7.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1146

Bir Küçük Osmancık Vardı

Milli Eğitim Bakanlığı karne gününde bildiğim kadarıyla tüm 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerine birer kitap verdi. Birçok kitap arasında elime bu kitap geçti ve ben de bu kitabı okudum. Anladım ki bu kitap 2, 3, ve 4. sınıflar için bir kitap türü.

“Bir Küçük Osmancık Vardı” yı okumamın asıl nedeni Milli Eğitim Bakanlığı’nın verdiği kitapların özetini istemesi. Açıkçası ben de M.E.B.’in böyle bir şey yapacağını biliyordum, yoksa neden durduk yere bir kitap verilsin ki?

Bir Küçük Osmancı Vardı

Bir Küçük Osmancı Vardı

Bu kitabın en çok son kısmını beğendim. Yazar sadece son kısmını okuyucuyu kitaba bağlayacak biçimde yazmış. Geriye kalan bölümler çok vasat. Açıkçası belirtmeliyim ki son kısmını okurken gözüm doldu. Yazara bir puan verilmesi gerekirse on üzerinden, altı puan alırdı benden.

Aslında artık her kitabı öyle kolay kolay beğenmiyorum. Açlık Oyunları -Ateşi Yakalamak -Alaycı Kuş adlı üç kitabı (bu üç kitap bir seriyi oluşturuyor) okuduktan sonra başka hiçbir kitaba böyle bir biçimde bağlanamadım. Suzanne Collins’in yazdığı bu heyecan verici ve nefes kesici eserleri tam kelimeyle HA-Rİ-KA!

Suzanne Collins kitapları

Suzanne Collins kitapları

”Bir Küçük Osmancık Vardı” adlı kitabı 7 ile 12 yaş arası okurken, Suzanne’nin bu serisini okuması olan herkes okuyabiliyor. Bu arada okumak isteyenler için bir dipnot: Suzanne’nın kitapları kalındır ama kendilerini çok çabuk okuttururlar.

Sizlere fark ettirmeden iki kitabı tanıttığım için mutluyum. Bu arada kitap okumayı seven herkes Suzanne Collins‘in bu dev serisini okumalı derim.

Tabii ki 2004 yılında vefat ettiğini öğrediğim “Bir Küçük Osmancık Vardı” adlı eseri ortaya çıkaran Hasan Nail Canat‘a Allah’tan rahmet dilerim.

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk -2-

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Genel Türk Tarihi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyelerinden
Prof. Dr. ABDÜLKADİR DONUK RÖPORTAJIN İKİNCİ VE SON BÖLÜMÜNDE; KÜLTÜR TARİHÇİLİĞİNİN ÖNEMİNİ VURGULUYOR.
Oğuz Çetinoğlu: Öyle zannediyorum ki, tarih öğretimi ile ilgili olarak dile getirdiğiniz hatâlı metot, Cumhuriyet döneminde uygulandı. Sistemin çarpıklığını bu güne kadar ortaya koyan olmadı mı?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Olmaz olur mu? Ülkemizde bu çağ sisteminin çarpıklığını dile getirerek karşı çıkan ilk hoca, 1970 yılında Rahmetli olan Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’dır. 1927 yılında, o dönemde ‘Darülfünun’ olarak anılan üniversiteye ilk intisap ettiği yıldan itibaren bu çağ taksiminin eksik, yanlış ve zararlarını her yerde haykırmış ise de, kimse kendisini anlamak istememiştir.

Büyük mücâdeleler sonrasında bugünkü adıyla bilinen ‘Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı’nı kurdurarak, yukarıda ifâdeye çalıştığımız çağ taksimi içerisine girmeyen Türk tarihi ve kültürünü öğretmiştir. Bugünkü Türkiye üniversitelerinde Tarih Bölümü olan fakültelerde Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı’nın olmadığı yerlerde – ki çoktur – Türk tarihinin önemli kısımları ne okutulmakta ne de araştırılmaktadır.

Bu sisteme karşı çıkan, direnen, mahzurlarını yıllarca anlatmış ve yazmış olan diğer hocamız, 1984 yılında rahmetli olan Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’dur. Hoca devrin Başbakanlarına, Millî Eğitim bakanlarına da bu meseleyi anlatmış ve çoğundan söz de almış olmasına rağmen yine bir sonuca ulaşamamıştır.

Kafesoğlu Hoca ayrıca şu noktalara da dikkat çekmiş idi: ‘Çağ taksimininin; Türk tarihinin özelliği dolayısıyla, yalnız lüzumsuz değil aynı zamanda zararlı olduğunu belirtmek isteriz. Türk tarihinin en büyük hususiyetini coğrafi yaygınlık, hatta dağınıklık teşkil eder. Başka milletlerin tarihi muayyen ve değişmez bir bölge içinde oluşurken, Türk tarihi aynı asırlar içinde çeşitli iklimlerde gelişmeler göstermiştir.

Doğulu ve batılı milletlerde tek metropol fikri ve tek yurt coğrafyası mevcut olmasına karşılık, Türk milletinin çeşitli yurtları ve imparatorlukları olmuştur. İşte bu müstesna durum Türk tarihinin çağlar esasında araştırılması ve öğretilmesini fevkalâde zorlaştırmaktadır. Türk boyları muhtelif yurtlardan başka başka coğrafî şartlar, çeşitli iktisadî ve kültürel imkânlar dolayısıyla birbirlerinden farklı gelişmeler kaydetmişlerdir. Bunları çağ taksiminin belirli sınırları içinde ele almak doğru değildir.

Bilhassa coğrafî dağınıklığa bir de zaman bakımından ilâve edilir ve her Türk boyunun kısa devir çevresinde dahi birbirlerinden uzak memleketlerde, bunların hususi şartları yüzünden bâzen birbirinin büsbütün ayrı gelişmeler gösterdiği hesaba katılırsa Türk Tarihini çağ taksimi ile bağdaştırmamızın imkânsızlığı ortaya çıkar. Buna mukabil her Türk boyu için belirli mekân içinde bir gelişme kabul ederek çağların, onlara ayrı ayrı tatbik cihetine gitmek, mesela Orta Asya Türklüğü için başka, Hindistan, Rusya, Balkanlar, Avrupa, İran, Mısır Türkleri için başka, Osmanlı Devleti için de başka çağ sınırları tespitine çalışmak da doğru olmaz. Bu her ülkedeki Türk boyunu ayrı millet saymak manâsına gelir ki, hakikate ve ilme aykırıdır. Çünkü, çeşitli ülkelerde görülen Türkler aynı milletin kollar halinde devamından ibarettir.’

Bugün ülkemiz üniversitelerinde öğretim elemanı olarak yüzlerce tarih hocası bulunmaktadır. Rahmetli Togan ve Kafesoğlu dışında hiçbiri bugüne kadar bu konu hakkında ses çıkarmamıştır.

Bendeniz de sessiz kalmamış, devrin Millî Eğitim Bakanlarından Sayın Vehbi Dinçerler ile Sayın Hasan Celal Güzel’e konuyu bizzat anlatarak yardımlarını istemiş idim. Ayrıca dergi ve gazetelerde çağ taksiminin yanlışlığı hakkında yazılar yazmıştım. Kendi tarihi üzerinde oynanan oyunlara göz yuman ve alışılmışın dışına çıkmaya çekinen tarihçiler, millete tarih şuuru verebilir mi? Herkes kendi aleminde, çok yazık.

Geçen yıllarda 80 yıldır aynen kabul edip uyguladığımız ‘İsviçre Medeni Kanunu’ndan yeni kanunlaştırdığımız ‘Türk Medeni Kanunu’ ile kurtulmuştuk. Sıra, inşallah Avrupa’nın bu çağ sisteminden kurtulmaya gelmiştir.

Başta Togan, Kafesoğlu ve bize karşı çıkanlar şu soruyu soruyorlar: ‘Ne var bunda. Bizlerden önce Anadolu’da yaşayan kavimlerin tarihini kültürünü öğrenmeyelim mi, öğretmeyelim mi? Grek, Roma, Helen, Bizans tarihini öğretmenin ne zararı var?’

Oğuz Çetinoğlu: Bu itirazları nasıl karşılıyorsunuz?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Bu soruya özetle şu şekilde cevap vermeye çalışıyoruz: Elbette Anadolu’da bizlerden önce yaşayan kavimleri bileceğiz, öğreneceğiz. Sadece bununla kalmayıp dünya tarihi hakkında da bilgi sahibi olacağız. Bizler hiç kimseye bunlar öğretilmesin demiyoruz.

Ancak bunun bir ölçüsü, sınırlaması olsun istiyoruz. Unutulmamalıdır ki, yabancı kavimlerin tarihleri incelenirken dikkat edilmesi gereken bir kural vardır. ‘Münâsebet’ ölçüsünde konu ele alınır. Herhangi bir devirde ne zaman münâsebete girmişsek o devri işleyen hoca ana hatlarıyla o yabancı kavim hakkında, o dünyayı tanımamız için bilgi verir ve hatta Mukayese etmek suretiyle hâdiseyi öğrencilerin kafasında canlandırır ve milletler arasındaki düşünce ve kültür farklılığını da tespit etmek suretiyle tarihteki yerimizi gözler önüne sermiş olur.

Bunun dışında bizleri hiç mi hiç alakadar etmeyen konuların anlatılmasına elbette şiddetle karşıyız. İşte anlaşamadığımız nokta burada yatmaktadır. Geçmişte olduğu gibi bugün için de üniversitelerde okutulan Grek, Roma, Helen ve Bizans tarihi ders notlarına bakıldığında haklı olduğumuz ortaya çıkacaktır. Bütün Bizans ve Roma İmparatorlarını, sülalesini velhasıl her şeyini öğrenmek mecburiyetinde değiliz. En ince detayına kadar ne için anlatılıyor.

Yukarıda sorduğumuz bir suali burada bir daha hatırlatalım: Neden İlkçağ adı altında Türk çocuklarına Grek, Roma, Helen ve Bizans tarihleri bütün detayı ile öğretilmektedir. Burası Yunanistan mı? Türkiye mi? Dünyada tek ‘beyinsizler’ bizler miyiz? Akıllı olalım.

Eski İran, Mısır ve Mezopotamya tarihlerinin anlatılmasına gelince: Doğrusu, bunları da öğretelim. Ama tekrar hatırlatalım, münâsebet ölçüsünde olmak kaydıyla. Yeni yetişen genç bir Tarih Yardımcı Doçenti soruyor: ‘Bizans ile 250 yıla yakın ilişkimiz olmuş, Bizans tarihi anlatmayalım mı?’. Hemen cevap verelim: Yaklaşık 2000 yıl Çin ve Moğollar ile münasebetimiz oldu. O halde neden üniversitelerde Çin ve Moğol tarihi anlatılmıyor? Yine Ruslarla 1000 yıllık karşılıklı münâsebetimiz var, neden üniversitelerde Rus tarihi okutulmuyor. Niçin bir Kafkas, Tibet, Japon, Hint, Ermeni, Süryani ve Arap tarihi anlatılmıyor? İlle de Grek, Roma, Helen, Bizans… Neden?

Bütün dünyaya; ‘Kusura bakmayın, her ne kadar 1071’den beri Anadolu’ya yerleşmiş isek de, bizler burada geçiciyiz, bu toprağın asıl sahipleri sizlersiniz…’ mi demek isteniliyor? ‘Bunun içindir ki, sizleri unutmayalım diye, tarihlerinizi Türk çocuklarınıza ezberletiyoruz…’ mu demek istiyoruz?

Grek, Roma, Helen ve Bizans sevdanızı başka nasıl izah edebiliriz?

Oğuz Çetinoğlu: Grek, Roma, Helen ve Bizans hayranlığının bir açıklaması olabilir mi?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Ülkemizde Grek, Roma, Helen ve Bizans hayranlığının sebeplerinden biri; 1940 yılından itibaren ‘hümanizm’ adı altında ülkemize giren fikir akımının büyük tesirinde yatmaktadır. Kelime mânâsı ‘insancıllık’ olan hümanizmin asıl tanımı şu şekildedir: ‘Grek ve Roma kültürünü en üstün kültür olarak anlama düşüncesi’.

Hatırlanacağı üzere hümanizm adı altında yayılan bu görüş, ülkemizde ‘Mâvi Anadoluculuk’ olarak yaygınlaşacaktır. Bu akımın öncüleri ‘Halikarnas Balıkçısı’ olarak bilinen Cevat Şâkir Kabaağaçlı, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu ve Bedri Rahmi Eyüboğlu idi.

Bu kişilerin iddiaları şu idi:

‘Bir Türk kültüründen söz edilemez. Türkler ilkel, barbar bir kavim idi. Bir Türk kültürü olmadığı için, Anadolu’ya geldiklerinde hazır bir kültür buldular. Kaynaşıp, kaybolup gittiler. Bunun içindir ki bu kültüre Türk değil, Anadolu kültürü denilmelidir.’ Özetle ‘Biz Türkçe konuşan Yunanlılarız.’ demektedirler.

Hatta bu görüş sâhipleri Türk ve Türk kültürünün ataları olarak da Hattiler, Luvitler, Hurriler, Hititler, Frigyalılar, Giritliler, Truvalılar, Bergamalıları gösterirler.

Oğuz Çetinoğlu: Bu görüşlerin tohumları ne zaman atıldı?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: 1940’larda ortaya çıkan bu görüş bilhassa Türk Millî Eğitimi’nde ağırlığını hissettirmiştir. Yazılan tarih kitaplarında, mesela Emin Oktay’ın yazdığı kitaplarda % 80 oranında Grek ve Roma tarihi, 36 yıl Türk gençliğine ezberletilmiştir. Bu uygulamaya 1976 yılında son verilmiştir. Onun içindir ki, meşhur Yunan destan şairi Homeros’u Türklerin atası olarak öğrettiler. Noel Baba’yı ‘Nail Baba’ yaptılar. Kibele’yi Türklerin anası olarak kabul ettiler. Hukuk fakültelerinde Roma Hukuku’nu mecburî ders hâline getirdiler. ‘Bizans İmparatoriçesi Teodora’nın torunuyum!’ Diyen bilim adamlarının sayısını arttırdılar.

Önümüzdeki yıllarda akl-ı selim tarihçi ve aydınlarımızın bir araya gelmek suretiyle büyük sıkıntılara sebep olan ‘çağ taksimi’ni lağv ederek, yerine bu milletin tarihi gelişimine uygun yeni bir çağ sistemini tespit etmeleri elzem olacaktır.

Oğuz Çetinoğlu: Dünyadan bîhaber, neredeyse kendi ülkesinin bile tarihteki yerini bilmeyen bir gençliği oluşturan ‘içine kapalı tarih’ anlayışının getirdiği olumsuz durumları ‘karşılaştırmalı tarih metodu’ ile bertaraf edebilir miyiz?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Yukarıda anlatmaya çalıştığım hususa bir çözüm bulunamadığı takdirde istenilen seviyeye kavuşmamız mümkün değildir. Bu ancak başta Millî Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ve üniversitelerimizde görev yapan tarihçilerin bir araya gelerek, gerçekten millî bir tarih eğitim ve öğretiminin çerçevesini çizmesi ile bertaraf edilebilir.

Oğuz Çetinoğlu: Bugüne kadar genel itibâriyle sosyal kronoloji üzerine kurulmuş bir tarihimiz oldu. Halbuki biliyoruz ki, Türk kültür ve medeniyeti içinde ‘İktisadî Hayat’ kısmını da içine alan; At ve Koyun, Beslenme, Giyim, Endüstri, El Sanatları, Şehir, Ticaret, Tarım, Maliye vb. konu başlıklarının olduğu bir tarihe sahibiz. Acaba tarih anlatımında ve yazımında kültür ve medeniyet tarihimizin gölgede bulunmasının sebebi nedir?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Tarihimizi bir bütün olarak ele alamıyoruz. Evet, bütün tarihimizi bilmediğimiz gibi, geçmişimizden bugüne kadar gelen kültür değerlerimizi, teşkilatımızı, bir silsile hâlinde yapılan değişiklikleri de göstererek ve bağlantılar kurarak devam edip gelen milletin gerçek düşünce yapısını da tespit edebilmiş değiliz.

Mesela ortaçağ devresi ile meşgul olan bir tarihçi bu çağın içerisinde dolaştığından, ele aldığı konuyu daha önceki veya daha sonraki durumlarla mukayese ve irtibatlandırmadığı için bâzı konularda bocalayıp kalmaktadır. Aynı durum Türk tarihinin ilk ve son devresi içinde çalışanlar için de geçerlidir.

Oğuz Çetinoğlu: Tarih metodolojisinde kültürün izlerini tâkip etmek gerekmez mi?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Eskiçağdan beri devam edip gelen bu millet ve bu milletin kültürü olduğuna göre kültürün izlerini tâkip ederek, bir bütün olarak değerlendirmek daha doğru olur.

Oğuz Çetinoğlu: Bu izi tâkip ederek tarih ilmini öğretme gayretinde hocamız, hocalarımız oldu mu?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Bu metodu uygulayarak doğruyu bulmaya çalışan üç büyük tarihçimiz çıkmıştır. Birincisi Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü; diğerleri ise talebeleri Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ve 1978 yılında vefat eden Prof. Dr. Osman Turan’dır.

Oğuz Çetinoğlu: Türk milletinin yabancı kavimleri idâre etmedeki mahâreti tarih derslerinde öğretiliyor mu?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Çok önemli bir konu. Konunun tamamlayıcı bahisleri de var. Türk tarihinin Orta, Yeni, Son devirlerinde çalışan bir kişi Veliahdlık, Cihan hâkimiyeti, Demokrasi ve Meclis anlayışı, yabancı kavimleri idâre etmede gösterilen mahâretin sırları… gibi mevzuları, Türk tarihinin ilk devirlerini bilmediği takdirde bağlantı kuramayacağı için de doğru anlatamaz.

Oğuz Çetinoğlu: Bir de ‘kültür tarihçiliği’ var.

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Kültür tarihçiliğinin önemini kavramış değiliz.

Bütüncülük fikri tarih araştırmalarında inkılap yapmış ve siyasi vak’acılık yerine bir nev’i ‘kültür tarihçiliği’ ortaya çıkarmıştır ki bu, tarih öğretim ve yazımında klasikleşmiş usulü alt-üst eden köklü bir yeniliktir. Avrupa’da bu fikre, 1716 yılında ölen Filozof Leibniz’in fikirlerinden sonra itibâr edilmeye ve tarih eğitim-öğretiminde uygulanmaya başlamıştır.

Oğuz Çetinoğlu: Cevaplarınızda en çok kendi tarihimizi ve kültürümüzü ihmal ettiğimiz gerçeğinin üzerinde durdunuz.

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Hem doğulu hem batılı milletler çocuklarına evvela kendi tarihlerini ve kültürlerini öğretirler. Ve bunu hayatî bir mes’ele olarak düşünürler. Önce kendi çocuklarına kültürün unsurları olan dilini, dinini, aile yapısını, vatan sevgisini, san’atını, örf, âdet ve geleneklerini, düşünce sistemini, musikisini, devlet teşkilat yapısını, diğer milletlerden farklı olan yönlerini, dünya milletler camiasındaki yerini… bütün teferruatıyla öğretirler. Ondan sonra sırasıyla siyâsî olayları ve kısmen dünya tarihini öğretirler.

Avrupalıların iki asır önce keşfettikleri kültür tarihçiliğinin ilk planda ele alınması fikrini, bizler maalesef hâlâ idrak edebilmiş değiliz. Türkiye üniversitelerindeki Tarih Bölümü ders programlarına bakılacak olunursa mes’ele anlaşılacaktır kanaatindeyim.

Oğuz Çetinoğlu: Bütünleştirici olması açısından tarihin, yardımcı ilim dalları ile iletişme geçmesi gerektiğine inanıyor musunuz?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Elbette inanıyoruz. Felsefe dışında bütün bölümler aslında tarihe yardımcı ilim dallarıdır. Mesela Filoloji, Coğrafya, Arkeoloji, Sanat Tarihi, Nümizmatik, Takvim Bilgisi, Sosyoloji, Etnografya, Epigrafi, Paleografya, Diplomatik vesikalar, Metroloji, Mühürler, Armalar, Şecereler, Onomastika (isimle meşgul olan ilim dalı) vb. Bu sahalar ile meşgul olan ilim adamlarının vardığı sonuçlar her tarihçiyi yakından alâkadar eder.

Oğuz Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim. Türkiye’de tarih öğretimini kökünden değiştirecek teklifleriniz var. Cevaplarınızı okuyanlar, öyle tahmin ediyorum ki bundan sonra, ‘Biz neden böyleyiz?’ Diye sormak lüzumunu hissetmeyecekler. Temenni edelim ki, ‘Neden doğru dürüst tarih okutmuyorsunuz?’ diye soranlar çoğalsın, ilgililer gereğini yapsınlar.

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Görüşlerimi kamuoyuna yansıtmak, ilgililere duyurmak için vesile olmanız sebebiyle ben de size teşekkür ediyorum. Çevreyi aydınlatmak için ya ışık olmak gerek veya yansıtıcı. Yansıtıcı olmak da mükemmel bir hizmettir.

Prof. Dr. Abdülkadir DONUK kimdir?
1948 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesine bağlı Kırmıt nahiyesinde doğdu.

İlkokulu doğduğu köyde, orta okulu 1963-1964, liseyi 1966-1967 ders yılında Ceyhan’ da bitirdi. 1968 de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne kayıt olarak 1972 yılı Haziran ayında bu bölümün Umumî Türk Tarihi Kürsüsü’nden mezun oldu. Yardımcı sertifikaları Yeniçağ Tarihi ile Fars Dili ve Edebiyatı idi. Aynı yılın sonunda yapılan yabancı dil imtihanını kazanarak doktora çalışmalarına Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun yanında başladı. 1969 yılından asistanlığa tâyin edildi. 1975 yılına kadar Umumi Türk Tarihi Kürsü Kütüphanesi’nde kütüphane memuru olarak çalıştı. 1975 yazında 4 aylık kısa devreden istifade ederek İzmir’in Bornova İlçesi’nde askerliğini yaptı.

1978 de doktora tezini tamamlayarak aynı yılın Haziran ayında ‘Doktor’ unvanını aldı. 1980 yılının Ekim ayında kendi imkânlarıyla Amerika’ya giderek Columbia Üniversitesi’nde 1981 yılının Nisan ayına kadar, 6 ay süre ile branşı ile ilgili konularda çalıştı.

1983 yılında doçentlik imtihanının bütün safhalarını tamamlayarak ‘Üniversite Doçenti’ unvanını aldı. 1988 yılında da ‘Profesör’ oldu. Hâlen Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmaktadır.

Öğrencileri O’nun, yazılı veya ödev kâğıtlarına; ‘Cevap’ yerine ‘yanıt’ yazılmasını kabul etmeyecek kadar ‘Türkçü’ olduğunu söylüyorlar.

Üyesi olduğu kuruluşlar:
Türk Tarih Kurumu, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, Aydınlar Ocağı, Türk Ocağı, Turan Kültür Vakfı

Yayınlanmış Eserleri:
Eski Türk Devletlerinde Îdari-Askerî Unvan ve Terimler: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul,1988. Türk Hükümdarları: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul: 1990.

Prof. Dr. Donuk; evlidir, iki evlat, iki torun sâhibidir.

 

Libya Güzellemesi ve İktidar Kumbarası

Müslümcü muhalif olmanın tarihinde ‘Bunların hiç mi sevabı yok‘ ya da ‘Biraz da iyi şeylerini yaz‘ temennilerinin etkisi Kızılderili dumanıyla muhabereye benzer.

Bozuk saatlerin günde 2 kez doğru vakti zımbalaması ilgi alanlarımdan biridir. Son Libya Tahliye Operasyonu fakir İktidar Kumbarasını kısmen doldurdu.

Devrilen devasa gafları ve satışa çıkarılmış paragrafları saymazsak; Afrika ve Balkan ülkeleriyle vizelerin kaldırılması, AB ülkeleriyle kısmi süreli vizesizlik, bazı Ortadoğu ülkeleriyle sınırların kaldırılmasına teşebbüs, İran‘ın üç kuruşluk uranyuma satılmaması doğru yaklaşımlar.

Türkiye‘yi bina manyağı yapan resmî gecekonducumuz TOKİ’nin ev karşılığı petrol anlaşmasıyla Venezüella ve Chavez‘e selam çakmamız derin suda avlanmış büyük bir balık.

Mısır mevzusunun Amerikonya‘da kotarıldığını çakozlayan Hükümet 3. günden itibaren Mübareği bombalamaya başladı ve tribünlere 3 defa “Oley! Oley! Oley!” çektirdi.

Fakat Libya‘da gıkını çıkartmayarak daha da doğru bir iş yaptı. Allah‘ın delisi, çöl kedisi Kaddafi‘yle dalaşmak Bakırköy’den herhangi bir arkadaşla yarışmak gibidir.

Onbinlerce Türk vatandaşını ve milyarlarca dolarlık yatırımları katlama siyaseti tuttu. Hava, deniz, kara; yol namına ne varsa hepsi en kısa zamanda hizmete amâde kılındı.

Her Amerikalı ve Avrupalı vatandaşlar 1 hafta önceden aldıkları istihbarat gereği tüy vaziyetindeydiler ama olsun kriz masasıyla, konsolosluklarıyla, İDO vapurlarıyla, özel timleriyle, askeri uçaklarıyla adeta kusursuz bir Osmanlı sefer organizasyonu yapıldı. İkmalden ikmale kalınmadı.

3 vakte kadar Tunus‘da, Nahda, Libya‘da Sunusî, Mısır ve Ürdün‘de İhvan-ı Müslimîn Arap Dünyası’nın AK Partileri olarak iktidara gelecektir. Artık Arap Sosyalizmi ve Baasçılık yani CHP geleneği out.

Yeşil Kuşak, Ilımlı İslam, BOP, twitter, facebook bir yana Türk Dışişleri Bakanlığı ‘Sıfır Sorun‘ safsatası haricinde Stratejik Derinlik koymaya çalışan bazı manzaralar sunuyor.

Dış politik kurgularının temel parametrelerini doğru bulmasam da bölgede inisiyatif alan ve cesareti hariciyemizle buluşturan tarzından ötürü müteşekkirim. Bir tuğla bir tuğladır. Yarın kimbilir kimlerin yolunu açar.

Bu yazıyla İktidarın dolan kumbarasını boşaltmış oluyorum. Şimdiden söyleyeyim; bir 9 yıl daha bekleyemem.

Oh be! Yazdım kurtuldum. Tamam mı kardeşler?

Defosuz Bir Demokrasi Özlemi

Ülkemizde son yıllarda en çok dikkati çeken ama yeterince tartışılamayan bir konu da demokrasinin getirildiği durumdur. Biz genelde bilhassa hayali AB üyeliği yolunda demokrasideki eksikliklerimizi konuşur olduk. Ancak demokrasideki eksikliklerin ve fazlalıkların dışarıyı fazlaca meşgul etmediği ortaya çıktı. Demokrasi, çıkarlarına imkân sağladığı oranda yabancılar için önem taşımaktadır. Eğer aksi olsaydı; ülkemizde son yıllarda hukuk devletinden sapmalar, parti devleti örneklerinin ortaya çıkması, yargısız infazlar, tutuklamaların cezaya dönüşmesi, yasadışı dinleme skandalları gibi bir çok demokrasiyle bağdaşmayan konular üzerine gidilirdi.

Son Ortadoğu olaylarında görülmüştür ki, halk ayaklanmaları, demokratikleşme ve demokrasiye kavuşma arzusu gibi takdim edilse de; bu ülkelere demokrasi getirememektedir. Çünkü, tam bir demokrasinin işlemesi, emperyal amaçlı ülkelerin foyasını ortaya çıkarır, asıl niyetlerini sergiler. Bu da süper güç ve blokların işine gelmez. Bu bakımdan, korunması ve kollanması gerekenler, kendileriyle işbirliği yapanlardır. Dışarıyla işbirliği yapmayanlar için demokrasi ve insan hakları bir anlam ifade etmez.

Irak’ta Saddam’ı yıkanlar ve işgali alkışlayanlar, ilk dönemlerde Amerikan askerlerinin ellerini öpenler, ABD’nin demokrasi getirdiğini zannetmişlerdi. Oysa ki zamanla gerçekler ortaya çıkmış, işgalin faturası binlerce sivilin hayatına mal olmuş, iğfal edilen kadınlar gerçeği ortaya çıkmıştır. Bütün bunlara rağmen, demokrasi ve insan hakları adına hemen hemen hiçbir komşu ülke – Türkiye’de dâhil – bu rezaletlere karşı sesini yükseltememiştir. Süleymaniye’de askerimizin başına çuval geçirenler için “büyük devletler özür dilemez” diyen devlet adamlarımız olmuştur.

Bazı Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde görülen son ayaklanmalar,  küresel patronun hizmetkâr değiştirmesinden başka bir şey değildir. Bu değişim sancıları, demokratikleşme diye yutturulmaktadır. Mısır’da Mübarek gitmiş, onun yerine ABD’nin kuklası bazı askerlere yeşil ışık yakılmıştır. Böylece, dış destekli sözde halk hareketleri yoluyla henüz değiştirilme ihtiyacı duyulmayan yönetimler uyarılmış, bağlılıklarını gözden geçirmeleri istenmiştir.

Maalesef, ülkemizde son yıllarda mutabakatlar yerine; kamplaştırmalar hızlandırılmış, kamuoyu içerdeki kısır çekişmelerden kurtulup dış politikaya ve Türkiye üzerinde dönen dolapları düşünemez olduk. Aslında gerçekte istenen de budur.

Ortaya çıkan davalar hukuk davası olmaktan çıkıp kan davasına dönüşmüştür. Bir dönem işgalci güçlerin emriyle ortaya çıkan tutuklamalar ve İttihat Terakki mensuplarından hesap sormalar ve Malta sürgünlerinin değişik örnekleri 2000’li yıllarda görülmektedir. Yaşadığımız dönem Osmanlı’nın son dönemlerini andırmaktadır.

Yargının bağımsızlığını kaybettiği, bağımsız mahkemelerin dünde kaldığı görüşleri yaygınlaşmaktadır. Hakim ve savcı teminatının bulunmadığı, hakim ve savcıların her an sürülebileceği, emir dinlemeyenlerin soruşturmaya uğrayıp cezalandırılacağı düşüncesi yaygındır. Sürüp giden Ümraniye ve Silivri davalarında iddianameler, sehven iddialarla doludur. Yeni Danıştay ve Yargıtay yasaları acaba demokrasiye mi hizmet ediyor?

Aslında herkes demokrasinin bütün ve kurum ve kurallarıyla işlemesinden yana olmalıdır. Ülke çıkarları buradadır. Demokratik hakların kullanılabilir olması esastır. Basın ve yayın hayatında bir takım engeller, baskı ve sindirmeler, gözdağı vermeler söz konusu ise, demokrasi ve demokratikleşmeden bahsedemeyiz. Hiçbir ciddi devlette ufalanma ve çözülmenin, milli devletten federal bir yapıya geçme hazırlıklarının, devletin dilinin ve milli kimliğin değiştirilme gayretlerinin demokratikleşme diye takdimine rastlamadık.

Hiçbir ciddi devlet terör örgütüyle işbirliği yapan bir siyasi partiye demokrasi adına hayat hakkı tanımadı. Türkiye’de ise, PKK’ya “siz terörist diyorsunuz, biz demiyoruz” diyen ırkçı-bölücü siyasetçiler, içerden ve dışardan destekleniyor; gelecekteki operasyonlar için TSK yıpratılıyor. Türkiye, bir dönemin demirperde ülkelerine benzetilen bir süreçte 12 Haziran Genel Seçimlerine gidiyor.

Ortaya çıkabilecek sonuçları şüpheyle karşılamamak mümkün değil; seçimle ilgili ABD yazılım şirketi hala işbaşında mı bilemiyoruz. Biz aslında 12 Haziran’ın gerçek bir çözüm, silkiniş ve uyanış olmasını diliyoruz.

Çalışırken çalmak mıdır erdem?

Geçtiğimiz hafta AKP‘nin yolsuzluklarını yazmaya başlamıştım. Fırsat buldukça da yazmaya devam edeceğim.

Seçime doğru giderken Türkiye, Başbakan televizyonlarda AKP‘nin icraatlarından dem vuruyor her daim.

Kendisine tevdi edilen, yolsuzluklarla ilgili sorularda ise, sinirleri boşalıyor, dengesi bozuluyor Başbakan‘ın.

AKP li yandaş vatandaşların geldiği konum ise daha bir komik.

Karşınızda AKP‘yi öven bir vatandaşa, “Bugüne dek Türkiye’de hangi Başbakan damadına düğün hediyesi olarak, Devlet Bankası kredi destekli 750 Milyon Dolar’a gazete ve televizyon aldı?” diye sorsanız, vatandaşın da dengesi bozuluyor.

Savunması ise çok daha ilginç.

Bunlar da çalıyorlar ama çalışıyorlar.

‘Çalışırken çalmak’ gibi bir erdem (!), ne zamandan beri hüsn-ü kabul gördü derseniz, cevabı hazır.

– AKP iktidar olduğundan beri.

Gelin size somut örneklerle bu talan döneminin vurgunlarını anlatmaya devam edelim.

İzmir Halkapınar Kapalı Spor Salonu İnşaatı İhalesi

İzmir‘de yapılan Kapalı Spor Salonu inşaatı ihalesi için, ilan verilmemiş. 30 trilyonluk bir iş.

O dönemde AKP Çankaya Belediye Başkan Adayı’nın sahibi olduğu şirkete, usulsüz olarak verildiği görülüyor bu ihalesiz ihalenin.

Hatta 2004 yılı Yatırım Programı’nda, söz konusu salon için, ödeneğin bulunmadığı da ifade ediliyor.

Bu konudaki soruların karşısında yetkililer, ihalenin usule uygun yapıldığı açıklandı.

Aycell- Aria Birleşmesi

İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi’nin ricası üzerine, AYCELL-ARİA birleşmesinden doğan AVEA’nın yaklaşIk 3 milyar Dolarlık zararı, Hazine‘ye yüklendi.

İddialara göre; Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun, kamuyu zarara uğratan ve ‘Hizmet nedeniyle emniyeti suiistimal suçu’ işlediğini öne sürülen Aycell yöneticilerinin, Savcılığın soruşturma istemine onay vermedi.

Erdoğan, eski yöneticilerin uyarılmasına, haksız edinildiği düşünülen bir paranın tahsiline onay verdi.

Yüksek Denetleme Kurulu’nun (YDK) Aycell’e ilişkin 2003 yılı raporuna göre, şirkette Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı ve Danışmanlar’a, ‘Ortalama yasal ücret tavanından’ fazla ücret bağlandı.

Bu konuda YDK‘nın isteği ile Hazinece yapılan uyarılara rağmen, Türk Telekom A.Ş.ve Aycell yasalara aykırı bu durumu sürdürdü.

Bunun üzerine YDK, ‘İvedi durum raporu‘ hazırladı.

Bu rapor üzerine, Başbakanlık Teftiş Kurulu soruşturma başlattı.

Hazırlanan raporda, Başbakanlık ve Hazine‘nin bağlı olduğu Devlet Bakanlığı‘nın talimatı ve mevzuata aykırı olarak, Aycell yönetiminin yüksek serbest ücretlere soruşturma aşamasında da yüzde 15 zam verdiği ve bunu uyguladığı bilgisi yer aldı.

Raporda, şirket yönetiminde yetkilerine verilen kamu kaynağını sorumlulukla kullanmayan, bu suretle kamu zararına yol açan Aycell Yönetim Kurulu Başkanı, Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Üyeleri’nin durumunun, ‘Hizmet nedeniyle emniyeti suiistimal’ hükümlerine uyduğu cihetle, haklarında kamu davası açılması ve gereğinin takdir ve ifası için raporun Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmesi istendi.

Ancak, Başbakanlığa sunulan bu onay teklif yazısı, Erdoğan tarafından, ‘Raporun Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmesi’ şıkkı hariç, diğerleri ‘Uygun’ görülerek, onaylandı.

Oysa, Devlet eski Bakanı Hüsamettin Özkan‘ı Yüce Divan’a gönderen olayda da, YDK raporlarına göre, Halkbankası’nı zarara uğratan bürokratlarla ilgili olarak, Teftiş Kurulu’nca hazırlanan raporun gereği yapılmamış ve bir buçuk yıl Özkan‘ın masasında bekletilmişti.

Bütün bu anlattıklarım karşısında, “Ne oldu peki?” diye soruyor olmalısınız.

Bir takım açıklamalar yapıldı yetkililer tarafından. Ama bunların hiçbiri kamuoyunu tatmİn edici açıklamalar değildi.

Aycell ile Aria, kanun çıkartılmak suretiyle birleştirildi, oldu Avea.

 

Ortadoğu ve Meseleleri

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın 12 Haziran 1959 yılında yani bundan 52 yıl önce Ortadoğu ve Meseleleri başlığı altında bir yazısı “SERDEN GEÇTİ” dergisinde yayınlanmıştır.

52 sene önce yazılan bu yazı bir ibret levhası olduğu için aynen yazıyorum.

İkinci Dünya Harbinden sonra beynelminel siyaset sahasının en önemli ve en tehlikeli mevzularından biride “ORTADOĞU MESELESİ” olmuştur. Aynı zamanda bu mesele Almanya’nın birleştirilmesi, silahsızlanma, Kore ve Çin çekişmeleri yanında soğuk harbin en müstesna mevzularından biridir. Zaman zaman bu bölgede ortaya çıkan ciddi karışıklıklar dünya sulhünü korkulu bir şekilde tehdit etmektedir. Ve bir 3. Dünya Harbi kâbusu zihinlerde endişeyle belirmektedir.

Ortadoğu’da tehlikeli bir muvazenesizlik içinde bulunan devletlerle çok sıkı dini ve tarihi müşterek bağlarımızın bulunması, memleketimizin bu bölgenin en stratejik bir mevkiinde yer almış olması ve nihayet halen milli kaderimizin dünyanın umumi siyasi gidişiyle çok yakından alakalı olması hakikatleri bizi bu bölgenin meselelerini yakından tanımamız neticesine götürmektedir.

Ortadoğu’da ki Arap Devlet ve Devletçiklerinin muvazenesizlik sebeplerini dört başı mamur bir şekilde incelemek ancak geniş bir eser dahilinde mümkün olabilir. Biz bu makalemizin hacmi içerisinde bu muvazenesizliğin en önemli sebepleri üzerinde muhtasar bir şekilde duracağız. Bu sebepler birbiri içine iyice girmiş ve karışmış bulunduğundan aralarında kati bir tasnife girmeyeceğiz.

Birinci Dünya Harbinin başlangıcına kadar Ortadoğu’da ki Araplarla meskün bütün yerler Osmanlı İmparatorluğu’nun fiilen veya hukuken birer parçasını teşkil ediyordu. İmparatorluğu parçalamak için azınlık siyasetini çok mühim bir silah haline getiren düşman devletler Arap Milliyetçiliğini, Türk aleyhtarlığı haline sokmak ve geliştirmekte gecikmediler. Lübnan’da ki Hıristiyanlar vasıtasıyla Arap alemine zerk edilen bu milliyetçilik bilhassa münevverler arasında büyük bir tesir icra ediyordu. İmparatorluk idarecilerinin işledikleri büyük siyasi gaflar ve bir takım Arap Şeyhlerinin menfaatleri Araplar arasında Türk düşmanlığını artıyordu.

Nihayet harpte uğradığımız mağlubiyetler bu toprakların imparatorluğun elinden çıkmasına sebep oldular. Osmanlı İmparatorluğuna karşı açılan savaşın sonunda istiklallerini alacaklarını ümit eden Araplar çok çabuk hayal sukutuna uğramışlardı. Çünkü bunlardan yalnız hicazda yaşayanlar kendilerini yabancı işgalden kurtarabilmiş ve 1932’de müstakil Suudi Krallığını kurabilmişlerdi.

Diğerleri galiplerin harita üzerine koydukları cetvellerle bir çok küçük parçalara ayrılmış ve milletler cemiyetinin verdiği salahiyetle İngiliz ve Fransız mandası haline gelmişlerdir. Bu hal İkinci Cihan Harbinin sonuna kadar devam etti. İşgal Kuvvetleri Zorla ve kendilerine bağlı bir idareci zümresiyle bu memleketleri idare ettiler. Bir arada bazı mevzii kurtuluş hareketleri de (Irakta olduğu gibi) kati neticeler veremediler.

Fakat İkinci Cihan Harbi Batı Milletlerini çok yormuş ve müstemlekeleriyle uğraşmak imkânını zayıflatmıştı. Bu durumdan istifade ederek Lübnan (1946), Suriye (1946) da büyük zorluklara maruz kalmadan, Fransız kuvvetlerinden memleketlerini tahliye ettiler. Diğer Arap memleketleri de tam manasıyla müstakil olmak ve yabancı tesirinden kurtulmak için çareler aramaya başladılar. Fakat Filistin harbi bu hareketi başlangıçta geciktirdiyse de Arap milliyetçiliğinin realiteyi görmesi ve derlenip toparlanması bakımından faydalı oldu.

İngilizlerin daha 1917 deki “BALFAUR” beyannamesiyle Yahudilerin bir devlet sahibi olmaları, emelleri resmi bir mahiyet kazanmış ve bir büyük devletin politikası dahiline girmişti. Harbin hemen akabinde (1947) gizli Yahudi tedhiş teşkilatı “İRGUN”nun mücadelesini müteakip, İngilizler Filistin’i tahliye ettiler. Bunun üzerine siyasiler, Filistin Araplarını katliama tabi tuttular. İlk katliam 8 Nisan 1948’de Deryani köyünde çok kanlı bir şekilde cereyan etmişti. Böylece kanlı Filistin harbi başladı.

Binlerce Müslüman kanı Filistin çöllerini suladı. 1949 da harp bir mütareke ile sona ermişti. Fakat 800.000 Filistinli Arap anavatanlarından çıkarılmış, komşu Arap devletlerinin topraklarına sürülmüştü. Sanki Siyonist liderler Hitlerin Yahudi ırkına yaptığı mezalimi Müslüman Arap köylüsünü öz topraklarından sürerek taklit etmişlerdi. Bu muhacirler Birleşmiş Milletlerin himayesi altında kamplarda toplanmış ve bütün dünyanın himmetleriyle beslenmektedirler.

Filistin meselesi böylece Araplar için bir numaralı bir dava haline gelmiş bulunmaktadır. İsrail devleti Dünyanın her yönünden gelen muhacirlerle her gün biraz daha kalabalıklaşmakta ve komşu Arap Devletlerini tehdit eder bir hal almış bulunmaktadır. Yalnız doğu Avrupa dan 1958 yılı boyunca gelen Yahudi muhacirlerin sayısı 100 bine ulaşmış bulunmaktadır. Bir yandan haksız olarak ellerinden alınan toprakları istirdat diğer taraftan da yeni işgallere mani olmak isteyen Arap devletleri İsrail’i düşman ilan etmişlerdir. Böylece İsrail konusu hala çaresi bulunmamış bir anlaşmazlık olarak ortada durmaktadır.

Batılılar İkinci Cihan Harbinin sonunda birkaç Arap memleketini tahliye etmelerine mukabil buralarda ki Nüfuz ve hâkimiyetlerini devam ettirmek istiyorlardı. Halbuki bunu temin edecek kuvvetten artık mahrum bulunuyordu. Çünkü dünyanın kaderi artık 2 büyük devlet (Amerika, Rusya) tarafından tayin edilmek durumundaydı. Bunu 1956 sonbaharında cereyan eden İngiliz – İsrail – Fransızların Mısıra karşı giriştikleri müşterek tecavüz hareketlerini takip eden hadiseler bütün açıklığı ile ortaya koymuş bulunuyordu.

İngiliz ve Fransız nüfuzundan kurtulmak isteyen Arap Milliyetçileri önce bu kuvvetlere işbirliği halinde bulunan dahili idarecileri başlarından uzaklaştırdılar. Ve tam istiklallerini sağlamak için de birleşme yollarını aramaya başladılar. Fakat yabancı kuvvetleri topraklarından uzaklaştırmak bunların tesir sahalarından kurtulmak manasına gelmiyordu. Çünkü Araplarla meskün bulunan sahaların iki blok muvacehesinde iktisadi ve stratejik ehemmiyeti büyüktür. Bu bölgedeki iktisadi zenginliklerin başında petrol gelmektedir.

Yalnız Ortadoğu’da ki petrol ihtiyatlarının bütün dünyadakilerinin ¾ ‘ü teşkil ettiğini bile kaydetmek bölgenin iktisadi kıymetini açıklamaya kâfidir. Her sene Ortadoğu’da bir milyar İngiliz sterlini petrol istihsal edilmektedir. Petrol kuyuları yabancı şirketler tarafından işletilmektedir. Bu gün Amerikalılar bu istihsalin %66’sını kontrol etmekte, geri kalan kısmı ise İngiliz, Fransız, Hollanda, vs. arasında bölünmektedir. Petrol karının muayyen bir kısmı yerli hükümetlere verilmektedir.

İşte bu iktisadı ve stratejik önem Ortadoğu’yu batılılar ve komünistler arasında bir mücadele sahası haline getirmişlerdir. Komünistler Arap milliyetçiliğinin getirdiği garp aleyhtarlığından istifa ederek bölgeye sızmaya çalışmakta, batılılar ise Arapların meşru isteklerine fazla bir önem atfetmeden onları kendileriyle işbirliğine zorlamak istemektedirler. Batılıların bu gayeyi tahakkuk ettirmek için sarf ettikleri gayretlerin hatalarından en mühimi muhakkak ki bölgede halk kütleleri tarafından tutulmayan liderlerle işbirliği yapmak istemelerinde aramak lazımdır.

Bunun en acı misalini 14 Temmuz 1958’de cereyan eden feci hadiseler esnasında bizde bizzat görmüş bulunuyoruz. Bölgeye karşı olacak komünist sızmalarını önlemek için kurulmuş olan Bağdat paktı bu acı gerçek yüzünden epey zarara uğradı. Esasen bu paktın en büyük zaafı bünyesine İngiltere’yi almış olmasından ileri gelmiştir. İngiltere bölge dışında bir devlet olduğu gibi Ortadoğu’da geniş halk tabakaları nezdinde iyi şöhreti olmayan bir batılı kuvvettir. Paktın düşmanları İngiltere’nin Paktın azası olmasını pakta karşı en büyük bir silah olarak kulanmışlar ve Bağdat paktının Ortadoğu’da İngiliz menfaatlerini teminat altına almak üzere bizzat İngiltere tarafından meydana getirildiğini ileri sürmüşlerdir.

Nil’den Dicle’ye kadar uzanan Arap devletlerinin istikrarsızlık durumlarında Filistin meselesi ve iki blok’un karşılaşma yeri olması sebepleri yanında bizatihi bu devletlerin iç zaafları yer almaktadır. Dünyanın bu bölgesinde yaşayan insanların hayat seviyesi çok düşüktür. En büyük servet kaynağı olan petrol gelirlerinin en avantajlı mukavelenamelere göre (Suudi Arabistan’da ki “ARAMCO” şirketinin mukavelenamesi) %50si yabancı şirketlere gitmekte ve geri kalan kısımda halkın iktisadi seviyesini yükseltecek yatırımlarda kullanılmaktadır.

Bunun en tipik örneği Suudi Arabistan’dadır. Bu memlekete her sene 200 ile 300 milyon dolarlık petrol geliri aktarmaktadır. Bunun 50 milyon dolar gibi büyük bir miktarı 300 kişilik saray ailesi tarafından sarf edilmekte ve 24 sarayın bakımına tahsis edilmektedir. Ziraate ayrılan miktarsa 1952 ile 1954 arasında yalnız 13 milyon dolardır. Saray mensuplarının Cadillac otomobillerle Ceylan avına gittikleri haberleri modern binbir gece masallarını hatırlatmaktadır. Kuveyt Şeyhi ise senede 200 milyar Frank gelir sağlamakta bunun 1/3’ü yalnız 70 kişilik olan şeyhlik ailesine ayrılmakta 1/3’ü  umumi menfaate hadim işlerde kullanılmakta son 1/3’ü ise Londra’da plasmanlara yatırılmaktadır. Ortadoğu’da ki Arap memleketlerinde ziraate elverişli mahdut arazi de umumiyetle büyük mülk sahiplerinin elindedir. Bu mahzuru önlemek için Nasır rejimi altındaki Mısır ve Suriye’de Toprak Reformları yapılmaktadır.

Ufaklı büyüklü mozaik halinde bir çok devletlerden müteşekkil bu bölgenin istikrara kavuşmalarında en mühim amil dahilde halk iradesini aksettiren normal idarelerin ve bütün bir Arap milletini harekete getiren birleşme idealinin tahakkuku olacaktır.  Normal halk idareleri diktatörlükler değildir. Bunların hiçbir teminatı bulunmamaktadır. Birleşmeden doğacak kuvvet ise batılıları uzun vadeli bir düşünceye endişeye sevk etmektedir. Çünkü komünist sızmalarına karşın en sağlam teminat kuvvetli milliyetçi idarelerdir. Şubat 1957’de Mısırla birleştikten sonra Suriye’de ki komünist partisinin kapatılabilmiş olması bunun canlı bir delilidir. Ancak kuvvetli Arap Devletleri bu bölgede iki blok’un rekabet alanı olmaktan geniş miktarda kurtarabilecektir.

Şimalden büyük bir tehlike ile çevrili olan Türkiye’miz bakımından güneyindeki bölgede istikrar ve güvenliğin teessüs etmesinin arz ettiği önem de gayet aşikar olarak ortadadır.

52 sene önce Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın tespit ettiği Ortadoğu’nun bu meseleleri 52 sene sonrada aynı şekilde devam etmekte olduğu düşündürücüdür.

İki blok’un rekabet alanı Rusya’nın yok olmasıyla tek blok olan ABD’nin Büyük Ortadoğu projesinde Ortadoğu üzerinde oynamakta olan oyunlara çok dikkat etmek zorundayız.

 

Mehmedim

Baban vatan borcu diye giderken,

Sen kundakta küçücük bir bebektin,

Sana vermek için sütüm yetmedi,

Un çorbası maman oldu Mehmedim.

 

Ben hasret, sen hasret büyüttün seni,

Ben hep eski giydim sana hep yeni,

Yokluk çaresizlik hoş gör sen beni,

Görürsün değilmi canım Mehmedim.

 

Beşiğine kuzum diye beledim,

Ninni diye vatan bayrak söyledim,

Baban asker yavrum diye eğledim,

Göz yaşlarım rahmet oldu Mehmedim.

 

Anam nazlı koymuş benim adımı,

Dağlar taşlar dinledi feryadımı,

Anan senin Anadolu kadını,

Ne fark eder yürek aynı Mahmedim.

 

Sorar oldu babam nerede ana,

Anlatayım yavrum Mehmedim sana,

İnsan olsa insan kıyar mı cana,

Hayvandan aşağı bunlar Mehmedim.

 

Baban gelmiş sarıl yavrum boynuna,

Hainlerin sakın gelme oyununa,

Baban gazi olmuş gel gir koynuma,

Koynumuzda yılan bunlar Mehmedim.

 

Delikanlım nöbet sırası sende,

Hep Mehmetler bircan hepsi bir tende,

Vatan namus borcu var iken sende,

Gözümüz arkada kalmaz Mehmedim.

 

Dinle evlat şimdi gazi babanı,

Dostunu düşmanı çok iyi tanı,

Emanettir vereceksin bu canı,

Vatan, Bayrak, Namus için Mehmedim.

 

Kimi yeni damat kına elinde,

Kimisi nişanlı yağlık belinde,

Yardan mektup gelmiş okur elinde,

Herşey vatan için olmuş Mehmedim.

 

 

 

Bunlar hain içimizden çıktılar,

Ne yuvalar viran oldu yıktılar,

Acımayıp dağı taşı yaktılar,

Cehennem odunu bunlar Mehmedim.

 

Et tırnak olmuşuz vatan aşkına,

Dönecekler zaferinle şaşkına,

Hep sen koştun yetim garip düşküne,

Rabbin lütfu merhametin Mehmedim.

 

Bunlar Ebu Leheb, Cehil soyundan,

Bilmem Türkiyemin hangi köyünden,

İnde yaşayacak çıkmış evinden,

Zalim katil hain bunlar Mehmedim.

 

Muhammed den Mehmed oldun bilesin,

Meydanlarda al atlara yelesin,

Düşmanlara girilmeyen kalesin,

Din ve iman zırhın olsun Mehmedim.

 

Deden Çanakkale Sarıkamış ta,

İnönü de hem de Antep Maraş ta,

Allah nidaları yazılı arşta,

Sende söyle katıl ona Mehmedim.

 

O zaman bilirdik önünde düşman,

Tek vücut olmuştuk gayemiz vatan,

Hain içimizde çıkan an be an,

Uyanık ol yavrum canım Mehmedim.

 

Ayşe gelin senin yolun gözlerken,

Bir Mehmedin oldu ay gün sayarken,

Resmini koklarsın nöbet beklerken,

Hasretlik mahşere kaldı Mehmedim.

 

Hainler yollara tuzak kurdular,

Mehmedimi nöbetteyken vurdular,

Eşkiyalar muradına erdiler,

Hepside yok olur bir gün Mehmedim.

 

Al Bayrağa sarılı hep tabutlar,

Arşa çıkar göz yaşı ile ağıtlar,

Fidan gibi şehit oldu yiğitler,

Cennet bahçesinde açar Mehmedim.

 

Onlar boğulacak döktüğü kanda,

Bizler davacıyız ulu divanda,

Hepimiz Mehmetiz bu ruh bu canda,

Gönlümüzde yaşıyorsun Mehmedim.

 

Ya Rab sabır eyle milletimize,

Leke gelmez şeref izzetimize,

Fatihalar gönderelim hep size,

Şehidim Mehmedim şefaat bize.

 

Efendimiz bekler Cennette sizi,

İman, Vatan, Kur’an milletin özü,

Kıştan sonra gelen İlkbahar Yazı,

Biz burda, sen Cennete yaşa Mehmedim.

 

“Ve Emrühüm Şura”

Dünyaya ait konuları anlamak lazım. İdare ve siyasetle ilgili meselelere nüfuz etmek gerek. Bunlarla alakalı hükümleri kavramak şart.

İşte bütün bunları idrak edip algılamak için örf, adet ve geçen zamanı hesaba katmak zaruridir.

Çünkü bunlar sosyal hayatın çeşitli ihtiyaçlarına tabi ve bağlıdır. İşte bu yüzden bu mevzularda müşavere ve istişareye yani sorup soruşturmaya kısaca demek lazımsa, danışmaya çok ihtiyaç vardır.

Klasik ifadeyle “Müdavele-i Efkar” denilen karşılıklı fikir teatisi, söz alış verişinde bulunmak icap eder.

Bu tarz fikir jimnastiğine hem fert ve bireylerin hem de içtimai / sosyal grupların şiddetle gereksinmeleri var.

Zaten buna lüzum hissediş; Hz. Peygamber’in devamlı yapmış olduğu bir husustu. Kendisinden sonra Müslümanların başvurmasını istediği çok önemli ve hayati / yaşamsal bir sünneti yani fiili / eylemsel bir örnek davranışıydı.

Şüphesiz, müşavere ve danışmaya ihtiyaç duymak, hakkında kesin bir nas / şer’i / dini bir hüküm bulunmayan konular için bahis mevzuu ve söz konusudur.

Kaldı ki, Hz. Muhammed, hususi ve özel işlerinde bile müşavere eder / danışmaktan çekinmezdi. Nitekim bir Hadis-i Şerif’inde şöyle der: “Hiçbir millet, meşveret, (istişare / birbirinin görüş ve düşüncesine başvurmak)tan zarar görüp helak olmuş değildir. Meşvereti terk etmek ise helake (mahvolmaya) müeddi (ve sebep) olur.” ( Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, cilt:1, Ömer Nasuhi Bilmen, İstanbul – (Tarihsiz) s. 485 )

Zaten Ayet – i  Kerime de bunu nazara verici mahiyettedir: “Ve emrühüm şura beynehüm.” / “- Bütün ortak iş, mesele ve –  idareleri; aralarında şura ve danışma iledir. – Ancak bu şekilde karar verirler.-” (42 – Şura – 38)

“Malum olduğu üzere ‘Ulum-u İslamiye’ (‘İslam İlimleri’)nden biri de ‘Adab-ı Münazara’  (‘Karşılıklı Konuşma Edep ve Usulleri’)ne ait olan ve ‘İlm-i Edep’ (‘Edep İlmi’) denilen mühim (ve önemli) bir ilimdir.

“Bu ilim gösteriyor ki; vaktiyle İslam alimleri bir mesele hakkında mübahase ve münazarada  bulununca (aralarında konuyu tartışmaya açınca), hepsinin ehass-ı amali (en hususi dilek ve istekleri) hakikatin tecellisini görmek (ve ortaya çıkartmak)tan ibaret bulunurdu.

“Bununla beraber, her biri arzu ederdi ki: Bu hakikat arkadaşı tarafından meydana çıkarılmış olsun. Ta ki: Kendi nefsine bir gurur gelmesin ve arkadaşı da – ben rey (ve görüş)ümde isabet edemedim – diye meyus olmasın (üzülmesin). Ne güzel bir ahlak, ne fazilet-perver (faziletli ve üstün) bir cemiyet – i  ilmiye (ilmi, bilimsel bir topluluk).” ( a.g.e. s: 487 )

Bir bakıma yeni bir seçimin arife gününde olduğumuz şu zamanda, iktidara talip Parti temsilcilerinin, birbirlerine ve halka karşı söz ve sohbetlerinde tam bir anlayış, müsamaha ve hoşgörü içinde bulunmaları  -tabii her zaman olduğu gibi-  çok daha elzemdir.

Çünkü halkın rey ve oylarını isteyecek olanların; halkın karşısına çıkmalarını; bir bakıma halkın meşveret, istişare ve şura meclisinde boy göstermelerine benzetebilir; halka sundukları vaat, söz ve yorumların; onlarda yapacağı yankı ve yansımalara intizar etmeleri, yani bekleyiş içinde bulunmaları şeklinde düşünebiliriz.

Evet, seçimleri; halkın huzurunda; onun idaresine talip olanların; halkın fikir ve görüşlerine müracaatları, yani bir bakıma halka danışmaları şeklinde tefsir edebiliriz.

Evet, Partiler; halkın bakış açılarına açık oldukları, onlara değer verdikleri ve gereğini

yaptıkları takdirde; halk indinde ve katında bir kıymet ifade eder.

Velhasıl, Partiler; iktidarın; ancak milletin istek, görüş ve düşüncelerine itibar ettikleri takdirde, kendilerine müyesser ve nasip olabileceğini bilmelidirler.

 

 

 

 

 

 

Hoca ve Fark

Başlık size biraz tuhaf gelebilir ama okuyunca farkı fark edeceksiniz.

Öncelikle size bir günümüzün mantalitesine de uygun normal bakış demiyorum sıradan bir bakış anlatayım.

Sonrada bir farklı bakış anlatayım.

Hem hocayı tanıyalım. Hem farkı görelim kendi konumumuzu da belirleyelim.

Sıradan bakış.

Hepiniz Bolu beyini de Köroğlu’nu da bilirsiniz. Bolu beyi halka zulmeden zalim bir yönetici,

Köroğlu’da halkı Bolu beyinin zulmünden korumaya çalışan bir halk KAHRAMANI.

Köroğlu bir gün halkın kendisi hakkında ne düşündüğünü öğrenmek için tebdili kıyafet ederek şehre iner.

Bir çeşmede su dolduran yaşlı bir teyzenin yanına yaklaşarak sorar,

Teyze sen Köroğlu’nu duydun mu?

Duydum evladım.

Peki, Köroğlu nasıl biri?

Onun hakkında ne düşünüyorsun?

Teyze şöyle bir iç geçirerek “Ah Köroğlu gözün kör olsun” der.

Haliyle Köroğlu’nda bir hayal kırıklığı oluşur.

Köroğlu teyzeye, Teyze niçin böyle dedin ki Köroğlu’nun sana ne zararı oldu? diye sorar.

Teyzede Köroğlu’nun bana ne zararı olsun ki?

Herkes öyle dediği için bende öyle dedim cevabını verir.

Bolu beyi hem halka zulmediyor, Hem de adamlarını halkın arasına yayarak bu zulümleri Köroğlu ve adamlarının yaptığını yayıyor,

Buradan şunu da anlıyoruz ki sizin ne yaptığınızdan ziyade halka nasıl tanıtıldığınız önemli.

Tıpkı İngilizlerin kurtuluş savaşında Araplara yaptığı Osmanlıya fatura ettiği işler gibi.

Dönelim meselemize..

Çeşme başında su dolduran teyzenin olaylara bakışı sıradan bakış, Yaşı ve şartlar gereği doğruyu bilme imkânı da yok.

Yapılan propagandaların tesirinde kalarak duyduğuna inanıyor ve öyle konuşuyor,

Günümüzdeki insanların olaylara bakışı o teyzenin bakışından çok mu farklı?

Şimdide farlı bakışa bir göz atalım.

Hoca ve fark dedik ya ilk farkıda hocadan vermemiz gerekir.

Malum hoca bir gün gölün kenarına oturmuş bir şeyler yaparken,

Vatandaşlardan birinin dikkatini çekmiş. Vatandaş sormuş.

Hayırdır hocam ne işle meşgul oluyorsun?

Hoca cevaben göle maya çalıyorum demiş.

Vatandaş,

Aman hocam etmeyin, hiç göl maya tutar mı? Deyince Hocada ya tutarsa cevabını vermiş.

Haklı olarak diyeceksiniz ki fark bunun neresinde?

Pek bir şey de anlaşılmadı.

Anlatayım.

Dikkat ederseniz bu fıkranın pek de bir espri yönü yok.

Hoca gölün maya tutmayacağını bilmeyecek, bu duruma inanacak kadar kafadan sakat bir insanda değil. Espri değil gerçek değil

Peki ya ne?

Fark dediğimiz hadise bu. Olaylara meselelere bir de alışılmışın dışından bakmak.

Sizin anneniz, hanımınız evde musluk suyuna maya çalınmayacağını biliyor da

Hoca gölün maya tutmayacağını bilmiyor mu?

Herkes hoca eşeğe ters bindi der. Hoca eşeğe öyle binilmeyeceğini bilmiyor mu?

Yâda muziplik olsun diye mi öyle yapıyor.

Hayır, hoca topluma bir mesaj veriyor, Olaylara birde böyle bak.

İnsanlar hocanın söz ve davranışlarını fıkra olarak algılıyorlar.

Oysa birçoğunun güldürü tarafı da yok.

Hocanın yaptığı bilimsel bir yöntemdir.

İnsanlara alışılmışın dışına düşünmeyi farlı bakmayı öğretmektir.

Farklı düşünmek ve farklı bakmak.

Çağ açar çağ kapatır bilim ve teknolojiye öncülük eder.

2. Mehmet alışılmışın dışında bir savaş yöntemi uygulayıpta savaş gemilerini karadan halice indirmeseydi büyük ihtimalle İstanbul’u fethedemeyecekti.

Farklı bir bakış açısı başarı ve zaferi getirdi. Bir çağ kapandı ve yeni bir çağ açıldı.

II. Mehmet’te Fatih unvanını aldı.

Edison içerisinde yaşadığı toplumdan farklı düşünmeseydi elektriği bulabilirimiydi?

Müslümanlar ve İslam dünyası artık kendisine sunulan yâda müsaade edilen ile yetinmemeli

Büyük düşünmeye başlamalı hatta alışmalı. Önüne büyük hedefler koyabilmelidir.

Hayal ne düşünce suçudur, nede vergiye tabidir.

Nasrettin hoca misali bir Müslüman bilgin çıksa da Büyük Okyanusa maya çalıp dünyaya bir yoğurt ziyafeti çekmeyi hayal etse ne kaybeder?

Fark alışılmışın dışında fakat kendine özgü olmalıdır.

Fark aykırılık sivrilik isyankârlık demek değil yeniliklere açık olmak yeniliklere öncülük etmektir.

Nasrettin hoca asırlar sonra bugün varsa farkı sayesinde var.

Yoksa arada kaynar giderdi.

Fark belirgin olmalı iz bırakmalı, Topluma ve millete hayrı dokunmalıdır.

Herkes ileriye doğru yürürken sizin geri ye doğru yürümeniz fark değildir.

Bizlerde sosyal siyasal ve toplumsal meselelere bu anlayışla yaklaşmalıyız.

İslam dünyası bugün geri kalmış gelişememişse,

Farklı düşünemediğinden alternatif üretemediğindendir.

Sekiz asır geç bile olsa hocayı doğru anlamak,

Farklı bakıp alternatif düşünüp güzel görmeye alışmamız temennisiyle…

 

Kültür Ocağı’nda Sanat ve Din

Medeniyet, sanat, estetik, ideoloji ve din; üzerinde ciltler dolusu kitapların yazıldığı, bitmez tükenmez tartışmaların yapıldığı önemli kavramlardır. Milletlerin ve toplumların tarihi, bu kavramların içeriğinde yer alan değerlere, yani kıymet hükümlerine göre işlenir, yorumlanır, anlatılır. Cemil Meriç’i, Yahya Kemal’i ve Necip Fazıl’ı okuyanlar bu durumu hemen fark ederler. Aynı durum 19. ve 20. yüzyıl Batı düşüncesinin, bütün düşünürlerinin ve tarihçilerinin eserlerinde de sezinlenebilir. 

Bu günlerde, toplumsal sorunlar, siyasi tartışmalar ve çekişmeler bedii, medeni ve itikadı kıymet hükümlerinden arındırılmış olarak yapılmaktadır. Yani medeni, bedii ve itikadı kaygısı ve temeli olmayan, bir politik söyleme göre toplum konuşmaktadır.   İnsanlar laf etmektedir, söz söylemektedir, tartışmaktadır.  Ne oldukları bir türlü tanımlanamayan liberal değerler, gizli kapaklı örgütsel faaliyetler, mevki ve makam çekişmeleri, pornografik özgürlükler, politik kulisler ve manevi değeri olmayan ne kadar uğraş varsa, hepsi de en önemli konular haline gelmiştir.

İşte böyle bir ortamda, 19 Şubat Cumartesi günü, ruhun, imanın ve teslimiyetin taşa, mermere, mimariye ve mahalleye yansıtıldığı bir mekânda Prof. Dr. Sadettin Ökten’i dinledik. Ökten, Kültür Ocağı Vakfı’nın, Süleymaniye’deki merkez binasında, Medeniyet ve Sanat Konferansları serisi kapsamında, “Estetik ve Din” konusunu anlattı.

Ökten, sanat konusundaki görüşlerini, felsefi bir temele dayandırarak açıkladı. İnsanın içgüdüsel, duygusal ve rasyonel boyutları üzerinde durdu. Sanatın ve estetiğin insanın duygusal boyutu ile inşa edildiğini söyledi. Ancak duygunun her zaman aynı şekilde tecelli etmediğini, yani sanat ve üretim dünyasına yansımadığını, örnekleriyle ortaya koymaya çalıştı.  Klasik Hıristiyan ve İslam sanatlarıyla çağdaş materyalist, pragmatist Batı sanat anlayışlarını bu bağlamda karşılaştırdı.

 Gotik katedrallerin, ikonaların, çizgilerin, panoramaların/manzaraların gösterime koymaya çalıştığı inanç ve zihniyet üzerinde durdu. Bu eserleri yapan sanatçıların, inançlarını ve mensubu bulundukları toplumun zihniyet dünyasını;  şatolara, heykellere, kilise resimlerine ve katedralleri çevreleyen keskin, sert ve katı şekillere dönüştürerek kalıcılaştırdığını anlattı. İnsan, çağdaş Batı uygarlığının kapitalistleşmiş sert biçiminin arkasında böyle bir inancın ve duygunun olduğuna hayret ediyor. Hoca’yı dinlerken, inancın maddileşmesi ve bu maddi değerin, inancı zaman içerisinde kendi bağlamından tamamen söküp çıkarması gibi bir tezat ile karşılaşıyor.

Öte taraftan İslam medeniyetinin sanat anlayışının dayandığı duygu, çok daha ilginç çağrışımlarla bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Tanrıyı ve inancı dünyevileştirerek, maddileştirerek gösterime koyan bir Rönesans sanatının karşısına,  kendini Yüce Allah’ın kudreti karşısında aciz gösteren bir İslam sanatı. Bu sanat, gönülden ve inançtan kopmamış bir sanattır.

Necip Fazıl’ın “Ver cüceye onun olsun şairlik” şeklindeki dizesine göndermede bulunan Ökten, İslam sanatının kaynağının Vehbi bilgi olduğunu örneklerle anlattı. Ona göre İslam sanatı; yokluğu, acziyeti ve “Fenafillah”ı gösterime koyan bir sanattır. İslami inanç ve duyguyla inşa edilen veya gösterime konan bir sanat eseri, Cemal bahçesinden gelen bir ilhamdır. Sanatçının kendi egosu, ustalığı, mahareti ve başarısı değildir. Sanatçının kendini ustaların Usta’sına adamasının bir sonucudur.

İnsan bunları dinleyince camileri süsleyen hatların ve geometrik şekillerin neyi gösterime koyduğunu daha iyi anlıyor. Çok net oldukları açık olan geometrik çizgiler, İslam sanatında sonsuza ıraksayan şekillere dönüşür. Çizgiler kendi içinde bir ufuk inşa eder. Keskin çizgiler iç içe geçirilerek insanın kendi eserine bile hâkim olamayacağı intibaını uyandıracak şekilde sunulur. Böylece mantıksal ve makul olduğundan emin olduğumuz, matematiksel ve geometrik malumat, yani keskin ve katı çizgiler, belirsizleştirilir, sonsuzlaştırılır. Anlaşılan camilerimizi süslediğine, güzelleştirdiğine inandığımız geometrik figürler, aynı zamanda faniliğimizi de anlatıyorlar.

Kültür Ocağı Vakfı, bulunduğu mekânın anlamına uygun bir sohbete katılmamıza vesile oldu. Sadettin Ökten, Süleymaniye camisi, imareti ve külliyesinin yanı başında bulunan ahşap tarihi konağın misafirlerine, cemal bahçesinden bir demet gül sundu. Sanatın dini boyutunu örnekleriyle anlattı. Kapitalist ve materyalist zihniyetin sanatı bayağılaştırdığını veciz bir tarzda anlattı.  Misafirlerden Prof. Dr. Sacid Adalı hocamız ise keşke bu gülün raksını duyarken, Süleymaniye’nin manzarasını pencereden görseydim, diyordu.  Böylece, sanat eserleri anlatılırken, manevi bir haz duymanın, ne olduğunu yaşayarak öğrendik.