25.1 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1117

Şeker mi istersin, himmet mi?

İnsanoğlu bazen çok az bir pahaya geleceğini satar.

Değeri beş para etmeyecek şeyler için gönül kırar.

Değerlileri değersiz, değersizleri ise haddinden fazla değerli addederek, takdirden aciz kalır.

Bırakın gönül dünyasını, bu dünya için dahi yanlış tercihlerde bulunur.

Hikâye bu ya; o yıl Anadolu’da büyük bir kıtlık ve kuraklık baş göstermiş, bu kuraklığın sonucu da Moğol istilasıyla zaten yoksul olan halk perişan olmuş, yiyecek ekmek bulamaz duruma gelmiş…

Diğer yandan artık keramet mi dersiniz, yoksa çalışkanlığın ve tutumun sonucu mu dersiniz karar sizin; Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na gelip de eli boş dönen de olmazmış.

Herkese yeteri kadar buğday ve sair gıda hediye ediliyormuş.

Yunus’un da köyünde kıtlık ve kuraklık almış başını gitmiş…

Bunun üzerine Hacı Bektaş Veli’ye gidip yardım istemeye karar veren Yunus, bu büyük insana ve onun kutlu dergâhına eli boş gitmemek için dağlardaki ağaçlardan bir miktar aluç toplayarak Hacı Bektaş Veli’nin yolunu tutmuş.

Dergâha gelen Yunus, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin huzuruna çıkıp köyü için bir miktar buğday istemiş.

Hacı Bektaş Veli “Buğday mı istersin? Himmet mi?” diye sormuş, erenler himmetinin o an bilincinde olmayan Yunus, “Ben himmeti neyleyim, himmet karın doyurmaz. Bana buğday verin” diye cevap vermiş.

Yunus’taki cevheri sezen Hacı Bektaş Veli, birkaç kez sorusunu tekrarlamasına rağmen “Bana buğday verin, gideyim” diye ısrar edilince; Hacı Bektaş, götürebileceği kadar buğdayın Yunus’a verilmesini söylemiş…

Verilen buğdayı kağnısına yükleyen Yunus’un yolda içini garip bir düşünce almış…

Hacı Bektaş Veli’nin vermek istediği himmeti istemediğine pişman olmuş.

İkilem içerisinde, acabalar arasında bir müddet yol aldıktan sonra, dayanamayıp dergâha dönen Yunus, Hacı Bektaş Hazretleri’nin huzuruna tekrar çıkmış.

“Ben buğdaydan vazgeçtim. Al buğdaylarını bana himmet gerek” diye yalvarmış…

Ancak Hacı Bektaş “Senin işin bundan sonra bizden çıktı. Senin gönül kilidinin anahtarını Taptuk Emre’ye sunduk, var git nasibini ondan alasın” demiş.

Yunus göz yaşları içinde yalvarmış, ama artık nafileymiş…

Yunus, Taptuk Emre’ye gitmek için tekrar yola düşmüş ve Taptuk Emre’nin dergâhına varmış.

Rivayet odur ki; kırk yıl boyunca dergâha dümdüz odun taşımış. Topladığı odunları düzeltmiş. Taptuk Emre’nin kapısından içeri eğri büğrü hiçbir şeyi sokmamayı ar edinmiş.

Tabii burada ‘odun’ diye bahsedilenin ‘odun gibi adamlar’ olduğunu söylemeye sanırım gerek yok.

Yunus Emre Hazretleri dağda bayırda, bulduğu yontulmamış kütükleri eğitir, belli bir kıvama getirir; ondan sonra da dümdüz hale getirdikten sonra Taptuk Emre’nin ocağında aşk ateşiyle yanmaya getirirmiş…

 * * *

Şimdi bunlar nereden mi çıktı?

Neden dersen?

İşte öyle…

Yazardan önemli not: Doğum ve ölüm tarihleri göz önüne alındığında yukarıdaki Hacı Bektaş Veli ile Yunus Emre arasında geçtiği iddia edilen hikâyede adı geçen Yunus’un, bilinen Yunus Emre’den farklı başka bir gönül eri olma ihtimali kuvvetlidir. (Yunus Emre aslında Mevlâna’nın dönemdaşıdır)

  • Hacı Bektaş Veli: Gerçek ismi Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata olan, Hacı Bektaş-ı Veli Horasan’ın Nişabûr şehrinde 1281 senesinde doğdu. Hoca Ahmet Yesevî’nin talebelerindendir. 1338 yılında Anadolu’da vefat etmiştir.
  • Yunus Emre: Anadolu’ya gelen Türk boylarından birinin muhtemelen beyi veya bey oğlu olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilir. Taptuk Emre’nin talebelerindendir. 1320 dolaylarında Eskişehir’de vefat ettiği yolunda rivayetler mevcuttur.

Dua -2

Dua dua!
Eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta
Gök parçalanmış.
NFK

Necip Fazıl’ı da Rahmetle yâd ettikten sonra geçelim anekdotumuza

Zulmü ile meşhur olan bir idareci; Ağa!

 İdarecilik kavramı aile reisliğinden başlayıp devlet başkanlığına kadar uzanan çok geniş bir kavramdır.

Evet, zulmü ile meşhur bir idareci her nasılsa bir gün Allah dostlarından birinin yanına gelir.

‘Efendi hazretleri bana biraz dua edermisiniz’ diye ricada bulunur.

O bekliyor ki Allah dostu ona Allah gücünü kuvvetini daim,

Ömrünü ve saltanatını bereketli etsin diye dua edecek.

Hoca Efendi;

“Hay hay, ben sana dua edeyim sende âmin de” diye karşılık verir.

Hoca efendi ellerini kaldırarak;

‘Yarabbi şu zalim kulunun canını tez elden al’ benzeri beddua etmeye başlar.

Bunun üzerine zalim yönetici şok olur.

Efendi efendi!

” Bu ne biçim dua” der.

Hoca efendi gayet sakin bir vaziyette ;

“Evladım senin için yapılacak en güzel dua budur!

Çünkü sen yaşadıkça insanlara zulmedeceksin zulmettikçe günahın çoğalacak.

Günahın çoğaldıkça da azabın artacak dünyanı değilse de ahretini berbat edeceksin.

Ne kadar az yaşarsan günahında azabında o kadar az olur” cevabını verir.

Yerine, durumuna, adamına göre böyle dualarda gereklidir.

Bizdeki Hoca Efendilerde böyle dua yapabilirler mi?

Yoksa onların daha önemli işleri mi var.

Âlimliğin vasfı zalimin sırtını sıvazlamak değil!

Gerektiğinde hakkı en yüksek perdeden savunabilmektir.

Gel gör ki böyle duayı yapacak babayiğidi nerde bulalım?

İstisna olmakla beraber bu da bir dua çeşididir.

Hem de yerli yerinde dört dörtlük bir duadır.

Duanın belli bir zamanı ve mekruh vakti yoktur.

Her zaman ve her yerde yapılabilir.

Ancak namazlardan sonra gecenin sonunda, sabaha doğru, teheccüd vakti, secdede iken, seher vakti, iftar vakti kadir gecesi ve diğer mübarek gün ve gecelerde yapılan dualar daha, makbuldür.

Duanın belli dili ve şekli de yoktur!

Kuran ve hadislerdeki ifadelerle dua etmek mümkün olduğu gibi her insanın kendi diliyle,

İçinden geldiği gibi dua etmesi de mümkündür.

Allah (CC)her dil ile yapılan duayı işitir ve anlar.

O’nun bizler gibi dil problemi yoktur.

Cenabı hak Bakara süresinin 186.ayetinde;

‘Bana dua edenin duasına karşılık veririm’ buyuruyor.

Dikkat edilirse kabul ederim değil, karşılık veririm buyuruyor.

Karşılık vermek her halukarda duayı kabul ederim anlamında değildir.

Doktor sizin şikâyetlerinizi dinler ama her zaman sizin isteğinize göre reçete yazmaz.

Evet, her dua işlem görür ama kuralına uygun yapılan dualar kabul edilir.

Diğerleri de reddedilir.

İşte fiili dua dediğimiz olay budur.

Kuralına uygun dua nasıl yapılır.

Devam Edecek…                                                                                         

Ölümden Ötesi Yok Ya !

Bu gün 1 Temmuz, yazı yazmayalı tamı tamına üç ay olmuş. Geçen sürede ülkemiz ve dünya, bir çok hadise yaşadı. Bu zaman aralığında, siyasi mücadelem ve milletvekili adaylığım nedeniyle yanlış anlamalar olur diye yazarak hasbıhal etmek istemedim.

Eş, dost ve sadık okurlar;” yahu neredesin, sesin soluğun çıkmaz oldu, seni ve yazılarını özledik” deyince, en azından bu satırları kaleme almak bizim için bir farz oldu.

Yazı yazmadığım bu üç aylık süre zarfında yaşananlara değinmek istemiyorum. Çünkü bana göre her şey doğal akışında seyrediyor. Aksi şeyler olsa şaşardım. Sizlerde zaten her gün  yalan yanlış bir bilgi kirliliği bombardımanına tutuluyorsunuz. Aynı konuları tekrarlamanın bir anlamı yok.

Eğer biraz tarih bilginiz varsa, mensup olduğunuz Türk milletinin sosyolojik ve psikolojik özelliklerini tanıyorsanız ve de dünyayı  görüyorsanız, yaşananlarında gayet  normal şeyler olduğunun farkındasınız demektir.

Türk milletinin var oluş tarihinden bu yana yaşanılan her olay neredeyse bir diğerinin benzeri gibi tekrar etmiştir ve etmektedir. Kanaatimce bu nedenle Türk milletine, kıyamete kadar rahat yüzü yoktur.

Milletimiz daima bir mücadele içinde olacak ve birileri bıkmak usanmak bilmeden ihanete ve işbirlikçiliğe karşı mücadele edecek, sıkıntı ve çile çekecektir. Diğerleri de dededen kalma metotlarla aldanmaya ve kandırılmaya hazır Türk milletini çekip çevirecektir.

Yük mutlak surette, bu ağır yükü taşımaya talip olanların sırtında gidecektir. Bunları görüyorsanız, yaşanan hiçbir şeyin önemi yoktur. Bunun için yaşananlar sizi olumsuz manada etkilemez. Ölümden ötesi yok ya!!!

Türk milletinin insanlık tarihi boyunca hak ettiği gibi yaşamadığını ve kendi topraklarında dahi, büyük haksızlıklarla karşı karşıya kaldığını, bu sebeple de mağduriyetlere uğradığını düşünen bir insanım.

Türk milletini, kendi topraklarında böyle bir haksızlık ve mağduriyetle karşı karşıya bırakmak elbette büyük bir oyunun varlığını gerektiriyor. Bunu görünce bilince, yaşanan günlük olayların üzerimizde sinek ısırığı kadar bile etkisi olmuyor.

Size de tavsiyem, günlük ve dönemsel olaylara bu açılardan bakmanız ve de bakmayı becermek için çabalamanızdır.

İnancım odur ki; Yüce Allah, her kulunu bir sebeple yaratmıştır. Bende dahil olmak üzere hepimiz, niçin yaratıldığımızı zaman zaman düşünürüz.

Ben ve benim gibi insanlarda “Büyük Türk Milleti”ne imkan bulabildikleri her durumda hizmet etmek için çabalıyor. Ekmeğimizi de çok şükür Cenab-ı Allah veriyor. Siz de korkmayın; Allah,doğru yolda gittiğiniz müddetçe yardımcınız olacaktır.

Yaşananlar ve ortaya çıkan tablolar, bizim yanlış düşünüp yanlış yaptığımızı ortaya koymamaktadır. Aksine tarih ve vicdanlar hakkımızda en doğru kararı verecektir. Bu sebeple, Türk milletine ve dolayısıyla insanlığa hizmet odaklı, fikri ve siyasi mücadelemiz, Allah izin verdiği müddetçe son nefesimize kadar sürecektir.

Bunu da geçtiğimiz hafta Budapeşte’de, Gül Baba’nın türbesinde yaptığımız duayla bir kez daha Allah’tan niyaz ettim ve sadece Türk Milletinin cihanda muzafferiyetini diledim. İnşallah bunu görmek nasip olur.

 

 

 

Zaman Kalmadı

İnsan ömür boyu hayalle yaşar

Dağları taşları onumla aşar

Tükenir umutlar bir anda şaşar

Düşüneyim derken zaman kalmadı

 

Rabbimiz ol dedi dünyaya geldik.

Bazen hep ağlayıp bazen da güldük

Ananın babanın kuzusu olduk.

Onu koklayacak zaman kalmadı.

 

Çocuk olup yavaş yavaş büyüdük

Daha dün bir bebek kundakta idik.

Güç kuvvet yok anne verirse yedik

Ona teşekküre zaman kalmadı.

 

Delikanlı oldu artık adımız

Haramla, helali ayırmadınız.

İmam aşkı yoksa kalmaz tadınız.

Bunu anlatacak zaman kalmadı.

 

Saçların ağardı bak yavaş yavaş

Gitmez oldu dizler değerse bir taş

Doymaz nefis her şey bir lokmacık aş.

Haram mı helal mi zaman kalmadı

 

İhtiyarlık geldi büküldü belin.

Boşta kalır dostun yok ise elin.

Daha dün damattın eşinse gelin.

Ömür geldi geçti zaman kalmadı.

 

Şayet muhtaç olur yatırsan eğer.

Eşine dostuna verdiysen değer.

Ne güç ne kuvvet varlık, kalmazmış meğer.

Anlatacak onu zaman kalmadı.

 

Her şey gençlikteydi, dünya ahiret

Nefis şeytan çekti hayırlara set

Onu yıkmak için etmedin niyet.

Eyvah dedin ama zaman kalmadı.

 

Ezanlar okundu onu duymadın.

Kulluk borcu deyip namaz kılmadın.

Hak hakikat meclisinden olmadın.

Bak tabuta girdin zaman kalmadı.

 

Ha bugün ha yarın yaparım derken

Ölüm gibi gerçek hakikat varken

Hiç demez yaşlı genç gelirse erken

Diye düşünmedin zaman kalmadı.

 

Hem peygamber kitap hep uyarıldık.

Şu fani dünyaya nasıl sarıldık.

Boş faydasız işler ile yorulduk.

Dinleneyim, desen zaman kalmadı

 

Değer miydi kırmaya kardeşini

Görüversen bir garibin işini

Bölüşseydin fakir ile aşını

Keşke dedin ama zaman kalmadı

 

Dedikodu gıybet sıradan oldu.

Günahlar haramlar defterin oldu.

Gözün kapanınca olanlar oldu.

Götürmeyin desen zaman kalmadı.

 

Gerek yok kılavuz görünür mezar.

İbrahim tükendin bak azar azar.

Evin orda eş dost mezarın kazar.

Kazmayın diyecek zaman kalmadı.

 

 

Kocaeli, İstanbul, Türkiye, AB Kriterleri

İstanbul’da Metro hattını Taksim’den Yenikapı’ya bağlayacak Haliç Metro Köprüsü hakkında tartışmalar sürüyor. Bu proje ile İstanbul ulaşımının daha iyi bir noktaya geleceği muhakkak. İstanbul’da da dünyanın diğer önemli metropolleri gibi ulaşım probleminin çözülmesi metro (yeraltı treni) ağının genişletilmesine bağlı.

“Projeyi Belediye Başkanı Kadir Topbaş çizmiş. UNESCO Komitesi ve Koruma Kurulu ilk günden itibaren köprü modelini çok sakıncalı bulmakta. En çok tartışılan konu, köprüdeki taşıyıcı kulenin 82 metre olmasıydı. Ancak bu kule Süleymaniye ve diğer camilerin oluşturduğu tarihi silueti bozuyordu. Unesco’nun kriterlerine aykırı bu duruma itirazı sebebiyle kule yüksekliği önce 65 metreye, sonra da 55 metreye düşürüldü.”

Projede değişiklikler yapıldı. Ancak UNESCO her toplantısında yapılan düzeltmelerin yetersiz olduğunu bildiriyor. Bu yüzden İstanbul’un 2011 yılında Dünya Miras Listesi‘nden silinip Tehlike Altındaki Dünya Miras Listesi‘ne yazılması gündemdedir…

“Taksim’den Yenikapı’ya uzanacak olan metro hattının tünelleri tamamlandığı halde, Haliç’i geçecek köprü bir türlü yapılamadığı için proje en az on yıl gecikmiş bulunuyor. İstanbul gene bir ikilemle karşı karşıya: Ya bu içinize sinmeyen projeyi kabul edeceksiniz ya da metroya karşı olacaksınız!”

Lütfen “İstanbul’daki projeden bana ne” demeyiniz. İstanbul’daki bu proje sadece İstanbulluları ilgilendirmiyor. İstanbul hepimizin ortak değeri. Ayrıca Metro Köprüsü olayının benzeri olaylar Türkiye’nin her bölgesinde yaşanıyor.

Mesela İzmit’te şehir içinden geçen D100 karayolu sebebiyle şehir merkezini sahildeki alana bağlayan üç adet yaya köprüsü vardı. Bu köprüler eskiden son derece kötü, estetikten ve işlevsellikten mahrum yapılardı. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi güzel bir hizmet yaparak bu üç köprünün yerine modern, daha geniş ve yeni yapılan yan yolları da içine alacak şekilde daha uzun köprüler yaptı. Yürüyen merdivenleri ve güneş ışığıyla aydınlatma sistemi ile modern; şehrin siluetine de olumlu katkı sağlayan köprüler oldu.

Ancak bu yaya köprülerinden ortada olanı (Mimar Sinan Köprüsü), İzmit’in tarihi ve sanat değeri en yüksek yapısı olan Yeni Cuma (Pertev Paşa) Camisinin D100 den görünümünü kapatmakta.

Fazla söze lüzum yok. Bu cami bir Mimar Sinan eseridir. Gelişmiş ülkelerde, bir şehir dünya tarihinin en büyük mimarlarından birinin eserine sahipse, şehri yönetenler her cepheden en güzel şekilde görülmesini sağlayacak tedbirleri alır. Bırakın köprü ayağıyla örtmeyi, keşke Belediyenin imkânları elverse de, çevredeki bazı binalar kamulaştırılsa ve yıkılıp yeşil alan haline getirilebilse. Cami her yönden tam olarak görünebilse.

Mimar Sinan Yaya Köprüsü’nün teknik olarak yeri belki kaydırılamadı. Boyutu değiştirilemedi. Bunları bilebilecek teknik bilgilere sahip değilim. Fakat kanaatimce bu köprünün Yeni Cuma Camisine bakan ayağının, yürüyen merdiveninin üst kısmı ile bisiklet yolu olarak ayrılan fakat hiç kullanıldığını görmediğim kavisli bağlantı yolu yıkılsa, Cami görüntüsü açılabilecekti.

Köprü projelerinin siyasi sorumlusu KBB Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, bürokrat olarak sorumlusu (bugünkü Van Valisi) zamanın Büyükşehir Genel Sekreteri Münir Karaloğlu‘dur. Kocaeli Aydınlar Ocağı’nı ziyaretinde bu görüşümü Münir Bey’e aktardığımda bu kısım üzerinde bir tadilat yapılmasının mümkün olduğunu, ancak böyle bir ihtiyaç olduğundan emin olmadığını söylemişti. Köprü üstünde birlikte gezerek bu konuyu görüşelim teklifini de Vali olarak tayini çıktığı için gerçekleştiremedik.

KBB Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, hem Kocaeli’de önemli ve kalıcı hizmetlere, eserlere imza atmış başarılı bir başkan ve hem de dengeli ve akıllı bir siyasetçidir. Kültürel mirasımıza ve Mimar Sinan’a saygısından da hiç şüphem yok. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da daha güzel ve yaşanabilir bir İstanbul için çok önemli işler başarmış bir başkan. Onun da Süleymaniye’li İstanbul siluetine ve tarihi yarımadanın dokusuna zarar verilmesini istemediğinden de eminim.

Fakat bilemediğim, anlayamadığım husus Unesco gibi yabancı kuruluşların çok haklı tepkileri sonucu kule boyu falan kısaltılacağına, tarihi dokuyla uyumlu projeler yaptırılamaz mıydı? Neden benim Belediye Başkanlarım, yatırımları daha proje safhasında iken tarihi perspektiften değerlendirmede özensizdirler? Neden sorunlar hep uygulama aşamasında ortaya çıkıyor? Eleştirenleri de ısrarla “kendi otoritelerine siyasal nedenlerle karşı çıkanlar” olarak algılıyorlar?

Ben yabancı kuruluşların bizim işimize karışmasından rencide olan bir yapıya sahip olduğum halde, “iyi ki Unesco, Metro Köprüsü projesine itiraz etmiş” diye seviniyorum.

İzmit’teki köprü yapılırken de keşke böyle bir müdahale edecek iç veya dış kuruluş olabilseydi demekten kendimi alamıyorum.

Tabii ki bu kolaycılık, “ben kendimi yönetmek becerisine sahip değilim, AB’ye girelim onlar bizi yönetsin” diyenlerin tarzı olur. Bu ifade şekli, tutuklu milletvekillerinin durumunun çözülmesi ve TBMM’de yaşanan yemin krizinde de Avrupa Birliği organlarının müdahalesini isteyenlerin de tarzıdır. Faydalı dış müdahale örneklerine rağmen, bu tarzın kabul edilmesini de doğru bulmuyorum.

Ancak Unesco‘nun uluslararası şehircilik kuralları, AB’nin demokrasi ölçütleri, AİHM’nin (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin) mesela adil yargılanma hakkı ve tutukluluk süreleri ile ilgili hukuki değerlendirmelerini kabul ederek kendimiz birçok problemimizi çözebilirdik. Daha modern şehirlerde yaşamanın keyfi ve daha ileri demokrasinin huzuru ile yaşamak imkânını bulabilirdik.

Vakit geç değil. İyi niyetli olursak çözebiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

Meş’um İlk Adım !

 

Türkiye’de herhangi bir etnik grubun kimliğini  -resmen-  tanımaya atılacak ilk adım; Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının bozulmasına, dolayısiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasına da atılmış meş’um / uğursuz bir ilk adım olacaktır.

Böyle bir gaflet gösterildiği takdirde, bu iş orada kalmayacak, sırada bekleyen ve emareleri ortaya çıkmaya başlayan ve kendisini, şu veya bu etnik grubun mensubu sayan taifeler de aynı hak talebinde bulunacaklardır.

Hakk’ın küçüğü büyüğü olmaz. Hak; haktır. O kapı, değil açılması; aralandığı takdirde bile, herkese bu hakkı vermek gerekir.

Bu ise, kendi bindiğimiz dalı kesmek; doğuşta değil de, oluşta bir tamamiyet / bütünlük arz eden MİLLET mefhumunu berhava etmek; Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünüp, parçalanmasına çanak tutmaktır.

Çünkü Türkiye,  -konumu gereği-  rahat bırakılan bir ülke değildir. Türkiye’de olacakları ve  -iyi niyetle bile olsa-  yapılacakları tabii seyrinde yani kendi halinde bırakmazlar.

Nitekim, aslında doğru gibi görünen prensip ve düsturlar; Türkiye’de uygulanması halinde; Türkiye’yi, ancak iç sürtüşmelere, dahili kargaşalara, sonucu vahim / tehlikeli bir kaosa / karışıklığa sürükler. Neticede Türkiye’yi, parçalanmanın ve dağılmanın eşiğine getirir.

Ne yazık ki, hala, bir kısım aydın (?) ve maalesef bazı parti genel başkanları (?)  -bir bakıma-  Osmanlı tatbikatının Türkiye’de uygulanmasını istiyorlar.

Halbuki Türkiye Cumhuriyeti; Osmanlı İmparatorluğu değildir. Zira Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun ancak bir eyaleti kadardır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Mısır vs. gibi, tamamen farklı bir kıt’ada; farklı bir iklimde; farklı bir milletten oluşan bir parçası veya uzantısı yoktur.

Türkiye; coğrafyasıyla, iklimiyle, insanıyla, diniyle; velhasıl her şeyi ile bir bütündür. En küçük bir çatlağa tahammülü olamayacak kadar hassas bir bütünlük arz eder.

Türkiye’de değil birçok millet (dikkat; kavim demiyorum); iki millet dahi yoktur. Türkiye’de Türkler ve diğer kavimlerden Türkleşmiş Türkler / Müslümanlar olmak üzere tek bir millet yani İslam’la kaynaşmış, hem-hal olmuş ve aynileşmiş TÜRK MİLLETİ vardır.

Zira; Din, Dil bir ise Millet birdir. Din bir ise Millet; yine birdir. Üstelik insanın milliyetini, konuştuğu dil tayin eder. Türkiye’de  -istisnalar hariç-  Türkçe bilmeyen yoktur. Kaldı ki, bu milletin Din’i de birdir, Dil’i de…

Çünkü millet olmuş Anadolu insanının; Edirne’den Hakkari’ye, Samsun’dan Mersin’e kadar  -kırsalında-  sacda pişirdiği tek bir yufka ekmeği; bayramda, düğünde oynadığı tek bir horonu; çalıp vurduğu tek bir davul-zurnası; kırda dokuduğu tek bir kilimi vb. gibi, tabiatiyle ayrıntıları farklı, ama temelleri aynı olan ortak yiyeceği, ortak giyeceği, ortak inançları; kısaca  -asırlardır süregelen-  ortak yaşantısı vardır.                    

İşte bu, millet oluş keyfiyetinin tabii bir tecellisidir. “Millet oluş nedir?” dersek; şurada burada, herhangi bir taş hükmündeki kavimlerin; zaman ve İslam’ın mimarlığında Süleymaniye Camisi gibi muhteşem bir abide / anıtın oluşmasında rol alarak; tarihte kalıcı olması ve bu suretle şerefle yükselmesidir.

Süleymaniye Camisi’nde mahiyetine uygun bir alanda yerleşen taşlar; nasıl ki sıradan bir taş olmaktan çıkıp, artık sen-ben değil; biz olmanın ve biz demenin ulvi / yüce manasına ermişlerse…

Yine nasıl ki lalettayin / sıradan taşların her biri Süleymaniye Camisi’ni teşkil etmenin sırrına ererek; teker teker Süleymaniye Camisi olmakla övünür hale gelmişlerse…

Anadolu’daki kavimler de, Mücahit Türk Milleti’nin önderliğinde aynı şekilde bir değişiklik geçirerek, yepyeni bir ruh ve manayla bambaşka bir biçimde medeniyet aleminde layık oldukları layemut / ölümsüz yerlerini alarak bir ve beraber olmuşlardır.

İşte bu gelinen nokta Türk Milleti’nin oluş keyfiyetidir. Artık var oluş ve onu devam ettirişte hakim fikir, doğuştan değil oluştan kaynaklanmış yani onun milliyeti İslam, aklı Kur’an olmuştur.

Demek ki, Anadolu insanı kavimden  millete geçmekle, buz hükmünde bulunan ve er geç hiçlik toprağına düşerek eriyecek olan benlik ve şahsiyetini millet havuzunda eritmekle daimi varlık statüsüne / durumuna kavuşmuştur.

Öyleyse “kimlik” peşinde koşmak demek; Süleymaniye olmaktan çıkıp, ayak altında bir taş olmayı istemek (!) demektir.

Bir de şöyle düşünelim: Türkiye’de, kendilerini  -kendilerince-  güya farklı / başka bir etnik gruptan farz eden / sayanlar, yüzyıllardır bu memlekette, kendilerine has  -aslında bizimle aynı / müşterek-  örf ve an’aneleriyle yaşaya gelmişler. Tabii hayatları hep devam ede gelmiş. Dillerini  -mahallileşmiş dillerini-  de tabii olarak konuşa gelmişlerdir.

Bugünlere televizyonla, radyoyla, gazete ve dergiyle gelinmedi ki, bundan sonraya da onlarsız gidilemez olsun. Öyleyse niçin bu endişe?

Unutmayalım ki, tabiiliklerini kaybederek sun’ileştikleri takdirde; tabiilikleriyle ne kadar haklı idiyseler; sun’ileşmeleri halinde ise, o derece haksız duruma düşerler.

Tıpkı mevcut tabiiliklerin; sürekli tahrik edilip, sun’ileştirilerek, devletin  -ister istemez-  hedefi haline gelmesi gibi.

Bütün bu açıklamalardan sonra, olanca sesimle şöyle haykırmak geliyor içimden:

“Meş’um ilk adımlara hayır!”

Tarım İl Müdürlüğü’nü göreve çağırıyorum!

Kocaeli, hızlı ve plansız sanayileşmenin bedelini çok ağır ödedi ve daha da ödeyecek.

1967’lere kadar bu Körfez’de Istakoz dahil pek çok çeşit balık çıkardı.

Üzüm, incir, fındık, şeftali, kiraz başta olmak üzere meyvelerin en lezzetlisi bu kentin köylerinde, kırsal alanlarında yetişirdi.

Biz meyveyi kilo ile değil sele sepetleriyle alırdık.

Çayırköy’ün karpuzu at arabası ile gelir, yaz boyunca en lezzetli karpuzu yerdik.

Sera ürünü, hormonlu, kimyasal katkılı sebze nedir bilmezdik.

Bugün İzmit başta olmak üzere, Kocaeli’nin “plansız ve çarpık sanayi” yüzünden yaşadığı çile ortadadır. Kanser patlaması başta olmak üzere pek çok hastalığın pençesindeyiz.

Hastanelerimiz tıklım tıklım, çare arayan insanlarla dolu.

Ve hala bu kentin yönetiminde söz sahibi olanlar yeni ve ağır sanayi tesislerini kurmanın inadı içindeler!

Bir fabrikanın Organize Sanayi Bölgesi ilan edilen alanda kurulması bir şey ifade etmiyor. Salınan baca atıkları kilometrelerce ötedeki bağları, bahçeleri yok ediyor.

Uzunbey, Arslanbey gibi çevresi birinci sınıf tarım alanları olan beldelerimizde kurulan sanayi tesislerinin çevrede yarattığı felaketi kimse görmüyorsa, Tarım İl Müdürlüğü’nün görmesi gerek!

Sahildeki kimyasal temizlik maddeleri üreten firmanın yüzünden Bahçecik’te meyve bahçeleri kuruyor!

Şu anda benim yaşadığım Derbent’te, yakın çevredeki Nusretiye, Balaban, Suadiye, Arslanbey, Kullar ve Maşukiye’de de meyve bahçeleri kansere yakalanmış insanlar gibi kuruyor.

Siyasi iktidar inatla Kocakaymaz köylülerinin tarımsal üretim yaptıkları tarlalarda Organize Sanayi Bölgesi kurmaya çalışıyor!

YETER artık!

Dünyada olduğu gibi, ülkemizde de en büyük sorun, insanların insanca beslenebilmesi sorunudur.

Temiz gıdaya hasretiz.

Verimli tarım alanlarını korumak, siyasi iktidarlar için “Anayasal bir görev” olduğu halde, tarım alanlarının hoyratça katledilmesi sürüyor.

Nerede bir “OVA” varsa, ya sanayinin ya tersanelerin ya da konutların işgali altında!

Allah, “Ovalardan beslenin, yükseklerde oturun” diye o bereketli alanları insanlığa lütfetmiş.

Ama, o Allah’a inandığını söyleyen akıl ve vicdan özürlüler, o bereketli toprakların canına okuyor!

Allah’tan korkmuyor, kuldan utanmıyorlar!

Tarım İl Müdürlüğü’nü göreve çağırıyorum; Kocaeli’de halen sebze ve meyve üretilen beldeleri ciddi şekilde incelesinler. Kirli sanayinin yol açtığı katliamı belgelesinler ve “görevlerini” yapsınlar.

Bugünkü koşullarda, insanlarımızın bu gerçekleri görüp de hesap sorma iradesi gösterebileceklerine inanmıyorum!

Bu yüzden, kamu görevlilerini Allah’a şikayet ediyorum!

Allah, görevini doğru dürüst yapmayan, bu yüzden “kul hakkı” yenmesine göz yuman, siyasal güç sahiplerine boyun eğenleri affetmeyecektir!

Biraz Allah korkunuz varsa, görevinizi yapın.

Bu rezilliklere göz yummaya devam edecekseniz, “Müslüman” taklidi yapmayın!..

 

 

Türk Milletine Çağrıdır

Ufuklarında güneşin battığı büyük imparatorlukların mirasçısı mübarek Milletim. Tarihi şanla, şerefle dolu, çağ kapayıp yeniçağ açan büyük Milletim seni Anadolu’dan çıkarma hareketini başlatmışlardır. Bütün şer güçler birleşmiş bir takım oyunlarla birliğini, diriliğini bozmaya çalışmaktadırlar. Sana düşen görev uyanık olmak ve milli bütünlük için devletin bölünmez bütünlüğü için çalışmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve büyük Türk Milletinin bağımsızlık mücadelesi ve istiklal savaşı ile kazanılmış hak ve hukukuna, varlığına, hürriyetlerine, egemenliğine, milli değerlerine, güvenliğine ve savunma gücüne hizmet için vatandaşlarımızı aydınlatmak, bilgilendirmek Türk Cumhuriyetini sonsuza kadar yaşatmak ve yüceltmek milli görevlerimizden olmalıdır.

Milletimizde oluşan sosyal doku bozuklukları GÜVEN duygusunun yitirilmesine ve milli değerlerin ANLAM kaybına ve KAVRAM kargaşasına sebep olmaktadır. Bunların engellenmesi için her türlü önlemlerin alınmasını sağlamak Milletinizi uyarmak, moral değerlerini yüceltmek zorundayız.

Milli kültürümüzün gelişmesini, zenginleştirilmesini ve güçlendirilmesini sağlamak, oluşan yüksek medeniyetimizin gelişmesini Türk medeniyetinin temeli saymalıyız.

Milli güç unsurlarımız topluca dengeli ve adil bir şekilde kuvvetlendirecek her türlü mücadelede etkinlik sağlayacak, çaba ve faaliyetleri desteklemeliyiz.

Milletler arası ilişkilerde eşitlik ilkesine temel olarak devletimizin diğer devletlerle yapacağı anlaşma ve çalışmalarda buna göre hareket etmesini sağlamalıyız.

Daha önce hangi düşünceyi benimsemiş ve hangi oluşum içinde yer almış olursa olsun fikirlerimizin doğruluğuna inanan herkesin vatan dediğimiz bu topraklarda bir araya gelmesini sağlamak ve milli güç birliği oluşturmalıyız.

Kurtuluş savaşımızın ve milli mücadelemizin mazlum milletlere örnek olduğunu asla unutmamalıyız. Milletimizin milli duygularını, hassasiyetlerini gevşetmek güvensizlik ortamını oluşturmak, milli değerleri anlamsızlaştırmak için milletimizin düşmanları her türlü bilişim ve iletişim araçlarını bilim, sanat, özgürlük, insan hakları ve demokrasi adına kullanmaktadırlar. Milletimizin bu psikolojik savaşa karşı uyanık tutmak ve bu tip çalışmaları boşa çıkarmak ve maskelerini indirmek öncelikli hedefimiz olmalıdır. Çünkü savaşlar beyinlerde ve gönüllerde kazanılır.

Türk Cumhuriyetleriyle yaşanan tecrübe yeterli olmalıdır. Türk Cumhuriyetleriyle dilde, fikirde işte birlik mutlaka sağlanmalıdır. Avrupa Birliği Yerine korkmadan Türk Birliği diyebilmeliyiz. İnsanlarımız gelecek ile ilgili düşünmeye teşvik edilmelidir. Mesela 10, 20, 50 yıl sonra bölge ve Türkiye ne olacak konulu yarışmalar düzenlenmelidir.

 Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika araştırmaları enstitüleri kurulmalıdır. ABD, rant araştırma merkezi zemin oluşturma ve taraftar bulma bakımından bilhassa yakından izlenmelidir.

Haritaya bakmayı, coğrafi, kültürel, siyasi etnik haritaları okumayı öğrenmeliyiz. Türkiye daha önce gözlemci olarak bile katılmadığı Ortadoğu barış sürecine aktif bir taraf olarak katılmalıdır. Çünkü bu süreç sadece bir Arap – İsrail anlaşmazlığı değildir. Sonuçları sadece bölgesel etkinlik açısından değil, güvenlik parametreleri açısından da önemlidir. Çünkü bu süreç içinde Kıbrıs, Filistin ve PKK meseleleri birbirini etkilemektedir.

 Türkiye Avrasya, Avrupa ve Ortadoğu bölgelerine belli koridorlar açacak şekilde davranmalıdır.

Son olarak Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini bilhassa gençlerimize çok iyi okutmalı ve kavratmalıyız. Her Türk Muhtaç olduğu kudretin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu bilmelidir.

Kore’deki Şehitlere Türk Toprağı

Kore’de ki şehitlere Türk toprağı götürdüm

Kore gitmek için hep bir imkan ve fırsat aramıştım. Bu fırsatın gerçekleştiğini ve Kore’den davet aldığımda heyecanlanıp ilk fırsatta Pusang’da ki şehitliği ziyaret etmeye karar vermişti. Aslında gazeteci ve belgeselci olarak Kore’ye gemilerle giden askerlerimizin Türkiye’den ayrılışı, Akdeniz’e çıkıp Süveyş kanalını geçerek Hint Okyanusu’ndan Pasifik sahilleri ve Kore’nin liman kenti Pusang’a gemiyle deniz yolundan giderek Kore savaşına katılan askerlerimizin duygularını birebir yaşamak istemiştim.

Bu isteğimiz olmadı, askerlerimizin bir ay da gittiği Kore yolunu biz THY’ye ait uçakla 10 saatle gideceğiz. Mehmetçiklerin Kore’ye gidiş yolları 1876’da Ertuğrul firkateyninin Japonya’ya gidiş yolunu takip ederek Haziran 1950’de Türk askerlerini taşıyan gemi Kore’ye gitmişti. En büyük arzum bu yolları denizden gitmek, inşallah oda olur ama zararı yok biz uçakla Kore’ye giderek Mehmetçiklerin Kore topraklarına çıktığı sarı deniz sahilinde ki Pusang şehrindeyiz.

Pusang’da Türk Şehitliği

Pusang Kore’nin başkenti Seul’den sonra en büyük ikinci şehir. Liman kenti, Mehmetçiklerimizin Kore topraklarına çıktıkları ilk kara parçası.

Pusang’da ilk durağımız Türk Şehitlerinin de mezarlarının bulunduğu BM Anıt mezarlığı. Birleşmiş Milletlerin ilk ve tek anıt mezarlığı Pusang’da. BM gücü olarak Kore savaşına katılan çeşitli ülkelere ait 40 bine yakın asker mezarının büyük bir kısmı Pusang’da. ABD’&den sonra en çok asker zayiatı Türkiye verdi. Heyecanla elimde kameram Türk askerlerinin mezarlarının bulunduğu bölgeye doğru yönelip şehitliğin kapısından içeri giriyorum. İki Koreli asker kapının sağ ve sol taraflarında durarak bize selam veriyor.

Anıt mezarlıkta ilk göze çarpan Kore savaşına katılan ülkelerin asker kayıpları. Türkiye’nin 724 asker kaybettiğini Pusang’da ki şehitlikte 462 Türk askerinin mezarının bulunduğu yazılı. Burada çekim yaparak nazlı nazlı dalgalanan Türk bayrağının altında adeta bir gül bahçesinde yatarcasına Mehmetçiklerin kabirlerinin bulunduğu bölgeye geçiyoruz. Burası bir anıt mezarlık değil, gerçek bir mezarlık.

Savaşta hayatlarını kaybeden askerlerin mezarları ülkesi ve adının yazıldığı pirinç kitabeler altında değişik renkte ki güllerin bulunduğu mezarlıkta yatıyor. Çok geniş bir alan. Şehitlerimize ait mezarlık ilk bölümde. Şehitliğe girer girmez dikkatimi çeken Koreli ana okulu öğrencileri, anıt mezarlığa getirilmiş, öğretmenlerinin nezaretinde anıt mezarlık gezdiriliyor. Koreli çocukların Türk bayrağı ve şehit Mehmetçiklerin mezarı önünde ki masım tavırları dikkatimi çekerek, hem fotoğraf makinemi hem kameramı çalıştırıp bu tarihi anı belgeselleştiriyorum.

Kore Şehitlerine Türk Toprağı

Devri Alem ve Belgesel yayıncılık olarak Milli ve manevi görevimizi Pusang’da ki Türk şehitliğinde de gerçekleştirmenin mutluluğu içindeyim. Kore şehitleri için Türkiye’den götürdüğüm toprağı Kore’de ki şehit mezarlarımızın üzerlerine serperek onların bir nebze de olsa vatan hasretini gideriyor. Şehit mezarlarının başucunda Kocaeli Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Halit Yılmaz’ın Fatiha okumasına şahitlik yapıp şehitlerimizin ruhuna ithaf ediyoruz. Büyük bir çiçek buketini Türk bayrağı altında ki platforma yerleştirerek şehitlerimizin aziz hatırası önünde minnet ve şükran hissiyle görevimizi yapıyoruz.

Türk bayrağının dalgalandığı bölgede üst düzey şehit askerlerin mezarları var. Ayrıca TBMM Başkanlığı döneminde Mehmet Ali Şahin’in getirdiği toprak yer alıyor. Meçhul Mehmetçik mezarı anıtın bir başka köşesinde bulunuyor. Türkiye’den gelen gazeteci ekibin mezarlıkta isim aramaları Kore’li yetkililerin müdahalesiyle önleniyor. Çünkü şehitlerin gerçek mezarının üzülmesine basılmasını istemiyor Koreli yetkililer. Bayan Koreli görevli koşarak gelip İngilizce mezarlara basmayın diye feryat etmesi hala gözlerimin önünde. Anavatandan çok uzakta olan Mehmetçiklerimiz Koreli dostlarımızın şefkatli ellerinde olmasına seviniyorum.

Şehitliğin her noktasından kamera ve fotoğraf çekimleri yaparak Pusang’da ki şehitliğimizi belgeselleştirmeye çalışıyorum. Şehitliğin alt bölümünde ki uzun havuzda ise şehitlerimizi temsil eden kırmızı ve barışı temsil eden beyaz balıkların yarış edercesine yüzmesi barışın ne kadar önemli olduğunu şehit Mehmetçiklerimizin al kanlarını temsil eden balıklar da bizlere farklı duygular yaşatıyor.

Anıtta ki BM merkezinde Kore savaşlarıyla ilgili belge ve dokümanlar, sinevizyon gösterisi ve anıt hatıra defterinin bulunması şehitliğe verilen önemi gösteriyor. Bir çok Koreli görevli şehitlikte ki çiçekleri ve yeşil örtüyü ve çimleri sürekli bakmaları Korelilerin şehitliğe verdiği önemi gösteriyor. Anıtın girişinde ki Koreli askerlerin esas duruşta verdikleri selamı alarak anıttan çıkarken aklım mezarlıkta bıraktığımız şehitlerde kalıyor.

Bu şehitler Anadolu’nun nerelerinden buralara gelmişti. Bazıları bekar bazıları evliydi. Bir çoğunun adı Mehmet ve İbrahim’di. Onların da umudu, onlarında mutluluk ve sevgi heyecanı vardı. Onlar hayatlarının baharında dilini ve dinini bilmedikleri Kore topraklarında şehit olmuşlardı. Mehmetçiğin neden Kore’ye gönderildiği Türkiye’nin neden bu kadar kalabalık asker gücüyle Kore savaşlarına katıldığı elbette tartışılır ve tartışılmalı. Tarihi yargılamadan ve o günlerde yaşananları unutmadan tartışmalıyız.

Şehitlikte geziye katılan Türk gazetecilerinin de görüşlerini alıyorum. Mehmetçiklerin araya ilk adım bastığı Pusang limanını, limana hakim yüksek bir yerden görüntülerken Pusang şehrinin Kocaeli Büyükşehir Belediyesi ile kardeş şehir olduğunu da öğrenmiş oluyorum.

 

Yeni Haçlı Seferleri Kapıda

Bugün konuşacağımız konu tarihteki “Haçlı Seferleri” değildir… Çok yeni yöntemler kullanılarak kapımıza kadar gelmiş Yeni Haçlı saldırısından konuşacağız bu yazımızda…

Haçlılar bin yıl önce “Kudüs’e” kadar geldiler; aradan bin yıl geçti, yine geliyorlar… Bu kez kılıç-kalkan-miğfer-zırh giyimli şövalyelerle değil, nükleer başlıklı füzelerle, insansız hava araçlarıyla, elektronik istihbaratla, uzaydan görüntüleriyle…

Yeni Haçlı Seferine 2001 de başlandı; ilk hedef ülke Afganistan idi… Hiçbir zaman bulamayacakları birilerini aramak bahanesiyle Afganistan’ı işgal etmeye başladılar… İşgal işin “İkiz Kuleler” bahane olarak sunulmuştu…

Pentagonun üçüncü katına uçak saldırısı olmuştu güya…

Hâlbuki pentagonun tamamı zaten üç kattı… Eğer üçüncü kata uçak vurmuş olsaydı çevresindeki ağaçlarında zarar görmesi gerekirdi… Tek ağaç bile zarar görmemiş… Nasıl saldırı bu? Ha… Yakınında bir şey patlamış; patlayan şeyin de enkazı anında yok edilmiş; uçaksa neden enkazı yok ediliyor? Neyse geçelim…

Duruma Irak’la devam ettiler…

Sebep, Saddam’ın nükleer bombaları var diye…

İşgal edildi, bulundu mu böyle bir şey?!

Irak beklediklerinden çok farklı sonuç verdi…

Vietnam’da olduğu gibi bataklığa saplandılar, trilyon dolar kaybettiler Irak’ta… Bunun karşılığını petrol kuyularına el koyarak neyi ne için alacaklarını gösterdiler…

**

Küresel emperyalizm doymuyordu; yeni işgaller gerekiyordu sömürmek için…

İşgal olmadan sömürü devam edemezdi…

Şimdilerde Afrika’nın kuzeyinde yeni bir plan uygulanıyordu…

“Afrika Baharı” adıyla anılan operasyonun hedefinde sınırları değiştirilecek belli ülkeler vardı…

Bunun için de oralardaki “baskıcı rejim” bahane edilerek halk kışkırtılacak, baskı altındaki gruplar ayartılacaktı…

Bu işlem kolaylıkla başarıldı Sorosçu uşaklar tarafından.

Hedefte sadece bu Kuzey Afrika ülkeleri yoktu, sıraya konulmuştu; nihai hedef Orta Doğu idi, bu bölgenin yeniden düzenlenmesine karar verilmişti…

Küresel emperyalizmin patronları bir harita çizdiler masa başında; paylaşılıp sömürülecek ülkelere karar verdiler…

Tunus, Yemen, Bahreyn, Mısır derken Libya…

Libya’nın dışındakiler hemen “teslim” bayrağını çektiler… Küresel baronlar ne istiyordu, ne yapılmasını istiyorlarsa yaptılar buralardaki diktatörler…

Şimdilerde o ülkelerin yeraltı kaynakları büyük şirketler arasında paylaşılmakta…

Libya direnmeye çalışıyor emperyal baronlara...

**

Sıra kimde?

Sıra şimdi Suriye’de mi?

Ardında İran ve Türkiye mi var?

Türkiye’yi en son hedef olarak belirledikleri belli, şimdilik Türkiye’yi amaçları için “kullanmak” en uygun rol modeli verdikleri belli oluyor…

Türkiye’deki siyasi irade aracıyla bu rolün yapılması için tüm destekler var…

Allah var; Türkiye de görevini (!) iyi yapıyor…

Nasıl mı?

Düne kadar Türkiye ile “dost” olan, “kanka” olan Libya ve onun lideri Muammer Kaddafi’nin çocuklarını ve torunlarını öldüren bomlar, Türkiye’den sevk ve idare ediliyor…

Ne mi yapılıyor?

Emperyalistlere “paranda” olunuyor…

Önce; “NATO’nun ne işi var Libya’da” diyecek başbakan…

Ardından NATO karargâhının İzmir’de kurulmasına izin veriliyor… Bu nasıl iş?…

Türkiye, Kuzey Afrika kıyılarında SG ve TOMA Füzelerine destek için savaş gemilerini yollamış…

Füzeler Libya’ya çevrilmiş durumda…

Türkiye, bu füzelerin hedefine ulaşması için gayret gösteriyor… Bu nasıl iş?…

Libya kıyılarında ABD ve AB korumacılığını yapıyor…

İzmir, NATO bombalama merkezi haline getiriliyor…

Bu nasıl iş?…

**

Düne kadar “kardeş ve dost” olan Beşar Esat şimdilerde “tu kaka” oluverdi birden… Hemen çekilmesi için telkinler yapılmakta ve elçiler gönderilmekte…

Aynı şeyler Mısır’da Hüsnü Mübarek için de yapılmıştı…

Şimdilerde Arap ülkelerinde şu kanaat yaygın; “Türkiye’den dost olmaz, ABD’nin güdümünde hareket ediyor…” diye basında yayınlar yapılmakta… Bu nasıl iş?…

**

Yeni Haçlı seferleri

Bush Afganistan’a girerken “Haçlı seferindeyiz” demişti, yıl 2001…

Sadece 2 yıl sonra, 19 Mart 2003 de;

Irak, “…halkını kurtarmak” bahanesiyle işgal edildi…

8 yıl sonra, aynı gün 19 Mart 2011 de Obama aynı sözü söyledi “Haçlı seferindeyiz” diye…

Güya Libya halkını savunmak bahanesiyle küresel baronlar Paris’te Elize Sarayında toplandılar, toplantının adı da: “Libya Halkıyla Dayanışma Toplantısı” idi…

Böyle açıklama yapıldı…

Sonuç bildirisinde; “Libya’daki sivil halkı korumak için tüm önlemler alınacaktır.”

Peki, neden Libya Halkı bu kadar önemli?

Neden Gazze’deki, Filistin’deki ölen çocuklar önemli değil bu küresel sömürücüler için?

Güldürmeyin beyler, bayanlar beni, “sivil halk” öyle mi?!

Gazze’de, Irak’ta binlerce çocuk ölürken nerdeydiniz?

Onlar sivil halk değil miydi?!

İsrail Gazze’ye misket bombalarını atarken kavrulan insanlar sivil değil miydi?

Yoksa bilmediğimiz “uzaylı” askerlerden oluşmuş Gazze’nin ordusu mu var?

**

İşgale kılıf hazırlamak…

İşgal edilecek ülkeye saldırmak için önce bazı ön şartlar oluşturulur. Saldırıya kılıf hazırlamak için bahane bulunur ya da yaratılır… Vurmak için bir ülkeyi, uydurulmuş bir terim var; “uluslar arası meşruiyet”…

Ne demektir bu?

Emperyalistlerin isteklerine ve menfaatlerine uygun olan ne varsa o demektir…

Bizleri soyup soğana çeviren Küresel Çeteciliktir…

Herkes adına karar veren ve tepede olan, sayıları az etkileri fazla bir azınlıktan bahis ediliyor…

**

Kimlerdir bunlar?

“Uluslar arası camia” diye söylenen şey…

Ne yapar bunlar?

Bu uluslar arası camia dedikleri bakınız neleri yapıyormuş;

*Sömürmek istedikleri ülkeleri önce parçalara ayırırlar…

*Ülkelerin kaynaklarını bölüşürler…

*Sömürürler…

*Karşı geleni terbiye için Yeni Haçlı Seferleri düzenlerler…

*Kendilerine itaat edecek bir yönetim kadrosunu hazırlarlar…

*Sonuçta yerüstü ve altı zenginliklerini sömürmeye başlarlar.

İşte bu “uluslararası camianın” verdiği karar sonucu oluşan durumdur…

**

Ölen ölür…

Korunacağı söylenen sivil “halktan ölen ölür, kalan ekonomik kaynaklar bizimdir” yeter emperyal baronlara, onları paylaşırlar…

Bunun adı da “uluslararası meşruiyettir…”

Meşruiyetin anlamı, emperyalizmin çıkarları neyi emrediyorsa onu yapmak demektir…

Petroller, yeraltı cevher ocakları, akarsular, boğaz suyolları, hava sahaları, deniz kıta sahanlıkları kontrol altında tutulur, gelirleri uluslar arası patronların kasasına yönlendirilir…

**

BM kararları…

BM ve NATO kararları, küresel sömürücü bu patronların çıkarları doğrultusunda kararlar alır ve uygularlar…

İşte bunun adı da “uluslar arası camianın kararı” olur…

Bir ülkede, bir grup tehdit altındaymış gibi alt yapı hazırlanır, medya aracılığıyla birileri hedefe konulur, sürekli yayınlarla insanlar inandırılır, beyin yıkaması yapılır…

Tehdit altında olduğu belirlenen grubun “haklarını korumak” için devreye emperyal baronlar girer.

Küresel baronlarla ilişkileri vardır bu tehdit alan grupların… Önce oraya iyi niyet elçileri gönderilir, ardından ambargo söylemleri başlar, yaptırımlar…

Sonra karar verilir bombalanır, tahrip edilir…

Önce tahrip ederler sonra da “imar” için oraya gidip sömürürler…

Sonuç…

Küresel emperyalizmin Afrika’daki değişik ülkeler için harcadığı miktar 3,5 trilyon civarında…

Bahane olarak “El Kaide” gösterilerek Afganistan işgal edildi… İkiz kuleler bahane edilerek Afganistan’da çok kalınacağı kesin… Yetkilisinden tapu gibi itiraf var; “Afganistan’da hiçbir zaman bulamayacağımız birilerini aramaya gideceğiz” diyen Pentagon yetkilileri…

Saddam’ın olmayan nükleer bombaları bahane gösterilerek Irak işgal edildi ve bölündü…

Yalanlarla, medya yayınlarıyla halkın beyni yıkandı…

Sürekli aynı yerler tehdit edilebilir…

Şimdi sıra Suriye’de; eğer karışıklık dinmezse mezhep çatışması olur ve tüm sınır komşuları da karışır…

Başta Türkiye, Lübnan, İran ve İsrail etkilenir…

Haçlı seferleri gelir kapımıza dayanır…

İşte size hayatın gerçeklerinden birkaç kesit…

Bunlar komplo teorileri değil olanın tespitidir…