25.1 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1118

Rahmet Mevsimi Geldi

Değerli Okuyucularım;
Bu gece, Mübârek Mî’rac Kandili’ni idrak edeceğiz.
İdrak etmekte olduğumuz bu yılın Mî’rac Kandili için aynı konuya girilmemiş, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan ile Üç Aylar ve duâ üzerine konuşulmuştur. Bu günkü yazımızın son bölümünde dinî edebiyatımızda önemli bir yeri olan Mî’raciyeler hakkında bilgi sunulmuştur.
Mî’rac kandilinizi tebrik eder; nice kandillere, sevdikleriniz ve sevenlerinizle sağlık ve huzurla ulaşmanızı niyaz ederim.
OĞUZ ÇETİNOĞLU 
Oğuz ÇETİNOĞLU: Üç ayları idrak etmekteyiz. Hicrî takvime göre Recep, Şaban ve özellikle Ramazan, Müslümanların, diğer aylara göre daha fazla ibâdete yöneldikleri zaman dilimidir. Genel bir yorum yapar mısınız?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Hiç şüphesiz biz Müslümanların kulluk yoğun zamanlarımızın başında, üç aylar ve onların içinde de özellikle Ramazan-ı şerif gelir. Bu müstesnâ kulluk mevsimini, mümkün olduğunca değerlendirebilmek için, din görevlileri dilleri döndüğünce onun özellik ve güzelliklerini çeşitli vesile ve vasıtalarla anlatmaya gayret ederler. Her Müslüman da bu günlerde biraz daha farklı, biraz daha zengin bir insanî ve İslâmî hayat yaşama gayretine soyunur. Bu gayretler toplumda yaygın bir harekete, berekete ve genel bir güzelleşmeye vesile olur. Topluca ve toplumca daha büyük oranda yaşanmaya çalışılan İslâm, günlük hayatımıza âdeta bir bahar havası gibi gözle görülür olumluluklar ve güzellikler kazandırır.

Ramazan ayının gündelik hayatımıza getirdiği bu görünür ve hissedilir güzellikler, hiç şüphesiz mânevi hayatımızdaki güzelleşmenin yansımalarıdır. Bu sebeple her sene üç ayları ve özellikle Ramazan-ı şerîfi, kulluk dünyamızın rahmet mevsimi olarak karşılar, algılar ve yaşarız.

Yine hemen herkes bu görünür güzelliği ve mânevi derinliği bir şekilde dile getirebilir. Ama galiba yapılacak en isabetli iş, bu fevkalâde fırsatlar mevsimini bu ümmetin efendisinden sevgili Peygamberimizden dinlemektir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Recep ayının önemi nereden kaynaklanıyor?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Enes b. Malik radıyallahu anh’ın haber verdiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Recep ayına girdiği zaman şöyle dua edermiş:
‘Allah’ım, Recep ve Şa’ban’ı bize mübarek (ve bereketli) kıl ve bizi (sağlıkla) Ramazana ulaştır!’ () ‘Kulluk yoğun bir mevsim’ demek olan üç aylara girdiğimiz günlerde, bütün Müslümanları yeni bir Ramazan’a kavuşma heyecanı ve ümidi sarmaya başlar. Hemen belirtmek ve müjdelemek gerektir ki, böylesi bir heyecan, ümit, hazırlık ve özlem, hadisimizde görüldüğü gibi, İslâmî bir terbiye sonucudur. Bu sebeple de tebrik ve takdire değer.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Üç ayların, Müslümanları Ramazan’a hazırlama özelliği olmalı…

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Bize göre dünya ve âhiretin saadet anahtarı imandır. Fert ve toplum hayatımıza onu daha büyük ölçüde etkili kılacak uygun zamanlara kavuşma isteği, aslında daha diri bir dinî yaşayışı arzulamaktır. İyiliklerin güzelliklerin peşinde olmaktır. Müslüman’a da bu yakışmaktadır. Zira, ‘Müslümanların en hayırlısı, ömrü uzun, ameli güzel olandır.’
Hadisimizin Müsned’de yer alan rivâyeti ‘Allah’ım, bize Receb ve Şa’ban’ı mübarek kıl ve bize Ramazanı da mübarek kıl.’  Anlamındadır. Ahmed el-Bennâ es-Sââtî’nin dediği gibi burada Ramazan’ın, Receb ve Şa’ban’a atfedilmeksizin müstakilen duaya konu edilmesi, onun üstün faziletine işarettir.

Böylesi bir aya duyulan özlem, iyiliklerin, güzelliklerin tekrarını istemek, kötülüklerden ve zararlılardan tekrar tekrar uzak kalmayı dilemek demektir. Başka bir deyişle ömrü amel-i salih üzere Müslüman’ca geçirme, hayatı iyiliklerle bezeme arzusudur.

Böyle bir arzu ve özlemin, özellikle Recep ayına girildiğinde yapılması, Recep ve Şâban’ın asıl değerlerinin, kulu Ramazan’a hazırlaması olduğunu, yani onların bereketinin ancak Ramazanla tamamlanacağını göstermektedir. Bu iki ayın asıl değeri, Ramazana olan yakınlıklarıdır. O halde Ramazanın feyz ve bereketinden tam anlamıyla istifade edebilmek için üç ayların girişiyle birlikte yeni, daha şuurlu ve ihlaslı bir kulluğu yaşamaya gayret etmek, bunu başarmaya çalışmak gerekmektedir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Üç aylarda Müslümanların sorumlulukları da artıyor mu?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Daha diri bir dinî hayata sahip olabilmek için, dînî bilgiler ve pratiklerle, yani sağlam bilgi ve ihlaslı amellerle güçlenmiş olmak temel şarttır. Bir anlamda yıllık bakım, ya da tahsil ve tatbikat zamanı olan üç ayları ve özellikle Ramazanı gereği gibi değerlendirmek ve o havayı bütün bir yıla taşımak ve taşırmak, hiç şüphesiz daha diri olduğu kadar daha tatlı bir dinî hayatı yaşamak olacaktır. Yaşlandıkça, ömrün sonlarına doğru daha fazla tevbe, zikir, tesbih, ibadet, hayr ve hasenât yapılması tavsiyeleri de aslında giderek gücünü arttıran bir dînî diriliğin gereğini vurgulamaktır.

Hadisimizi gerek dua olarak okumakta gerekse onun zihinlerimize ve hayatımıza kazandırmak istediği dinî diriliği elde etmeye çalışmakta büyük bir hayr vardır. Özlemlerimiz ve dualarımız keşke hep böylesi mevsimler ve Ramazan gibi günler için olsa…

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam; ‘Kulluk’ kelimesine sık sık vurgu yapıyorsunuz. Bu kavramdan ve özünden söz eder misiniz?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Enes radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Duâ kulluğun özüdür.’
Bizi sadece kendisine kulluk yapmamız için yaratmış olan Yüce Allah, bu temel görevin bilgi ve uygulama şekillerini de peygamberleri aracılığı ile insanoğluna öğretmiştir. Bu sebeple peygamberler, iyi birer kul olmakta örnek ve önderlerimizdir.
Örnek kul son resûl Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, inanç ve amel olarak, neyin nasıl kabul ve icra edileceğini hem bizzat yaşayarak hem de sözlü açıklamalarıyla göstermiş ve tanıtmıştır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Duâ hakkında bilgi lütfeder misiniz, Hocam?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Dua=ibâdettir. Hadisimizde dua ve niyâzın kulluğun özü olduğuna dikkat çekilmiştir. Sevgili Peygamberimiz, Nu’man b. Beşir radıyallahu anh’ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuştur:
‘Duâ ibadetin tâ kendisidir. İsterseniz “Rabbiniz, “bana dua ediniz, size cevap vereyim” buyurdu. Bana ibadet ( dua) etmekte büyüklük taslayan kimseler aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir.’  âyetini okuyunuz.’

Görüldüğü gibi âyet-i kerîmede geçen ‘ibadet” kelimesi ‘duâ’ yerinde kullanılmıştır. İbâdet emredilmiş olan şeydir. Bu âyette ‘ud’ûnî = bana dua ediniz!’ diye emredilmiş olduğuna göre duâ, tam bir ibâdettir. Peygamber Efendimiz burada bu âyeti delil getirmek suretiyle konuyla ilgili tüm tereddüt ve şüpheleri ortadan kaldırmıştır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Duânın geri planında neler var?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Duâ, kulun aczini, güçsüzlüğünü, çâresizliğini idrak ve itiraf etmesi demektir. Bu itiraf sözlü olabileceği gibi fiili de olabilir. Zaten ibâdet de tam bir tüzellül ve acz ile Allah Teâlâ’ya boyun eğmek, fiilen kendi güçsüzlüğünü ve Allah’ın eşsiz kudretini kabullenmektir. Böyle olunca da her türlü kulluğun özü, esası, ruhu ve lübbü, dua olmaktadır.
Hadisimizde dua mutlak olarak yani hiç bir kayda tâbî tutulmadan, hiç bir kelime ile vasıflandırılmadan ‘kulluğun özü’ olarak tanımlanmıştır. Bu, her türlü duanın aynı mâhiyette olduğunu gösterir. Namaz duası, hâcet duası ve yağmur duası gibi belli nitelendirmeler neticeye asla tesir etmez. Hepsi de ‘ibâdetin özü’ olmak bakımından aynıdır.

Bu hadisten ‘hac arefedir (yani haccın asıl rüknü Arefe günü Arafatta vakfe yapmaktır)’ hadisinde olduğu gibi, ‘kulluğun asıl ve en büyük kısmı duadır’ anlamı da çıkarılabilir. Ya da kabul edilsin-edilmesin dua ibâdettir. Çünkü kul, dua etmekle aczini ve Allah’ın, her ihtiyacını karşılamaya kâdir olduğunu itiraf etmiş olmaktadır. Bu sebeple dua, asla ibâdetten başka bir mânaya çekilemez. Kulluk, dua’da ifâdesini bulur.

Doğrudan ‘ibâdet’ olarak emredilenlerin yanında, ibâdet niyetiyle yapılmaları halinde, mübah olan hemen her iş ve davranışın âdet olmaktan çıkıp bir nevi ibâdet hükmünü alacağı bilinmektedir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: O halde duânın dinimizde çok önemli bir yeri var…

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Dinî konularda yeterince bilgi ve bilinç sahibi olmayan bazı kişilerin, şu veya bu vesileyle gündeme gelen dua etme isteği ve düşüncelerini küçümsedikleri görülebilmektedir. İnsanoğlunun yaşadığı çağ ve ülke ve de elde ettiği teknik gelişme ve imkânlar onu temeldeki acz ve zaaflarından uzaklaştıramaz. Kimileri, geçmiştekilere göre daha gelişmiş imkânlara sahip olmayı, duadan müstağni hale gelmekle yorumlamaya kalkıyor. Özellikle de dua ile bir tabiat olayı olarak baktıkları ‘yağmur’ arasında ilgi kuramıyorlar. Hele bazı üst düzey yetkili ve sorumluların dua’dan söz etmesini, ‘hoş ve boş’ bir laf olarak değerlendirenlere bile rastlanıyor.

Bize öyle gelmektedir ki bu talihsiz anlayış, en azından bazı noktalarda kulluk çerçevesinin aşıldığı yanılgısına dayanmaktadır. Oysa hiç bir gelişme ve imkân bizi kulluktan uzaklaştırıcı bir niteliğe ve içeriğe sahip değildir. Gelişen veya daha doğrusu değişen imkânlar bizim daha fazla ve daha kaliteli kulluk yapmamızı gerektirir. Zira dua zamanlar üstüdür. Zira her nimete bir şükür her zaman gereklidir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Duâ ile rahmet arasındaki ilişkiden söz eder misiniz?

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de duâ ile yağmur arasında tâ Hz. Nuh’tan itibâren bir ilgi kurulduğu görülmektedir. ‘Rabbinizden bağışlanma dileyin -ki O, çok yarlığayıcıdır- üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin. Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.’

Aynı şekilde Hûd aleyhisselâm da ‘Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin. Sonra Allah’a tevbe edin ki size gökten bol bol yağmur yağdırsın ve kuvvetinize kuvvet katsın.’ çağrısında bulunmuştur.

Dua kâideten tevbe ve istiğfar ile başlar. Yağmur ve bereket ile dua (kulluk) arasında tam bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Bu iki âyet bu ilişkinin varlığını açıkça ortaya koymaktadır.

Öte yandan Hz. İbrahim’in, eşi Hacer ile oğlu İsmail’i bırakıp ayrılırken Mekke için yaptığı dua, gelişme ve bereket ile dua ilişkisine tam bir açıklık kazandırmaktadır: ‘Ey Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için, senin kutsal evinin yanında, ziraata elverişsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları meyvelerle rızıklandır.’

Sevgili Peygamberimiz’in Medine ortamının ıslahı ve yağmur için dua ettiği tarihî bir gerçektir. Yani yağmur duası sünnettir. Bu sebeple yağmur duasına karşı çıkanlar bu âyetlere ve Hz. Peygamber’in sünnetine karşı çıkmış olmaktadırlar. Bu ise, Müslümanlara göre en azından haddini bilmezlik ve kulluk çizgisinden ayrılmaktır.

Ayrıca Allah Teâlâ ‘O şehirler halkı iman etseler ve (günahtan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık.’  buyurmakta, iman ve takvânın bereket vesilesi olduğunu açıklamaktadır.
Bir başka âyette de ‘Kim Allah’a karşı saygılı olursa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir ve onu beklemediği yerden rızıklandırır.’  buyurmaktadır.
Rızkı, bereketi ve rahmeti ekonomi biliminin ve teknolojinin maddî ve dar sınırları içinde görmekten öte hiç bir derinliği ve teslimiyeti olmayanların, bu âyetler karşısında ne kadar gerilerde kaldıkları anlaşılmaktadır. Dua, kulu daima kulluk çizgisinde tutar. Ne Firavun gibi tanrılık iddiasına, ne de kendisini dünya çölünde hâmisiz ve klavuzsuz kalmış bir zavallı sanmasına izin verir. Allah dilemedikçe hiç bir şeyin olmayacağı, O diledikten sonra da hiç bir engelin kalmayacağı bilinci, güveni ve inancı ile insana ümitli bir kul olarak yaşama iradesi kazandırır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: İnsan ve duâ ilişkisini anlatır mısınız?
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN: Allah’a karşı saygılı olmak; haddini bilip aslî görevini ihmal etmemek, dua ve niyazdan uzak durmamakla isbat edilir.

Ehl-i niyâz olmak, kula en çok yakışan bir haldir. İlim-din tartışmalarına girmeden, teknolojiyi her şey için yeter görme yanlışına düşmeden ‘kulluk’ çizgisinde yolculuğa devam etmek gerekmektedir. Her an ve her şey için daima dua ve niyaz etmek lâzımdır. Çünkü sürekli mutluluk için sürekli kulluk gerekir. İnsanın sorumluluk çerçevesi genişledikçe kulluk şuuru ve yaşayışı o nisbette artmalıdır. Hiç bir gerekçe ile kulluk’tan ve kulluğun özü olan duadan uzak kalmamalıdır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam, verdiğiniz bililer için çok teşekkür ederim.
Mi’râciyye
İslâm edebiyat ve sanatlarında Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sav) Efendimizin Mi’râc olayını konu alan eserlerin genel adı Mi’râciyye’dir.
Mi’rac mûcizesi hemen bütün Müslüman milletlerin medeniyetlerine edebiyat, mûsiki, minyatür, hat ve kitap sanatları bakımından kuvvetle yansımıştır.
Türk edebiyatında da Mi’râc mûcizesi çokça işlenmiştir. İlk defa bir motif olarak Satuk Buğra Han Destanı’nda görülür. Çağataylarda 12. yüzyılda Hakîm Ata tarafından yazıldığı kabul edilen 122 beyitlik Mi’râcnâme-tü’1-Hazret türün ilk müstakil örneğidir. Mîr Haydar’ın Mi’racnâmesi Anadolu dışında yazılmış bir diğer örnektir.
Anadolu’da ilk müstakil Mi’râciyye 15. yüzyılın başında Ahmedî tarafından yazılmıştır. ‘Tahkik-i Mi’râc-ı Resul’ başlıklı 497 beyitlik eser, şairin divanındaki kısa Mi’râciyyelerden farklı olduğu gibi İskendernâme’sindeki mevlid bölümünden de ayrıdır. Metin Akar’ın yayımladığı, Abdülvâsi Çelebi’nin 567 beyitlik ‘Mi’râcnâme-i Seyyidü’l-beşer Hazret-i Resûlullah’  ise 1414 yılında kaleme alınmıştır. Aksaraylı Îsâ adlı bir şâir tarafından 15. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen Sema Özdemir’in üzerinde yüksek lisans çalışması yaptığı 341 beyitlik Mi’râcnâme’de; Mi’rac’dan ziyâde Mi’rac’da farz kılınan namaz, ayrıca kabir soruları, oruç, zekât ve hac hakkında malûmat verilmiştir.

Aynı zaman dilimine ait olduğu tahmin edilen müellifi meçhul ikinci eser, nüshalarına göre beyit sayısı 468-678 arasında değişen bir mesnevi olup İbn Abbas rivâyetine dayalı bilgiler üzerine kurulmuştur. Bunları, Ârif adlı bir şair tarafından1437’de kaleme alınan 1745 beyitlik ‘Mi’râ-cü’n-nebî’ takip eder. 15. yüzyıla tarihlenen bir diğer mi’râciyye sâde bir dille yazılan İbrahim Bey’e ait 275 beyitlik mesnevidir.
Zaman içinde belirgin özellikler kazanan Mi’racnâmeler 15. yüzyıldan itibaren daha fazla rağbet bulmuş, manzum, mensur yahut çoğu manzum karma metinler hâlinde gelişimini sürdürmüştür. Dinî-tasavvufî manzum eserlerin içinde Mi’râc hâdisesine bir bölüm ayrılması da yine 15. yüzyılda yaygınlık kazanmıştır. 14. yüzyıla ait Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinde, 15. yüzyılda Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sinde, Amasyalı Münîrî Çelebi’nin Siyer-i Nebi’sinde, Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ında, Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdi’nin Ahmediyye’sinde, Ârifî Fethullah Çelebi’nin Şehnâme-i Âl-i Osman’ının ‘Enbiyânâme’ adıyla da anılan 1. cildinde, Abdurrahman Ubeydî’nin Evsâf ve Mu’cizât-ı Nebî’sinde, Hâkânî Mehmed Bey’in Hilye’sinde Mi’râc hâdisesine temas edilmiştir. Din dışı örnekler arasında Ahmedî’nin Cemşid ü Hurşîd’i, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûnu ile Ali Şîr Nevâî’nin Hamse’sini teşkil eden mesnevilerdeki Mi’râc fasılları tanınmış örneklerdendir.
16. yüzyıldan itibaren divanların içinde Mi’râciyyelerin artmaya başladığı, 17. ve 18. yüzyıllarda ise hemen her şairin divanında bir veya birkaç Mi’râciyye’nin yer aldığı görülmektedir. Bunların en eski örneği Lâmiî Çelebi’ye aittir. Ganîzâde Mehmed Nâdiri ise türün meşhur Mi’râciyyesinin şairidir. Nev’îzâde Atâî, Nâilî-i Kadîm, Neşâtî, Sabit, Nazîm, Salim Mehmed Emin Efendi, Ali Nutkî Dede, İzzet Molla, Lebîb ve Âdile Sultan bu konuda manzumeleri olan şairlerden bazılarıdır.
İsmail Hakkı Bursevî’nin 478 beyit olan Mi’râciyye’si tasavvufî bir muhtevaya sâhiptir. Nâ-yî Osman Dede’nin Mi’râc kandillerinde okunmak üzere yazıp bestelediği Mi’râcü’n-nebî aleyhisselâm adlı tevşîhleri hariç 102 beyitlik eseri türün en tanınmış örneğidir. Nahîfî’nin Mi’-râcü’n-nebî isimli 1157 beyitlik mesnevisinde, ilgili âyetler ve sahih hadisler başta olmak üzere diğer rivayetler ve ulemânın Mi’râca dair görüşleri değerlendirilmiştir. Şair ve hattat Ârif Süleyman Bey’in yanlışlıkla Reîsülküttâb Ârif Efendi’nin divanında da basılan  Mi’râciyyesi, 18. yüzyılın başarılı örneklerindendir. Vak’anüvis Hâkim Mehmed Efendi’nin 432 beyitlik Mi’râciyye’si müstezad şeklinde kaleme alındığı bilinen tek örnektir. Mecîdî de Mi’râciyye-i Risâlet-penâh aleyhisselâm adını taşıyan 289 beyitlik mesnevisinde konuyu tasavvufî açıdan ve oldukça lirik bir üslûpta yorumlamıştır. Yenişehir Fenerli Hafız Ömer, 1790’da kaleme aldığı 318 beyitlik Mi’râciyye’sinde Hz. Peygamber’in Allah ile mülakatı üzerinde durmuş, zühd, takva ve namaz gibi konuları işleyerek âdeta bir nasihatnâme meydana getirmiştir.
19. yüzyıl Mevlevî şeyhlerinden Kilisli Aşkî Mustafa Efendi’nin Bahçe-i Letâif ve Lehçe-i Maârif adlı külliyatındaki 189 beyitlik Mi’râcnâme’si, türün nisbeten kısa örneklerindendir. Süleyman Nazif’in babası Said Paşa’ya ait 119 beyitlik manzumesi, devrin din aleyhtarlarının peygamberliği, mucizeleri ve Mi’râcı inkârları karşısında Mi’râc mucizesini ispat amacıyla yazılmıştır. Son devirde Mehmed Bahâeddin ile Mehmed Lütfi de Hülâsatü’l-beyân içinde Mi’râciyye yazmıştır. Enver Tuncalp, Ali Genceli, Necip Fâzıl Kısakürek ve Mustafa Âsım Köksal, Mi’râc konulu yeni tarz şiirler kaleme alan şairlerin başlıcalarıdır.
(MUSTAFA UZUN: Türkiye Diyânet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 30, Sayfa: 135”teki ansiklopedi maddesinden yararlanılmıştır.)
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN:

1945 yılında Samsun’un Ladik ilçesine bağlı Küçükkızoğlu köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra hafızlığını ikmal etti. 1966’da Kayseri İmam Hatip Lisesi’ni, 1970’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi.
1977’ye kadar Diyanet İşleri Başkanlığı merkez ve taşra teşkilatında çalıştı. Ankara-Yenimahalle Vaizi iken İstanbul’da açılan Haseki Eğitim Merkezi’ne kursiyer olarak katıldı. Kursun bitimine altı ay kala 5 Aralık 1977’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne hadis asistanı olarak göreve başladı.

1982 yılında Erzurum İslamî Bilimler Fakültesi’ne sunduğu ‘Muhtelifu’l-Hâdis İlmi: Doğuşu, Muhtevası ve Çözüm Yolları’ adlı teziyle doktor oldu. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde kısa bir süre kültürel işlere bakan Müdür yardımcılığı görevini yürüttü. 1987’de doçentliğe, 1993’te de profesörlüğe yükseltildi. 1994-1997 öğretim yıllarında Marmara Üniversitesi İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. Çakan, hâlen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Ana Bilim Dalı öğretim üyesi olarak görevine devam etmektedir. Üçü erkek biri kız dört çocuğu vardır.
Çakan, İmam-Hatip Okulu’ndaki öğrencilik yıllarından beri mahalli ve ulusal gazete ve dergilerde yazılar yazdı ve yöneticilik yaptı. Özellikle Kayseri Hâkimiyet Gazetesi, Yeni İstiklal, Sebil ve Yeni Sabah Gazeteleri, Diyanet Gazete ve Dergisi,  İslâm, Toprak, Tohum, İslâm Medeniyeti, Hakses, Nesil, Din Eğitimi, Altınoluk, Bilim ve Hikmet, Yeni Ümit ve M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi gibi dergilerde çok sayıda yazıları yayımlandı. İslâm ve Tohum dergilerinin açtığı makale yarışmalarında birincilik kazandı.
Çakan, ayrıca Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğrenci iken Türkiye Yüksek İslâm Enstitüleri Federasyonu’nda sekreterlik görevinde bulundu ve İslâm Medeniyeti Dergisi’nin idare ve yayın müdürlüğünü yaptı. 1974-1975 yıllarında Türkiye Din Görevlileri Federasyonunda yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Hakses Dergisi’nin Yayın müdürlüğünü yaptı.
İsmail Lütfi Çakan, İSAV adına ‘İslam’da Kılık-Kıyafet ve Örtünme’, ‘Hz. Peygamber ve Aile Hayatı’, ‘Sünnetin Dindeki Yeri’, ‘Yeni ve Çağdaş Bir Tebliğ Metodolojisi’ gibi tartışmalı ilmî toplantıların organizatörlüğünü ve bu toplantıların kitaplaşmasında editörlük yaptı. ‘Gençliğin Kaleminden Üç Cephesiyle Âkif’ ve ‘Hadislerle Ahlâkî Davranışlar’ adlı anonim eserlerde belli bölümleri yazdı. Sünen-i Ebû Davud Tercüme ve Şerhi’ne mukaddime yazdı ve eserin ilk sekiz cildinin redaksiyonunu yaptı. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin kuruluş çalışmalarına katıldı ve ansiklopedinin ilk on cildine yetmiş kadar madde yazdı. İslâm Medeniyeti ve Ensar vakıflarının kurucuları arasında yer aldı.
Yurt içinde düzenlenen birçok sempozyuma tebliğci ve müzakereci olarak iştirak etti. Son üç yıldır İstanbul-Göztepe Gözcü Baba Camii’nde Pazar günleri öğle namazından önce Mişkâtü’l-Mesâbih’ten Hadis dersleri yapmaktadır. Bu dersler Dost Tv. tarafından yayımlanmaktadır.
Yayınlanmış Eserleri:
Çakan’ın, bir çoğu bir çok kez basılmış olan eserlerini basım yer ve tarihlerinden arındırılmış olarak ismen şöylece sıralayabiliriz:
Hakkı Tavsiye Metod ve Vasıtaları, Dinî Hitabet, Kur’an’ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi (M. Solmaz ile birlikte), Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, (Doktora tezi) Anahatlarıyla Hadis, Hadis Usulü, Hadis Edebiyatı, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, Hadislerle Gerçekler, Müslüman Kimliği, Müslümanca Yaşamak, Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, Riyâzü’s-salihin Tercüme ve Şerhi (8 cilt, M. Yaşar Kandemir ve Raşit Küçük’le birlikte), Ashâbının Dilinden Peygamberimiz, Hurafeler ve Bâtıl İnanışlar, Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İyi Müslüman, Örnek Kul Son Resul, Sahâbe Kıvamı, Sıra Bizde, Onlar Böyleydi (piyes), Gizli Armağan (Çocuk kitabı), Hadis Öğrenimi,-Tarihî ve Güncel Boyut), Hadis Nasıl Okunur/Okutulur? Âkifçe, Seçme Hadisler (33 Hadis 33 Yorum), İslâmî Yapılanmada Siret ve Sünnet
Hocanın, bir çoğu sonradan yayımlanmış sempozyum bildirileri ve çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.
(1)  Heysemi. Mecmeu z-zevâid. III. 140 (Taberânî ve Bezzârdan naklen); Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, l. 485: Münâvi, Feyzu’l-kadîr, V.131.
()    Tirmizi, Zühd, 21. 22: Darîmî, Rikak 30: Ahmed b. Hanbel. Müsned, V .10.43 47.48.50.267. Yorumu için bk. Bu kitap “En Kârlı Müslüman” başlıklı yazı.
()    Ahmed b. Hanbel, Müsned, l 259
()    Bk  Sâ’âtî, Fethu’r-rabbânî. lX,231
() Tirmizi, Deavât 1
()    Bk. ez-Zâriyât (51),56
()    el-Mü’min (40),60
() Tirmizî, Deavât 1
() Tirmizî, Tefsîru sûre (2), 22
() Nuh (71),10-12
() Hud (11),52
12 Bk. İbrahim(14), 37.
    el’A’raf (7), 96
    Talak (65), 2,3

Seçimler Sona Erdi

Ulusca, 12 Haziran parlamento genel seçimlerini başarıyla gerçekleştirdik. Adalet ve Kalkınma Partisi büyük bir zafer kazandı. Geçerli oyların yüzde ellisini alan Ak parti, 3. defa seçimleri gene açık ara farkla önde bitirdi.

Sayın Recep Tayyip Erdoğan bu seçimde de partisinin oyunu arttırarak, ender rastlanan bir seçim galibiyetine imza attı. Sayın Erdoğan, üst üste üç genel seçim kazanan ilk lider olurken, aynı zamanda her seçimde partisinin oyunu yükselten tek genel başkan oldu.

Ana muhalefet partisinin yeni kadroları ve sayın genel başkanının propaganda süresince ülkenin pek çok noktasında düzenlediği mitinglerde dile getirdiği, çeşitli vaatlerinin kriterleri net olmadığından pek anlaşılamadı. Ayrıca, sayın ana muhalefet liderinin yapacağım, edeceğim söylemlerinin yöreler itibarıyla değişik olmasının da, seçmenlerin gözünden kaçmadığı görüldü.

CHP vitrinini süslemesi için partinin adayları arasına alınan bazı bilim ve kariyer temsilcilerinin söylemleri, seçmenler tarafından onaylanmadı. Kimi Allah’ın âyetinin “sinir bozucu olduğunu” söylemiş, öteki cuma namazının “kazâ”sını önermiş bir başkası siyâsete müdahale etmeyen Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni “kağıttan kaplan”‘a benzetmiş, bir diğeri de etnik bir gurubu “kucağa oturtmak”tan bahis etmişti. Tüm bunlar yurdun her tarafından duyulmuş, propaganda süresince hep gündemde kalmış ve önemli bir kesim tarafından tepkiyle karşılanmıştı.

Halk her siyâsi söylemi dinlemiş, yapılan vaatleri değerlendirmiştir. Sonuçta, anlaşılan “eldeki bir daldaki ikiden iyidir” demiştir. Görünen o ki istikrâr sürsün, Türkiye büyüsün sloganını benimsemiştir.  Dün çok şey yaptılar yarın da gene yaparlar kanaatinde ısrar etmiştir.

Ayrıca vatandaşlar, işleri karmakarışık hâle getiren koalisyonlar dönemini hatırladıkça, istikrâr getiren tek parti iktidarını istediğini bir kez daha tercih etmiştir.

Dikkat çeken diğer bir önemli konu da, seçimler süresince ulusal medyanın bir bölümü Türk halkının tercihlerinden habersiz kalmış ya da öyle gözükmüştür. Gene “bidon kafalılar”, “karnını kaşıyanlar”, “dağdaki çobanlar”, “beyinsizler” vs. gibi ahlâk dışı ifadelerle halkın bir bölümünü aşağılamaya yeltenmişlerdir. Türk halkının siyâsi eğilimlerini görmezlikten gelirken ayrıca sosyal saygınlıktan da uzak kalmışlardır. Oysa basın etiğine uymaları gerekirdi. O zaman daha saygın ve güvenilir olurlardı.

Oysa gerçekleri yazmamışlardır. Belki de yazamamışlardır. Halkın tercihlerini doğru olarak yansıtmak yerine, toplumun eğilimlerini çarpıtarak bir partiyi ve genel başkanını sürekli pompalamışlar, mitinglerine katılımların en cılızlarını bile abartılı olarak yansıtmışlardır. Yeni kadrolarıyla ana muhalefet partisinin halkın büyük desteğiyle ve beğenisiyle, seçimlerde bu defa başarı göstereceğini yazıp çizmişlerdir.

Bu arada pek alışkın olmadığımız bir olay da gerçekleşmiştir. Seçim gününe yakın, iki yabancı kaynaklı basın organı da Türk halkını seçimlerde yönlendirmeye yeltenmişlerdir.

Sonuçta bu seçimlerde de halkımız bir kez daha, her zamanki  yanılmaz sağduyusu ile her kesime, herkese ve her ülkeye örnek olacak mükemmel bir seçimi gene  gerçekleştirmişlerdir.

Sıfır Sorun mu? Yoksa Sorun Bolluğu mu?

Genel seçimler sonrası dikkat çeken gelişmelerden birisi de dış politika alanında olmuştur. Türkiye zikzaklar çizmiş, dolayısıyla itibar kaybetmiştir. Libya, Tunus, Mısır ve Suriye’deki Batı çıkarlarına daha fazla hizmet edecek yönetimlerin işbaşına getirilme çabaları karşısında Türkiye devamlı rol değiştirmiştir.  Önce mevcut rejimlerden yana bir görüntü verirken, daha sonra rejim karşıtı ve Batı tarafından desteklenen grupların yanını seçmiştir.  Kendine özgü milli çıkarlardan yana bir politika izleyerek Ortadoğu’da siyasi etkinliğini arttırması gerekirken, Batı ve ABD güdümlü bir politika eksenine teslim olmuştur. Suriye ve İran’la ilişkiler bozulmuş ve gerilmiş, bu ülkeler Türkiye’ye açık tepki göstermişler, hatta ABD ve NATO üslerinin vurulabileceğini ihtar etmişlerdir.

Türkiye’ye Batı tarafından dayatılan “Yeni Osmanlıcı” rol, tamamen iflas etmiştir. Zaten bu rol sadece Irak’ın Kuzeyi söz konusu olduğu zaman gündeme getirilmiştir. Diğer siyasi coğrafyalarda ise, seslendirilmemiştir. Aslında amaç, Irak’ın Kuzeyine Suriye’nin Kuzeyini ilave etmek ve bunu daha sonra İran ve Türkiye ile irtibatlandırarak Ortadoğu’da yeni bir İsrail yaratmaktır. Dış politikanız dış güdümlü ve pazarlık bile yapılamaz hale sokulursa, ancak emredileni yaparsınız. Ondan sonra da utanmadan “komşularla sıfır sorunlu politika” diye ortaya düşersiniz. Ortadoğu’da kazan kaynatma ve dostlukları kaybetme görevi, BOP eşbaşkanlığı ile bize verilmiştir.

Anayasayı değiştirme ve Türkiye’yi tanınmaz hale getirme çabaları, süper gücün Ortadoğu’yu şekillendirme gayretlerinin bir parçasıdır. Kukla ve uydu bir Kürt Devletinin farklı parçalarla kurulabilmesi, Türkiye’nin Anayasasını değiştirmekten geçmektedir. Aslında Anayasanın değişmeye ihtiyaç duyulan maddeleri de pek hesaba katılmamaktadır. 

Var mı yok mu ilk dört madde ve onlarla ilgili birkaç madde… Bu durumda iktidar demokratik rejimin şeffaflığını bir tarafa atarak terör örgütü ve örgütün siyasi kolunu teşkil eden çevrelerle yaptığı görüşme ve uzlaşmaları açıklamalıdır. Çirkin ve ülkenin geleceğini bağlayacak olan gizli görüşmeler ve sözde mutabakatlar dışarıdan öğreniliyor.  Partiler arası bir mutabakat olabilmesi için önce iktidarın tekliflerini, daha doğrusu dış telkinleri ortaya koyması gerekir. Bu durumda ülke çıkarları, iktidarın tekliflerini ciddiye alıp görüşmemeyi bile gerektirebilir.

Türkiye 12 Haziran Genel Seçimleriyle sorunlarını çözer bir noktaya gelmemiş, tam tersine; mevcut sorunlar önüne daha da güçlendirilerek çıkarılmıştır.  Bunda hür ve bağımsız olmayan basının da rolü olmuştur.  Genel seçimler, sorunları daha da büyütmüştür. Son 8-9 senedir sırtı sıvazlanan, açılım ve sözde demokratikleşme oyunlarıyla teröre prim veren, “silâha sarılma, isteklerini yerine getireyim” diye ortaya çıkan, terörle mücadeleyi daha fazla demokrasiyle çözeceğini düşünen çarpık anlayış; Türkiye’de maalesef olmayacak şeyleri tartışılır ve konuşulur hale getirmiştir. Batı demokrasileri, demokratikleşme ve sosyal bütünleşme diye çözülmeyi ve ufalanmayı tartışıyor mu? Demokratikleşme adı altında kendi kendine ihanet senaryoları kuruyorlar mı?

Geçenlerde Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 17. Türk Dünyası Çocuk Şöleni’ni düzenledi. Değişik faaliyetlerle 20 gün süren bu şölen ses yarışmasıyla bitti. Bu Şölen’de ortak nokta Türk Kimliği ve Türk Kültürü idi. Bu Şölen, bazılarının yaptığı gibi, Türkçe kullanılarak Türkçenin seçimlik ders olduğu sözde Türk okullarından gelenleri kapsamıyordu. Başta Prof. Dr. Turan Yazgan Hocayı ve hizmeti geçen herkesi tebrik ediyoruz. 

Nedendir

Yaratılan her şey rabbim Allah der.

Lisanı hal ile onu zikreder.

Kulluğunu bil de hesabını ver.

İnsan yaratıldın en büyük değer.

 

Kuşlar akşam yuvasına dönerken.

Rabbine şükreder rızkını yerken.

Sabah erken uçar onu ararken.

Uyuma der sana kalk sabah erken.

 

Hayvanata bir bak emrinde senin.

Vazifemiz değil diyemez benim.

Rızkını kefildir yaratan canın.

Şükürsüz geçmesin ona bir anın.

 

Ağaçlarda meyve bahçe sebzeler

Yaratılan her şey onu heceler.

Ona ibadetle geçen geceler.

Sonrası hep diner bütün acılar.

 

Kurda kuşa bakıp ibret almayan.

Niçin dir neden dir deyip bilmeyen.

Onların haline vakıf olmayan.

Kendi haliyle hiç olur mu ayan.

 

Süt vermemem der mi hiçbir hayvanat

Bana binme der mi eğerlenmiş at

Arı petek yapar balı kat be kat

Şu aymaz nefsine gel biraz anlat

 

Toprak tohum ile buluştuğu an.

O verir kup kuru tohumlara can.

Nerde fabrikası damarlarında kan.

Rahmetinle yarab bulur her şey can.

 

Biraz ibretle bak toprağa taşa

Ölüm hiç bakmıyor kardeşim yaşa

Belki ağasındır belki de paşa

Er oluyor tabut, koyunca taşa.

 

 

 

İhlâs ve Önemi

 

İhlâs sözlükte saf ve halis olmak demektir.  Dini bir terim olarak da; iman, ibadet, itaat, ahlak ve amel gibi her türlü işi, kimsenin övmesini ve yermesini düşünmeden sadece Allah rızası için yapmak; şirk, riya, nifak gibi şüpheli şeylerden uzak kalmak anlamına gelmektedir.

Kalp temizliğinin ve saflığının bir göstergesi olan ihlâs, yalnız Allah’ın rızasını arayan bir niyettir. İhlâs, kişinin bütün varlığı ve benliği ile Allah’a kulluk etmesi ve bu kulluğunda ondan başkasını düşünmemesidir. İhlâsta yalnızca Cenab-ı Hakk’ın rızâsı talep edilir, menfaat ve şöhret gayesi güdülmez. Bundan dolayı da yapılan işlere asla riya ve gösteriş karışmaz.

Kur’an-ı Kerîm’de ihlâsın önemi, kişiye sağlayacağı faydalar belirtilmiştir. Buna göre ihlâs, ibadet ve her türlü davranışta Allah’a özden bağlanmaktır. Nitekim “Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz size aittir. Biz O’na gönülden bağlanmış kimseleriz” (Bakara, 2/139) ayetinde amellerinde sadece Allah’ın rızasını gözetenlerin hâlis insanlar olduğu bildirilmektedir.

İhlâs, insanı her türlü fenalık ve kötülükten uzaklaştıran üstün bir meziyettir. Kur’an-ı Kerim’de; “…Biz ondan (Yûsuf’tan), kötülüğü ve fuhşu uzaklaştırmak için işte böyle yaptık. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı” (Yûsuf, 12/24) buyrulmuştur. Yine bir ayet-i kerimede insanın, şeytanın hile ve tuzaklarından ancak ihlâsı sayesinde kurtulabileceği belirtilmiştir: “İblis şöyle dedi: Senin şerefine andolsun ki, içlerinden ihlâslı kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım”     (Sâd, 38/83)

Kur’an-ı Kerim, insanlığa rehber ve önder olarak gönderilen peygamberlerden ihlâsla yoğrulmuş şahsiyetler olarak bahsetmektedir. Hz. Mûsâ, Hz. Yûsuf, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Yakûb ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in özellikleri anlatılırken, Kur’an onları ihlâslı kullar olarak nitelemiştir. (Meryem, 19/51; Yûsuf, 12/24; Sâd, 38/45, 46; Zümer, 39/11) Çünkü Allah’ın Peygamberleri davet ve tebliğlerinde Cenâb-ı Hakk’ın rızasından başka bir gaye ve maksat gütmemişlerdir. Allah elçilerinin ümmetlerine söyledikleri şu sözler bu durumu açıklamaktadır: “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.” (Şuarâ, 26/109)

Hz. Peygamber (s.a.s.), ihlâslı olmanın olgun mü’minlerin özelliklerinden olduğunu şöyle haber vermektedir: “Şu üç meziyete sahip olduğu sürece Müslümanın kalbi kin, husumet ve şer taşımaz: Herhangi bir işi Allah için yapmak, Müslümanların başındaki yöneticilere hayır dilemek ve Müslüman topluluğundan ayrılmamak.” (İbn Mace, Mukaddime, 18)

Mü’minler bütün söz ve fiillerinde Allah Teâlâ’nın rızasını gözetmek zorundadırlar. Eğer insanların hoşlarına gitmek niyetiyle ibadet ederlerse, amellerini boşa çıkarmış ve kendilerine yazık etmiş olurlar. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Şüphesiz ki Allah Teâlâ, sadece kendisi için ve sırf kendisinin rızası gözetilerek yapılan amelden başkasını kabul etmez.” (Nesaî, Cihad, 24; Ahmed b. Hanbel, IV/126)

Yapılan işlerde niyet çok önemli bir yer tutar. Amellerin değeri güdülen maksat ve gayeye göre ölçülür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ameller niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise eline geçecek olan ancak odur.” (Buharî, Bed’ül-Vahy, 1)

İhlâsın zıddı riyâdır. Riyâ; herhangi bir şeyi gösteriş için, Allah’tan başkalarının takdirini kazanmak niyetiyle yapmaktır. Riyâ, dinimizde gizli şirk sayılmıştır. Allah’a ortak koşmak anlamına gelen riyâdan korunmak için niyetlerimizi sürekli kontrol etmek, kalbimizi günah kirlerinden, nifaktan ve şüpheli şeylerden korumak zorundayız. 

Dinimizde ibadetlerin makbul olması için mutlaka sırf Allah rızası gözetilerek, içtenlikle ve samimiyetle yerine getirilmesi gerekmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın rızası ancak ihlâs ile kazanılır.

“Kabotaj” kimin umurunda?

Her insan, öncelikle kendisinin ve ailesinin çıkarlarını düşünür. Geleceğini güvence altına almaya çalışır.

Ülkeler de öyledir.

Uluslar arası Siyaset “ulusal çıkarlar” için yapılır. Hiçbir ülke sahip olduğu bir hakkı yitirmek istemez. Gerekirse savaşı göze alır.

Ama kimi ülkeler de vardır ki, sahip olduğu “hak ve çıkarları” heba eder!

Türkiye, buna bir örnektir!

Bugün, 1 Temmuz. Bugünün, Türkiye için bir önemi var. Bugün, Türkiye’nin “Kabotaj hakkını kullanmaya başladığı” günün 78. Yıldönümü.

Bugün, Kabotaj Bayramı!..

Ama, 2007’den bu yana artık “Denizcilik Bayramı”  oldu!

“Kabotaj” nedir?

Bir ülkenin “kendi limanları arasındaki” yük ve yolcu taşımacılığını kendi gemileri ile yapma hakkıdır.

Yabancı bandıralı gemiler Türkiye’ye yük ve yolcu taşımayacaklar mı?

Elbette taşıyacaklar.

Başka bir ülkenin limanından Türkiye’ye, Türkiye’den de başka limanlara yük ve yolcu taşıyabilecek.

Peki, Türkiye “Kabotaj Hakkı’nı” kullanabiliyor mu?

Mustafa Kemal’in Türkiye’si kullanıyordu!

20 Nisan 1926 yılında TBMM’nde kabul edilen yasa ile, bu hak kullanılmaya başladı.

Daha 1926 yılında Marmara’da, Karadeniz’de, Ege ve Akdeniz’de yolcu ve yük taşıyan gemilerimiz vardı.

Bakın; İzmitli tiyatro sanatçısı rahmetli Emel Çeviren hanımın eşi Hayri Saner, orijinali bende olan anılarında şunları yazıyor; “1927 senesi Temmuz ayının 3. Günü Kara Harp Okulu’nu bitirdim. 1 Eylül sabahı, para ödemek şöyle dursun, yolcularına bir de simit ikram edilen Sevinç Vapuru ile geç vakit Mudanya’ya vardım. ( . ) 1929 yılının Temmuz ayında Erzincan’daki piyade alayına tayinim çıktı. Çanakkale’den İstanbul’a ve İstanbul’dan Trabzon’a hareket edecek vapurlar birbirlerine o kadar denk düştüler ki, İstanbul’da ancak Karaköy muhallebicisinde dondurmalı bir tavuk göğsü yemek için vakit bulabildim.”

1933 yılında, Mustafa Kemal’in Türkiye’sinde, Türk karasularında yolcu taşıyan Trabzon Postası: GÜLCEMAL Vapuru, Zonguldak Sürat Postası: BURSA Vapuru, Akdeniz Postası: FİRUZAN Vapuru, Karadeniz Postası: DUMLUPINAR Vapurunun hareket tarih ve saatleri ilan ediliyor.

28 Mayıs 1928‘de “Van Gölü’nde vapur iletmesi kararı alınıyor!

KARADENİZ Yolcu Vapuru, Türkiye’de üretilen çeşitli ürünlerden oluşan gezici sergisiyle, 12 Haziran 1926’da İstanbul’dan hareketle, 86 günde 12 ülke ve 16 şehri ziyaret ediyor.

Ya bugün?

Türk bayrağı taşıyan gemi sayısı, yabancı bandıralı gemilerden daha çok!

Kendi karasularımızda yolcu taşıma işini unuttuk!

Varsa yoksa Karayolu taşımacılığı!

Otomotiv sektörünü beslemek ve trafik cinayetlerinde her yıl 6-7 bin insanımızı yitirmek için otoyol ve köprüler yapıyoruz. Daha doğrusu, yabancı bankalara borçlanarak yabancı şirketlere yaptırıyoruz!

Demiryolu, denizyolu taşımacılığı “”tu kaka” olmuş!

Artık “Kabotaj Bayramı” yok!

Denizcilik Bayramınız kutlu olsun!

 

Modern Bulantı

 

İnsan benliğin, insanlar öncüsüz kaygılı toplumun; insanlık ise bir erdemli mefkûrenin tohumudur. İnsan, insanlar özellikle insanlık iyi-kötü üzerinde devam eden hayatlarında hep bir mücadele içerisindedir. Bu durumda özellikle ve baskınlıkla insanlık tarafı söz sahibidir.

Söz duruştur, söz ayakları yere basan insanın insanlık namına adadığı adağıdır. Söz Habil ile Kabil arasında tarafgirliktir. Habil sözünün yani duruşunun, yaşamının, itaatinin ahdine sadık kalmıştır. Şöyle ki araya herhangi bir ikilem ifade eden bağlaç koymamıştır.

Eğer bir dönüşüm istiyorsak ve bir dönüş arzu ediliyorsa iyi tarafa yani Habil’e bunun yolu susmaktan geçse gerek. İlk anlamı ile sus-pus içinde olmak demek değil; bilakis susmanın içine sığdırılan derin düşünce, ibretlik anlam bakışları, lisan dilinin değil de hal dilinin- gönül dilinin konuşulduğu manadır.

Kabilin tercih ettiği taraf insan olmanın benlik cihetidir. Ardı ise öncüsüz kaygılı bir toplum olmuş ve yenilebilir ve yenilenebilir tanrılar oluşturmuştur. Bu sebeple temelsiz ifadelerin yaldızlığı onu ateşe itmiştir… Kandırılma ve ya aldanış? Bu taraf cevap bulabilir mi!

Bir dönüşüme muhtacız…

Mevlevilerin de başucu sözü olan ” Allah’a ve ahiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun” hadis-i şerif-i dönüşümümüz için çıkış noktası olmalıdır.

21. yy ya da uzun bir süredir olduğu gibi insanlar duyargaları körelmiş ( hâşâ) bir tanrı istemektedir. Bu istenç iradenin imanın yörüngesine girememesinden kaynaklamakta ve usanç haline gelen yaşam bir boşluğu resmetmektedir.

İnsanlık için sessizlik isteyen her birey sessizliğini bozan en küçük “şey” i dahi göz önünde bulundurmalıdır. Gerçeğe en yakın olan da insandır gerçeği inkâr etmede üstüne olmayan da insandır. Hal böyle iken yaşanılan zamanımızın bulantılarını görmezden gelemeyiz. Hele ki bu bulantılar bizim sessizliğimizi bozup bizi ahlaki çöküntüye itiyorsa, kendimizi Kaf dağında sanmamızı, her söylediğimizin doğru olduğuna nefsimiz bizi ikna ediyorsa, Mevlana’nın dediği gibi ” yaşadığımız bulantı hayatın bizim inancımız olduğuna bizi inandırıyorsa” işte burada büyük bir sorun vardır. Bu sorun kendi irademizin değil bizleri başka iradelerin yönettiği ve yönlendirdiği ile aynı anlama gelmektedir.

Her türlü basın yayın organları bu ülkenin gençliğini çalmakta ve ne hazindir ki anne-babalar buna seyirci kalmaktadır. Günümüz çocuklarının rol modelleri anne-babaları değil TV’ de izledikleri ve de internette takipçisi oldukları (bizim dini, kültürel ve yerel değerlerimizle bağdaşmayan) prototiplerdir. Sımsıkı kucaklayarak koynumuzdan ayırmadığımız modern dünya bulantıları kıymette paha biçilemez hale gelmiş durumdadır.

İnsan yaratılmışlığın nihayetidir. Bu muhteşem müteşekkilin en müstesna yeri kalbidir. Kalbin gıdası ise sessizliktir…

Okuduğunuz bir kitabın satırlarında, izlediğiniz kült bir sinema filminin en dram dakikalarında, dinlediğiniz bir musikinin en derin tınısında ya da siz nerde bulmak isterseniz oradadır sessizlik.

Çoğunluk basın yayın organları toplumu kin, nefret, intikam, sevgiden yoksun haller ve “aşk”ın en bayağı haline itip resmedilen boşluğa sürüklemektedir. Yaratışımız, sahip olduğumuz ve gönderilen tüm vahiyler, köklü kültürümüz bizi hoşgörüye, saygıya, bağışlamaya, affetmeye ve derin sevgiye yönlendirmişken her gün küf kokan haberleri duymak ve görmek ne acı…

İnsan küçük bir kâinattır. Bu kâinatı güzelleştirmek insanlığın en yegâne vazifesidir. Sessizlik imanın en ayrılmaz parçasıdır.

Bir Kesime Ayrıcalık!

0

 

Türkiye’de birçok etnik grup var. Fakat bunlar Müslüman oldukları için Türkiye’ye gelip yerleşmişlerdir. Gerçi biz millet olarak, hangi etnik menşeden olursa olsun, hangi dine mensup bulunursa bulunsun, bütün mazlum milletlerin yanında yer alan ve almak isteyen bir milletiz. Bu vasfımız gereği Türkiye, mazlum milletler sığınağı bir ülke olagelmiştir.

Bununla beraber Türkiye’yi seçen ve Türkiye’ye gelenlerin, Türkiye’yi vatan seçişlerinde ve anavatan bilişlerinde ve hatta kendilerini  -asıl kimliklerini bildikleri halde-  Türk bilmelerinde yatan gerçek sebep; hepsinin de ortak sıfatlarının İslam oluş keyfiyetidir.

Türkiye’de mevcut çeşitli etnik gruplar; kimliklerinin şuurunda fakat İslam oldukları için ana vatan bildikleri ve Osmanlı’nın  -hukuken-  devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni koruyucu  bir nitelikte gördüklerinden dolayı; huzur içinde, günlük hayatlarını sürdürmektedirler.

Kendi aralarında dillerini de konuşmakta, örf ve geleneklerini de yaşatmakta, düğün ve derneklerinde şarkı ve türkülerini de söylemekte, kendi müzik aletlerini de çalmaktadırlar.

Ama hepsi de, kendi özel hayatları dışında Türkçe’yi konuşmakta, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak her türlü kanuni haklardan yararlanmakta, kanun karşısında, her etnik grubun, her hususta eşit olduklarının bilincinde olarak varlıklarını devam ettirmektedirler.

Türkiye’de herkes kimliğinin farkındadır. Herkes birbirinin ne olduğunu bilir. Fakat kimse bunu mes’ele yapmaz. Kimse bunu ileri sürmez. Kimse bunu nazara vermez. Zaten buna kimse ihtiyaç da hissetmez. Çünkü sosyal hayat ve günlük konuşmalarda etnik kimlikleri belirtmeye asla gerek duyulmaz. Bütün bunlar, doğal bir sıfat olarak dünden gelmiş; yarınlara doğru da taşınacaktır.

Durum böyle iken, Türkiye’de, sadece Kürt etnik grubu; “Kürt Etnik Grubu” mefhumunu, konu gereği kullanıyorum. Yoksa, Kürt kardeşlerimiz, Türk Milleti’nin tarihin derinliklerinden gelen öz kardeş kollarından biridir. Evet Türkiye’de salt Kürtler varmış gibi, bazı yazar-çizer takımı, o grubun kimliğinin su yüzüne çıkması için var güçleriyle kaleme sarılmakta; varsa yoksa Kürt etnik grubu diyerek, anarşi ve terörü haklı göstermek için bin dereden su getirmekte. Terör ve anarşiyi kınamaya ise  -ne hikmetse-  bir türlü dilleri varmamaktadır.

Oysa bu etnik grup Türkiye’de hep vardır. Her zaman da var olacaktır. Bugüne kadar kimliklerini nasıl korumuş iseler, bundan sonra da muhafazaya muktedirler.

Tabii olarak var olan ve bilinen bir gerçeği, sanki bir şey diyen varmış gibi, hiç yoktan sorun haline getirmenin Türkiye’ye zarardan başka bir şey getirmeyeceğini, bu kalemşörler bilmezler mi? Kaldı ki bu terörün arkasında, halen Batı ve yakın komşularımız var. Ve asıl mes’ele, geleceğin büyük ve kudretli Türkiye’sinin önünü kesmekten ibaret.

Üstelik, Türkiye’de bir gruba verilecek ayrıcalık; diğer grupların  -haklı olarak-  kıskançlığını çekecek. İşte asıl o zaman eşitsizlik teraneleri ayyuka çıkacak ve  -Allah göstermesin-  işte asıl o zaman Türkiye büyük bir kaosa sürüklenecektir. Zaten istenen de bu değil mi?

Arnavut asıllı, çok şuurlu bir vatandaşımız olan Ahmet Örnek, Urganlı – Turgutlu’dan, Hasan Cemal’e yazdığı bir mektupta, bu hususları gayet güzel bir şekilde dile getirmiş:

“Dedem Balkan Harbi’nde şehit düşmüş. O sırada 7 yaşında olan babam, akrabalarıyla birlikte Priştina (Kosova)’dan Aydın yöresine gelip iskan edilmişler. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra babam İzmir’e gelip yerleşmiş.

“Çocukluğumda akrabalarımın bulunduğu köye giderdim. Hemen herkes Arnavutça konuşurdu. Annemle babam kendi aralarında Arnavutça görüşür, biz de bazı kelimeleri anlardık. Bugün akrabalarımın oturduğu köyde eskiler ve orta yaşlılar kendi aralarında Arnavutça konuşuyorlarsa da, dışarıda herkes Türkçe konuşuyor.

“Ben Türkiye’de doğdum. Kendim ve iki oğlum bu vatanda askerliğimizi yaptık. Beş çocuğum var ve hepimiz Türkçe konuşuyoruz. Öyle zannediyorum ki, bugün Türkiye’de yaşayan Arnavut kökenli vatandaş sayısı, bugünkü Arnavut devletinin nüfusundan az değildir.

“Ayrıca memleketimizde Avşarlar, Çerkezler, Boşnaklar, sonra Bulgar kökenli, Arap kökenli vs. vatandaşlarımızın sayısı küçümsenmeyecek boyuttadır. Bu durumda bütün bu kavimlere özerklik mi verelim?

“Ağa’nın oğlu babo yerine baba demiş de kimliğini kaybediyor diye duyduğu hüzünden bahsediyorsunuz. ‘Türküm’ demek, Türkçe öğrenmek yüz kızartıcı bir olay mıdır? Asıl üzülecek olay, milleti bölücü faaliyetlerden men’ edecek yeterli tedbirlerin alınmayışıdır.

“Bugün Amerika’da 72.5 milletten insan yaşıyor. Fakat herkes ‘Ben Amerikan vatandaşıyım.’ diyor. Netice olarak, …belirli bir kesime bir takım ayrıcalıklar tanımanın bu memleketin hayrına olmayacağına inanıyorum.” (Hasan Cemal, Milliyet, 9 Mart 1999, 17)

Nitekim bu mes’eleleri konuşurken bir öğretim üyesi arkadaşın, heyecanlanarak “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle …etnik grup olarak başta bizim çözülmesi gereken problemlerimiz var!” demesi beni ne kadar üzmüştü.

Bu kapı aralanmaya görsün, sırada birçok etnik grubun fırsat beklemekte olduğu gün gibi aşikar. Demek ki Türkiye’de sadece bir etnik grup varmışçasına ortalığı toz – dumana katanlar, nasıl dehşetli bir fitneyi uyandıracaklarını derin derin düşünmeli. Allah ve Peygamber’in lanetlemesinden ise korkup titremelidirler.

Dua -1

Dua insanların istek, dilek ve şikâyetlerini Allah (cc) a iletmeleri Allah ile iletişim halinde

olmalarıdır.

Dua genel olarak iki kısma ayrılır:

A ) Fiili dua

B )Kavli dua

Kavli duayı da iki kısma ayırmak mümkündür

A ) Hayır dua

B ) Beddua

Dua deyince halk arasında akla gelen hayır duadır.

Dua aynı zamanda bir ibadet hatta Hadisi şerifin ifadesiyle ‘ibadetin özüdür.

Duada insan açısından iki önemli husus vardır.

1 –  İnsan kul olduğunu hatırlar

 İnsan eğitimine kültürüne makamına mevkisine şöhretine zenginliğine rağmen

Aciz olduğunun gücünün her şeye yetmediğinin,

‘Alçak dağları ben yarattım’ edasının insana yakışmayacağının farkına varır.

İnsan olduğunu hatırlar.

İnsan duayı unutursa kulluğunu da unutur.

Firavunlaşmaya başlar.

Firavunda duayı unutmasaydı Firavun olmazdı!

2 – Duada Allah (cc) ın büyüklüğünü kabullenme vardır.

İnsanlara kendi acziyetlerini ve başkasının büyüklüğünü kabullenmeleri zor gelir.

Bu kabullenilmesi güç olan bir durumdur.

 İşte burada nefsin dizginlenilmesi nefis terbiyesi söz konusudur.

Nefis dizginlenmezse Firavunlaşma başlar.

İşte o zaman insanların hem dünyaları hem de ahretleri berbat olur.

Namaz kılmak için abdest almak nasıl ön şart ise duanın kabulü içinde bir ön şart vardır!

O da fiili duadır.

Fiili dua çok önemlidir buna dikkat edilmesi gerekmektedir.

Buna dikkat edilmediği takdirde Bektaşi mantığıyla hareket edilmiş olunur.

Günümüzde Müslümanların yaptığı da budur.

Malum Bektaşi’ye sormuşlar; “Abdestsiz namaz kılsak olur mu?”diye,

O’da,”Ben kıldım oldu bile” cevabını vermiş.

Fiili duada kavli duanın abdestidir.

Fiili dua nedir?

Üzerimize düşen görev ve sorumluluklarımızın idrakinde olup onları yerine getirmektir.

Allah (cc) yeryüzünde birtakım kurallar koymuştur.

Buna Sünnetullah da denir.

Yeryüzünde gerçekleşen her şey bu kanunlara uygun olarak gerçekleşir.

Sebeplere sarılmak tedbirini almak takdiri Allah(cc) bırakmak,

Bu kurallar dua içinde geçerlidir.

Duanın samimiyet, tevazu ve ihlâs ile yapılması çok önemlidir.

Aynı yâda benzer ifadeleri döndürüp döndürüp tekrarlamanın gereği yoktur.

Sade duru ve dinleyenler tarafından anlaşılır olmasına dikkat edilmelidir.

Aksi durum hem cemaati sıkar hem de ihlâsa zarar verir.

Duada bir diğer önemli hususta bencillikten uzak olmasıdır.

Yanı sadece kendimiz ve yakınlarımız için değil !

Tüm Müslümanlar için hatta tüm insanlar için dua edilmelidir.

Hatta Zalimler için bile dua etmek gereklidir.

Zalimin zulmünün son bulması hidayete ermeleri içinde dua edilmelidir.

Allah(cc) ın rahmeti boldur taksim edilmekle azalmaz.

Zulmü de hayatın bir parçası haline getirmemek gerekir.

Unutmamak gerekir ki Hz Ali (ra)deyimiyle zalimlerin en büyük yardımcıları mazlumlardır.

Müslüman gerektiği zaman kaşını çatmasını da suratını ekşitmesini,

Hatta gerekiyorsa iki seksen uzatmasını da becerebilmelidir.

Zalimlere karşı Yunus meşrep olunmaz!

Yunus o sözü diğer yanağını gösterdiğinde utanıp da hatasının farkına varacaklar için söylemiştir.

Ar damarı çatlayan insanlıktan nasibini almayan elinde yağlı kement olanlara boyun uzatmak,

zalimin zulmünü artırır.

Zalimden merhamet dilenmek zillettir, zillette Müslüman yakışmaz.

Zalimlere nasıl dua edilmesi ile ilgili bir anekdot anlatayım;                                                                                                          

 Devam Edecek…                                                                                                                                                                                                                                                  

 

                                                                                          

Tutuklu Vekiller ve Yeni Anayasa

0

Epeyce uzun bir zamandan sonra gündeme dair bir yazı ile yeniden huzurlarınızdayım.      Şükür kavuşturana diyorum.

Alışılmış kurgu yazı serimin dışına çıkarak ülkemiz günceline dair bir ara yazı yazmak istedim nedense. Yazıyı kaleme aldığım şu an, 24 Haziran ve saat 21:30. Az önce haberlerde tutuklu MHP Milletvekili’nin de tahliye edilmediğini öğrendim.

Üstelik tam da tutuklu CHP Milletvekillerinin tahliyelerinin reddinin tartışmalarını dinlerken. Malumunuz tutuklu bağımsız Milletvekilleri konusu da ayrıca ortada.

Bu konuya girmeden öncelikle seçim sonuçlarına gitmek istiyorum. Ak partinin elde ettiği  başarı, ister beğenelim ister beğenmeyelim dünya siyasi tarihinde bile önemli sayılabilecek bir başarı.

CHP orta not alırken, MHP’yi kapasitesinin altında gördüm. Yazımda bu sonuçların nedenleri üzerine çok şey yazmayacağım. Zira yeterince değerlendirme yapıldı diye düşünüyorum.

Bu genel seçim dönem açısında ülkemizin belki de en önemli seçimi olma özelliğini taşımakta. Dünyadaki genel durum bir yana, ülkemizin önündeki uzun yılların rotasını bu seçimle belirlemiş olduk. Umarım her birimiz ve hepimiz adına hayırlısı olur.

Aslında sonuçlar hiç şaşırtıcı değil. Ülke siyasi tarihine baktığımda kendimce edindiğim bazı verileri sizlerle paylaşmak isterim. AK Parti kemik taban olarak ANAP ve DYP yani merkez sağ tabana sahip.

Benim açımdan %30 oy demek bir anlamda. CHP ise belki birkaç puan dışında kemik oyunu aldı. Çünkü rahmetli Ecevit dönemi hariç, sol oy bu ülkede toplam %30 civarında gezinmiştir.   Beni şaşırtan genel kanının aksine MHP’nin oy oranı oldu aslında. Milliyetçi oyların Bir kısmının AK Partiye kaydığını gördük. Yalnız BDP’nin bu kadar güçlü geldiği bir mecliste MHP’nin varlığı Benim için yüzdelere vurulmayacak kadar değerli.  

Peki, AK Partinin geri Kalan %20 oyu nerden geldi? Tabiî ki Saadet Partisi tabanından ve diğer küçük parti tabanlarından. Ayrıca AK Partinin başarısındaki en önemli etmenlerden birinin, diğer partilerin aksine, bireye çok iyi ulaşmaları diye düşünüyorum.

Global şirketler profesyonelliğinde çalışarak, söylemleriyle, reklamlarıyla, siyaset projeleriyle, her kesimden bireylerin kendi dünyalarına girebildiklerini gördüm. Ben %10 barajının ilk kez bu kadar anlamsız kaldığını da belirtmek isterim.

Önceki seçimlerde %4-6 aralığın da gezinen birkaç parti mutlaka olurdu. Bu seçimde ise ya %1’in altındasınız ya da Meclistesiniz. Meclisimiz hiçbir dönemde bu kadar çok oy ile temsil edilmemişti.

Yazımı uzatmamak adına birçok yorumumu yazmıyorum. Bu yorumlar tabiî ki benim kişisel görüşlerim. Katılmazsanız da anlayabilirim.

Şimdi yazının asıl konusuna dönebiliriz. Tutuklu vekiller… AK Parti dışında, Meclisteki diğer tüm partilerin tutuklu vekilleri…

Bu akşamki tahliye reddi haberleri üzerine kafamda soru işaretleri oluştu. Bütün olaylar arasında bir anda bağlar kurmaya başladım nedense. Kurgu yazmak alışkanlığımdan olsa gerek, yine rahat duramadım sanırım.

AK Partinin en önemli siyasi önceliğinin yeni Anayasa olduğu malum. Yalnız gücü yetse bile tek başına gerçekleştirmesi mümkün olmayan bir öncelik.

Mutlaka diğer siyasi partilerin ve kesimlerinde büyük oranda desteğine ihtiyacı var. CHP ve MHP kesinliğe yakın bir ihtimalle AK Parti ile bu yola girmeyeceğini gösterdi zaten.  BDP’nin ise ayrı bir dünyası var, Bir noktada buluşmak imkânsız. AK Parti ile diğer partiler arasındaki duvarlar yıkılmadan ya da başka bir deyişle buzlar eritilmeden yeni bir anayasa pek mümkün görünmüyor.

İşte şimdi bağları kurabiliriz diye düşünüyorum. Diğer üç partinin tek ortak noktaları tutuklu vekiller. Mahkemeler bu vekillere tahliye vermedi ki bu da diğer bir ortak nokta.

BDP hükümetten jest beklediğini açıklamıştı zaten. CHP ve MHP’nin tutumları ise gereğini hükümete havale etmek. Hani diye soruyorum kafamda, mahkemeler katı serti oynarsa? Hükümet olaya el atarsa ve Adalet Bakanlığı durumu Yargıtay’a taşırsa? Ya da hükümet gerekli yasal değişiklikleri yaparsa diyorum.

Ve böylece Meclisteki diğer üç siyasi kesimin mağduriyetleri AKP eliyle giderilirse? Aradaki buzlar biraz olsun erirse? En azından yeni bir Anayasa temelinde ısıtılmış olur mu aralar?   Haberleri izlerken bu sorular yumağı oluştu beynimde. Tabiî ki benimki sadece olaylar fantezi bağlar kurmak aslında.

Ama elde bu kadar veri varken gelin de bu soruları kurmayın.

Tekrar görüşmek dileğiyle… Sağlıcakla kalınız…