13.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1148

Genel Seçimlere Giderken

21 Şubat akşamı TRT Müzik kanalını izledim. Bir hanım sanatçının yönettiği müzik programında saç sakal birbirine karışmış, üst baş dağınık, Türkçeleri de oldukça bozuk bir grup program yapıyordu. Program dolayısıyla asıl amacın ortaya konacağı anı usanmadan bekledim. Kendi söylediğine yaptığı soğuk esprilerle önce kendisi gülen bu sunucu derdini sonunda dışa vurdu. Dillerimizin farklılığından konuya girerek Karadeniz’de Laz, Gürcü ve Rumların bulunduğundan bahsetti. Bu zavallıya göre, Türk yoktu. Lazın ve Gürcünün de milli kimliğinin Türk kimliği olduğunu içine sindirememişti. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını etnik özelliklerinin üstünde milli kimlikleriyle tanımlamanın gereğini kavrayamamış bir görüntü veriliyordu.

Türk karşıtı bir etnik ırkçılığa TRT’nin alet olması çok düşündürücüdür. Bu gibi düşünenlere göre; Anadolu milli kimliksiz, hâkim kültürsüz bir mozaiktir. Maalesef bazılarının davranış ve sözlerinde etnik taassup ve etnik kapalılık hastalığı müzmin hale gelmiştir. Bir dönem, sıkı bir sosyalist ve hızlı bir entel havalara girenlerin, ideolojik bakış önemini yitirince, etnikçilik peşine düşmeleri enteresandır. Bu durum Türkiye’deki değiştirmeyi de gösterir. Türkiye farklı bir ülke, bazıları dün sosyalist; bugün ise, etnik ırkçı… Bundan dolayı farklılıkları kutsallaştırma ve birliktelikleri dinamitlemek marifet sayılıyor.

Ancak ne gariptir ki, etnik taassuba dalanlar, Libya’dan tahliye olan 20.000 dolayındaki vatandaşımızı “Türk” olarak gazete manşetlerine taşıyıverdiler. Aslında ilk defa doğru bir iş yaptılar. Hiç olmazsa bu olayda etnik yobazlığı terk ettiler.

TRT’nin etnik müzik adı altında marjinal kesimlere hitap eden, Türkçe’yi katleden gruplara ve program sunucularına kucak açması, aslında bu iktidarın politikalarına uygundur. Ancak, devletin televizyonunun hali içler acısıdır.

Demokrasi kültürünün yerleşip yerleşmediği, bu ve benzeri çelişkilerin fark edilip edilmediği 12 Haziran Genel Seçimlerinde sandıkta görülecektir. Ancak, sandıkla demokrasinin yabancılaştığını, sandığa hür iradenin böyle giderse yansıyamayacağını da unutmayalım. 2000’li yıllarda demokrasinin en büyük ayıbı, demokrasiye uygun olmayan bir basının varlığıdır.

Bir taraftan, Orhun Abideleri’nin yolunu yapmakla övünecek ve Genel Seçimler yaklaşırken kolay kandırılan milliyetçi oyları hatırlayıp devşirilen isimlerle MHP’ye karşı propaganda yürüteceksiniz; diğer taraftan, Türksüz, Atatürksüz ve Türk Milleti gibi kavramları dışlayıcı bir Anayasa hazırlığı içinde olacaksınız. Siyaset bu kadar oynak, çirkin ve bayağı hale getirilmemelidir.

Geçen hafta Türk Dayanışma Konseyi’nin Ankara’da sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiren bir yemeği vardı. Milli meselelerde hassas ve ülkemizin dışarının istekleri doğrultusunda dönüştürülmesine karşı gerekli tepkiyi koyan bu birliktelik, önemli hizmetler yerine getirmiştir. Toplantıya MHP Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli de teşrif etmişlerdi.  İstişare, sohbet ve soru-cevap şekline dönen toplantıda bizzat Sayın Bahçeli’nin her türlü sorunun çekinilmeden sorulmasını rica etmesi dikkat çekiciydi. Bir aile meclisini andıran yoğun katılımlı toplantıda, Sayın Bahçeli’nin başarısı aslında kamuoyuna mal edilmelidir.

Kısır çekişmelerden, şahsi sorunlardan, menfaat hesaplarından uzaklaşarak safların sıklaştırılacağı bir dönem yaşadığımızı kimse inkar edemez. Türkiye’nin mevcut tablosu bu ülkeye yürekten bağlı insanları memnun edebilir mi? Aynı fikirlere sahip olanlar da birbirine rakip olamaz; ancak birbirini tamamlar. Bu bir olgunlaşma meselesidir. Kâmil insan başka türlü de olmuyor. Nefislerine esir olanlar, barış ve huzur içinde yaşayamayacakları gibi, işbirliği ve dayanışma içine de girememektedirler.  Açıkça oynanan bir ihanet ittifakına karşı hassas olmamak mümkün mü? Ülkemizde bilhassa son 10 senedir nelerin tartışılır hele getirilmek istendiğini öncelikle görelim. Sadece düne takılıp kalmak yerine; bugünü yaşayalım ve yarınları düşünelim.

12 Haziran Genel Seçimlerinde istiyoruz ki; sadece Türkiye kazansın.

Marka Ajansla, Doğu Marmara marka olabilir mi?

Son düzenlemeye göre Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde Kalkınma Ajansları kuruldu. Yalova, Kocaeli, Sakarya, Düzce ve Bolu illerinin kültür, turizm ve diğer değerlerini Marka yapılabilmesi için doğu Marmara Kalkınma Ajansı faaliyete başladı.

Kısaca marka Ajans olarak adlandırılan Doğu Marmara Kalkınma Ajansı’nın en büyük etkinliği Doğu Marmara’da ki illeri Emitt Fuarı’nda dünyaya tanıtmak oldu. Emitt Fuarı’na başladığı 10 Şubat’dan 13 Şubat’a kadar takip ettim.

60’dan fazla yabancı ülke, 100’lerce il ve ilçe özel sektörlerle birlikte Marka değerlerini dünyaya tanıtmaya çalıştılar. Doğu Marmara’da ki iller ise kültür ve turizm değerlerini 2400 metrelik sergi alanında ziyaretçilere sundu. Gerçekten fuar muhteşemdi. Gebze ve Darıca başta olmak üzere bir çok kurum ve kuruluş bölgemizde ilk kez birlikte hareket ederek kültür ve turizm değerlerini tanıttılar.

Genel Sekreter Erkan Ayan’la Söyleşi

Kısa adı Marka Ajans olan Doğu Marmara Kalkınma Ajansı’nın Genel Sekreteri Erkan Ayan ile dün İzmit’te ki genel merkezde uzun bir söyleşi yaptık. Fuar ile ilgili görüş ve düşüncelerini aldık. 50 bin kişi stantları ziyaret etmiş. Çok büyük bir başarı. Bana göre en büyük başarı ilk kez Doğu Marmara’da ki illerin birlikte hareket etmesi. Değerlerini birlikte dünya turizmine tanıtması. Bu da Marka Ajans’ın bir başarısıdır diye düşünüyorum. Marka Ajans Genel Sekreteri Erkan Ayan, Marka Ajans ile ilgili çok büyük çalışmalar yaptıklarını, bölgenin Marka değerlerini ortaya çıkarmak için 15 bin kilometre yol kat ederek teker teker görüntüler çektiklerini, her il, ilçe ve bölgenin Marka değerlerini ortaya koyduklarını söyledi.

Marka Ajans’ın eylem planları yaptığını, çalışma planları ortaya koyduklarını, Doğu Marmara bölgesinin kültür değerlerini ortaya çıkararak Doğu Marmara’yı turizmden hak ettiği değeri aldıracaklarını söyledi.

Doğu Marmara Kalkınma Ajansı’nın merkezinin Kocaeli’de olması çok önemli. Bu ajans sadece tanıtım değil, ev hanımları ve işsizlere iş istihdamları da meydana getiriyor. Bölgeyi yakından bilen bir ismin bu ajansın başında olması bölge için önemli. Bugüne kadar Türk turizminden yeteri kadar yararlanamayan bölgemiz Kalkınma Ajansı’nın çalışmalarıyla daha da başarılı olacaktır.

Temenni ediyorum Kalkınma Ajansı çok başarılı olur, bölgemizi kültür, tarih, turizm, sanayi, ticaret, bilim, teknoloji ve eğitimde marka bölge haline getirir. Bugün doğu Marmara Bölgesi’nde ki iller Türkiye’ye en büyük katma değeri kazandıran illerdir. İllerimiz devlet bütçesinden hak ettiği değeri alamıyorlar. Doğu Marmara Kalkınma Ajansı, bölgemizin devlet bütçesinden hak ettiği katkıyı da aldıracağına inanıyorum.

Özetle Doğu Marmara kalkınma Ajansı’nın Emitt Fuarı’nda verdiği sınav önemli. Eksiği ve fazlası ile Emitt fuarı çok önemliydi. Sayın Erkan Ayan’ın şahsında Emitt Fuarı’na emeği geçenleri kutluyor, başarılar diliyorum.

Bir Sınır Yoksa

0

Kendine bir sınır koymayanların, hiçbir sınır tanımadıklarına tanık oluyoruz. Sınırsızlık; huzursuzluk, perişanlık getiriyor insanlara. İnsanlar bunun farkında değil.

Yemekte sınırsızlık, kazançta sınırsızlık, mevkide sınırsızlık, iktidarda sınırsızlık; kişinin hem kendine hem çevresine zulümdür.

Mısır tarihi, bir bakıma firavunlar tarihidir. Firavun sözcüğü bende, nedense, zulmü, isyanı, tamahkârlığı, şirki çağrıştırır. Mısır tarihinde varlığıyla övünülen bir firavun hatırlamıyorum. Bunun son örneği, ismiyle çelişkili bir yaşam süren Hüsnü Mübarek oldu. Otuz yıllık iktidar hayatında halkına baskıdan, yoksulluktan, adaletsizlikten başka bir şey vermedi. Her icraatında sınırsızlık yaşadı ve yaşattı. Bir gün hükümetini toplar ve “Arkadaşlar demokrasiye geçmeye karar verdik, iki oğlumdan birini benden sonraki başkan olarak seçin.” der. Bu cümle, şaka da olsa, onun firavunluğunun ifadesi değil midir?

Sınırsızlık, tedaviye muhtaç hastalıktır. Televizyondaki bir habere kulak kesildim. Dünya Sevgililer Günü dolayısıyla iki sevgili kendilerine dev bir akvaryum yaptırmışlar, içine oldukça da iri balıklar koymuşlar, bu ortamda uzun süre yüzdükten sonra nikâh kıymışlar. Bu iki çift, sıra dışı nikâhla neyi amaçlamış olabilirler? Bunun adına siz ister popüler olmak deyin ister orijinal olmak deyin, ne derseniz deyin, yapılan tam bir israftır, hezeyandır, farklılıkta sınırsızlıktır.

Sınırsızlık, haddini bilmeme halidir. Kültürümüzde haddini bilmeyene haddini bildirmek, sadaka hükmündedir. “Çok söz yalansız, çok mal haramsız olmaz.” sözü, sınırsızlığın bir bakıma kaynağını işaret eder. Çok yemek yiyenlere obur, çok mal isteyenlere açgözlü, çok konuşanlara geveze, çok uyuyanlara miskin, tembel dendiğini biliyoruz. Hiçbirimiz bu sıfatlarla nitelenmek istemeyiz. Öyleyse sınırımızı yani haddimizi bilmek zorundayız.

Mezarlıklar, dünya gemisini yalnız kendisinin yürütebileceğini sanan kaptanlarla dolu. Orada yatanların çoğunun sınırsız hesapları, hevesleri vardı. Bir gün, müellifi kendileri olmayan yasaya tosladılar ve perişan bir halde toprağa gömüldüler. Biz kendimize bir sınır koymasak bile, bizi kuşatan bir sınır var. Akıllı olmak, o sınırla karşılaşmadan kendimize bir sınır koymayı gerektiriyor.

Sınırsızlık; fıtratı zorlamaktır, kendimize yaptığımız haksızlıktır. Sınırın nerede başlayıp bittiğini bilmek için çok zeki olmaya gerek yok. Fıtratımızın uyarılarını ciddiye almak yeterli. Gerçek dost, o.

Slogan haline getirelim ve unutmayalım: “Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur.”

 

Doğrusu Kaabusnâme’dir

Bir büyük tirajlı gazetemizin köşe yazarlarından biri, bakanlarımızdan birine öfkelenmiş ve sayın bakanı eleştirmiş, bir de öneride bulunmuş. Önerisi ise, 1082 yılında Acem hükümdarı Keykavus Bin İskender’in büyük oğlu Gilan Şah’a hitaben yazdığı ve öğütlerini içeren eseri okumasıdır.

Kitabın aslı farsça, acemcedir. Sultan II. Murad Han (1404-1451)’ın iradesiyle Mercimek Ahmet tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Sultan II. Murad Han’ın “-…Hoş kitaptır. Çok faydalı nasihatlarla doludur. Fakat farsçadır. Bir Türkçe tercümesi vardır lâkin yeterli değildir. Bu kitabı bir güzelce (açıkça, anlaşılabilir) tercüme et. Ta ki, okuyanlar bir güzel anlasa ve gönüller haz alsa…”  diyerek ifade ettiği arzusunu, zamanının değerli edebiyâtçılarından Mercimek Ahmet’ten talep etmiştir. Padişahın isteği, Mercimek Ahmet tarafından titiz bir çalışma sonucunda, halk diline yakın bir Türkçe ile yerine getirilmiştir. Böylece Kaabusnâme, içeriği kadar dil bakımından da edebiyat tarihimizin önemli bir eseri olmuştur.

Konumuza gelince, sayın bakan öneriyi kabul eder mi? Etmez mi? Onu bilemem. Yalnız tavsiye sahibi sayın yazar, eserin ismini yanlış yazmış. Aradan geçen süre içerisinde, her hangi bir düzeltmede olmadı. O zaman hatırlatalım, söylemek istediği kitabın adı “Kaabusnâme”dir. Hatta en doğrusu “Qâbusnâme”dir. Kâbus; karabasan, uykuda duyulan ağır sıkıntı anlamındadır. Kaabus ve Qâbus ise öğüt veya nasihat anlamındadırlar.

Sayın bakana oku da öğren, bilgin artsın gibi bir üslupla önerilen kitabın en azından adının, sayın yazar tarafından, doğru yazılması gerekirdi.

Yaklaşık bin yıl öncesine ait bir eserin isminin  doğru olarak hatırlanması güç olabilir. Ancak iddialı yazılarda özenli, dikkatli olmak, eserin sahibine de okuyucularına da saygılı olmak gerekir.

 

Bilmediklerimiz! Öz Kültürümüzü Tanıyalım

Atalarımız, pek önem verdikleri “mahremiyet” mevzuunu, sokak ve ev kültürü ile birleşirken, çok sevimli çözümler buldular.

Haremlik ve selamlıklar, yüksek duvarlarla çevrili sulu çimenli, güllü dallı ev bahçeleri, kafesli ayvanlar, cunbalı oda ve sofalar, işte bu, yüzyıllarca süren kaç-göç hayatımızın, mekan unsurlarıydı. Evlerin sokağa açıldığı son nokta olan kapılara da kafesler takılırdı. Bu açılıp kapanabilen ve çeşitli şekillere sokulan kapı kafesler, ERZURUM ve çevresinde “Tırhıç” diye adlandırılır.

En görkemli tırhıçlar, paşa Konakları’nın kapısını süslerdi.. Paşa konağından sakın askeriye paşalarının konaklarını kastettiğimiz sanılmasın. Erzurum’un her mahallesinde beş-on paşa konağı vardı ve bunlar kadın paşalara aitti. Kadınlara “paşa” ünvanı veren ilginç bir şehirdir Erzurum. Mesela çocukluğumuzun geçtiği Mehdi Efendi Camii’nin civarında, Kullebi Akif Ağa’nın, Alemdarların, Erginisliler’in, Gazelbeyler’in, Ahıskalılar’ın, Korucuklular’ın konakları vardı. Bu ailelerin kadınları ‘paşa’ ünvanıyla çağırılırdı. Nadime Paşa, Naime Paşa, Asiye Paşa, Sıdıka Paşa vs…

Bu paşa ünvanlı kadınların ortak yanı, kendilerinin yahut kocalarının, civar köylerdeki geniş arazileri, bu arazi gelirleri ile şehir yerinde elde edilmiş hanlar, hamamlar ve ticarethanelere dayalı zenginlikleriydi.

Erzurum’un zorlu kışlarının başlayacağını haber veren son bahar ayları geldiğinde, bu paşa konaklarının kilerlerine, zahire ambarlarına, samanlıklarına, yakacak damlarına kağnılar dolusu köy mahsülleri akmaya başlar, bunu biraz gıpta ve hayranlıkla seyreden mahalleli “sıcaktan, zengin komşudan ve tatlıdan zarar gelmez” atalar sözüne uyarak, paşa konaklarına yakın durmaya çalışırdı.

Paşa Hanımlılar’da yoksulu, açı, çıplağı, kimsesizi, eli darda olanı gözetir, konak kapılarını, halk nazarında en sevilen ikram kapısı yapmak için birbirleri ile yarışırlardı.

Büyütmeler, yanaşmalar bu Paşa Hanımlı konakların himayesine aldığı garibanlardı.

Mahalledeki doğum, ölüm, düğün olayları, Paşa Hanımlar’ın gündeminin önemli maddeleriydi. Bu konakların şu veya bu işinde çalıştırılan yoksul insanlar, bir manada bu konaklarda geçinir, paşa hanımlar, mahalle çapında işleyen bir sosyal güvenlik kurumunun başkanı gibi çevrelerince muamele görürdü.

Paşa konaklarından, komşuluk törelerine, kafes arkası hayattan köy ekonomisinin beslediği şehir dokusuna kadar her hücre, modernizmin özellikle 1950’den sonra artan ayak sesleri karşısında, sarsılmaya, değişmeye, bozulmaya başlayınca Erzurum Tırhıç’ı mensup oldukları medeniyetin bir parçası olarak idare ediyor, onu yaşayacakları ömür için bir edep perdesi olarak görüyorlardı.

Hanımlara verilen “paşa” ünvanı tesadüf eseri verilen veya sıradan bir unvan değil, o dönemin soylu ve varlıklı ailelerinde olan, anadan kıza geçen bir ünvandır. Benim anneannem Hanım Paşa ve annemin anneannesi Gül Paşa gibi.

Kaynakça: Kocaeli Dadaş Dergisi 13. sayı Sayfa : 48-49 M. Çetin Baydar

 

Rahmet Peygamberi (sav) -2

Evet, Peygamberimiz yüzüne almış olduğu bir kılıç darbesiyle mübarek yanağı yarılmış ve dişide kırılmıştı.

Müşriklerin gözleri öylesine dönmüştü ki öldürmekten başka bir şey düşünmüyorlar.

İçlerini kaplayan öfke ve kin sebebiyle peygamberimizi öldürmek ve bedrin intikamını almak istiyorlardı.

Peygamberimizi öldürememişlerdi ama Hz. Hamza’yı şehit etmişlerdi.

Aynı zamanda da göğsünü yarıp ciğerlerini söküp dişlemek suretiyle tarihte eşi ve benzeri görülmemiş bir vahşet sergilemişlerdi.

İşte böyle bir ortamda Cebrail (as) geldi isterse bütün müşrikleri yerin dibine geçireceğini söyledi.

Bu sefer ki acı ve hüzün Taif’tekiyle kıyaslanmayacak kadar büyüktü.

Hele Hz. Hamza’ya reva görülen o muamele yok mu hala vicdanları sızlatıyor

Evet, böyle bir ortamda bile O yine rahmet peygamberi olduğunu gösteriyordu.

Cebrail (as)’ın teklifini geri çeviriyor af yolunu tercih ediyordu.

Cebrail gelip böyle bir teklifte bulunmasa dahi O böyle bir ortamda ellerini açarak müşriklerin kahrolması için beddua etse Allah (cc) O’nun bu niyazını geri çevirir mi zannediyorsunuz.

O rahmet peygamberi kendisini öldürmek için can hıraş saldıran müşriklerle beraber

amcasını şehit eden Vahşi’yi ve ölüm emrini veren Hindi affetmedi mi?

Mekke’nin fethinden sonra başta Ebu Süfyan olmak üzere Müslümanlara akla hayale gelmedik işkenceler yapan ve onları yurtlarından süren müşriklerle onların elebaşlarını istese cezalandıramaz mıydı?

Ama rahmet cezayı, intikamı değil af ve merhameti gerektiriyordu.

Oda öğle yaptı

Size bir soru, Şimdi söyleyin bakayım sizin selamı sabahı kestiğiniz,

Bakkalından alış veriş yapmadığınız

Cenazesinde ve düğününde yanında bulunmadığınız,

Gördüğünüzde şeytan görmüş gibi olduğunuz (Günümüz Müslümanları arkadaşına komşusuna kızdığı kadar şeytana kızmıyor ya)

Evet, bu insanlar sizlere bizlere

VAHŞİ’NİN Hz. HAMZA’YA YAPTIĞINDAN FAZLASINIMI YAPTILAR.

Evet, bu soru karşısında yorumsuz cevabınız nedir?

Peygamberimizi sosyal hayatta örnek almayacak isek ne zaman nerede örnek alacağız?

Yâda bu yazılar niçin yazılır toplantılar niçin tertiplenir.

Lisanım bu kadarına müsait elimden ve dilim den başka bir şey gelmiyor.

Peygamberi anmak yâda sevmek O’u sosyal hayatta örnek alarak imkânlar ölçüsünde hayatımıza aktarmak demektir.

Aksi durum mikrofonik gevezelik yâda lafazanlıktır.

Peygamberi anlat…

Kandili kutla ama yaşantında peygambere benzer bir tarafın olmasın

Her zaman iyiler tenzihimizdir.

Allah (cc) bizi kendine hakiki manada kul, Peygamberine layık ümmet olmayı nasıp etsin…   ÂMİN

CHPden AKP’ye huzur geçişi

Bugün yazımı Balyoz Operasyonu’ndan içeri alınan mahalle arkadaşım, ağabeyim Korgeneral Korkut Özarslan ile ilgili yazmaya karar vermiştim.

Ancak AKP‘nin yolsuzluklarına dair yazdığım yazıya gelen birkaç yorum, bu yolsuzlukların yazılmasına devam etmem gerektiğini hatırlattı bana.

Zira bir takım var Türkiye‘de, Başbakan’ın dediği gibi, ayette bahsedildiği şekliyle, “Bunlar gözleri var görmezler, kulakları var işitmezler.”

Bu ruhsuz güruh işitene kadar yazmak da bizim vazifemiz.

AKP’nin yolsuzlukları yazmaya devam.

Aksırıncaya kadar, tıksırıncaya kadar devam.

Derince Arazi Alımı

Özelleştirme İdaresi, Yarımca Porselen Arazisi’ni, 30.5 milyon Dolara bir özel şirkete satıyor.

Erdemir, 82 milyon Dolara aynı araziyi, bu sefer söz konusu özel şirketten satın alıyor.

Devlet, 52 milyon Dolar kendi arazisinden zarar ediyor.

Ve Erdemir yönetimi, 2 yıldır bir liman için arazi aradıklarını ifade ediyor, 20 gün içinde en pahalısını seçiyor.

Sonuç; Erdemir, yapılan işlemin usule uygun olduğunu açıkladı.

Balıkesir Seka Kağıt Fabrikası İhalesi

Fabrika, 30 Haziran 2003´te 1,1 milyon Dolara Albayraklar A.Ş’ ye satılıyor.

Özelleştirme İdaresi, piyasa değerini 51 milyon Dolar olarak belirliyor. Sonra Selüloz-İş Sendikası, mahkemeden satışı iptal ettiriyor.

Bu arada ihale iptal edildiği için, bu parayı Özelleştirme İdaresi talep ediyor. Şirket bununla ilgili henüz ödemede bulunmuyor.

12.7 trilyonluk bir varlık kaybı tespit ediliyor. Bu rakam stoktaki malların satılmasından ve alacakları tahsil etmesinden kaynaklanıyor.

Mahkemenin iptal kararı Nisan 2004´te. Yani 10 ay sonra.

Maliye Bakanı, gerekenin yapılacağını açıkladı.

Ne yapıldı?

– Hiçbir şey!

Tekstilde 1 Katrilyonluk Hayali İhracat

2004 yılında, 915.3 trilyonluk Katma Değer Vergisi tahsil edildi. Buna karşılık, 2 katrilyon 83 trilyonluk vergi iadesi yapıldı.

Yaklaşık 1 katrilyonluk hayali ihracata yapıldığı iddiası var. Bu konu ile ilgili dönemin Maliye Bakanı Unakıtan; “Denizli’de 50 milyon Dolar ihracatı olan bir firma, inceleme görmüş. 100 bin Dolar Rusya’ya yaptığı ihracatların alıcısı bulunamıyor. Yahu Rusya’da kimi buluyorsun ki? Arasan Rusya’da Başbakan’ı bile bulamazsın. Bu adamın adı olmuş hayalici. İnceleme yapılmış. İnceleme elemanı böyle demiş. İnceleme elemanı kim Allah aşkına? Maliye Bakanı adına inceleme yapıyor. Maliye Bakanı kim? Yahu Bakan benim ya!” diye konuşabilmiştir.

Sonuç yine aynı. Bu konu ile ilgili bugüne kadar resmi bir soruşturma açılmadı.

Mavi Akım Doğalgaz Ek Protokolü

19 Kasım 2003 tarihinde, Ruslarla ek protokol imzalanıyor.

Türkiye, ‘F1 Formülü’nden vazgeçip, Rusların istediği F0′ı kabul ediyor.

Ve 1 Nisan 2005 tarihi itibariyle 8,5 milyar dolar fazladan ödemeye Türkiye razı oluyor.

Muhalefet Partileri, konuyla ilgili gensoru verdi. Sayın Başbakan bizzat oylamaya katılıp, gensorunun reddedilmesini sağladı.

Aynı ve benzeri konudan, geçen dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Cumhur Ersümer‘in, formül değişikliği yaptı diye ve sonucunda devleti 257 milyon Dolar zarara uğratılmasına sebep olduğu iddiasıyla, Yüce Divan’da yargılandı.

281 Milyarlık “Huzurlu Ortam”

Atilla Başoğlu’nun Adana‘da şirketi var. Şirketinde Maliye vergi incelemesi başlatıyor. Atilla Başoğlu’nun ailesine ait Adana-Yüreğir’ deki ‘Yüksel Tekstil’ de, vergi kaçırdığı gerekçesiyle, bir süre önce baskın yapılıyor.

Ve usulsüzlük dolayısıyla şirkete, 600 milyarlık ceza kesiliyor.

Atilla Başoğlu CHP Adana Milletvekili.

Bir müddet sonra CHP‘den istifa edip, AKP’ ye geçiyor.

Ve AKP‘ ye geçtiğinde “Huzurlu bir ortam buldum” diye bir açıklama yapıyor.

AKP Adana Milletvekili Atilla Başoğlu’nun aile şirketiyle ilgili 600 milyarlık cezasının, 319 milyara indirildiği ifade ediliyor.

Sonuçta ne mi oluyor?

Bu olay kamuoyuna ‘281 milyarlık huzur ortamı’ diye yansıyor.

Kaynak : http://www.internethaber.com/chpden-akpye-huzur-gecisi..-11232y.htm#ixzz1ERjUvXHb

 

Sevgi Eğitimi – 2

Türk Dil Kurumu tarafından yazılan Türkçe Sözlük’de sevgi ile ilgili sözcükler şu şekilde tanımlanmıştır:

Sevgi: İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu.

Sevgi seli: Sevginin yoğun olarak sergilenmesi.

Sevgisiz: Sevgisi olmayan.

Sevgisizlik: Sevgisiz olma durumu.

Sevgi, zorlama olmadan, yalnız özgür olduğunda yaşanabilen, insan gücünü somutlayan bir eylemdir. (Spinoza, 1986, s.8)

Sevgi, kişinin kendi bütünlüğünü, bireyselliğini koruyarak gerçekleştirdiği bir birliktir. Sevgi, insana özgü dünyadan bir şeyler vermektir. Bunlar ilgi, sorumluluk, saygı ve bilgidir. (Fromm, 1995, 17, 45)

Sevgi, kolların her zaman açık oluşudur. Sevgi için kollarınızı kaparsanız, kendinizin dışında tutacak hiçbir şey kalmadığını görürsünüz. (Buscaglia, 1985, 1987, 1987)

Sevgi; birlikte olmaktan zevk almak, anlayışlı olmak, birbirinden gurur duymak, saygılı olmak, birbirine özen göstermek, etkin dinlemek, ilgi göstermek, sabırlı olmak, paylaşmak, güvenmek, birbirine öğretmek, fırsat vermek, konuşmak, dokunmak, beraber vakit geçirmek, zaman ayırmak, affetmek, üretmek, iletişim kurmak, empati kurmak, duygularını çeşitli şekillerde ifade etmektir. (Tuğrul, 2005, s.6)

Sevgiyi en geniş anlamda: “İnsanları birbirine yaklaştıran olumlu ve iyi duyguların tümü.” olarak tanımlamak yanlış olmaz. Sevecenlik, ilgililik, anlayış, hoşgörü, acıma, bağlılık ve beğenme de bu duygunun ürünleridir. (Yörükoğlu, 1979)

Sevgi, insanları birbirlerine yakınlaştıran “görünmez bağ” denilebilecek bir duygudur. Nasıl ki, atomun içinde nötron, proton ve elektron varsa ve bunları birbirine bağlayan şey çekim kuvveti ise; canlılar arasında çekimi sağlayan şey de, sevgi duygusudur. (Tarhan, 2006, s. 65)

Sevgiye ümit eklendiğinde, insanı harekete geçirir ve yaşama sevincini artırır. Sevgiyle ümit beraber olduğunda motivasyon ortaya çıkar. (Tarhan, 2006, s. 66)

Sevgi, bir şeye yaşam vermek, sevilen şeyin canlılığını arttırabilmektir. Sevgi insanı yeniler ve zenginleştirir. Oysa sevgi, sevgiye sahip olma biçiminde yaşandığında sevilen kişi ya da nesne tutulur, kapatılır ve denetlenir. Bu, sevilen kişinin ya da nesnenin boğulması, öldürülmesi demektir. (Geçtan, 1984, s.29)

Eğitim:

Eğitim alanında çalışan her bilim adamının, eğitimle uğraşan her eğitimcinin, her öğretmenin kendine özgü geliştirdiği bir eğitim tanımı vardır. Eğitim alanında yazılmış her kitapta, her yazıda eğitimin değişik biçimde yapılmış tanımlarına rastlanır. Sözlüklerde bile eğitimin değişik tanımları bulunur. Eğitimin, geniş bir alan olması yüzünden değişik yönlerden görülmesi, bu görünüşe göre de değişik tanımların yapılması doğaldır. Bu tanımların da yanlış olduğu söylenemez. (Başaran, 1996, s.172)

Eğitim, bireyin davranışında, kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecidir. (Ertürk, 1974, s.12)

Yeni kuşakların, toplum yaşamında yerlerini almak için, hazırlanırken, gerekli bilgi, beceri ve anlayışlar elde etmelerine ve kişiliklerini geliştirmelerine yardım etme etkinliği.

Önceden saptanmış amaçlara göre insanların davranışlarında belli gelişmeler sağlamaya yarayan planlı etkiler dizgesi.

Belli bir konuda, bir bilgi ya da bilim dalında yetiştirme ve geliştirme.

Her kuşağa, geçmişin bilgi ve deneylerini düzenli bir biçimde aktarma ya da kazandırma işi. (Oğuzkan,1974)

Bir çocuğu, bir kimseyi, eğitmek, okutmak yetiştirmek eylemi.

Eğitimli bir kimsenin bu yanını meydana getiren bilgiler.

İnsan topluluklarında kültürün geliştirilmesi için yararlanılan araçların tümü.

Eğitmek amacıyla verilen dersler, bilgiler. (Larousse,1971)

Sevgi Eğitimi:

” Eğitim ve Sevgi” sözcükleri bir araya getirilmesi gereken en uygun iki sözcüktür. Modern eğitim olarak çağımıza damgasını vuran bütün eğitime ilişkin kuramlarda, üstü kapalı olsa da aslında sevgi hep ön plandadır. Maslow, benlik kuramında insanın değerli, kendine özgü ve iyiye yönelik bir öz bene sahip olduğunu ileri sürmektedir. (Özden, 2003)

Sevgi; kabullenme, koruma, kollama ve sevecenlik gibi bütün olumlu duyguları içerir.

 Eğitim ise; öğretilen her şeyi, verilen bilgileri, becerileri, yasakları, kuralları, inançları, değer yargılarını, görgü kurallarını ve insanın sosyalleşmesi için gerekli olan tüm toplumsal değerleri kapsar.

Genel olarak bakıldığında; bizi başkalarıyla iletişime açık kılan, bir başkasını özveri ile sevmenin önündeki engelleri ortadan kaldırarak; bunun en iyi biçimde gerçekleştiği alan, bir insan- kültür etkenliği olan ‘eğitim’dir. Sevgiye dayalı bir eğitim ortamının öğrencide saklı olan güçleri, duyarlılığı ve yaratıcı potansiyeli ortaya çıkarmada daha etkili olacağı savından yola çıkılmaktadır.

Bilimin, sanatın, felsefenin sağlıklı olarak gelişip ilerlemesi için buyrukların işe karışmadığı, hoşgörünün, her türlü maddi ve manevi desteğin bulunduğu bir ortam gerekir. Üstelik bu ortam da bilimin, sanatın, felsefenin niteliklerine ters düşmemelidir. İşte böyle bir ortam, demokrasiler de vardır. (Sönmez, 2003)

Eğitimin mayası sevgi ve şefkattir. Eğitim sevgiyi öğretmeli ve sevgiyle yapılmalıdır. Özellikle çocuklar için sevgi çok önemlidir. Çocukların sevgiye daha çok ihtiyacı vardır. Onlar sevgiyle büyür ve sevgiyle eğitilirler. Çocuk sevgi gördüğü kişiye bağlanır, onu dinler, onun gibi yaşamaya çalışır. Sevgi, çocuktaki yönelişlerin geliştirilmesini sağlayan kaynak durumundadır. Bu yüzden eğitimin ana hedeflerinden birisi de sevgiyi öğretmek olmalıdır. (Akıncı)

Gençlerimiz Muhafazakârlaşıyor mu?

İsmail YK ismini duyardım ama kim olduğunu ve ne yaptığını bile bilmiyordum. Keza Sagopa Kajmer adını da ilk defa duydum.

İnternette araştırınca öğrendim ki İsmail YK şarkıcıymış, “Şappur Şuppur”, “Patlat Gitsin”, “Üfle”, “Bas Gaza” şarkılarından bazıları. Sagopa Kajmer ise asıl adı Yunus Özyavuz olan bir rap sanatçısıymış. Eşinin kod adı da Kolera imiş.

Beni asıl şaşırtan, bu benim ismini ve ne yaptığını bilmediğim “sanatçılar” ergen yaştaki Türk gençlerinin idolleri imiş.

İdol kelimesi “örnek alınan, en çok hayranlık duyulan kimse” anlamında kullanılmakta.

Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü‘nce yapılan araştırmaya göre,

“Gençlerin yüzde 70’i bir idolü olmadığını dile getirdi. İdolü olduğunu söyleyenler arasında ilk üç sırayı, şarkıcı İsmail Y.K, futbolcu Arda ve Ronaldo aldı. Atatürk, sıralamada Gökhan Özen ve Grup Hepsi’den sonra geldi. Listenin hemen hemen tamamı, şarkıcı ve futbolculardan oluştu. Politikacılar, bilim adamları ve yazarlar listenin sonunda yer aldı.”

Ergen yaştaki gençlerimizin idolleri yani örnek aldıkları ve/veya en çok hayran oldukları kişiler ve sıralaması çok düşündürücü.

İsmail YK (yüzde 9,7), Arda Turan (yüzde 2,6), Cristiano Ronaldo (yüzde 2,6), Gökhan Özen (yüzde 2,2), Atatürk (yüzde 2,1), Ceza (yüzde 2), Sagopa Kajmer (yüzde 1,5), Necati Şaşmaz-Polat Alemdar (yüzde 2,5), İbrahim Tatlıses (yüzde 1,4), Serdar Ortaç (yüzde 1,3), Hakan Şükür (yüzde 1,2), Gülben Ergen (yüzde 1,2), Sezen Aksu (yüzde 1,2), Tarkan (yüzde 1,2), Emre Aydın (yüzde 1,1), Ronaldinho (yüzde 1,1), Ebru Gündeş (yüzde 1).

2008 yılında başlatılan ve 2010 sonunda tamamlanarak yeni yayınlanan “Türkiye’de Ergen Profili” araştırmasında, 13-18 yaş arasında 5 bin 765 gençle yüz yüze görüşme yapılmış. Oldukça ciddi bir araştırma.

İdol olarak ismi verilenlerin (5. Sıradaki Atatürk hariç) çoğu “popçu veya topçu.” İdollerden Necati Şaşmaz, tek bir dizi filmle şöhret olmuş aktör ve Polat Alemdar, O’nun oynadığı “Kurtlar Vadisi” dizisinin kahramanı. İbrahim Tatlıses ise malum, türkücü.

Demek ki, 13-18 yaşındaki gençlerimizin yüzde 70’inin örnek aldığı veya hayranı olduğu kimse yok.

İdolü olanların ise örnek aldıkları kişiler arasında,

  • Ø Bilim adamları, düşünürler yok.
  • Ø (Atatürk haricinde) devlet ve siyaset adamları, milli kahramanlar yok.
  • Ø Din büyükleri, cemaat ve tarikat liderleri yok.
  • Ø Kendini topluma ve insanlığa adamış fazilet ve feragat timsali insanlık abidesi şahsiyetler yok.
  • Ø (Popüler şarkıcılar haricinde) sanatçılar, şairler, yazarlar yok.

Bu dehşet verici gerçek karşısında susmak ve “biz nerede hata yaptık” diye düşünmekten başka yapacak bir şeyimiz olmasa gerektir.

*********

Yukarıda bahsettiğimiz araştırmaya dair haber, bazı gazetelerde “Türk ergenlerin ‘muhafazakârlaştığını’ gösteren araştırma” şeklinde verildi. Buna sebep ise flört ve evlilik öncesi ilişkiye verilen cevaplar.
Araştırmaya göre, flörtü yanlış bulanlar (1996’da) yüzde 16,3 iken, yeni araştırmada 22’ye çıktı. Ergenlerin yüzde 85’i ise, evlilik öncesi cinsel ilişkiye karşı…

Muhafazakârlık, kendi milletinin değerlerini ve korunmaya layık kurumlarını korumak ideolojisi olarak tanımlanabilir.

Bu tarife göre evlilik öncesi ilişki ve flört konusunda verilen cevapları abartıp, “gençler muhafazakârlaşıyor” hükmüne varmak doğru olamaz.

Kendi toplumunun veya insanlığın ortak değerlerini yaşatan ve milletimize, dinimize veya insanlığa katkılarıyla rol model olmayı gerçekten hak etmekte olan şahsiyetlerden habersiz bir gençlik neyi, nasıl koruyacaktır?

Evlilik öncesi cinsel ilişkiye evet” demeyi “modernlik” sayan bir zihniyetin, popçu-topçu takımından başka değerli kişi tanımayan gençliğe “muhafazakârlık” yaftasını yakıştırması, değerler erozyonunun sadece gençlikten ibaret olmadığının göstergesi.

Gençlerin hali içler acısı” başlığı altında, “karşı cinsle yeterince cinsel pratik yapmazsa gençlerin şiddet eğilimli, evliliklerinin mutsuz olacağını” anlatan, “bu yaklaşımın onları iktidarsız, kimilerini sapık, kimilerini seri sevişgen, kimilerini ise tatminsiz yapacak” diye yazılar döşenenlerin “modernlik” anlayışı, bir değerler dizisinin inkârı değil midir?

Değertanımaz kişilerin, toplumumuzun yetiştirdiği gerçekten değerli şahsiyetler yerine, popçu-topçuların idol olarak benimsenmesinden endişe etmesini samimi bulmamız mümkün değil.

Gençlerin rol model olarak benimsediği kişilerin listesi elbette bizi endişelendiriyor. Bunun kadar endişelendiren diğer husus, “modernlik” adına değerlerimizi tahrip etmeye çalışan sözde yazarlar ve sözde bilim adamlarının pervasız değertanımazlığıdır.

 

Kabaklı Hocayı Anarken

Bir insanın unutulduğu an, esas yokoluşun gerçekleştiği tartışmasızdır. Eğer unutulmamışsanız cismen ölseniz bile yaşıyorsunuz demektir. Unutulanlar ise gerçekten ölmüştür.

Ölümden sonra da yaşamayı sürdüren bir  “vakıf adam” olan Ahmet Kabaklı’yı aramızdan ayrılılışının 10. yılında rahmetle andık.

Ahmet Kabaklı, hayatı boyunca Türk diline, Türk Edebiyatına, Türk kültürüne ve fikir hayatımıza çok önemli katkılar yapmıştır.

Benim de içinde bulunduğum bir çok neslin fikirlerinin oluşmasında ve olgunlaşmasında pay sahibidir.

Bir dönem Türk ailesinin gazetesi olan Tercüman ve kurucusu olduğu Türk edebiyatı dergisi ile adeta özdeşleşmiştir.

Kabaklı hoca, döneminin bir çok mümtaz şahsiyeti  gibi büyük bir Türk milliyetçisidir. Hoca; köklerinden kopmayan ve İslamla şereflenen Türk insanını ve Türk – İslam anlayışını yine öncelikle Türk insanına anlatmak için büyük bir çaba göstermiştir. Kabaklı hocanın bir köşe yazısı içinde yaptıklarını anlatmak asla mümkün değildir. Amacımız Ahmet Kabaklı’ya vefa göstermek, rahmet dilemek ve henüz serpilmeye başlayan genç nesillere onu hatırlatmaktan ibarettir.

Bu arada Kabaklı hoca’nın arkasından bayrağı götüren Servet Kabaklı dostumuzu, dava arkadaşlarını ve Türk Edebiyatı Vakfını da unutmuyoruz.

Geçtiğimiz hafta Kabaklı hoca, Türk Edebiyatı Vakfının önderliğinde bir dizi etkinlikle anıldı.

Türk edebiyatı Vakfı’nın binası olan Cevri Kalfa Sıbyan Mektebinin restorasyon sonrası açılışına Başbakan Erdoğan’da katıldı. Aynı günün akşamı Cemal Reşit Rey Salonunda bir panel vardı.

Bu törenlerde gözlemlediğim bir husus oldu. Başbakan Erdoğan, 12 Haziran seçimleri yaklaşırken bir Türk milliyetçiliği sevdasına düşmüş.

Ahmet Kabaklı’da bir Türk milliyetçisidir. Yaşamı boyunca paranın pulun değil Türk milletine hizmet etmenin peşinde koşmuştur. Eğer yaşasaydı yine aynı minval üzerine hareket ederdi.

Bu gün Türklük ile bir hesaplaşma içinde bulunan R.T. Erdoğan ile yapılan fikri mücadelenin başında eminim ki Ahmet Kabaklı hoca olurdu. Şimdi düşünelim; R.T. Erdoğan’ın milliyetçiler üzerine yaptığı bu takiyenin ve bu yolda kullandığı adamların hedefi nedir?

Siz bu satırları okur iken, bazı sözüm ona kendisini bu güne kadar Türk milliyetçisi olarak pazarlayanların AKP saflarına katılacağına dair duyumlarım var.

Şimdi yeni hedef, Türk milletine gönülden bağlı insanlarımızın direnişi karşısında kafaları bu sözde milliyetçilerle bulandırmak. Yani bir gri propaganda yöntemi deneniyor.

Bunun için Ahmet Kabaklı hocanın manevi şahsiyetinin de kullanıldığı kanaatindeyim. Hele panele Nazlı Ilıcak’ın başkanlık etmesi ve Nazlı Ilıcak’ın Sabir Rüstemhanlı’nın okuduğu şiir sonrasında “göğsümüzü gere gere bize Türküz dedirttiniz” lafını etmesi tam gülünecek bir sahneydi. Türk milliyetçiliği fikrini hatıralarında bir fotoğraf misali çoktan unutmuş olan Hasan Celal Güzel’e, AKP’nin bakanlığını yapmış Ali Çoşkun’a, sözde Türklüğü yaşayan ama özde bir derin muhasebe içinde olduğunu düşündüğüm Yavuz Bülent Bakiler’e; bir Türk milliyetçisi olan Ahmet Kabaklı’yı konuşturmak ve Türk milletinin karşı karşıya olduğu ağır sıkıntılar karşısında derin bir sessizlik içinde olan bu adamlara mikrofon vermek, herhalde Kabaklı hocanın asil ruhunu da rahatsız etmiştir.

Başbakan Erdoğan, yağlı  kemik uzattığı sözde Türk aydınları ile 36 etnik parçadan biri olarak gördüğü ve yeni anayasa ile devletin üzerindeki hükümranlığına son vermek istediği Türk milletine, milliyetçilik kisvesi altında el atmıştır. Bu oyunu Kabaklı hocayı anarken gördüm. Ama inanıyorum ki; kendisi de büyük bir Türk milliyetçisi olan Sabir Rüstemhanlı’nın şiirinde dediği gibi Türk halkı buna olmaz diyecektir.