve nasılları bir kenara bırakarak, insanları, ağaçları, hayvanları, toprağı, suyu kısaca tüm canlıları tadında sevmeli, sevgi dolu kalplerle yaşamayı bilmeliyiz. Eğitimde sevgi başarının özüdür. Çocukları sevenler ve mesleğinde üretken olanlar her zaman başarılı olmuş, engelleri aşmışlardır.

Sevgi faktörü öğrenmeyi kolaylaştıran en önemli unsurdur. Eğiticiler öğrencilerini sevgi dünyasında gezdirerek eğitmelidirler. Gönül kapılarını onlara açık bırakmalıdırlar. Onlar bu kapıdan girerler ve öğretmenlerinin sevgi bahçelerinden istedikleri bilgi çiçeklerini dererek kolayca öğrenirler. Sevgi yoluyla girilebilen gönül kapısını öğrencilerine kapatan öğretmenin onlara öğretmeye çalıştığı bilgiler taşın üzerine ekilmiş tohumlara benzer. Böylesi tohumlar asla çimlenemez.

Sevgi ile yetiştirilen  ve bu şekilde büyüyen bir yetişkin davranışlarında sevgi yöntemini kullanır, olaylara ve kişilere  sevgi gözüyle bakmaya çalışır. Aksine sevgiden uzak, nifak tohumlarıyla eğitilen bir çocuk bütün gördüklerini  bir yetişkin olduğunda devam ettirir.

Türk Eğitim Sistemi’nde yetiştirmek istediğimiz insan profili dikkate alındığında bizim ivedilikle, sevgiyi eğitimin  her alanına yansıtmamız gerekmektedir. (Kocaarslan, 2009)

                                                                                           

Alevilik – 2

Alevilikte cem evi caminin karşılığı olmamalı.

Yoksa tarikatlardaki gibi dergâhların karşılığı mıdır?

Tüm mezhep tarikat ve cemaatlerin ortak ibadet alanı cami iken, Alevilerin buna itirazı nedendir?

Cem evlerini caminin karşılığı olarak görmenin haklı sebepleri varı mıdır, varsa nelerdir?

Her mezhep tarikat ve cemaat mensupları aynı yâda benzer isteklerde bulunurlarsa haksız mı olurlar?

Yâda bu sorun nasıl çözülür?

Alevilik, yâda Hz. Ali sempatizanlığı birazda duygu düşünce ve yaşantı itibariyle Hz. Ali’ye benzemeyi ve onu örnek almayı gerektirmez mi?.

Hz Ali’nin düşünce ve yaşantısının içerisinde olmadığı bir anlayışın Alevilikle ne ilgisi olabilir?

Âli’siz, Alevilik olur mu?

Olursa, bunun abdestsiz namaz kılmaktan farkı nedir?

Alevilik; Hz. Ali’yi sevmek, O’nun gibi inanmak O’nun gibi yaşamaktır.

Hz. Âli’nin sevdiğini sevmek sevmediğini sevmemektir.

Sünni İslam dünyasında da -Şii İslam dünyasında da

Hz Ali sevgisi doruk noktasındadır.

Bu sevgiyi çocuklara verilen isimlerde bariz bir şekilde görmek mümkündür.

Sünni ve Şii İslam dünyasında,

Ali, Hasan, Hüseyin isimleri çok yaygındır.

Maviye ve Yezit isimlerine rastlamak ise pek mümkün değildir.

Hz. Ali’nin İslam anlayışının Hz. Peygamberin İslam anlayışından farklı olduğunu düşünmek mümkün müdür?

Öyleyse alevi kardeşlerin itirazı neye ve niye?

Alevilerin Kur’an-ı Kerim’e bakış açılarını merak ediyorum.

Aynı zamanda bu çok önemli,

Farzlar ve haramlar tartışılmaz uygulanır.

Uygulanmazsa günahkâr olunur.

İnkâr edilirse dinden çıkılır.

Şii ve Sünni Müslümanların Kuran’a bakışıyla alevi Müslümanların Kuran’a bakışı aynı mıdır?

Aynıysa mesele yok.

Farklıysa bu farklılık özde midir?

Yoksa teferruatta mı?

Alevi Müslümanların bu konularda ne düşündükleri ve kendilerini nasıl tanımladıklarını bende merak ediyorum.

Şimdi dönelim başa.

Evet, Alevilik nedir?

Tarikat mı?

Cemaat mi?

Mezhep mi?

Benim şahsi kanaatim,

Alevilik mezhep yâ da tarikat değildir.

Aleviliği Anadolu Müslümanlığı olarak görmekte doğru değildir.

Müslümanlık Müslümanlıktır.

Bunun aşırısı, ılımanı, sosyalı, siyasalı, sayısalı olmadığı gibi,

Bunun Anadolu, Ortadoğu ve Balkan Müslümanlığı da olmaz.

İslam Allah (cc)nın vahyettiği Peygamberimizinde yaşayarak uyguladığı gibidir.

Herkese göre ayrı bir din,

İnsanlara uysa da dine uymaz.

Aleviliğin farklı renk tonlarına sahip İslami bir cemaat olması bana daha tutarlı geliyor.

Aynı Allah’a inanan, aynı kıbleye yönelen herkes kardeştir.

Ana konularda birleştikten sonra teferruat zenginliktir.

Saygı ve huzur dolu yarınlar temennisiyle.