12.4 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1125

Kocaeli Milletvekili Adaylarına

Siyasi partilerimizin milletvekili adaylarına bir “seçmen” ve birgazeteci olarak somut bir “YASA ÖNERİSİ” sunuyorum.
Önerim şöyle;
“Belediye Başkanları ve Meclis üyeleri, yetki ve sorumluluk alanlarındaki her türlü sel ve deprem, ya da; altyapı inşaatlarındaki teknik hatalardan kaynaklanan, ya da belediye tarafından yapılan veya yaptırılan her türlü inşaatın sorunlardan dolayı kentte yaşayan vatandaşın maruz kalacağı maddi ve manevi kayıpları müteselsilen tazmin etmekle yükümlüdürler.”
Böyle bir yasa yürürlükte olursa;
– Her belediye başkanlığı ve Meclis üyeliği rüyası gören bu görevlere talip olamayacaktır!
– O zaman, bu işin ehli ve sorumluluk sahibi insanlar bu görevlere talip olacaklardır.
– Kent İmar Planları ile akıllarına estiği zaman oynayamayacaklar, “kişiye özel rant dağıtımı” mümkün olamayacaktır!
– Yapı denetimleri savsaklanamayacak; zemin etüdü, malzeme kalite kontrolü yapılmayan bina kalmayacaktır!
– Dereler doğal akışlarından saptırılamayacak, dere yataklarına konut yapılamayacak, sel felaketine neden olacak “yapı yoğunlaşmasına” izin verilemeyecektir!
– Belediye Başkanları, hatır gönülle eş dosta ya da “siyasi yandaşlara” altyapı gibi önemli işleri peşkeş çekemeyecek, işi ehline verecektir! İşinin ehli olan da, 5-10 santime doğalgaz borusu döşemek, ya da aklına estiği gibi toprağa kepçeyi daldırıp su ya da kanalizasyon şebekesini parçalamak gibi günahları işlemeyecektir!
– Bu nedenle her belediye yönetimi, öncelikle “altyapı haritası” çıkarmak ve yüklenicilerin başına işi bilen görevliler koyarak denetlemek zorunda kalacaklardır!

– İstinat duvarları zırt pırt yıkılmayacaktır!
– Yapılan yollar, mühendislik hataları ile su toplama havuzuna
dönmeyecektir!
Depremde ya da sel felaketi sonucu yıkılan, hasar gören her binada, o binaların yapıldığı dönemde görevde olan belediye yöneticilerinin sorumluluğu ve günahı vardır!
Somut bir örnek; 1999 Depreminde, İzmit ilçe sınırları içinde ölen insanların yarıdan fazlası Cumhuriyet Mahallesi’nde yaşıyorlardı!
Bu mahallenin, özellikle demiryolu altı “bataklık alan” idi. Uzun
yıllar yapılanma yasağı olan bu alanlarda, önce tek katlı, sonra iki
katlı, üç katlı derken, kör olası rant uğruna 7 kat inşaat yapılmasına
olanak sağlandı.
Üstelik, inşaatlar ciddi şekilde denetlenmedi.
Bu mahallede ölen insanların gerçek katilleri, bu rant sürecine alet olan belediye yöneticileridir!
Bugün İzmit’te yaşanan “trafik ve egzoz terörünün” sorumlusu, bu kenti “planlama kültüründen yoksun” gelmiş geçmiş belediye yöneticileridir!
Belediyecilik heves ya da çıkar hırsıyla değil, akıl, bilgi ve VİCDANLA yapılacak bir kamu hizmetidir!
Belediyeleri kendi imparatorluk merkezleri gibi görüp, halkın görüşlerini ve geleceğini hiçe sayan muhterislerin işi değil!..

Yalan Haber ve Propaganda

Ben medyadaki yazılı ve görsel haberlere inanmam. İnsan masal dinlerken, tiyatro veya televizyon seyrederken işittiği veya gördüğü şeylerin doğruluğuna inanabilir mi? Haberlerin bunlardan ne farkı var? Şimdi yalan haber yayınlamak bir sanat, bir uzmanlık mahiyetini almış bunun birçok memurları, uzmanları, kuvvetli teşkilatları vardır. Hatta bazı memleketlerde bunun için bir bakanlık bile kurmuşlar. Başına bir yönetici koymuşlar.

“Yalan haber yayınlamanın kibarca ismi propagandadır. İnsanın yediği yağın halis yağ olduğundan emin olması gibi gazete ve ajans haberlerinin yahut adi sokak laflarının doğruluğundan da emin olmalıdır. Bugün bütün insanlar bu propaganda denilen ağın içindedir. Bir taraftan ilim, insanlara hakikati öğretmeye çalışırken, diğer taraftan da propaganda, insanları yalanlara inanmaya zorlar.

Medeniyet ikiyüzlü, huysuz, suratsız, ihtiyar bir kadın gibidir. Doğruyu da söyler, yalanı da icat eder. Yalan söylemek, ticaret adına yapılırsa adı reklamdır. Siyaset için yapılırsa adı propagandadır. Din adına yapılırsa, adı misyonerliktir. Ahlak adına yapılırsa nezakettir. Bizce en iyisi ahlak adına yapılanıdır. Çünkü en az zararı ve en çok faydası olanı budur.

Haberleri masal dinler gibi dinlemeli, en akla sığmaz masallarda bile bir hakikat payı olduğu gibi en yalan haberlerde bile bir hakikat belirtisi vardır. Mesela birisinin aleyhine bulunmakta ısrar ediliyor. Bu yalnız ona çok değer verildiğini gösterir. Ajanslar, gazeteler bir haberde çok
mübalağa gösterdiler mi mutlaka onun aksi doğrudur. Çünkü fiilin tesirini azaltmak için sözün kuvvetine müracaat ediliyor. İnsanların yüzleri sinemadaki çehrelerden farksız olduğu gibi sözleri de romanlardaki sözlerden daha çok doğru değildir.

Rahat yaşamak isteyen ne yüzlere aldanır, nede sözlere inanır. İnsan öyle bir kumaştır ki tersi yüzüne uymaz. Sözlerin arkasında işleri görebilmek haberlerden ziyade vakalara dikkat etmek hünerdir. Büyük düşünür Türk Milliyetçisi Ziya Gökalp, İngilizler tarafından sürgün edildiği
Malta Adasında 14 Ekim 1920’de kızı Seniha Hanım’a yazdığı mektuptan alınan yukarıdaki sözler bu gün tazeliğini korumuyor mu?

Araştırmacı yazarlar, karıştırmacı yazarlar gizi belgeleri ele geçiren bitirim gazeteciler. Başbakanın uçağına çağrılan gazeteciler, çağrılmayan gazeteciler, yağcılar, yağdanlıklar. Türkiye Cumhuriyetini bölmeye, parçalamaya çalışan PKK militanlarının şehit ettiği kahraman Türk Askerinin cenazeleri memleketlerine gönderilirken, meşhur aktrisleri plajlarda bikiniyle resimlemeye çalışan becerikli uyanık gazeteciler, televizyoncular sizlere sesleniyorum.

Büyük Türk düşünürü, Türk Milliyetçisi Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirdaşı Ziya Gökalp’in kızına yazdığı mektubu bir daha dikkatle okuyun ve düşünün. Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde gençlere çizdiği tablo bugün daha ağır şartlarda devam etmektedir.

Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet devam etmesi için, şahsi menfaatlerimizi ülke menfaatlerinin üzerinde görmeyelim. Gaflet delalet ve hatta hıyanet içinde olmayalım. Şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle birleştirmeye çalışanlar Türk Milletinin çelik iradesine çarparak parçalanacaklardır. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

Türk Dili, Farsçadan da Arapçadanda Üstün ve Zengindir

Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Metin KARAÖRS; “Yerleşmiş ve herkesin bilip kullandığı bir kelimenin yerine yeniden başka bir kelime uydurulup konulması zararlıdır.” diyor.
GİRİŞ
İnsan kalabalıklarını bir araya toplayan, onları millet hâline getiren kültürdür. Kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran özelliklerdir. Kültürün belli başlı unsurlarından biri dildir. Dil, milleti oluşturan insanlar arasında iletişimi sağlar. Sevinçlerin ve acıların paylaşılmasında kullanılan en önemli araçtır. O araç bozulursa, insanlar arasında anlaşma zorlaşır. Kültürel çöküntü başlar ve sonunda millet denilen topluluk dağılır.
Türk milletinin dili Türkçedir. Türkçe, dünyanın en zengin, en mükemmel dillerinden biridir. Doğrusunu söylemek gerekirse, Türkçe, güzelliğini ve zenginliğini kaybetme eğilimindedir. Dil konusunda hassas olanlar, Türkçemiz için çalan alarm zillerinden rahatsızdırlar. Bu kötüye gidişin durdurulması için gayret göstermektedirler.
Dil, canlı ve dinamik bir yapıya sâhiptir. Bu yapıyı geliştirecek olanlar; yazarlar, televizyon ekranlarında ve sinemanın beyaz perdesinde ve de tiyatro sahnelerinde görev üstlenen sanatkârlardır. Dilin güzellikleri, onlar aracılığı ile geniş kütlelere ulaştırılabilir. Bu gelişme, dilin kendi kuralları içerisinde kolaya, bayağılığa ve bozulmalara yol açmadan sağlanmalıdır. Günlük konuşmalarımızda uydurma kelimeler ve hatta sesler kullanılması, önce güzel Türkçe’mizi, sonra kültürümüzü en sonunda da millet olma özelliğimizi tehlikeye sokar.
Hız, özellikle gençlerimiz için vazgeçilmez bir tutku. Hız tutkusu, otomobil kullanımında olduğu gibi berâberinde tehlikeler getirmiyorsa, insanları; dikkatsiz, pratik ve rahat olmaya yönlendiriyor. Güzelim ‘evet’ yerine ‘hı hı’, ‘hayır’ yerine ‘ııh’, hayret ifâde eden ‘Allah – Allah’, ve ‘Demeyin, veya ‘Ne diyorsunuz ?’ gibi kelimeler yerine ‘vaavv’ gibi sesler çıkarmak, ‘dondum kaldım’, veya ‘hayret ettim’ demek yerine ‘çüş oldum kafadan’, ‘resmen oha oldum’ kelimelerini kullanmak… dilimizin son zamanlarda karşı karşıya bulunduğu felâketlerdir.
Bu çirkinliklerin bir kısmı kasıtlı olarak sergileniyor olsa bile büyük kısmı tamamen bir özentiden ibârettir. Özentiler, işin nereye varacağını, nelere sebebiyet vereceğini düşünmeyenlerin tercih ettiği zararlı bir rahata yöneliştir. Bir kısım gençlerimiz de bu davranışlarla, ‘entel’ olunduğunu düşünmektedir. Entel kelimesi Fransızca’daki entelektüel kelimesinin rahatlık, kolaylık olsun diye kısaltılmış şeklidir. Entelektüel; iyi tahsil yapmış, fikrî meselelere ilgi duyan, bilgili, kültürlü, olaylardan ve gelişmelerden haberdar insan anlamında bir kelimedir. Kullandığı kelime sayısını çoğaltmak yerine azaltan, hatta kelime kullanmak yerine; kedi gibi, kuş gibi bir takım sesler çıkaranlar entelektüel de, entel de olamazlar.
Toplumda lider olmuş insanlara bir bakınız: Onlar; kelime hazinesi zengin, düzgün ve güzel konuşan kişilerdir. İnsanın düşünme derinliği ve düşüncelerini karşısındakine anlatabilme yeteneği, kelime hazinesi ile genişler. Kelimeler yalnızca isteklerimizi ileten araçlar değil, aynı zamanda duygularımızı-düşüncelerimizi geniş ufuklara ulaştıran kanatlarımızdır. Kullanmadığımız her kelime, güzel Türkçemizden atılmış, kaybedilmiş hazinelerimizdir. ‘Allahaısmarladık’, ‘hoşça kal, veya ‘güle-güle’ ve benzeri güzel, kulağa hoş gelen, insanın içini ısıtan kelime ve deyimler yerine; ‘bay-bay’ ve hatta onu da uzun bularak ‘bay’ demekle, ne çok kelimeyi ve deyimi sözlükten attığımızı, Türkçemizi fakirleştirdiğimizi ve aynı zamanda yabancılaştırdığımızı bilmeliyiz. Bu kötülüğün, bu dil cinâyetinin sorumluluğunu üstlenmemeliyiz. Olabildiğince hürriyet ve ulaşılabildiğince zenginlik isteyenlerin, kelimeleri lügatlere hapsedip kilit altına almaları, kelime hazinemizi fakirleştirmeleri anlaşılması güç bir çelişkidir.
Sevindiricidir: Ülkemizde okuma yazma bilenlerin oranı yükselmiştir. Üzücüdür: Okuyan ve yazanların sayısında azalma var. Konuşmayı tercih eden ve seven bir millet olduğumuz söylenir. Bu konuda da üzülmeyi gerektiren olumsuzluklar yaşıyoruz: Çok ve fakat az kelime ile ve de yanlış kullanılan, söylenen kelimelerle konuşuyoruz.
Dilimizin zenginliğini; yalnızca yazılı eserlere, hikâye, şiir ve roman gibi edebî metinlere hapsederek koruyamayız. Günlük konuşmalarımıza aktarmalıyız. Olabildiğince çok kelime ile, güzel ve doğru konuşarak… Argodan, yabancı ve uydurma kelimelerden arındırılmış temiz ve yaşayan bir Türkçe ile konuşmanın zor olmadığını, üstelik çok da zevkli ve üstünlük kazandıran bir özellik olduğunu bilirsek ve bildiklerimizi uygularsak; hayatımız ve çevremizdeki insanlarla ilişkilerimiz daha da güzelleşecektir.
Oğuz ÇETİNOĞLU
Oğuz ÇETİNOĞLU: Türkçenin zenginliğini ve üstünlüğünü vurgulayan ilk kişinin Kaşgarlı Mahmud olduğu biliniyor. Kaşgarlı’yı destekleyenlerden söz eder misiniz? Ne tür katkılarda bulunuldu?
Prof. Dr. Mehmet Metin KARAÖRS: Türkçenin zenginliğini ve Farsçadan üstünlüğünü anlatan bir şairimiz de 15 asrın 2 yarısı ve 16 asrın başında Herat’ta, bugünkü Özbekistan’da yaşamış olan Ali Şir Nevayi’dir.
Divanları ve Hamsesi şairin kudret ve hizmetini anlatmaya yeterlidir. Bunun farkında olan Ali Şîr, şöyle seslenmektedir:
‘Cihanda Türk edebiyatı bayrağını kaldırmak suretiyle Türkleri tek bir millet haline soktum. Hiç ordum olmadığı halde her tarafa yalnız divanlarımın nüshalarını göndermek suretiyle Çin hududundan Tebriz’e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini fethettim. Sen kılıçsız yalnız kalemin ile Türk ülkelerini, Türk milletinin kalbini fethedeceksin, onları tek bir millet yapacaksın. Türk iklimleri sana aittir. Sen bu milletin sahip-kıranısın.’
Nevâyi ‘Muhâkemetü’l-Lugateyn’ adlı eserinin baş kısmında ‘İnsanın söz ve dil şerefiyle bütün yaratıklardan üstün olduğunu belirttikten sonra Arapçanın zengin bir dil olduğunu ve Kur’an ve hadis dili olarak saygı gösterilmesinin gerektiğini söylemiş, Acem dilini ise Türkçe ile karşılaştırmıştır.
“Ancak mazlûm bolur ki Türk Sârt’dın tîz-fehmrak ve bülend-idrâkrek ve hilkati sâfrak ve pâkrek mahluk boluptur.” (Öyle bilinir ki Türk, Sart’tan daha keskin zekâlı, daha üstün anlayışlı, daha saf ve temiz yaratılışlıdır. “Ve Sart Türk’din te’akkül ve ‘ilmde dakîkrak ve kemâl ü fazl fikretide ‘amîkrak zuhûr kıluptur.” (Sart ise zihin yorarak anlamada ve ilimde Türk’ten daha ince, fazl, kemal ve tefekkürde daha derin görünür.) “Ve bu hal Türkler’ning sıdk u safâ ve tüz niyyetidin, ve Sartlar’nıng ilm ü fünûn ve hikmetidin zâhir durur:” (Bu hal Türklerin doğru, temiz ve dürüst niyetinden, Sartlar’ın ilminden, fenninden, hikmetinden bellidir. Lakin her ikisinin dillerinde kusursuzluk ve noksanlık bakımından farklar vardır.) “Elfâz u ibâret vâz kılurda Türk Sârt’ka fâyık kiliptür.” (Söz ve ibâre vaazında Türk Sart’tan üstündür.)
Nevâyi; “Küçüğünden büyüğüne kadar bütün Türklerin Farsçayı bildiğini, Fars dili ile şiirler yazdığını, Farsların ise Türkçeyi bilmediğini, bilenlerinin de dillerinden Acem olduklarının hemen anlaşıldığını” belirtip, 100 tane fiil sayarak bunların hiçbirisinin Farsçada olmadığına dikkat çeker.
Türkçeyi lugat serveti bakımından Farsça ile karşılaştırarak birçok kelime ve deyimlerin Farsçada olmadığını, Türkçeden alındığını örneklerle belirtir. Münazara-mükâleme tarzı Farsçada yoktur. Faktitif eklerinin ifade ettiği oldurma ve yaptırma şekilleri, ortaklaşa ekinin fonksiyonları, Farsçada yoktur.-çı,-çi meslek yapma, -gaç,-geç ekleriyle yapılan kelimeler, dik (gibi) edatının ifade şekilleri Farsçada yoktur.
“Türkçede böyle incelikler ve yükseklikler çoktur.” “Ve hünersiz Türkning sitem-zarîf yigitleri âsânlıkka bola Fârssi elfâz bile nazm ayturga meşgul bolupturla.r” (Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak Farsça şiir söylemeye özeniyorlar…Türk dilinin zenginliği bunca delillerle sabit olunca kendi öz dilleri dururken başka dillerle şiir söylememelidirler.)
Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerime on sekiz bin âlemden daha yüksek bir âlem göründü. Bu âlemin süsler, ziynetler içerisinde enginleşen göğü, dokuz gökten daha yüksekti. Bu hazinenin incileri, yıldızların mücevherlerinden daha parlaktı.
“Bu âlemin gül bahçelerine girdim. Gülleri, feleğin güneşinden daha parlaktı. Her yanında göz görmedik, el değmedik daha neler neler vardı.”
Türkçe sevgisinin fışkırdığı bu sözlerinden sonra Türkçenin ihmal edilişini şu cümlelerle hayıflanarak anlatmaktadır:
“Ama bu mahzenin yılanı kan dökücü ve güllerinin dikeni sayısızdı. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki: Demek bizim Türk şairleri bu korkulu ve dikenli yollardan çekindikleri için Türkçeyi bırakıp gitmişler.”
“Bu yol yüksek himmet istiyordu. Ben bu yoldan vazgeçmedim. Onun seyrine doyamadım. Bu yolda yürümekten korkmadım ve yılmadım. Türkçenin fezâsında tabiatımın atını koşturdum. Heyâlimin kuşunu kanatlandırdım. Vicdanım bu hazineden nihayetsiz kıymetli taşlar, la’ller, inciler aldı. Gönlüm bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden uçsuz bucaksız güzel kokular kokladı.”
Nevâyi, divanlarının ve bazı eserlerinin yukarıda tarif edildiği şekilde Türkçenin güzelliklerini aksettirecek şekilde olduğunu belirterek her divanının yazılış sebebi ve konusunu anlatarak, Türkçe sevgisinin Farsçayı bilmeyişinden ileri gelmediğini şu şekilde belirtir:
“Zannedilmesin ki benim Türkçeyi övüşüm Türk olduğumdan ve tabiatımın Türkçe sözlere alışmasından ve Farsça bilmeyişimdendir. Aslında Fârisi’yi öğrenmekle hiç kimse benim kadar gayret sarf etmemiş, bu dilin doğrusunu, yanlışını benim kadar öğrenmemiştir.”
“Türk ve Sart dillerinin keyfiyet ve hakikatlerini bu risalede toplayıp yazdım ve ona Muhâkemetü’l-Lugateyn adını koydum. Öyle sanıyorum ki Türk milletinin şâirlerine büyük haz kazandırdım. Kendi öz dillerinin nasıl bir dil olduğunu öğrendiler. Acemce söyleyenlerin Türkçeyi küçümseyen sözlerinden kurtuldular. Türk şâirleri benim bu gizli hakikati ortaya koymaktaki gayretimi öğrenirlerse umarım ki beni hayır dua ile anacak ve ruhumu şâd edeceklerdir.”
Nihat Sâmi BANARLI diyor ki…
Sâhasının mümtaz ve ehliyetli ismi, 14 Ağustos 1974 târihinde ebedî âleme uğurladığımız Nihad Sâmi Banarlı, milletinin hizmetinde kalemini kılıç parıltısı ile câhilliğin Türk dilini bozmaya-yozlaştırmaya çabalayanların üstüne-üstüne çalmış müstesna bir dil uzmanımızdır.
O’nun, ‘Türkçenin Sırları’ isimli kitabından alınan aşağıdaki makalesi, bugün yazılmış gibi tâzedir. Zevkle okuyacağınıza inanıyorum.
Yanlış ve sapıtmış bir dil anlayışı içinde Türkçemizi baltalayanların göremedikleri veya görmek istemedikleri büyük gerçek şudur ki, Türk milletinin hâkim millet olduğu İslâm medeniyeti asırlarında o üstün duruma ulaşırken fethettiği topraklar gibi, fethettiği kelimeler de vardır. Türklük, bu kelimeleri, tıpkı yeni vatan toprakları gibi, kendi zevki, sanatı ve dehâsıyla işleyerek Türk ve Türkçe yapmıştır. Yunus Emre, Türkçemizin çok sayıda kelimesini böylesine millîleştiren bir lisan fâtihidir.
Meselâ, Anadolu Türkçesi’nde türlü mânâ kazanıp Türkçeleşmiş bir garîb kelimesi vardır. Bu kelime, Anadolu’daki zengin ve büyük hayâtına Yûnus’un şiiriyle başlamıştır. İlk fetih asırlarında yeni vatana gelen Türkler, bir yerde vatan tutup yerleşinceye kadar, türlü gurbet sızıları duyarlardı. Buna tasavvuf felsefesinin ilâhî varlıktan gurbette oluş fikri de katılınca gerek gurbet gerek garîb sözleri, daha birçok nüanslarıyla Türkçede büyük hayat kazandılar. Doğdukları veya vatan tuttukları yerlerden tam bir Allah aşkıyle ayrılıp diyar diyar dolaşan ve her gittikleri yerde halka, Allah’a varma yolları gösteren gezici dervişler ve abdallar da yeni yurdun garibleriydi. Yûnus Emre’nin:

Aceb şu yerde var m-ola
Şöyle garîb bencileyin
Bağrı başlu gözi yaşlu
Şöyle garib bencileyin .
dörtlüğüyle başlayan şiirinde garibin çeşitli mânâ zenginlikleri vardır. Böylelikle Türk’ün irfan ve gönül gücüyle fethedilmiş kelimelerden biri de bu garib’dir. Türkçe’de: Gurbette kalmış, kimsesiz, zavallı, fakir, değişik, tuhaf, yabancı, içe dokunan, tesirli, anlaşılmaz, Allah âşkı, derviş, meczub, v.b. gibi mânâlar kazanmış bu garîb sözü, ayrıca garîblik, garibsemek, akşam garipliği v.b. gibi kullanışlarla da Türkçeleşmiştir. Meşhur bir ilâhîsinde:

Taşdın yine deli gönül
Sular gibi çağlar mısın
Akdın yine kanlı yaşım
Yollarımı bağlar mısın

Nidem elim ermez yâre
Bulunmaz derdime çâre
Oldum il’imden âvâre
Beni bunda eğler misin

gibi dörtüklerle, Türkçeye kuş dilini söyleten Yûnus Emre, Anadolu Türkçesi’nde yeni yeni başlayan uzun hecelerin de hemen ilk şâiridir. Her dile çok sesli mûsikîlerin büyük imkânlarını veren bu uzun heceyi dilde duymaya başlamak, Türkçeye herşeyden çok Akdeniz ikliminin kazandırdığı üstün bir estetiktir. Yukarıdaki mısrâların yâre, çâre, âvâre gibi kelimelerini hemen hemen bugünkü sesleriyle kullandığı, Yûnus Emre’nin bilhassa aruzla seslendirilmiş şiirlerinden bellidir. Bu seslendirişte Anadolu’da yine Yûnus’la başlayan ‘Türkçenin aruz’la anlaşması’ duyulur. Bu hâdise, Türkçenin, müzikal tekâmülünde nota vazifesi görmüş bir vezinle büyük bir ses güzelilğine doğru ilerlemesi târihinin de başlangıcı sayılabilir.
Yûnus Emre Türkçesi, burada gösterilemeyecek kadar zengin, millî yüksek inanış ve düşünüş çizgileriyle süslü ve güzel sesli varlığıyle, onu okuyan her Türk’te büyük gurur uyandırır. Bu Türkçe, hâlis Türkçe hattâ beyaz Türkçe’dir. Fakat aynı Türkçenin kuruluş ve yükselişi, hiçbir övünüşe, hiçbir gösterişe tenezzül edilmeden, herhangi bir Türkçecilik propagandasına başvurulmadan, büyük bir şâirin kendi Türk dili kültürüyle ve Türkçenin içinde oluşuyla gerçekleşmiştir.
Bu Türkçe anlayışında ne zararlı kelime ırkçılıkları, ne de millete zorla kabul ettirilmek istenen uydurma sözler vardır. Yûnus Emre, tam bir büyük şâir sezişiyle milletinin lisânını hissetmiş ve ondaki güzel sesi duymuştur. Yine çok olgun bir insan olarak, kendileriyle medenî alışverişler yapılan başka milletlerin dillerinden alınmış kelimeleri, bir îmânın ve irfanın ifâdesi için en tabîî sözler bilerek Türkçenin sesine, mimarisine ve estetiğine göre söylemekte gösterdiği hüner ve olgunluk, yaptığı her iş kadar büyüktür.
Yûnus Emre’nin Türkçeyi kavrayışı ve kullanışı, bir dilin sesi ve mimarîsi millî olmalıdır, diye ancak bugünkü mukayeseli dil bilgisinin vardığı neticeye bundan yedi asır önce varmış, öylesine ileri bir anlayışa uygundur.
(NİHAT SÂMİ BANARLI: Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı. 15. Baskı. İstanbul, 1998. Sayfa: 85)
Oğuz ÇETİNOĞLU: Türkler dışında bir milletin diline, Türkçenin mâruz kaldığı ölçüde yozlaştırıcı baskılar uygulanmış mıdır?
Prof. Dr. Mehmet Metin KARAÖRS: “Kuzeydeki barbarlara ipeği verin, ipek onları ehlileştirip yumuşatacaktır. Kızlarınızı verin, akrabalık edinin, bu sayede önce orada size yakın dostlar edineceksiniz. Üreyin, onlardan olan çocuklara dilinizi öğretin ki onlar kuzeyde sizin gibi konuşan, sizin gibi düşünen insanlar olsunlar, Onları tüketmenin tek yolu birbirlerini anlamaktan uzaklaştırmaktır.”
Eski Çin yıllılarındaki bu sözler ne kadar düşündürücü ve ibret vericidir. Türk Milletini yıkamayanlar onun dilini, kültür değerlerini dejenere etmeye çalışmışlar ve günümüzde de bu olgu devam etmektedir. Hiçbir dil Türkçenin maruz kaldığı ölçüde yozlaştırıcı baskılara içten ve dıştan saldırılara uğramamıştır.
Prof. Dr. Mehmet Metin KARAÖRS kimdir?
1944 yılında Isparta’nın Uluborlu İlçesi’nde dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu Uluborlu’da okuduktan sonra 1962 yılında Kuleli Askerî Lisesinden mezun oldu. 1963 yılında Kara Harp Okulunda öğrenci iken 20-21 Mayıs olayları sebebiyle ayrıldı. Yabancı dil olarak Rusça okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Umumi Türk Dili Sertifikasından Ebu’l-gazi Bahadır Han’ın ‘Şecere-i Türkî’ isimli eserinin bir bölümünü (metin, edisyon kritik, indeks, sözlük) mezuniyet tezi olarak hazırlayıp 1968 yılında mezun oldu.
1968-1976 yılları arasında orta öğretimde edebiyat öğretmenliği ve idarecilik görevlerinde bulundu. (Burdur Lisesi, Aydın Cumhuriyet Kız Lisesi Müdürlüğü ve Edebiyat Öğretmeni, Aydın Ortaklar Öğretmen Lisesi Edebiyat Öğretmeni ve Müdürü.) 1976 – 1986 yılları arası Bursa Eğitim Enstitüsü daha sonra Bursa Yüksek Öğretmen Okulu Edebiyat Öğretmenliği ve Türkçe Bölümü Başkanlığı görevlerinde bulundu.
1981 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Muharrem Ergin’in danışmanlığında başladığı doktora çalışmasını 1985 yılında tamamladı. Doktora tezi Ali Şir Nevâyî’nin İkinci Divanı Nevadirü’ş-Şebab’ (giriş, dil hususiyetleri, metin) tır. 1986 yılında Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Dili Ana Bilim Dalına Yrd. Doç. Dr. olarak tâyin edildi. 1988 yılında aynı üniversitenin Rektörlüğe bağlı Türk Dili Bölümü Başkanlığına da tâyin edilerek bu görevi 6 yıl süre ile yaptı.
1991 yılında önce ilmî bir kongre için daha sonra kendi isteğiyle Kırım’a gidip Kırım Tatar Türklerinin dil ve edebiyatları üzerinde incelemeler yaptı.
1- Eylül 1994’ten itibaren iki öğretim yılı süresince Kazakistan’ın Türkistan şehrinde bulunan Hoca Ahmet Yesevi Uluslar Arası Türk Kazak Üniversitesinde Türkiye Türkçesi ve Edebiyatı Öğretim Üyesi ve Bölümün Kurucu Başkanı olarak çalıştı. Ayrıca bu üniversitede görevli olarak bulunduğu sırada 12 Mart 1995 tarihinde girdiği Doçentlik yabancı dil sınavını (Rusça) ve 24 Ekim 1995 tarihinde girdiği Doçentlik Bilim Sınavını kazanarak Doçent unvanı aldı. Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Türkiye Türkçesi Kursları Koordinatörlüğü görevi de yaptı.
2- Kasım 1998’de Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığına tâyin edildi. Kendi bölümünde Türkiye Türkçesi 1-2, Yaşayan Türk Lehçeleri (Kazak Türkçesi), Türkçe- Rusça Mukayesesi, Çağatay Türkçesi ve Edebiyatı, Türkçenin Yabancı Dillere Etkisi gibi lisans derslerini, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Türkçenin Morfolojisi, Eski Göktürk-Uygur Türkçesi Kazak Türkçesi gibi Yüksek lisans ve doktora derslerini ve Yozgat Fen Edebiyat Fakültesinde Türkiye Türkçesi, Eski Türkçe ve Yaşayan Türk Lehçeleri ve Çağatay Türkçesi ve Edebiyatı derslerini okuttu.
23 Mart 2001 tarihinde Profesörlüğe yükseltildi.
2002-2003 ve 2003-2004 Eğitim-Öğretim yıllarında Kıbrıs Girne Amerikan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü Öğretim Üyeliği ve Bölüm Başkanlığı, adı geçen üniversitenin Yönetim Kurulu ve Senato üyeliği görevlerinde bulundu.
Eylül 2004 tarihinde Erciyes Üniversitesindeki görevine döndü.
16.07.2006 tarihinde 38 yılı aşkın devlet memurluğu görevinden kendi isteği ile emekliye ayrıldı.
01.09.2008 tarihinde İstanbul Beykent Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi ve TDE Bölümü Başkanı olarak çalışmaya başlamıştır. Halen bu görevdedir.
Prof. Dr. Metin Karaörs, akademik çalışma hayatı boyunca; 12 adet yüksek lisans, 2 adet doktora tezi yönetmiş, 142 adet ilmî makale ve bildiri kaleme almış, gazete ve dergilerde 100’den fazla makalesi yayınlanmış, milletlerarası sempozyumlarda oturum başkanlıkları yapmıştır.
Kitap hâlinde yayınlanmış eserleri:
1- TÜRKÇENİN SÖZ DİZİMİ VE CÜMLE TAHLİLLERİ: Erciyes Üniversitesi. Kayseri,1993
2- TÜRK LEHÇELERİNDE KARŞILAŞTIRMALI ŞEKİL VE CÜMLE BİLGİSİ: Akçağ Yayınevi. Ankara, 2005
3- NEVÂDİRÜ’Ş-ŞEBÂB / Ali Şîr Nevâyî: Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 2006
4- TÜRK DİLİNİN SARF VE NAHVİ / Köprülüzâde Mehmet Fuat- Süleyman Sâip: Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara 2006.
5- KIRIM TATAR TÜRKLERİNİN MASAL VE EFSANELERİ: Rusça’dan tercüme. (Basılmaya hazırdır)
6- YAŞAYAN TÜRK LEHÇELERİ: (KAZAK TÜRKÇESİ) (2 Cilt hâlinde Ders notu)

Çirkin Tezgâh ve 2000’li Yılları Fark Edemeyenler

Genel seçimlerin eşiğinde MHP’nin neden hedef alındığı, saldırılarla karşılaştığı artık anlaşılır olmuştur. Kimse ferdi ahlâkı sosyal ahlâkın önüne geçirmesin. Siyasette öyle hile, hurda ve ahlâksızlık zirve yapmış hale gelmiştir ki, ferdi ahlâkı tartışacak ortamı bile bulamıyoruz. Hiç kimse namus tüccarlığı da yapmasın. Hele hele imam nikâhlı veya imam nikâhsız iki üç karılı ve resmi nikâhsız baba olmuş siyasiler ekranlarda gerdan kırmasın.

Kaset olayı profesyonel üç beş kişinin yapacağı bir iş değildir. Bu Türkiye’yi dönüştürme faaliyetinin bir parçasıdır. Türkiye’nin Türkiye olmaktan
çıkarılması hedef alınmaktadır. CHP’yi dönüştürenler ve Deniz Baykal’ı hedef alanlar, MHP’yi dönüştüremeyince çirkin yollar denemişlerdir. Ancak silah ters tepmiştir. Şantaj, siyasi baskı ve suçlamalar MHP’yi mağdur duruma sokarak puan kazandırmıştır.

MHP’ye rey vermeyi düşünmeyen birçok kişi fikir değiştirmektedir. Aslında MHP’nin listeleri kaliteli ve iktidar sorumluluğunu yüklenebilecek isimlerden oluşmaktadır. Sayın Devlet Bahçeli bu alçakça tezgâhtan başarı ile çıkmıştır. Liderler böyle durumlarda sınav verirler. Lider arkadaşlarını dışlamamış, satmamış, parti mensupları da liderine aynı şeyi yapmamıştır. CHP bu yönde kötü örnek olmuştur. Dün Deniz Baykal’a yöneltilen tezgâh ile bazı MHP’li yöneticilere yöneltilen çirkin tezgâhın aynı kaynaktan olması muhtemeldir.

Olup biteni parti içi mücadele gibi gösterme ve hedef şaşırtma gayretleri boşunadır. İktidar dışarıdan dayatılan federal devlet modelini ve anayasa
değişikliğini geçirebilmek için milliyetçi çizgi geleneğini saptırmadan devam ettiren MHP’yi TBMM’ye sokmamak için her yolu denemektedir. Önce baraj sorunu kiralık bazı basın organları ile birlikte ortaya atılmış ve baraj sorunu olmadığı görülünce belden aşağı oyunlar tezgâhlanmıştır.

Nedense MHP ile ilgili programların çoğuna MHP’liler ve tarafsız bilim adamları çağrılmamaktadır. TRT bu konuda başı çekmektedir. MHP’nin Türk
demokrasisinin vazgeçilmez partilerinden biri olduğunu ve demokrasiyi içlerine sindiremeyenler, MHP konusunda ahkâm kesmekte ve kin kusmaktadır. Dün MHP’ye saldırı aşırı solun önemli bir bölümünden gelirken bugün bunun yerini yeşile boyanmış ve dünün komünistleriyle aynı çizgide buluşmuş milliyetsiz sağ bazı muhafazakâr görüntülü olanlar almıştır.

Ülkemizde sağ ve sol anlamını nispeten yitirmiş ideolojik aidiyet oldukça geride kalmıştır. Mücadelelerin milli ve yerli olanlarla küreselci ve teslimiyetçi uşaklar arasında olduğunu fark edemeyenler; MHP’yi ulusalcılara yaklaştı diye suçlamaktadırlar. Oysa solun içinde küçük bir grup olan ulusalcı kanat MHP’ye ve onun yıllardır savunduğu fikirlere Dünya şartlarındaki değişme ve küreselleştirme dolayısıyla yaklaşmaktadır. Siyasi partiler de mümkün olduğu kadar merkeze yakın politikalar oluşturmaktadır. Araştırmalarda seçmenin yarısı da kendini böyle hissetmektedir. Siyaset hiçbir yerde sadece değişim üzerine odaklanmaz. Gelenekleri koruyarak gelişmeci bir çizgi, değişim kadar önemlidir. Kaldı ki değişim de sihirli bir kavram değildir.

MHP milliyetçi çizgiden mi uzaklaştı? Etnik ırkçılarla, İslam ile kavgalı sözde İslamcılarla ve bazıları gibi dünün komünistleriyle işbirliği mi yaptı? Milli mücadeleyi reddetti mi? İstiklal Marşı değişmeli, terör örgütü ile uzlaşılmalı, mücadele yerine müzakere edilmeli şeklinde açılımcı mı oldu? Türk kimliğine, bayrağa, Türkçeye ve başkent Ankara’yı değiştirmeye karşı çıkıp Anayasa değişikliğine hayır oyu vermedi mi? Bu hayır anayasa karşıtlığı değildir. Anayasa üzerinden oynanan alçakça tezgâha karşı çıkmaktır.

MHP daima anayasal düzenden yana ve her çeşit teröre, sokak eylemlerine karşı olmuştur. MHP değişimi yakalayamıyor diyenlerin bugün ellerinde bayrağı ve milli kimliği, başkenti, milli ve üniter yapısı değiştirilmek istenen ithal bir model vardır.

Bestekâr, Tambûri, Hattat, Hâfız Kemal Batanay

Geleneksel sanatların ilgi ve saygı görmediği yıllarda bilhassa hat ve mûsiki sanatının yeniden canlanması ve kıymet kazanması yolunda tarihî bir rol oynayan Kemal Batanay, 6 Şubat 1893 yılında İstanbul’da doğdu.  Babası Hâfız Ziyâeddin Efendi,  Annesi Ayşe Sıdıka Hanım’dır.

Rüştiye (Ortaokul) eğitimi esnasında babasından hâfızlığa başladı. On dört yaşında kıraat eğitimi aldı. Arapça ve Farsça öğrendi. Medrese eğitiminin beşinci sınıfında iken Dârulfünun Ulûm-ı İlâhiyye Şubesi’ne (İlâhiyat Fakültesi) kaydoldu. I.Dünya Savaşından sonra İlâhiyat Fakültesi’nin lağvedilmesi sebebiyle tahsili yarıda kaldı.

Zamanının eğitim ve öğretim müesseseleri yanında hususi hocalardan da ders alan Kemal Batanay ilk mûsiki derslerini babasından ve onun sanat muhitinden almıştır.

On yedi yaşlarında iken babası mûsiki üstadı Şeyh Cemal Efendi ile onu tanıştırdı ve talebeliğe kabul ettirdi. Şeyh Cemal Efendiden musiki meşklerine arkadaşı Sadettin Kaynak’la devam etti.

1913 yılında Galata Mevlevihânesi serneyzeni Emin Dede’den ve Mûsiki üstadı bir çok sanatkârdan istifade etti.

Süleyman Çelebi’nin “Mevlîd-i Nebevî”si onun bestesidir.

Kemal Batanay’ın emek verip yetiştirdiği sayısız talebeleri arasında Necmi Rıza Ahıskan, Arif Sami Toker, Sadi Hoşses, Mefharet Yıldırım, Ercüment Batanay ve Feriha Tunceli isim yapmış sanatkârlardandır.

Hat eğitimine on dört yaşında iken Muhyiddin Efendi’den başladı. Dört ay kendisinden Ta’lik yazı meşketti.

Kemal Batanay: “Hocamın maksadı, sanatkâr yetiştirmekten ziyade gençlere güzel yazı zevk ve merakını aşılamak, boş vakitlerini değerlendirmekti “, ” Sanat, ruh ve fikir terbiyesinde en müessir yoldur. Yazı öğrenirken göz zevki ile duyma ve düşünme melekeleri de beraber gelişir. Aynı zamanda disiplinli, güzel, temiz iş yapma ve sabır gibi yüksek insani değerler kazanılır” demiştir.

Yazıda kabiliyetini gören hocası onu ta’lik hocası Hasan Hüsnü Efendi’ye götürür. Meşklere ondan devam eder lakin hocasının ömrü vefa etmez ve ta’lik icazetini Hulusi Efendi’den alır.

Sülüs, nesih ve rik’a yazıların Sofu Mehmed Efendi’den, Celi divani ve divani yazılarını da Ferid Beyden öğrenir.

Kemal Batanay’ın askerlik hatıralarından: ” Soğuk bir kış günü Üç Şerefeli Camiye gittim. Birden Kur’an okuma isteği duydum. Müezzin mahfiline gittim ve Kur’an okumak isteğimi söyledim.

-‘Bir Subay, hem de hâfız’ diyerek sevindiler ve

-‘Tabi’ dediler. Okudum. Namaz bitti ve yanıma bir er yaklaştı.

-‘Efendim kumandanım sizi istiyor’ deyince, endişe ve korku ile kumandanın yanına gittim. Bu efsane kumandan Mustafa Kemal idi.

-“Oğlum terbiye görmüş güzel bir sesin var. Okuduğun ezanı çok beğendim ve duygulandım. Seni tebrik ederim. Edirne’de kaldığımız süre içinde ben Cuma namazına hangi camiye gidersem sen de o camiye gelecek iç ezanı okuyacaksın.” der.

1920 de birinci eşi Meveddet Hanım’la evlenir. Recai ve Ercüment Batanay dünyaya gelir. Oğlu  Recai sekiz yaşında menenjitten vefat eder. Bu acı durum için Batanay şu beyiti yazar.

Sönünce gonçe-i ümid yıkıldı başıma dünya

Meğer dünya yalanmış hep, meğer her şey imiş rüya.

Huzursuzluklar sebebiyle eşinden ayrılır ve 1953 de ikinci eşi Tambûri Kadriye Naime Ilgaz Hanımefendi ile evlenir.

Vapurda, otobüste, her fırsatta cebinden eksik etmediği Kur’an-ı Kerim’i açarak hıfzını yenilerdi. Namazlarını da hatimle kılardı. Kur’an-ı Kerim okuyuşu tavırlı ve müessirdi. Uzun yıllar İstanbul’un selâtin camilerinde ramazan mukabelesi okumuş, şöhretli bir hafızdı. Kur’ân-ı Kerim ahlakının aydınlattığı, huzur veren, nurlu, mübarek bir çehresi vardı. Kur’an sevdalısı idi.

Bir şiirinde:

Âşıkım Kur’an’ına ey girdigâr
Ver bu yolda aşkıma cây-ı karar

Lutfedip bu aşkıma kandır beni
Hizmetinde daim eyle bendeni

Musiki dersleri arasında hat dersleri de verir. Hat talebelerinden ücret almazdı.

Hat talebeleri ta’lik meşk eden Hasan Çelebi, Savaş Çevik, Aydın Yüksel ve Muhittin Serin’dir.

O dönemlerde Hat devrini tamamlamış müzelik olmuştu. Yazanların sayısı azalmış, kendi öz değerlerimiz hor görülmeye başlamıştı.

Bu durumu Kemal Batanay şöyle değerlendirir: “Yanlış zamanda dünyaya gelmişiz. İki asır önce gelseydim eteğimi altınla doldururlardı. Yüzümüzü Batı’ya döndüreli sanatlarımızla beraber biz de itibardan düştük. Öz yurdumuzda garip kaldık. Çağdaşlık, baştan aşağı Avrupalı gibi mi olmaktır? Öze dokunmadan değiş, ama milli varlığını da devam ettir. Yüzyıllardan beri Türk milletinin yarattığı, benimsediği, geliştirdiği kendine has özelliği olan sanatları çağın değerleriyle yoğurmak varken kendine düşman olmak, yabancı olmak bence hiçbir şey olmamaktır. Zannederim bunun yeryüzünde başka bir örneği yoktur. Fakat bugün Türk milleti bilhassa hat sanatında yüklendiği tarihi rolü devretmemiştir. İslam dünyasında önderliğini sürdürecektir. Yeni meraklı genç nesil bana bu ümidi veriyor.”

Her nefesi hizmetle geçen ömrünü tamamlayarak, 22 Haziran 1981 yılında İstanbul’da vefat etti.

Hâfız Abdurrahman Gürses, Kemal Batanay’ın vefatı anında yaşadığı sırlı bir olayı şöyle anlattı:”Evimde Kur’an okuyordum. Bir ara ayetlerin manasına dalmıştım ki telefonun sesi ile irkildim. Ahizeyi kaldırdığımda arayan titrek, yorgun bir sesle dostum Kemal Batanay: “Hocam hayatım sona ermek üzere, lütfen benim için Kur’an oku ve dua et” diyordu. “Hâfızım hiç merak etme en kısa zamanda yanına geliyorum” dediğimde: “Hayır, sayılı nefesim kaldı, bana yetişemeyebilirsin. Lütfen telefonda oku.  Seni dinliyorum”dedi. Çaresiz, önceden okuduğum Yunus suresinde kaldığım ayetten okumaya başladım. Bir süre sonra hocanın kesik kesik gelen nefesi kesildi. Son okuduğum. “Li külli  ümmetin ecel. İzâ câe ecelühüm felâ yeste’hırûne sâaten velâ yestakdimûn” (Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler. Yûnus 10/49) âyeti idi. Hocanın ölümü bu âyetle nasıl uygun düşmüştü. Ne mübarek bir insandı.

Kaynak: Türk Hat Üstadları

Kemal Batanay

Muhittin Serin

Not: Sanatın o zor dönemlerinde, bayraktarı olan tüm sanatçılarımızı, mübarek şahsiyetleri bizlere tanıttığı için, Muhittin Hocamıza teşekkür ediyoruz.

 

 

Mübarek Üç Aylar

Yüce Rabbimize sonsuz şükürler olsun ki, mübarek üç aylar mevsimine girmek üzereyiz. 3 Haziran Cuma günü üç ayların ilk ayı olan Recep ayını idrak etmiş olacağız. 2 Haziran Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece kandillerin ilki olan Regaip Kandili’dir.

“Üç Aylar” dünya hayatımızda, yaptığımız iyiliklere karşı bir yıllık zaman dilimi içinde bire yüz, bire yedi yüz ve bire bin kat iyilik ve mükâfat göreceğimiz mevsim olarak bilinen feyizli ve bereketli aylardır. Üç aylar, kameri aylardan Recep, Şaban ve Ramazan aylarıdır.  Bu mübarek aylar içerisinde öyle feyizli ve bereketli günler ve geceler vardır ki, Yüce Allah’ın rahmet ve mağfireti, bu gün ve gecelerde mü’minler üzerine sağanak gibi yağar.

Bu mübarek aylardan birincisi olan Recep; kutlu zaman dilimi olan üç ayların hem ilki, hem de müjdecisi konumundadır. Recep ayı, Regaip ve Miraç gibi mübarek geceler ve ilâhî tecellilerle şereflendirilen, Ramazan’a hazırlıkların başladığı mübarek ve şerefli bir aydır.

Recep ayının ilk Cuma gecesi, kandiller geçidinin ilki mübarek Regaip Kandili, duaların kabul edileceği ve isteyen kullarına Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ve ikramının bol bol verileceği bir gecedir. Bu gece Allah (c.c.) lütuflarını sağanak sağanak yağdırır. Regaip Gecesi, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in Yüce Allah’ın çok özel tecellilerine mazhar olduğu, nuranî lütuf ve ihsanlara eriştiği bir gecedir.

Üç ayların ikincisi olan Şaban ayı, Peygamberimiz (s.a.s.)’in hakkında; “Bu ay benim ayımdır, çünkü bu ayda amellerim Rabbime yükseltilir” (Feyzü’l Kadir, 4/161) buyurduğu, amellerimizin Allah’a yükseldiği “Berat Gecesi”ni içinde bulunduran pek faziletli bir aydır.

Mübarek üç aylar geçidinin son halkası ve en kıymetli ise; Kur’an ve oruç ayı olan Ramazan-ı şerif ayıdır. Ramazan ayı, on bir ayın sultanıdır, çünkü yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in, Peygamberimiz (s.a.s.)’e indirildiği, bin aydan (83 yıl) daha hayırlı olan Kadir gecesini içinde bulunduran mübarek bir aydır.

Üç aylar diye adlandırılan Recep, Şaban ve Ramazan ayları Yüce Allah’ın bizlere ikram ettiği faziletli ve feyizli bir zaman dilimidir. Yapılan dileklerin dalga dalga Allah’a ulaştığı, dökülen pişmanlık gözyaşlarının günahları silip yok ettiği kandiller geçididir.

Mübarek üç aylar, günahlardan arınma, sevaplarla bezenme mevsimidir. İnsanların, işlemiş oldukları hata, kusur ve günahlarından tövbe ederek temizlenmesi için üç aylar büyük bir fırsattır. Üç aylar; Ramazandan önce oruçla buluşanların, namaza başlayanların, ibadetlerini çoğaltanların, hayırda yarışanların, tövbe ile Allah’a yaklaşanların ve manevî kazanç elde edenlerin çokça görüldüğü aylardır.

Peygamberimiz (s.a.s.) üç aylar hakkında şöyle buyururlar: “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.” (Aclûnî, Keşf’ül-Hafâ, 1423) Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bu ayların başlangıcında şöyle dua ettiği de rivayet edilmiştir: “Allah’ım; Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a kavuştur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1259)

Mübarek üç aylar, Yüce Rabbimize, ailemize, çocuklarımıza, milletimize ve bütün insanlığa karşı görev ve sorumluluklarımızı hatırlatmalı; hata, ihmal ve kusurlarımızdan dönmemize; gaflet uykusundan uyanmamıza vesile olmalıdır. Aramızdaki çekişmeleri, tefrika ve ihtilafları, şahsî menfaat hesaplarını bertaraf etmeli; yüce dinimizin bizden ısrarla istediği, barış, hoşgörü, kardeşlik, birlik ve beraberliğimizin güçlenmesini, insanî ve ahlakî meziyetlerin yeniden yeşermesini sağlamalıdır.

Bu duygularla bütün Kocaelili hemşerilerimin ve tüm Müslümanların mübarek üç aylarını ve 2 Haziran Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece idrak edeceğimiz Regaip Kandili’ni tebrik ediyor, bu kutlu zaman diliminde Yüce Mevla’ya yapılan dua ve ibadetlerin, bütün İslam âleminin birlik, dirlik ve beraberliğine, insanlığın hidayetine, yeryüzünde savaşın, anarşi ve gözyaşının yerini huzur ve barışın almasına vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

 

51 Yıl Sonra 27 Mayıs’ı Anımsamak!..

“Demokrasi” sözcüğünü, temel bir “insan hakkı” olarak algılarım.
Demokrasi; bireyin “her açıdan özgür olduğu ve doğuştan sahip olduğu temel haklarıyla yaşadığı bir insanca düzen” olmalı.
Demokrasi bir “kültür” yani bir yaşam biçimidir.
Ailede demokrasi yoksa, o ailede yetişen bireyin “demokrat” olması mümkün değildir.
“Biat kültürü”  demokrasi kültürünün tam zıddıdır!
Bir ailede ya da bir grupta “BİAT ETMEK” asılsa, orada demokrasiden söz edemezsiniz.
27 Mayıs 1960 İhtilali olduğunda 10 yaşımda ve ilkokul öğrencisiydim.
Yassıada duruşmalarını radyodan dinlerdik.
CHP’li bir ailenin çocuğuydum.
Ama duruşmalar sonunda Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idamlarına sevinen yoktu! Aksine, rahmetli Büyükbabamın tepkisi vardı.
“Çok kötü oldu, çok daha kötü olacak” dediğini anımsıyorum.
İlk siyaset öğretmenim Büyükbabamdı. O’nunla daha sonraki yıllarda da bir çok kez 27 Mayıs’ı konuştuk. Kaygıları değişmediği gibi yaşanan olaylarla daha da artıyordu.
12 Mart 1971 Askeri Muhtırası verildiğinde Üniversite öğrencisiydim. Büyükbabam, Ankara’ya kadar geldi. Kaygılıydı.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildiğinde, o hiç tanımadığı gençler için ağlıyordu.
Yakın siyaset arkadaşı Nihat Erim, o olağanüstü dönemde  Başbakan olmuştu ama o, Ecevit’in tepkisini haklı buluyordu.
Bizim ailemiz, inancına bağlı ama “laik” bir devlete saygılıydı ama hiçbir askeri müdahale alkışlanmadı!
Bunu, Mehmet Ali Birand’a yanıt olarak belirtiyorum!
Türk Siyasi Tarihi’ni 20 yaşımdan bu yana tam 40 yıldır inceliyorum.
Kimilerinin inat ve ısrarla iddia ettiklerinin aksine, 27 Mayıs 1960 darbesinin CHP ve özellikle İnönü’nün isteği üzerine yapıldığına dair hiçbir somut kanıt bulamadım!
Ama, bu olayda ABD’nin parmak izlerini gördüm!
1960 bütçesi 387 milyon TL açık vermişti. Bu açığı ABD’nin kapatmaya niyeti yoktu! Menderes Hükümeti, bu kez Sovyetler Birliği ile ekonomik ilişkiler kurmak ve yatırım desteği almak istiyordu.
İskenderun Demir Çelik Fabrikası, bu yönelmenin bir ürünüdür.
Eğer 27 Mayıs 1960 darbesi olmasa, aynı yıl Temmuz ayında Menderes, Moskova ziyareti yapacaktı!
Öte yandan, gelişmekte olan yerli sanayi temsilcileri, “Planlama ve ithal ürünlere yüksek gümrük tarifesi uygulanarak, korunmak” istiyordu.
Ama, Demokrat parti iktidarından olumlu yanıt alamıyordu!
Demokrat Parti iktidarı, 1957 seçimlerinde büyük ölçüde gerilemiş olmanın stresi içinde hırçınlaşmıştı!
Meclis içinde DP’li milletvekillerinden oluşan “Tahkikat Komisyonu” hukuk dışı bir oluşumdu ve muhalefeti sindirmeye çalışıyordu.
Radyolarda sık sık “Vatan Cephesine katılanlar” anons ediliyordu!
İsmet İnönü taşlanıyor, yurdun değişik yerlerinde olaylar tırmanıyordu.
İşte bu koşullarda birileri düğmeye bastı ve 27 Mayıs 1960 Darbesi yaşandı. O parmaklar “resmi olarak” hala meçhuldür!
27 Mayıs 1960 Darbesi, bir “faili meçhul cinayetti!”
Üç siyasetçinin idamı, Cumhuriyet döneminin “ilk siyasi cinayetleri” olarak tarihe geçti.
Biz, içeride birbirimizi suçlarken, sınırlarımız ve okyanus ötesinde birileri, büyük olasılıkla ellerini ovuşturuyordu!
Tıpkı bugün de ovuşturdukları gibi!..

Seçime Doğru 2011

0

Güçlü iktidarın yanında güçlü muhalefetin de olmasını ülke ve millet hayrına görürüm.
Muhalefetin yeterince güçlü olmadığı bir ülkede iktidar partisinde rehavet ve atalet başlar.
Bu ülkenin şansı nedir diye sorarsanız?
Dostlarımın bazıları katılmasa bile ben tek başına güçlü bir iktidara sahip olmasıdır derim.
Bu ülkenin şanssızlığı nedir diye sorsanız?
Ben muhalefetin yok denecek kadar zayıf olmasıdır derim.
Meclisteki üç partiyi üst üste koysanız
İktidar partisinin oylarına ya yetişiyor ya da yetişemiyor.
Tabii bu durumun sebepleri vardır;
Çözüm üretip alternatif oluşturamazsanız.
Vatandaş aynı partiyi üç kez üst üste seçmek durumunda kalır
Şahsen ben bu durumdan rahatsız olmam.
Bilakis memnun da olurum.
Seçmenin kararı her zaman muteber ve saygıya değerdir
Eğer bu sonuç vatan ve millet için negatif bir durum ise.
Bunun sorumlusu iktidar değil muhalefettir.
Vatandaş seçmen muhalefete niye iktidar yetkisi vermiyor?
Muhalefet sorun çözüp proje üretmek yerine
Lüzumsuz işlerle uğraşırsa
Elbette ki bu durum kaçınılmaz olur.
Sen önce seçmene güven vereceksin
Sonra seçmenden yetki isteyeceksin
Siyaseti halka rağmen değil
Halkla beraber yaparsanız
Başarıya ulaşırsınız.
Muhalefet bu kafa yapısıyla giderse
AK PARTİ üçüncü kez ve dördüncü kez yine tek başına iktidar olur.
Ülke gündeminin kasetlerle meşgul edilmesi elbette çirkin bir olaydır.
Bu kasetleri çekmek ne kadar çirkinse bunlara malzeme olmak ondan daha da çirkindir.
Yalnız bu çirkinliklerin bir güzel yönü vardır.
Bu tür insanların siyasette olmaması gerekir
Böylece de bu insanlar siyasetten temizlenmiş olur.
Temiz siyasetin onu açılmış olur
Meclisteki MHP’nin AK PARTİ iktidarı açısından da
Ülke ve millet açısından da daha faydalı olacağı kanaatindeyim.
Elbette ki MHP gibi milliyetçi, vatansever bir partinin bu durumda olması
Baraj sorunu yaşaması camiası açısından da millet açısından da üzüntü vericidir.
Umarım ilgili ve yetkili kişiler seçimden sonra bu konuyu ciddi olarak ele alır
Üzerinde düşünürler.
İktidarın Cumhurbaşkanlığı seçimindeki 367 sorununu aşmasındaki MHP’nin olumlu katkısı unutulmamalıdır.
Muhalefet açısından ikinci bir temel yanlış da
Siyasetin rekabet üzerinden değil de hakaret üzerinden yapılmasıdır.
Bu hakaret dili iktidara da muhalefete de yakışmıyor.
Seviyeyi bu kadar düşürmek aynı zamanda seçmene de bir saygısızlıktır.
Unutmamak gerekir ki siyasette gerginlik AK PARTİ ye yaradı ve yarar.
Uyanık muhalefet bu hataya düşmez, düşmemeli.
Meclise dört partinin girmesi belki iktidar partisinin hoşuna gider ama
Ben altı yedi hatta sekiz partinin mecliste temsil edilmesinden yanayım.
Muhalefetin çok ve güçlü olması rekabeti,
Rekabet de kaliteyi getirir
Bu durum istikrarı bozar derseniz.
100 tane milletvekili Türkiye milletvekili olsun.
Yüzde bir oya bir milletvekili çıkarılsın.
Böylece yüzde biri geçen her parti mecliste temsil edilir.
Hem temsil sağlanmış,
Hem de istikrar korunmuş olur
Demokrasi artık kandırmaca olmaktan çıkarılıp gerçek hüviyetine kavuşturulmalıdır
Yüzde on barajı kaldırılmalı
Siyasi partiler yasası değiştirilmeli
Milletvekillerini liderler değil halk belirlemeli
Bunun için dar bölge seçim sistemine geçilmeli
Seçmende siyasi parti taassubundan vaz geçmelidir.
Siz partinizin, liderinizin hatalarına, yanlışlarına kılıf uydurmak
İçin bütün gayretinizi harcarsanız onlarda yanlışta ısrar etmeye devam ederler
Oysa partiler ve liderler yanlış ve hata yaparsam önce seçmenim beni cezalandırır.
Düşüncesinde olmalıdır.
Böyle olunca da seçmen adam yerine konulur.
Gerçek değerini bulur.

Adana Aydınlar Ocağı

Dünya, bölgemiz ve ülkemiz insanlık tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşamaktadır. Egemen güçler,  emperyalist odaklar, tarihte hiç olmamış kadar acımasız ve bir o kadar da fırsatçı davranmaktadır.
Egemen güçler, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımayacak kadar insanlığa saldırmaktadır. Böyle bir dönemde, insan olan ve insan için düşünen herkes yapılacak bir şey olmalıdır diye bir sorgulamayı mutlaka yapmalıdır.
Türk Milleti, dünya milletleri arasında bu tür zorlukları yaşayan ve bu zorlukları aşan bir millet olarak her şeye rağmen geleceğe emin bakması icap eden bir millettir.
Türk Milleti, tıpkı Millî Mücadele döneminde olduğu gibi içinden yetişen aydınlarının önderliğinde, öncülüğünde dünya egemen güçlerine karşı verdiği mücadele ile her türlü zorluğun üstesinden gelmeye muktedir tek millettir ve bu özelliği, bütün dünya tarafından bilinmekte ve örnek teşkil etmektedir.
Türk Milletinin dünya ölçeğinde böylesine örnek oluşturmasını sağlayan Türk Aydınları, insanlık var oldukça örnek alacakları bir Millî Önder bulmuş olmalarının imkânını mutlaka kullanacaklarıdır. Bu Millî Önder, Türk tarihinin en bilinçli Türk Milliyetçilerinden olan Mustafa Kemal ATATÜRK’tür.
Bahsi geçen Türk Aydınları, Yüce Türk Milletine hizmet gerektiğinde kendi şahsî hesaplarını bırakarak bir çatı altında toplanma başarısını da yine yakın tarihimizde bütün dünyaya göstermişlerdir.
Aydınlar Ocağı da bu çatılardan biri olma özelliğini taşıyan Türkiye’nin en köklü Sivil Toplum Kuruluşlarından biridir.
Yöneticisi olmaktan şeref duyduğumuz Aydınlar Ocağı, Yüce Türk Milletine hizmet etmek gayesi ile Türk Aydınlarına bir çatı oluşturmak üzere kurulmuş ve kurulduğu günden itibaren de yaptığı reklâmsız hizmetlerle sürekli güçlenerek bugün gönüllerde taht kurmuş bir teşkilâttır.
Yüce Türk Milletinin önüne aydın adıyla ve zoraki sürülmeye çalışılan zevatlar, bu milletle ve bu milletin değerleriyle hiçbir zaman barışık olamamış ve sürekli millete hor bakan anlayışları milletimiz tarafından tarihin hiçbir döneminde tasvip görmemiştir.
İşte, Aydınlar Ocağı, hem milletimizin değerleriyle barışık ve hem de milletimize hizmette en önde ve önder olma başarısını gösterebilen, daha kısa anlatımla, Türk Milletinin millî ve manevî değerleriyle yoğrulmuş Türk Aydınlarına, milletine hizmet etme imkânı veren ve bunun için Türkiye çapında güçlü bir Sivil Toplum Kuruluşu’dur.

Erlik Marşı

HAYAL KUR! Hayaller enerjisidir eylemin
Mazlumu olmayan bir dünya düşle
Savur gitsin kederleri tek süpürüşle
Üstünde tepin.

KANAT TAK! Kanatlar niyetlerindir senin
Bombalayın filleri ey siccil pilotları
Ki kuşlardır semanın sadık dostları
Sonsuza değin.

MARŞ SÖYLE! Marşlar yelkenidir yüreğin
Deniz üstünde yürürler dehliz öldürürler
Hepsi çatalyürektir onların
Hepsi Hayreddin.

ERKEKLEŞ! Tavuklaşmakla gecikmez ecelin
Bunca yumuşama canına yetsin
Zaman kendine uyanları kahretsin!
Al sana yemin!