13.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1129

12 Haziran Siyaset Okumaları -5 / Milliyetçi Hareket Partisi

0

Milliyetçi Hareket Partisi 12 Haziran seçimlerini, Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi olarak görüyor. Karşıtları açısından bakılınca MHP, en zor seçimlerinden birini daha yaşayacak. Onlara göre MHP’nin sandıkta kalma tehlikesi var. Bu karşı değerlendirme; seçimin banko galibi ilan edilen AKP için hangi tehlikeleri oluşturuyorsa MHP için o oranda avantaj oluşturuyor ve halk oylamasının tabanda oluşturduğu çatlak, seçmen iradesiyle kerhen de olsa hızla onarılıyor.

Yargıtay emekli başsavcısı Nusret Demiral’ın ‘Ezan Türkçe okunmalıdır’ dediği 1995 seçimlerinde % 8.18, Türkiye’nin iflas yaşadığı koalisyon sonrası yapılan 3 Kasım 2002 seçimlerinde % 8.5 oy almış bir partinin Türkiye’nin bu günkü konjonktüründe sandıkta kalacağını öngörmenin iyi niyetle bağdaşır bir tarafı olmasa gerek. Üstelik yeni ve sivil bir Anayasa’nın hazırlanacağı bu dönemde Mecliste güçlü bir şekilde temsil edilen MHP’yi Türkiye için bir şans olarak değerlendirmek lazım.

Meclisi dikensiz gül bahçesi olarak görmek isteyen dış odaklar ve yerli işbirlikçileri için MHP, bazılarının gözünde diken olabilir ama devlet idaresinin ileride muhatap olacağı dış baskılara karşı direnme gücünü MHP üzerinden devşirmesi de mümkündür.

Kamuoyu anketlerinde, vatandaşların %80 i milliyetçiliği kendi kimliğinin bir parçası olarak görüyor. CHP ve AKP seçmenlerinden oluşan %76’lık bir kesim MHP’yi oy verebileceği ikinci parti olarak açıklıyor buna rağmen MHP ülkücü oyların dışındaki seçmen kitleleriyle buluşmada başarılı olamıyor. Bunun birçok sebebi var. Öncelikle Milli Ülküyü siyasal bir program haline getiren MHP’nin bunu anlatmada yeterince başarılı olamadığı ve fikri doğurganlıkta sorun yaşadığına bağlayabiliriz.

Ayrıca; MHP alâmetifarikasıyla ortaya çıkanların fazla maço bir karakter ortaya koyarak özellikle kadın seçmenlerin ve diğer kesimlerin tercihlerini olumsuzlaştırdıklarını söyleyebiliriz. MHP karşıtı iç ve dış odakların karşı propagandada başarılı olmalarına bağlayabiliriz ama MHP yöneticilerinin stratejik siyasi hatalarının daha fazla etkisi olduğunu görmezlikten gelemeyiz.

Ülkücüleri, PKK’nın karşısına dikip MHP üzerinden BDP’ye meşruiyet kazandırmak ve Türkiye’yi bölmek isteyenlerin oyununa karşı çok başarılı olan Devlet Bahçeli’ye hâkim olan kapalı karakterin, MHP’yi sınırlı büyüklükte tuttuğu iddialarını değerlendirmek gerekir.   Türk vatandaşları hızlı şehirleşmenin ve bilgi teknolojilerinin etkisiyle muazzam bir değişim yaşıyor ve çok genç bir nüfusumuz var.

Türk toplumu çok hızlı bir kültür erozyonu yaşıyor, aynı hızla pederşahi yapıdan uzaklaşıyor. Sn. Bahçeli’nin liderlik özellikleri bu değişen yapının aradığı özelliklerin çok uzağında. Bu yönüyle Sn. Bahçeli’nin en son yapacağı iş, iktidarı arzulayan bir partinin genel başkanlığı gibi görünüyor. Sn. Bahçeli’den çok iyi bilim adamı, ordu komutanı, Genelkurmay Başkanı ve hatta Cumhurbaşkanı olabilir ama geniş kitlelere heyecan veren ve iktidara yürüyen bir parti başkanlığı deyince düşündürüyor.

Mesela Kılıçdaroğlu, küçük acemilik ve zikzaklarına rağmen sesi ve fiziğiyle seçmene ‘benim gibi’ dedirten ve onda seçmenin kendisini gördüğü bir yanı var. Sn Erdoğan, seçmenin komplekslerini gideren tartışmasız lider ışığı olan biri. Maalesef insanlar bu zamanda fikirlerden ziyade fiziklere bakarak oy veriyorlar.

Sn. Bahçeli’nin koalisyon hükümeti zamanında “3 Kasımda Seçim” deyip, sandıkta kalışı, onun istişaresiz kararlarından biriydi. 12 Eylül halk oylamasında, 1960 ihtilalinin biçimlediği bir yapıyı savunuyor olması da stratejik bir hataydı. Halk oylamasında, AKP paralelinde durmasa bile seçmeni serbest bırakması dahi kendine yepyeni seçmen kitleleri kazandırabilir, en azından sağ koluyla sol kolunu döven adam durumuna düşmez, dağdan kalkan kuşu küçümsemez dağın o kuşlarla şenlendiğini bilirdi ve seçimden kazançlı bir parti olarak çıkıp yeni Anayasa’da belirleyici olurdu. (devam edecek)

 

Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının Amasya ve Ordu Seyahati (2)

0

Bundan önceki yazımızda 29 Nisan 2011 Cuma günü akşamüzeri saat 18.30 sıraların da Ordu’ya vasıl olarak,  GRAND TESK Otelinde ayrılan odalarımıza yerleştiğimizi anlatmıştık. Şimdi bu yazıda, kaldığımız yerden seyahat intibalarını anlatmaya devam ediyorum.

Kaldığımız GRAND TESK HOTEL, Samsun – Trabzon Karayolu üzerinde olup, 7 katlı, 73 odalı, 160 yatak kapasiteli ve 4 yıldızlı bir oteldir. Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu tarafından yaptırılmış, deniz manzaralı şirin bir konaklama yeridir.

Odalarımıza yerleşip bir süre istirahat ettikten sonra saat 19.00 a doğru akşam yemeği için otelin en üst katında bulunan yemekhanesine çıktık. Yemekhane en üst katta olması itibariyle, manzarası çok güzel görünüyordu. Burada yemeğimizi yedikten sonra saat 20.30 a doğru otelin alt katında bulunan salonunda toplandık. Buradan, saat 21.00 de İstanbul Aydınlar Ocağı Genel Merkez Mensuplarının kaldığı ATLIHAN OTELİ‘ne gideceğimiz söylendi. Zira orada Aydınlar Ocağı Dernekleri’nin 36. Büyük şurası münasebetiyle mahalli sanatçılar tarafından icra edilecek bir konser verilecekmiş..

Bir gece önce devamlı olarak yolda olmamıza ve ertesi günü de hiç dinlenmeden kısa bir süre de olsa Amasya’yı gezdikten sonra aynı gün yola devam edip, Ordu’ ya geldiğimiz için bir hayli yorulmuştuk. Buna rağmen Kocaeli Aydınlar Ocağı kafilesi eksiksiz olarak konserin verileceği ATLIHAN OTELİ‘ne gittik. Biz oraya on dakika kadar gecikmeli olarak intikal ettiğimiz için salona vardığımızda, konseri verecek sanatçılar ile dinleyicilerin bizi beklemekte olduklarını gördük. Biz salonda yerlerimizi aldıktan sonra konser hemen başladı.

Konseri Mahalli Halk Türküleri Sanatçıları icra etti. Türkülerin hemen hemen tamamına yakını Ordu türkülerinden derlenmişti. Tabii ki söylenen bu türkülerin başında “Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa “ türküsü geliyordu. Bu arada şu hususu ifade edeyim ki, türküde her ne kadar böyle bir temennide bulunuluyor ise de, tabiat şartları icabı bu dileğin hiçbir zaman gerçekleşmesi tabii ki mümkün görülmemektedir. Türküde bu temenninin hangi maksatla söylendiği az çok belli olmakla beraber, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada bu temenni ümitsiz bir vakıa olarak tekrarlanıp duracaktır. Diğer taraftan, Konseri veren ekipte bulunan gerek saz ve gerekse ses sanatçıları profesyonelleri aratmayacak bir şekilde sanatlarını çok güzel icra ettiler. Bizim Kocaeli ekibi uykusuz ve yorgun olmasına rağmen söylenen türküleri, sergilenen oyunları herhangi bir yorgunluk alameti göstermeden sonuna kadar takip etti. Bu bakımdan Kocaeli Ekibinin göstermiş olduğu bu dayanıklılık ve performans takdire şayan olarak görülmüştür. 

Konser bittikten sonra, saat 23.00 e doğru kaldığımız otele döndük. Tabii ki bir hayli yorulmuştuk. Hemen yattık. Zira sabahleyin en geç saat 08.30 a kadar kahvaltı işini tamamlayıp, 8.45 de Şuranın yapılacağı yere hareket etmek üzere otelin lobisinde toplanmamız icap ediyordu. Alınan bu karar gereğince bütün arkadaşların sabahleyin tespit edilen saatte salonda hazır oldukları görüldü. Bunun üzerine otobüse binerek tam saat 09.00  da  36. Şuranın yapılmakta olduğu ATLIHAN OTELİ‘ne vardık.

Şuranın açılışı bir gün önce Cuma günü öğleden sonra başlamış.  O gün biz yolda olduğumuz için toplantının bu kısmına katılamadık. Şuranın Divan Başkanlığına Malatya Aydınlar Ocağı Başkanı Prof. Dr. Abdullah KORKMAZ, divan kâtipliğine de İstanbul Avrupa Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Hidayet GÜMÜŞSOY seçilmiş. 30 Nisan Cumartesi günü Şuranın sabahki oturumunda bazı Ocak başkanları birbirinden değerli tebliğler sunmuş ve bazı konular ile alakalı olarak düşüncelerini açıklamışlardır. Öğleden sonra yapılan oturumda Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen OKYAR ‘da bir konuşma yaparak ezcümle, Kocaeli’nde yapılan Ocak faaliyetleri ile alakalı bilgiler vermiştir. Yapılan diğer konuşmalardan sonra Şura, saat 15.00 civarında sona ermiştir. Kapanıştan önce, Şura Sonuç Bildirisini hazırlamak üzere Aydınlar Ocağı Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Sakin ÖNER Başkanlığın da bir komisyon kurulmasına karar verilmiş ve Genel Başkan Prof. Dr. Mustafa ERKAL‘da kısa bir değerlendirme ve teşekkür konuşması yapmıştır.

Şuranın kapanışından sonra program gereğince Ordu’nun meşhur Boztepe’sine çıkılmıştır. Boztepe, manzarası itibariyle çok güzel bir yer. Fakat o gün hava çok sisli olduğu için şehrin yukarıdan manzarasını seyretme imkânımız olmadı. Ancak hava çok mülayim olduğu için çay bahçesinde oturup çaylarımızı içtik. Burada bir saat kadar oturduktan sonra saat 17.00 de Belediye başkanı ile randevumuz olduğu için şehre indik. Tam saatinde Ordu Belediyesi’nin Meclis toplantı salonuna girdik. Aydınlar Ocakları mensuplarını Belediye Başkanı Seyit TORUN karşıladı. Karşılıklı olarak tanışma faslından sonra Belediye Başkanı bir konuşma yaparak ziyaretimiz sebebiyle memnuniyetlerini ifade etti. Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa E. ERKAL’ da bir konuşma yaparak Ocak Üyelerini kabul etmeleri münasebetiyle kendilerine teşekkür etti.  İkram edilen çayları içtikten sonra buradan ayrılarak otellerimize gittik. Akşamüzeri bazı arkadaşlar ATLIHAN OTELİ’nde verilen Çanakkale ile ilgili konferansa gitti.

Cumartesi akşamı da otelde yattık. 01 Mayıs Pazar sabahı kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 10.00 da yapılacak olan Sonuç Bildirisinin açıklanacağı basın toplantısına iştirak etmek üzere, eşyalarımızı da toplamak suretiyle kaldığımız otelden ayrılarak ATLIHAN OTELİ‘ne gittik. Burada, 24 maddeden meydana gelen “Şura Sonuç Bildirisi” Genel Başkan Prof. Dr. Mustafa E. ERKAL tarafından okundu.

“Şura Sonuç Bildirisi”nin okunmasından sonra da bazı Ocak mensuplarına Kocaeli Aydınlar Ocağının hazırlatmış olduğu hediye ve kitaplar takdim edildi. Akabinde de hatıra fotoğrafları çektirdikten sonra, diğer Ocak mensupları ile vedalaşarak ve bu arada Şuraya başarılı bir şekilde ev sahipliği yapan Ordu Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Tevfik KARABULUT’ a teşekkür ederek, saat 11.00 sıralarında arabamıza binerek Ordu’dan ayrıldık. (Devam edecek)

Bin Ladin

0

Bin Ladin teröristse

Teröristin tehlikelisi fiziksel olanından ziyade

Zihinsel olanıdır

Biz olaylara batının gözüyle bakmak

Batılının mantığıyla değerlendirmek zorunda değiliz.

Bin ladin öldü mü öldürüldü mü?

Yâ da üçüncü bir durumu söz konusu?

Bin Ladin terörist mi kahraman mı?

Duruşunuza ve bakışınıza göre değişir.

Buraya dönmek üzere bir nokta koyalım.

Nihayetinde Bin Ladin’de fanilerden bir fanidir.

Ölüm onun içinde mukadderdir.

ABD’nin ikiz kulelerinin vurulmasının

Bin Ladin’in projesi olmadığını artık herkes biliyor.

ABD’li pilotların canı kıymetli olduğu için

Bin Ladin’in adamları bu projede kullanılmış olabilir

Müslümanlar iyi niyetlerinden dolayı biraz saftırlar,

Vatan millet cihat cennet denince

360 derece düşünmezler.

Çabuk gaza gelebilirler.

Kesin değil ihtimaldir.

Terör: Mazlumların şer güçlere nefsi müdafaa babından yaptıkları misillemeleri kast etmiyorum.

Terör nereden ve kimden gelirse gelsin

Dini, dili, milliyeti ne olursa olsun

Hoş karşılanabilecek bir şey değildir.

İnsanlık suçudur.

Bizim inancımızda insana verilen hakların başında hayat hakkı gelir.

Hayat insanlara Allah(cc)ın emanetidir.

Emaneti alma hakkıda sahibine aittir.

Bunun için intihar ve ötenazi dinimizde yasak ve haramdır.

Esirlerin, savaşmayan ve savaşamayan insanların öldürülmeleri de caiz değildir

Bu normal şartlar için böyledir.

Ya şartları şer güçler belirliyor da

Durum bugünkü gibi ise

O zaman onlara anladığı dilden konuşmak caiz midir, değil midir?

Bu sorunun cevabını da İslam uleması versin

Bin Ladin diye birisi varsa

Bu ABD laboratuarlarında üretilen bir virüs değil midir?

CİA kamplarında eğitilerek yetiştirilmedi mi?

Sonra ne oldu?

Silah ters tepince Bin Ladin terörist oldu.

Ve hedef tahtasına konuldu.

Atış serbest

Terörün örgütsel olanı varda

Devletsel olanı yok mu?

Örgütsel olanını lanetleyelimde

Devletsel olanını alkışlayalım mı?

ABD’nin Irak ve Afganistan’da

İsrail’ in Filistin’de yaptığı terör değil midir?

Batı terörü anlamak istiyorsa dönsün mazisine baksın.

ABD de ne kadar Kızılderili var?

İspanya nasıl bu hale geldi

Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları Çinin Doğu Türkistan’da yaptıkları

Terörü batı yapınca suç olmuyor mu?

Kabul edelim ki ikiz kuleler Bin Ladin’in emriyle vuruldu

Orada bir iki bin insan öldü.

Bunun cezası Afganistan ve Irak’ın işgalimi olmalıdır?

Ceza sucu işleyenlere değilde masun halklara mı verilir.

Bu işgaller bir milyondan fazla insanın öldürülmesine

Ayrıca bir o kadarda insanın dul, yetim ve sakat kalmasına sebep oldu

Hukukta suç ile ceza arasında bir denge yok mudur?

Ayrıca Bin Ladin suçluysa yakalanarak mahkemeye çıkarılması gerekmiyor muydu?

Batının hukukunda yargısız infaz meşru mudur?

Bin Ladin terörist ise Bush, Obama ve benzerleri nedir?

Biri hain olurken diğerleri nasıl kahraman oluyor?

Yoksa haini de, kahramanı da suç değil de

Güç mü belirliyor?

Bize terörist başı bebek katili için mahkemenin verdiği kararı uygulatmamak amacıyla meclisten idam cezasını kaldırtmadılar mı?

Bu perhize, bu turşu yakıştı mı?

Yâ da üçüncü bir ihtimal demiştik ya

Gelelim oraya

1999 seçimlerinde Abdullah Öcalan’ın paketlenerek gönderilmesiyle Türkiye’de siyasi dengeler değişmedi mi?

Bu Apo dağlarda yoruldu, kirlendi paslandı.

Alın temizleyin bakın besleyin.

Bunun karşılığında da iktidar olun

Apo yakalandı terör bitti

Memleket huzura kavuşacak asılacak kesilecek.

Masum insanların ve şehitlerin kanı yerde kalmayacak

Dolması 99 seçimleri öncesi millete yutturulmaya çalışıldı.

Millette şifa niyetiyle bu dolmayı yuttu

Şimdi ABD bize oynadığı oyunu

Başkanlık seçimleri öncesi kendi halkına karşı oynuyor olmasın

Taraflar gizli görüşmeler neticesi anlaşmıştır.

Bin Ladin öldürüldü haberi dünyaya yayılacaktır

Bu sayede Obama başkanlık seçimini kazanacaktır

Bin Ladin’de kendine tahsis edilen yerde hayatını devam ettirecektir

Orası artık adamı olur odamı olur bilemem.

İnanmazsanız bizdekine bakınız.

Yine de siz serbestsiniz

Amerikan halkı dolmayı yutmazsa Obama seçim kazanmak yerine seçim kaybedebilir.

Cenazesinin denize atıldı denilmesi de bunun göstergesi olamaz mı?

Olmaz demeyin bu dünyada olmaz olmaz?

Bin Ladin gerçekten ölmüş yâda öldürülmüş olsa bile

ABD ve Batı bu dış politika anlayışıyla,

Kıyamete kadar huzur bulamaz.

ABD halkı şifa niyetiyle dolmayı yuttu, seviniyorsa boşuna seviniyor.

Bu anlayış ve uygulama, daha çok Bin Ladinlerin üremesine sebep olur.

Batı Bin Ladin’siz yaşayamaz.

Olmasa da üretir.

Bu kadar kanın döküldüğü,

Bu kadar zulmün olduğu yerde,

İslam ülkelerinin Cehenneme çevrildiği bir ortanda,

İrili ufaklı birkaç zebaninin olması kaçınılmazdır.

Terör bana karşı veya benden yana..

ABD bağımsız bir ülkenin egemenlik haklarını hiçe sayarak,

Bin Ladini ve yanındaki masum insanları öldürürken,

Bize niçin Öcalan’ı beslettiriyor?

Biz dost ve müttefik değimliyiz?

Siz anlayabildiniz mi?

Kansız,

Zulümsüz,

Ve terörsüz yarınlar temennisiyle…

                                                                                            

 

Türkçe’ye Saygı

0

Şehirlerin maddi temizliğinden Belediyeler sorumlu olduğu gibi, manevi temizliğinden de belediyeler mes’ul olmalı diye düşünüyorum. Dil kirliliği bunların başında geliyor. Bırakın her tarafta yerli yersiz karşımıza çıkan yabancı kelimeleri; İngilizce cümlelerden oluşan dükkan, market ve ticarethaneler sayısız. Sanırsınız şehir turistten geçilmiyor. Kaldı ki öyle bile olsa, her zaman ve her yerde öncelik Türkçenindir. Turistlik yerlerde, Türkçe ismin altında parantez içinde daha küçük harflerle İngilizce yazılabilir. Maalesef şuursuzluk had safhada. Turistik kent olmadıkları halde, isimlerin İngilizce cümlelerle yazıldığı tabelalardan geçilmeyen yerleşim merkezleri az değil. 

Dünyada arı dil yoktur. Milletler birbirinden kelimeler de alırlar. Ama onları kendi telaffuzları ile söyler, kendi imla kaidelerine göre yazarlar. Hatta o kelimelere asıllarında olmayan manalar da ilave ederler ki, kelimenin asıl sahipleri o manaları bilmezler.

Tehlikeli olan, bir dile yabancı kelimelerin girmesi değil; yabancı gramer / dil kurallarının o dile geçmesidir. Hele Türkçe cümle kuruluş kaidesini terk ederek, İngilizce ifade tarzını taklit etmek; Türkçe’nin kuyusunu kazmaktan farksızdır. Banka isimleri gibi. Mesela “Deniz Bankası”nı, “Bankdeniz” veya “Denizbank” şeklinde söylemek doğru değildir. Yine “İstanbul Kanalı” denmesi gerekirken; “Kanal İstanbul” diye telaffuz etmek yanlıştır.    

Velhasıl, Türk Dili’ni güzelce bilmek, Türkçe kelimeleri iyi tanımak icap ediyor:   

“Herkese soruyorum, en şümullü (geniş) mu’tad (alışılagelen) bir tarif ile hangi kelimelere Türkçe diyeceğiz? Benim cevabım şu: Türk  “tabiiyet – i lisaniye”sine (Türkçe uyruğuna yani Türkçeye) girmiş olan her kelimeye!

“Türklerin üstünde hüküm sürdükleri toprakları ecdadımız kanları pahasına alırken bunları tek bir elde hazır bulmadılar. Cetlerimizin (atalarımızın) salabeti (kahramanlığı) ve celadeti (yiğitliği)dir ki bu yerleri Türk yaptı. Madem ki, Türk camiası (toplumu) içinde toplanan Türk diline, Türk kanunlarına, Türk toprağına, Türk varlığına bütün mevcudiyet ve samimiyeti ile tabi (bağlı) ve feda olan her fert Türk’tür ve Türkiye o fert üzerinde mutlak ve yegane (tek) hakimdir. Bilmiyorum ki lisan hususunda niçin başka türlü düşünelim? Ve niçin dilimize komşu lisanlardan gelip lehçemize yerleşmiş ve Türk olmuş (Türkçeleşmiş) bir çok vatandaş kelimeye Türkçedir demeyelim? Türkler her gün medeniyetin bin türlü measir (eserler)inden istifade etmek (yararlanmak) için uğraşıyorlar. Her feyz (ilim, irfan) sahasından bu mülke nimet taşımak istiyorlar.

“Şimdi bütün bu faaliyetin bize kazandırdığı semerelere (maddi-manevi sonuçlara) bizim malımız değildir mi diyeceğiz? Bu kadar inkılap (değişiklik ve devrim) yaptık, bu kadar kanun tercüme ettik. Milli bünyemize her gün daha fazla nüfuz ettirmeğe (etkili kılmağa) çalıştığımız bütün bu eserler başka memleketlerden gelmiş diye asla bizim olmayacaklar mı? Böyle saçma şey nasıl tasavvur edilebilir?

“Şu halde kabul etmeliyim ki, Türk dili gibi tarihin en uzak devirlerinden beri yaşayan, birçok kollara ayrılan bir lisan (dil) elbette diğer komşu dillerle ihtilat (ve karışma)larda bulunacak, onlara birçok kelime verecek ve onlardan birçok lugat (kelime ve söz) alacaktı. Ve bu böyle oluyor. Neden benim lisanım (ve dilim)den başka bir lisana geçmiş olan kelimeyi o lisan kendi malı addetsin (saysın) da, ben, benim tasarrufuma (kullanım yetkime) giren lafız (söz) hakkında mütereddit (kararsız) ve korkak davranayım? Türkçe’de kullanılan Türkçe’nin lisani (dil) kanunlarına tabi tutulması (bağlı olması) lazım gelen kelimeleri ne sebeple başıboş bırakayım?

“Düşündüğümüz nedir? Aslı Türkçe olmayan kelimeler hakkında ‘kapitülasyon’ usulü(nü) mü kabul edeceğiz? Yoksa bunları lisani tabiiyetimizden (Türkçeye ait oluştan) ıskat ederek (düşürerek) milli dil hudutları haricine (dışına) mı çıkaralım?

“İstanbul’u vaktiyle Bizanslılardan aldık diye bu şehir için bizim değil diyor muyuz? Bugün dünyada şu güzel yerden daha Türk ne vardır?

“Açıkçası demek istiyorum ki, Türkçe’de ibtida (önce) bir ‘tahrir-i nüfus’ (nüfus yani kelime sayımı) lazım. Ülkemizin olduğu gibi, konuştuğumuz lisanın da hudutlarını bilmeli ve nüfusunu tanımalı, (sayılarını bilmeli)yiz. Saniyen (ikinci olarak) ibtida (öncelikle) kelimelerimizi lisani (dil ile ilgili olarak) tabiiyetimize (Türk dili bünyesine) alarak Türk addetmeli (saymalı) ve sonra o kelimelerin, nasıl diyeyim, “hal-i medenisini” (kaynaklarını) aramalıyız. Mesela ‘hafta’ veya ‘hasta’ kelimelerini alalım. Bu kelimeler ‘hefte’ ve ‘haste’den geliyor diye bunu kendimize yabancı bir unsur addetmemeli (saymamalı), acaba değiştirelim mi, değiştirmeyelim mi diye abes (boş) bir telaşa düşmemeliyiz.

“Ancak bu kelimeleri sabit ve milli bir imla ile lugatımız (ve sözlüğümüz)de sıralamalı, sonra yanlarına bütün soylarını soplarını işaret etmeliyiz. Hem de kani olmalı (inanmalı)yız  ki, nasıl Türk unsuru, asırlarca evvel şu toprakları eline geçirerek Türk etmiş (Türkleştirmiş)se, o kelimeleri de Türk dili öylece teshir  (kendisine mal) etmiştir ve üzerlerine kendi damgasını basmıştır.

“Binaenaleyh o kelimeler bugün Türk’türler (yani Türkçeleşmiştirler) ve (bu halleriyle) Türkçedirler. Zaten diğer lisanlardan bize intikal eden (geçen) kelimeleri bizim telaffuz edişimiz (ve söyleyişimiz)in tarzıyla o kelimelerin ait oldukları lisanlardaki söylenişleri bile birbirinden pek farklıdır.

“Netice: Bizim şimdi en muhtaç olduğumuz şey lisani inzibattır (dilimizi zapt u rapt altına almak, ne kaybına yol açmak, ne de dejenere olmasına fırsat vermektir. Ayrıca) sarahat (açıklık içinde ve anlaşılır şekilde olması)dır. Kanun ve kaidedir. İmla ve sarf ile nahiv (gramer yani dilbilgisi) kavaid (kaideler)imizi mütehassıs (uzman) bir heyet (ve kurul) gözden geçirmeli ve Maarif Vekaletimiz (Milli Eğitim Bakanlığımız) muayyen ( tayin edilmiş, belli) bir imla (yazım kılavuzu) kabul eylemeleridir.

“Demeliyiz ki, ‘Biz ihtiyacımıza göre kelime de alırız, kaide (kural) da. Ancak şimdiye kadar kabul ettiğimiz kaide ve kanunlar şunlardır. Ve onlar bizim için mabihi’t-tatbik (tatbiki mümkün olan şeyler)dir. Orada taallül (gevşeklik) gösteremeyiz !’ Binaenaleyh bizim dilimize giren her kelime -aslı ne olursa olsun- bizim lisani (dilimize ait) kanunlara tebaiyyet edecek (bağlı olacak)tır. Tıpkı ülkemize dahil olan (giren) her fert (ve birey) gibi. Amma bu fert ister Avrupa’dan gelmiş olsun isterse Asya’dan!’ ” ( Fazıl Ahmet -Aykaç-  Hayat, C.II, nr. 52, 24 Teşrin-i Sani 1927, s. 514 – 515.) ( Atatürk Devri Fikir Hayatı II, Hazırlayan: Hey’et, Ankara – Aralık 1981, s. 38 – 40 )

 

Her Türk vatandaşı etmeli ki, Türkçeye öncelikle saygı

Kalmasın zihinlerde gelecek hakkında, en ufak bir kaygı

 

Sorunca biri Hazret-i Muhammed’e: “Arap kimdir?” diye

Dedi: “Arapça konuşandır.” Oldu, “Millet” rüknü hediye

 

Edirne’den Hakkari’ye konuşulan Türkçe yegane dil

Yıllar var ki, dilde birlik çoktan gerçekleşmiş, olma gafil 

 

Evet, kişinin milliyetini tayin eder, bir de dili

Müşterek bilinen dil; milleti oluşturur ey sevgili

 

Milleti doğuştan ziyade, meydana getirirken bir oluş

Olmazsa dil birliği asıl etken, başlar milletten soyuluş

 

Toprak fethedilince, nasıl oluyorsa yeni vatan

Kelimeler de Türkleşir, olur manaya mana katan

 

 

 

 

 

Hepimiz Biraz Alevîleşmeliyiz

Aslında Maturidîleşmeliyiz diyecektim ama o da kim? Mezhep imamımız, nasıl; itikatta. Sanki amelde Hanefîyiz de İmam-ı Azam‘ı mı tanıyoruz. Arap şekilciliğini 5 asır her gün 1 tablet olmak üzre hap gibi yutmuşuz. İsrailiyattan geçen menkıbeleri de din kültürü / kültürlü dindar diye avama, vustaya satmışız.

Hekimoğlu İsmailDerdimi Seviyorum‘da günahlara tanınan serbestlikler sevaplara da tanınmalı, demişti. Yarı çıplak kıyafetler sudan ucuz, tesettür giysileri ateş pahası. Gel de kapan! İslâmî bir tatil mekânında tek gün kalacağın parayla 5 yıldızlı otelde yerli / yabancı turistler arasında 5 gün saydırabilirsin.

Misyonerler kiliseye gelene 100 dolar veriyorlar, gelenden – geçenden itinayla para tırtıklıyoruz. Dinî teşekküllerin kursları, okulları, dershaneleri özel sektörün en pahalısı. Hayır kurumlarımız her kıtada iyiliğin atlarını dolaştırıyor ama ‘komşu, komşu; hu, hu!‘ diyen eden yok

Müslümanlık ay-yıldızlı ülkemde zengin sporu haline geldi. Fakir istavroz çıkarsın. Bu Emevî Arapçılığına, bu nakilciliğine artık pes! Adamın dinle alakası yok, dindar partiye oy verdim tafrası yapıyor. 4 çekerli jipler Irak zulmüne hiç çekmiyor.

Ebu Hanife soylu bir mücadelenin adamıydı. Bizimkiler hemencecik Amerika‘nın kucağına atlıyorlar. Namazda ayaklarının arasını 4 parmak sayanlar katledilen çocukları ve kirletilen kadınları Müslüman‘dan saymıyorlar. Temel demiş ya: Uşağım, dinunuzun kiymetuni bilun!

Ebu SüfyanMuaviyeYezid çizgisi İslâmî bir çizgimidir, kabilevî bir çizgi midir? Peygamber torunlarını katledenler ahali dinlemiyor diye hutbeyi namazdan önceye mi aldılar, ehli-beyti sürgüne sonra mı saldılar?

Anadolu Türklerinin kırdığı ama dönme – devşirmelerin yönettiği Osmanlı, Anadolu Türklerinin kurduğu ve yönettiği Safevîleri 5 dakikada nasıl zındık, mülhid, rafızî, bîdin, yapmış? 16 büyük Türk Devleti arasında niye yokmuş? Yavuz, Kızılbaşları kesme faturasını hangi evliya mertebesindeki hazır fetvacıdan almış? Günümüzde de iktidarın ‘şeyine göre imam‘diye bulduğu soyadı denizlere fener olan cimbomlu kim?

Hırsızlığın, yolsuzluğun, namussuzluğun, edepsizliğin, ahlâksızlığın, namertliğin, ihanetin, ifsatçılığın Müslümancasına cevaz verilir mi?  El-cevap, ve’l şarap. Hoca Ahmet Yesevî‘den, Hacı Bektaş Velî‘ye, İmam-ı Azam‘dan İmam-ı Maturidî‘ye, piyasada onları tanımlayan ne kadar isim ve sıfat varsa hepsi sahte.

Akleden, akılı konuşturan, akıllı olan yok. Esatirü’l-evvelîn misali, ‘biz dededen böyle gördük‘ nakaratlı, ‘biz babalarımızı bu şekil üzere bulduk‘ pozlu bir din var ortada ama İslâm mı? Bunca fabrikasyon kul Müslüman mı?

Sarı Saltuk‘u Balkanlara göndertip de ‘bana özünüz lâzım‘ diyerek MüslümanHıristiyan herkesi mülâyemetle mürit eden ne? Din güzel ahlâk değilse ve kıssaların haricinde yaşatılmayacaksa biz niye varız? İslâm, zulme karşı bir tavır sergilemek değilse nedir?

Öze nüfuz adına biraz daha Alevîleşmeliyiz. Aklı bir mikyas olarak kullanma adına daha daha Maturidîleşmeliyiz. Dinî şekillerin sembollerle çarpımından doğan matematiğe hapsetmemek adına yeni baştan Hanefîleşmeliyiz, pardon İmam-ı Azamlaşmalıyız.

Lâ Edrî ne güzel demiş; Dinle ilgilenenler 3’tür: 1-Dinci geçinenler, 2-Dinden geçinenler, 3-Dindarlar.

Bayanlar, baylar; dinin sırtından inin! Vurun ama dinleyin!

12 Haziran Siyaset Okumaları -4 / Adalet ve Kalkınma Partisi

0

AKP, Kürt sorununa ilişkin önemli tartışma ve kararlarda, nerede duracağı pek belli olmayan adaylara bu sefer yer vermedi. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü koruyucu politikaları benimsediğini ortaya koymaya çalıştı, aynı hassasiyeti batıda da gösterdi. Bu yaklaşımının BDP’ye mi AKP’ye mi yarayacağını hep birlikte göreceğiz…

Halk oylamasındaki sonuçlar AKP açısından yanıltıcı oldu. Başarının kerametini %100 kendilerinden bilmeye ve sevincini yaşamaya uzun süre devam ettiler. Türkiye’nin imtiyazlı ve ayrıcalıklı kurum, zümre ve sınıflarca yönetilmesine karşı çıkan, katılımcı demokrasiye özlem duyan kesimlerin desteğini, kendisine verilmiş oylar olarak değerlendirdi. Bu anlayış ortada seçim kararı yokken muhtemel seçimin banko galibi olduklarının ilanı ile devam etti, %52 içindeki misafirlerini ortakları haline getiremediler ve misafirlerini erken uğurladılar. 

Gülen cemaatinin önde gelen isimlerinden Sayın İlhan İşbilen’e Milletvekili aday listesinin üst sırasına yer vermesi; yorgun, kanıksamış AKP kadrolarına halk oylamasındaki desteği ile olağanüstü bir canlılık kazandıran cemaatin desteğini bu seçimde de istediğinin işareti olarak görülmeli. Sayın Devlet Bahçeli’nin Hoca Efendi ve cemaati hakkındaki açıklamalarının, cemaat mensuplarına çok fazla seçenek bırakmadığını da ifade etmeliyim.

Başbakan, halk oylaması öncesinde kürsülerden; “ülkücü kardeşlerim” diye hitap ediyor, Mustafa Pehlivanoğlu’na gözyaşı döküyordu. Referandum sonrasında ‘Neden Hayır Dediler’ başlığını taşıyan yazı dosyamda: ‘Başbakan ülkücü kardeşlerim diyor, halk elinde fenerle iktidarın görev verdiği ülkücüleri arıyor’ manasında bir cümle yazmıştım. Bu ifademin bir tesiri olmasa da, ülkücü hareketin önemli isimlerinden Selçuk Özdağ’ın Manisa 5. sıradan, Başbuğ’un oğlu Ahmet Kutalmış’ın İstanbul’da 7. sıradan aday gösterilmesini ülkücü oylara açık bir davet olarak değerlendirmek lazım.

MHP camiası, Özdağ için yakışıksız şeyler söylese de, Sayın Özdağ kişiliği gelişmiş önemli bir şahsiyettir ve pırıl pırıl bir geçmişe sahiptir. Bu konuda söylenecek hayırlı bir sözü olmayanların susmaları esasında kendilerinin faydasınadır. Keşke onlarda böyle düşünselerdi! Akıl sahipleri için bunda çok hikmetler gizlidir!

Sayın Özdağ, ülkücü oyları Manisa’da AKP ye çeker mi derseniz, cevabım, hiç sanmıyorum olur. Arınç’la birlikte aynı vitrinde olsalardı ve Dr. Fahrettin Er’i yanlarına alsalardı ve araya sempatik bir liberal aday mesela Şıktaşlı’yı katsalardı, Recai Berberin konumunu muhafaza edip dışarıdan gelenlere kapalıyız nümayişine kapılmasalardı sonuç çok farklı olurdu. Ne diyelim; ‘geçti Bor’un pazarı…’ Her şey Başbakanın çekim gücüne kaldı.

Ahmet Kutalmış Türkeş’e gelince; kendisine uzatılan mikrofona: ‘ MHP den bana Milletvekilliği teklifi gelmedi, ne yapalım’ cümlesi her şeyi anlatıyor. Seval Hanımı Ankara’dan tanırım aynı kuşaktanız, onun psikolojisi oğlunda baskın gelmiş… Bundan AKP ye bir yarar, MHP ye bir zarar geleceğine şahsen ben inanmıyorum.

Bu seçimde diğer rakip partilerin AKP lehine puan oluşturmayacakları anlaşılıyor. Şimdiye kadar yarışı AKP’ye; rakiplerin üstünde taşıdığı geçmişin gölgesi ve daha çok siyaset dışı kalması gereken kurumların olur olmaz müdahaleleri ve dayatmaları hediye etmişti. Akşamdan sabaha ne olacağını öngörmek mümkün olmasa da şimdilik ortada böyle bir destek gözükmüyor.

AKP’ yeni ve sivil Anayasa sözü veriyor ancak içeriği hakkında tek satır sır vermiyor. Bu belirsizlik, seçmeni; ‘ben seçilenleri seçiyorum, seçilenler, lidere tam teslim olanlar, bu teslimiyet sonunda ortaya hiç istemediğim bir Anayasa çıkarırsa’ diye endişelendiriyor.

Seçmen bölücü terörü en büyük sorunlardan biri olarak görüyor. BDP bu sorundan besleniyor. Diğer muhalefet partileri kendilerini sorunun dışında gösteriyorlar. Çözüm konusunda tek bir öneride bulunmuyorlar. Olanları tenkitle yetiniyorlar. AKP’yi tek muhatap ve tek sorumlu olarak gösteriyorlar. PKK, Öcalan’ın seçime kadar eylemsizlik kararına harfiyen uymuş görünüyor ve seçmen bu suskunluğun karşılığında AKP’nin söz vermişliğinden endişeleniyor ve rakipler bu endişeyi kaşıyor.

AKP, 2023 hedeflerini açıklıyor, kayda değer şeyler söylüyor,  kaynaklarını belirtiyor. Geleceğimiz açısından sevinilecek, takdir edilecek bir durum. Bir başka açıdan bakarsanız; en az 11 sene daha iktidarda kalmayı hedefledikleri anlaşılıyor. Seçmenin, bu hedefi iradesine konulan ipotek olarak algılama ihtimalini AKP yöneticileri de düşünmüştür her halde.

Bu arada Has Parti, Saadet Partisi, Türkiye partisi ve kısmen BBP ye ve Demokrat Partinin alacağı oyların AK Partiye eksi yazacağını dikkate almak gerekir.

Şu ana kadar AKP’nin 12 Haziran seçimlerine girerken taşıdığı riskleri yazdım. AKP’li dostlar;’gör bak yine birinci çıkacağız, bizim hiç mi iyi tarafımız yok’ diyerek bana sitem edebilirler. Birinci olacaklarını herkes söylüyor. Şu an için aksini iddia edeceğimiz bir durum söz konusu değil ama ben onların görmediklerine dikkat çekiyorum. Daha önce de belirttim; insan, nefsine mağlup bir varlık, iyi olanı alır, hakkımdı der unutur, eksik kalanları sürekli dillendirir. Unutulanları hatırlatmak onların görevi, ben, hatırda kalanları yazdım… (devam edecek)

 

Senin Yaşamın

I.

Yaşadığın Yer Kadarsın…

Popülist kültürle kendini yetiştiren ve özellikle bu kültürsüz kültürle hayatı yaşamayı bir beceri sanan kişi mutlaka karşısındaki insana güvenmeyecek ve asla güven salık veremeyecektir. 

Duyu eğitimlerini bir kenara itip bu eğitimi dizi senaristlerinin sihirli ellerine bırakan her birey mutlak boşluk yaşayacaktır. Her senarist vermek isteği mesajı görsel alana döküp sahneleme ile kişinin beynine kazıma amaçlısıdır. Kendine özgüveni olmayan ( bunu kazanmak için hiçbir düşünceye bürünmeyen) kişi ve kişiler söz haklarının ellerinden alındığını düşünüp karakter değişimi yaşarlar. Bu karakter değişimi ise sonu olmayan -ya da biraz daha duygusal bir cümle ile- çıkışı gerçekten çok zor olan çetrefilli bir yola girmektir.

Bu yolda olmalarının yegâne sebebi ise; yaşam süreçlerini kendisi gibi yaratılmış olan bir senaristin parmaklarına bırakmalarıdır. Yani cüz’i iradelerini dahi tabiri caizse karşılıklı satmalarıdır. Ne de olsa her durumda bir menfaat söz konusu ve bir enaniyet okşanması muhakkak…

Buraya kadar yazdığım her cümle; kişilerin yaşadıkları yer kadar düşünmelerinin bir alt tezahürüdür.

Sözünü etmek istediğim; kişinin kendi hayatına kendinden bir şeyler katamadığı sürece nasıl rahat olabildiği ve bu rahatlığın nasıl kendisini rahatsız etmediği meselesidir.

Her şeyini bir başka elin maharetlerine bırakan, her durumunu bir başkasının iki dudağı arasına sıkıştıran, her isteğini bir başkasının gözlerinde görmek isteyen kişi sizce nasıl kendisi olabilir?

II.

Yaşadığın Yer Kalbindir…

Boşluğun remzidir ön yargılarımız. Her kavgaya kulp bulan şizofren biri için vazgeçilmez sığınaktır. Çünkü o yaşadığı yer kadar düşünür. Görüntüye bakıp arkasındakini merak etmeyenler, resme dalıp resmin gerisinde “ne var acaba” diye düşünmeyenler, zahire aldanıp batını hissetmeyenler yaşanılan yeri sadece mekânla tasavvur edip cümleyi öylece anlamış olabilirler. Ve fakat asıl olan insanın yaşadığı yer kalbidir ve haliyle düşünceleridir.

Kim istemez ki düşüncelerimle yaşayayım ve yalnız öleyim.

Ölmeden önce hesaba çekmek kendisini kişinin, hesaba çekilmeden önce hesaba çekmesi kendisini kişinin huzurlu ve tereddütler içinde kalmadan yaşayacağı bir hayatın tek reçetesidir.

Kalp öyle bir haslet ve öyle bir hasletle bezeli ki kişi onu anlamak ve ona söz geçirmek için ahlakı dışarıda bırakan her türlü ülküyü terk etmek mecburiyetindedir. Bu mecburiyeti kendisinde hissetmeyen toplumun ise halleri gözler önündedir.

III.

Yersiz Yaşamlar…

Uzunca bir yolculuğum ” hastayım sana ey hayat!” duvar yazılı bir yolculukta sürüklendi. O kadar dert varken kim düşünmek isterdi ki ; “bu hayatın neresine hasta olmalı?”

Ya hayatın kendisi hastalıklıdır ya da kişi hastadır böyle bir düşünceye sahip olabilmek için…

Hesap etmeden soluk almak hesapsız bir faturayı önümüze koyar. Ne de olsa yersiz bir yaşamın tek sonucudur bu fatura.

Her şey o kadar basit/ her şey o kadar girift/ her şey o kadar sıkıcı ki… Hep muhalif mi kalmak yoksa kimileri gibi sürekli biat edip sorgulamadan mı sürdürmek bu sıkıcılığı…

Ya da ya da… Gibi sürekli ikilemler ve sürekli tereddütler içinde ve -ya daların arasında mı yaşamak istersin?

Yersiz yaşamlar bu tuzağa basitçe aldanıp kuyuya düşecektir. Kuyudan kendisini bir kervanın kurtarmasını beklerse kendi bilir…

En iyisi yerimizi bilip yaşamaktır ki yersiz kalmayalım…

 

Ak Parti ve CHP Adaylarına Sorular

ADAYLARA SAYGI: 12 Haziranda yapılacak seçimlerde milletvekili olmak için müracaat eden ve partilerinin lideri tarafından aday gösterilen kişilere saygı duyuyorum. Çok zor ve ağır bir göreve talip oldular. Bizler işimizde gücümüzde veya rahat evlerimizde istirahat halinde iken, onlar çok zor ve ağır bir seçim kampanyasında ter ve para dökmekle meşguller.

MİLLETVEKİLİ Mİ LİDERVEKİLİ Mİ? Türkiye’de oylar ağırlıklı olarak partiye ve daha da öncelikli olarak lidere verilir. Ancak adayların da, daha küçük bir oranda da olsa, oyların verilmesinde etkili olduğu görülüyor. Siyasi Partiler Kanunu ile Seçim Kanununun çarpıklığı sebebiyle ve adaylar doğrudan parti lideri tarafından seçildiği için, milletvekillerinin liderin sözünün dışına çıkması ve hatta liderin görüşünden farklı bir görüşü, kapalı parti toplantıları dâhil hiçbir ortamda, dile getirmesi söz konusu olamıyor.

Mesela “Kanal İstanbul tasavvuru(henüz proje haline gelmiş değil, etüt çalışmaları bile en az iki yıl sürecek) AKP’den seçilecek milletvekillerinden biri tarafından ekonomik bulunmasa, ülkemizin öncelikli yatırımlarının kaynaklarını tüketeceği için zararlı bulunsa bile fikirlerini söylemesi, projeye itiraz etmesi mümkün değildir.

FARKLI BİR SEÇİM: Bu seçimin diğerlerinden ayıran çok önemli bir farkı var: Seçim sonrası yapılmak istenen yeni Anayasa ile devletimizin temel niteliklerinin değişikliğinin hedeflenmiş olması.

İmralı’daki mahkûm terör örgütü lideri ile yürütülen pazarlıkların tamamen yeni devlet yapısı üzerinden yapıldığı anlaşılıyor.

BDP/PKK’nın talepleri belli: “Demokratik özerklik” adı altında Güneydoğu bölgemizde, PKK’nın yönettiği bir özerk devlet yapısı oluşturmak. Barzani’nin Kuzey Irak’ta kurduğu devletçik gibi bir oluşum isteniyor. Genel af ile İmralı’dan salınacak Öcalan‘ın başkanlığında kendi meclisi olan, kendi valisini, belediye başkanını, emniyet müdürünü tayin eden; PKK gerillalarından oluşturulacak “öz savunma gücü” ile “güvenliğini” sağlayacak olan bir yapı bu.

YENİ ANAYASADAN BEKLENEN: Bu taleplerin önündeki en büyük engel Anayasa’nın ilk dört maddesi. Devletin temel niteliklerinin sayıldığı bu dört maddenin dışında istenen her türlü Anayasa değişikliğini yapmak kolay ve mümkün. Nitekim 12 Eylül 2010 referandumunda yapılan değişiklikler bunun örneği. Bu değişiklikler yapıldığı zaman “ileri demokrasiye” geçeceğimiz söylenmişti. Ola ki daha da ileri bir demokrasi isteniyorsa bir 18 madde daha değiştirilebilirdi.

AKP’nin ve BDP’nin yepyeni bir Anayasa talebi, devletin temel niteliklerinin değiştirilmesi arzusundan kaynaklanıyor. TÜSİAD ve TESEV’in hazırladığı Anayasa taslaklarının da hedefi aynı.

AKP VE CHP’Lİ SEÇMEN VE YENİ ANAYASA: Ben AKP’de halen siyaset yapanlar da dâhil, çevremdeki AKP’li seçmenlere sorduğumda bir kişinin dahi yeni bir devlet yapısı istediğine şahit olmadım. Devletimizin en az iki federe devletten oluşmuş bir federasyona dönüştürülmesine razı olacak kimseye tesadüf etmedim.

Hele hele AKP Grup Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı’nın “Anayasayı değiştireceğiz ve vatandaşlıktaki Türklük tanımını kaldıracağız. Yoksa demokratikleşmeyi yapamayız. Vatandaşlık tanımı da değiştirilecek” sözlerini tasvip eden bir AKP’liye rastlamadım.

Aynı tavır CHP’li seçmen için de geçerli. Hatta onlar bu konularda daha da duyarlı.

AKP VE CHP’NİN BÖLÜCÜLERE TAVRI: İşte bu ortamda Başbakan‘ın, muhalefet liderlerinin sıradan çıkışlarına çok ağır cevaplar verirken, PKK ve BDP liderlerinin ağır tehditleri ve meydan okumaları karşısında sesini çıkarmaması, Devletin polisine tokat atılmasına, panzerin üstüne çıkan, “hastir çeken” Belediye Başkanına, polise taş atan milletvekiline gereken cevabı vermemesi manidar bulunmakta.

CHP lideri ve yöneticilerinin de bu konuda vurdumduymaz tavırları milletimizin birliği ve dirliği konusunda hassas olan kesimleri endişelendirmekte.

MİLLETVEKİLLERİNİN ZOR TERCİHİ: Uzun söze lüzum yok. Bu seçim çok farklı sonuçlar doğuracak. AKP ve CHP’den seçeceğimiz milletvekilleri belki de çok zor bir tercihle karşılaşacaklar. Ya ülkenin bekası için liderlerine karşı çıkacak veya tarihin sayfalarına “ülkenin bölünmesi sürecine hizmet ettiler” diye geçecekler.

ADAYLARA SORULAR: Bütün seçmenler adına AKP ve CHP’nin milletvekili adaylarına soruyorum. Lütfen sorulara açık, net ve anlaşılır bir dille cevap veriniz.

  • 1- Anayasa’da yer alan devletin temel niteliklerinin değiştirilmesini ve federatif bir devlet yapısına dönüştürülmesini yani “kurucu unsurlarının Türkler olmadığı yeni bir Türkiye’nin formatlanmasını” kabul ediyor musunuz?
  • 2- Anayasa’dan Türklük kavramının çıkarılmasına “evet” diyecek misiniz?
  • 3- PKK’ya genel af çıkarılması ve sonraki aşamada Öcalan’ın affedilerek siyasi haklarının geri verilmesine “evet” diyecek misiniz?
  • 4- Türkiye’nin Başkanlık sistemine geçmesine taraftar mısınız? Eğer taraftar iseniz bunun gereği olarak Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bu eyaletleri yöneten valilerin seçimle gelmesine, iç hukukları ve yönetimleri bakımından özerk olmasına “evet” diyecek misiniz?
  • 5- Bu konulara bugün “evet” diyemiyorsanız, eğer seçilirseniz yarın Meclis’te önünüze liderinizin “evet diyeceksiniz” talimatıyla geldiğinde “hayır” diyebilecek misiniz?

AKP’nin Kocaeli milletvekili adayları, sizlerin vatanseverliğinizden kuşku duymuyorum. Ancak bu sorulara önce vicdanlarınızda, sonra alenen cevap vermek zorundasınız. Sizler (siyaset ve bakanlık yapma tarzını beğendiğim) Nihat Ergün, Fikri Işık, Sibel Gönül, (uzun seneler aynı kuruluşta çalıştığım, çok güzel ortak hatıralarımız olan) Muzaffer Baştopçu, Zeki Aygün, İlyas Şeker ve diğer adaylar, sizlere soruyorum. Lütfen bize yani Kocaeli halkına bunları açık açık cevaplayınız.

Ekonomi yazılarını zevkle okuduğum Hurşit Güneş ile fikirlerini pek bilemediğim Hilal Kaplan, Haydar Akar ve diğer CHP adayları lütfen siz de bu soruları cevaplayınız.

MHP‘nin lideri Devlet Bahçeli‘nin ve Kocaeli adayları Lütfü Türkkan, Ruhi Çavdar, İsmail Kurt, Hilal Elmas ve diğer arkadaşlarının yukarıdaki ilk dört soruya cevaplarının “hayır” olduğu çok net. Bu yüzden bugünkü sorularımın muhatapları sadece AKP ve CHP adayları.

 

Arap İsyanlarına Müttefik Kuvvetler Zinciri

0

Bu gün Libya’ya saldıran ülkelere, her ne kadar koalisyon kuvvetleri denmekte ise de, aslında bu saldırıyı yapan ülkeler Birinci Dünya Savaşı’ndaki müttefik kuvvetlerden başkası değildir. Saldırganlar her ne kadar despot bir kuvvete saldırdıklarını söylüyorsa da aslında bu saldırılar, Arap halk isyanlarını aynı zamanda yönetme ve kontrol altında tutma girişimidir. Bu yazıda Libya’ya saldırıyla başlayan yeni Emperyal politikalar üstünde duracağım. Bu yeni sömürgeciliğin tarihi ise, ABD ve müttefiklerinin Irak’a yaptıkları saldırı ile başlar.

Malum olduğu üzere, Irak’ın işgalinden sonra İslam dünyası hakkındaki tartışmalarda öne çıkan konuların başında; Irak, Filistin, Afganistan, Aden körfezindeki korsanlar, Sudan’ın Darfur bölgesi, El-kaide, İran’ın nükleer enerji programı ve Türkiye’nin bölgesel bir güç olması gelmekteydi. Yani, Türkiye dışındaki İslam dünyası son senelerde belirtilen başlıklardaki krizler ve çatışmalarla gündeme gelmişti. 2011 yılının başına kadar bu durum devam etti. Irak ve Filistin dışındaki Arap ülkeleri ise ekonomik krizlerden etkilenmekle birlikte, mevcut durumlarını korudular.

Ancak 2011 yılının başından itibaren beklenmedik bir şekilde bütün Arap ülkeleri isyanlarla, ihtilallarla, iç çatışmalarla devrimlerle anılmaya başlandı. Tunus ve Mısır bu süreci şu anki konumlarıyla rahatlıkla atlatmış bulunmaktadırlar. Atlantik’ten körfeze uzanan kuşak boyunca, bütün Arap ülkeleri sarsılmaktadır. İç çatışmaların içine sürüklenmektedir. İnkılaplar, devrimler, isyanlar ve çatışmalar almış başını gitmektedir.

Bu isyanları, daha önceki yazılarımın birisinde, Müslüman halkın kendine güvenmesinin, baskıya direnme hakkına inanmasının ve demokratik bilinç arayışının bir işareti olarak değerlendirmiştim. Bundan sonra Emperyal Batı devletlerinin himayesiyle kurulan tiranlıkların, derebeyliklerin varlıklarını devam ettiremeyeceklerini söylemiştim. Daha sonra başta Noam Chomsky olmak üzere konuyla ilgilenen bir çok düşünür bu duruma işaret etti. Yani pasif ve edilgen Müslüman tiplemesi geçerliliğini yitirmektedir. Yerine özgüveni yüksek bir halk bilinci ikame edilmektedir.

Libya’da ortaya çıkan durum, maalesef şartları değiştirmeye yönelik bir girişim olarak karşımıza çıktı. Libya’da halk isyanına müdahale edildi. Bu müdahale halkın iradesini ve tepki koyma biçimini bağlamından koparmaya yönelik bir girişim olarak karşımıza çıktı.

Batının sömürgeci devletleri, 19. Yüzyıldan kalma alışkanlıklarını yeniden tekrarlamaya başladılar. Fransa’nın hiçbir uluslararası koalisyon grubunun onayını almadan doğrudan doğruya Libya’ya saldırması, şartları değiştirdi. İngiltere ve ABD, Fransa’nın kendi başına hareket etmesini Napolyon’un sömürgeci bir bilinçle Mısır’ı istila etmesine benzettiler. Rusya ise, Fransa ile birlikte Libya’ya saldıran Avrupalı devletleri, Haçlı savaşlarını hortlatmakla suçladı. Batılı sömürgeci devletler arasında Libya’ya saldırma konusunda ortaya çıkan ihtilaf, BBC yorumcusu Jonathan Marcus tarafından, “savaş koalisyonu için verilen savaş” olarak tanımlandı. Türkiye ise son anda Nato’nun devreye girmesini, komuta kademesinin Türkiye’de üslenmesini, Türkiye’nin de işin içine girmesini sağlayarak Libya’nın Fransa’ya yem olmasını, politik kartları kullanarak engellemeye çalıştı.

Fransa’nın Libya’ya saldırması ve ardında ortaya çıkan uluslar arası ihtilaflar ve çekişmeler bizleri ilginç bir şekilde 19. Yüzyılda yani sömürgeleştirme çağındaki oluşumlarla, hırslarla, işgallerle yüzleştirdi. İki büyük savaşta, yani birinci ve ikinci dünya savaşlarında, müttefik olan İngiltere ve Fransa, savaşlar öncesi dönemin şartlarına döndüler. Sömürgeler konusundaki çekişmeleri yaşamaya başladılar. Her ikisinin büyüğü mevkisindeki ABD devreye girmemiş olsa, muhtemelen, Fransa’ya misilleme olsun diye belki de İngiltere Kıbrıs’ı veya benzeri bir Akdeniz ülkesini işgal edecektir. Çünkü 19. yüzyılı yeniden hortlatma çabası açıkça sezilmektedir. Savaş koalisyonu savaşları, bu korkunç tarihle bizi yeniden karşı karşıya getirmektedir.

Emperyalist devletler, aradan geçen bunca zamana, iki büyük dünya savaşındaki katliamlara, Irak, Afganistan ve Filistin ülkelerindeki kıyımlara aldırış etmeden, insan hakları hakkında hiçbir kaygı taşımadan, saldırma ve işgal etme rekabeti içine girmiş bulunmaktadırlar. Emperyalist müttefiklerin bu saldırıları Arapların, Müslüman halkların kendi başlarına kalmalarına ve kendi bilinçlerini bulmalarına engel olacak bir girişim olarak görünmektedir. Çünkü, dış müdahaleler, her zaman halkın doğal tepkileri ve bağımsızlık bilinçleri önünde önemli bir engel olmuştur.

Tarih okuyanlar şunu iyi hatırlar: Son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin aldığı Misak-ı Milli kararının en önemli maddelerinden birisi, Müttefik ülkeler tarafından işgal edilen Arap ülkelerindeki halkların demokratik seçimlerle kendi gelecekleri hakkında karar verme hakkına sahip olmalarını öngörüyordu. Ancak ne Birinci Dünya Savaşı sonrasında, ne de İkinci Dünya Savaşı sonrasında hiçbir Arap ülkesi halkına, kendi özgür iradeleri ve demokratik bilinçleriyle egemenliklerini kurma hakkı verilmedi. Darbeciler, Şeyhler ve Aşiretler Batılı müttefik ülkelerin, yani şimdiki adıyla koalisyon güçlerinin himayesinde uydu devletler kurdular.

Bu gün ortaya çıkan Arap isyanları bu gecikmiş hakkın iadesini ve alınmasını çağrıştırmaktadır. Aslında Arap isyanları içerik olarak malum Emperyal ve sömürgeci güçlere karşı başlatılmış bulunmaktadır. Batılı müttefikler ise, (bu günlerde bunlara koalisyon güçleri denmektedir) bu durumu değiştirmek için, Libya örneğinde ortaya çıktığı gibi, halk isyanlarını kendi kontrolleri altına almaya çalışmaktadırlar. Daha önce cuntacılar ve otantik kuvvetler tarafından kontrol altında tutulan Müslüman toplumlar, bu müdahalelerle başka yöntemlerle kontrol edilmeye çalışılacaktır.

Muhtemelen bütün İslam topraklarını bu saldırılarla “Iraklaştırma” ya, “Afganistanlaştırma” ya ve  “Filistinleştirme” ye çalışacaklardır. Fransa’nın ve ortaklarının fırsatı ganimet bilip Libya’ya saldırmasının arkasında bu yeni kaos ortamı yaratma çabası yatmaktadır. 

Ancak Müslüman halkların, ayağı kalktığını ve kendi bilinçlerini bulmaya çalıştıklarını görmek yine de güzeldir. Tarih bu bilincin, Emperyalizmi ve Haçlı ruhunu yendiğini, Allah’ın izniyle bize gösterecektir. Egemenlik, bağımsızlık ve özgür bilinç bir kere halkların davası olduktan sonra, yitirilmiş tarih yeniden dirilecektir. Müslüman toplumlar eninde sonunda kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkını kazanacaktır. Arap bağımsızlık ruhunu bastırmayı amaçlayan koalisyon güçleri/müttefik kuvvetler, 19. Yüzyılın yeise kapılmış Müslüman toplumlarıyla muhatap olmadıklarını eninde sonunda görecektir.

 

Asgari Ücret

0

Temel sorunlarımız içerisinde Asgari ücret gelmektedir. Bugün ülkemizde hala milyonlarca insan Asgari ücretle çalışmakta ve yine bu çalışanların büyük bölümü sadece asgari ücret geliriyle ailesini geçindirmeye çalışmaktadır.

2011 Yılı için 01.01.2011-30.06.2011 tarihleri arasında 16 yaşından büyükler için Brüt Asgari ücret 796,50 TL. Neti ise; 629,96 TL’sıdır.

Türk-İş’in Nisan ayında açıklamış olduğu dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli yeterli beslenebilmesi için yapılması gereken gıda harcaması tutarı 869,87 TlL. Gıda harcaması ile birlikte Giyim, Konut, Kira, Elektrik, Su, Yakıt, Ulaşım, Su, Eğitim, Sağlık vb ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarı (yoksulluk sınırı) ise 2,833 TL’ıdır.

Asgari ücret 629,96 TL. eşi çalışmayan 2 çocuklu birinin geçim indirimi 89,61 TL. olduğuna göre demek ki dört kişilik asgari ücretli eşi çalışmayanın geliri aylık 629,96+89,61=719,57 TL’dır. Oysa dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 869,87 TL’dir. Buda göstermektedir ki  Bu şekilde çalışan ailelerin en az 150 TL. açlık sınırının altında çalıştığı görülmektedir. Bu kabul edilemez bir gerçektir.

Asgari ücretliden kesintiler toplamı 226,29 TL. olduğunu görüyoruz. Bunun içerisinde en yüksek kesintilerden sigorta primi işçi payı 111,51 TL., Gelir vergisi 101,51 TL. açlık sınırı altında çalışan bir aileden bu kadar gelir vergisi almak sosyal devlet anlayışına uygun değildir.

Asgari ücretlinin çalışma koşulları çok zordur. Bir fabrikada asgari ücretli sendikasız çalışan insanları bir düşünün iş verenin her türlü işe koştuğu, hiçbir başka sosyal haklarının olmadığı ve en ufak bir şeyde kapını önüne konulduğunu düşünün, Hastalanma şansınız yoktur, Çalışma saatlerine itiraz hakkınız yoktur. Daha bunları uzatabiliriz, ama bunu karşılığı alınan ücret ortadadır.

Buradan seslenmek istiyorum. 12 Haziranda iktidara gelecek olan Siyasi partiden bu konunun yeniden ele alınıp asgari ücretlinin geliri açlık sınırının üzerine çıkarılmalıdır.

Bunun yanında çalışma koşullarının düzeltilmesi var olan haklarının kullanılmasının sağlanması için Devletimizin denetim mekanizmasını tam olarak işletmesi gerekmektedir.

Sosyal devlet olmanın gereği budur.