14.4 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1105

İncir Ağacı

Sonsuza kadar sürecek olan bir döngüdür mevsimler. Her mevsim emsalsiz güzelliklere sahiptir. Kendine özgü çiçekleriyle, meyveleriyle yaşantımızı renklendirirler.

Köyden kente ağaçlar, her mevsimin güzelliğine güzellik katarlar. Ağaçlar gövdeleriyle, meyveleriyle, gölgeleriyle anılarımızın önemli simgeleridirler.

İki ağaç biraz farklıdır diğerlerinden, başlarına buyrukturlar. Biri incir ağacıdır. Güzelim bahçeyi, tarlayı bırakıp, taşların duvarların arasından kıyısından fışkırırlar. Diğeri de nerede çıkacağına kendi karar veren, taşlık, mezbelelik ve bakımsız kuytularda boy gösteren çakal eriği ağacıdır.

Yazının başlığı incir ağacına gelince, ezelden beri bilinen dört beş ağaçtan biridir. Bunlardan biri de elma ağacıdır.

İncir üç büyük semavi dinin de kutsadığı cennet ağacıdır. İncir, elmanın yoldan çıkardığı Havva ve O’nun da suça sürüklediği Adem’in cennetten kovulduklarında yapraklarıyla  onların edep yerlerinin örtüsü olmuştur.

İncirin anavatanı Anadolu’dur tarih boyunca incirle ilgili pek çok yazıt, belge ve hikâye vardır.

Mısır’ın fettan kraliçesi Kleopatra’nın en gözde meyvesi incirmiş. Muğla ilimiz dolaylarında Mısır’a gönderilen incirlerin değeri çok yüksekmiş. Bu özel incir sepetinden çıkan yılan kraliçenin yaşamına son vermiş.

İncirin kalsiyum, demir, magnezyum, fosfor, B grubu vitaminleriyle A ve C vitamini içermesi nedeniyle eski Yunan’da atletlere ve savaşçılara verildiği bilinmektedir.

İncirin uzmanlara göre günümüzde yediyüzelli çeşidi bilinmektedir. Eskiden hemen her evin bahçesinde bir incir ağacı bulunurdu. Ancak ağaç, evin en uzak köşesinde olmasına özen gösterilirdi. Çünkü, incir ağacının kökleri çok güçlü ve yayılmacı bir karaktere sahip olduğundan evler için tehlike oluştururdu. Onun için halk, ocağına incir ağacı dikilmesi diye bir sözü kullanır olmuştur.

Günümüz Türkiye’sinde özellikle kurutmalık sarı incir (sarı lop) çok önemli bir ihracat (dış satım) kaynağıdır. Bu tür incir Ege bölgesinde yetişmektedir. Türkiye, dünya kuru incir piyasasının oluşmasında en önde gelen ülkelerden biridir.

Çeşitli uzmanlara göre, İncirin diğer bir özelliği ise, vücudu yıpratan önemli hastalıklardan sonra hızlı şekilde hastanın  iyileşmesine yardımcı olmasıdır.  İnsana güç ve kuvvet veren bir meyve olan incir fiziksel ve zihinsel açıdan da  vücuda, fayda,  enerji ve güç sağlar.  Ayrıca incir, astım, öksürük ve soğuk algınlığı gibi durumlarda da tedaviye yardımcı olarak önerilmektedir.

Adem ile Havva’ya  ilk günahı işleten   elma ile ilgili düşünceleri de aktarabilmek ümidiyle  inciri, ayvası,  narı, elması, armudu ve kestanesiyle renklenen, tadlanan mutlu zamanlar dilerim…

 

Dinler Arası Diyalog

Dinler arası diyalogun bütün insanları döndürme ve Hıristiyanlaştırma olduğu bizzat Vatikan kaynaklarına göre ortaya çıkmaktadır. Dinlerin eşitliği aralarındaki farkların ayrıntı olduğu iddiaları maksatlıdır. Yüce Peygamberimizin son Peygamber İslam dininin de son din olduğunu kabul etmeyenlerle neyin diyalogunu yapacaksınız. Müslümanlar kutsal kitaplarında peygamberimizden önce gelen bütün peygamberlere inanırlar ve onların  varlığını kabul ederler.

Ancak yüce Allah tarafından önce Musevilik sonrada Hıristiyanlık devrini tamamladığı için son peygamber olarak Hz. Muhammet gönderilmiş ve kendisine son kitap Kuran-ı Kerim indirilmiştir. Bundan sonra başka peygamber ve kitap gelmeyeceğine göre diyalog olması için Musevilerin ve Hıristiyanların Allahın emri olan bu gerçeği kabul etmeleri gerekmektedir. Yani Musevilik ve Tevrat, Hıristiyanlık ve İncil Allah tarafından kaldırılmış, yerine hakdin İslam dini ve onun kitabı Kuran-ı Kerim gönderilmiştir.

Türk Milletini Avrupalıların esiri, Hıristiyan ve Yahudilerin kölesi yapmak istiyorlar. Avrupa Birliğine girebilmek için dinler arası diyalog adı altında İslami değerleri ve İslami hiçe sayarak BELEKTE HAVRA KİLİSE ve CAMİ yaptırıldı. Açılışa Sayın Başbakanımız katıldı.

Avrupa medeniyeti Hıristiyan medeniyeti diye bir medeniyet yoktur. Yalnız bir Yahudi serveti vardır. Bankalara ve keselere sahip olan Yahudiler, medyasıyla fakirlere hükmeden, ticaretiyle dünyayı giydiren onlar, dünyayı yediren onlar, harp eden, sulh yapan onlar, ağlatan güldüren onlar, hatta sessizce dünyayı döndüren onlar.

Dinler arası diyalog bahanesiyle artık Türkiye’de Museviler ve Hıristiyanlar misyonerlik faaliyetlerini çok rahat sürdürebiliyorlar. İstedikleri yerde kimseye sormadan, izin almadan ibadetlerini yapabiliyorlar. Dini kıyafetleriyle dolaşıyorlar. Artık işi daha da ileri götürüp Anadolu’nun değişik yerlerinde camilere girip ayin yapıyorlar. Kimse bunlara karışmıyor. Laiklik elden gitti diyemiyorlar. Yoksa laiklik sadece Müslümanlar için mi geçerlidir. Papaz Barthotosneos ekumenliğini ilan etti. Kimse bu papaza hesap sormadığı gibi bazı çevrelerce de alkışlandı.

Belekteki Cami, Kilise ve Havranın din adamları hiç cemaatleri olmadığı için kendi aralarında sohbet ederek vakit geçiriyorlarmış. OFLU hoca diğerlerine bir teklifte bulunmuş biz kendi aramızda bir diyalog kurduk ancak Allah’a yakınlığımızı da ispat edelim demiş. Papaz ve Hahambaşı da nasıl olacağını sormuşlar. Oflu hocada siz Amerika’ya yakınsınız onun koruması altındasınız. Hepimiz için 100’er bin dolar isteyin Amerika bu parayı gönderince paranın ne kadarını Allah için vereceğimizi ispat edelim demiş Amerika’dan para istenmiş ve 300 bin dolar gelmiş OFLU hoca papaza ” yüzbin Doları al ve Allaha ne kadar vereceğini ispatla demiş. Papaz 100 bin doları almış ve ” ben büyük bir çukur kazar içerisine girerim. Yüzbin Doları havaya atarım çukur içerisine düşenler benim dışarıda kalanlar Allahın olsun” demiş. Papaz Dolarları havaya atmış, paralar çukur içerisine düşmüş. Ancak 5- 10 Dolar dışarıda kalmış. OFLU hoca Hahambaşına dönmüş şimdi sen Allah’a ne kadar dolar vereceksin ispatla demiş. Hahambaşıda bir çizgi çizmiş ve tam ortasında durmuş ” ben bu paraları havaya atarım çizginin üzerinde kalanlar Allah’ın gerisi benim” demiş. Çizgi çok ince çizildiği için 3-5 Dolar çizginin üzerinde kalmış. Gerisini Hahambaşı almış. OFLU hocada yüzbin Doları almış Papaz ve Hahambaşına dönerek ” Allahın hikmetinden sual olunmaz, ben paraları havaya atarım yüce Allah istediği kadarını alır yere düşünler bana kalır” demiş.  

Kesinlikle alınmayacağımız Avrupa Birliği için verilen tavizler Türk insanının diniyle ve inançlarıyla alay etme noktasına gelmişler. Bu tavizleri verenler artık uyanmaya başlamış, Avrupa Birliğinin bizi kabul etmeyeceğinin farkına varmışlardır.  

Yüce Allah yöneticilerimize Oflu hoca kadar uyanık olmayı nasip etsin.

Sıcak Ramazan Aylarındaki Soğuk Tehlike

0

Ramazan ayının yazın en sıcak ve  uzun günlerine rastlaması sonucu doğal olarak insanlarda açlık, daha şiddetli de susuzluk ve hararet oluşuyor. Bu duygu ile bilhassa iftarda yemeklerin yanında soğuk içecekler çok tüketiliyor. Tıp asitli içeceklerin kullanılmamasını, su dahil hiç bir içeceğin soğuk içilmemesini tavsiye etse de; insanlarımız sıcağın verdiği hararetle bu tavsiyelere aldırmadan yemek arası ve sonrası soğuk içecekleri çok fazla tüketiyor.

Sıcak yiyeceklerle soğuk içeceği  karıştırmanın diş sağlığı açısından da çok büyük mahzuru var. Nasıl ki bir cam parçasını ateş üstünde ısıtıp sıcak olarak soğuk su altına tuttuğunuzda cam çatlıyorsa; aynı şekilde diş minelerimizde sıcak yiyecekleri çiğnerken ısınıyor, hemen soğuk içecek alınırsa ani temasla mine çatlıyor ve oradan da çürümeye başlıyor. Porselen diş kaplamaları da böyle durumlardan aynı şekilde etkilenip, çatlayıp yerinden atıyor.

Yiyecek ve içecek olarak sıcak ile soğuk olanı hemen arka arkaya almamalıyız. Sağlığımız için en uygunu içecekleri ılık tüketmek, hiç olmazsa normal  ortamda bekletilmiş içecekleri tüketmek. Eğer sıcak yiyeceğin yanında soğutulmuş içecek veya yiyecek de alınıyorsa, arada biraz beklenmeli ki ağız içimiz normal ısısına yaklaşsın. Ramazanla birlikte ön dişlerde mine çatlaması veya diş kaplama şeklindeki protezlerin kırılma vakaları artınca bu açıklama zaruri oldu.

İlahiyatçı ve Hukukçu, İstanbul Eski Milletvekili İhsan TOKSARI İle İslam’ın Temel Meselelerini Konuştuk

 

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam! Sizinle idrak etmekte olduğumuz mübârek Ramazan ayı vesilesiyle, İslam’ın temel meselelerini konuşalım istiyorum. Temel meselelere, İslam’ın kaynaklarından başlayalım.

İhsan TOKSARI: Allah Teala (cc) şöyle buyuruyor:
‘Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen için Kitab’ı (Kur’an’ı) gerçekten biz gönderdik.’ (Nisâ Suresi, Âyet: 104)
O halde İslam’ın birinci kaynağı Kur’dan-ı Kerim’dir.
Kur’an, Allah (cc) tarafından Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav)’e vahiy yoluyla gönderilmiş Allah kelamının toplamıdır.
Tariften anlaşıldığı gibi, Kur’an-ı Kerim, vahiy yoluyla Peygamberimize gönderilmiştir. Vahiy geldiğinde Allah Rasulü’nün etrafıyla münâsebeti kesilir. En soğuk günde bile olsa, buram buram terler, etrafı ile hiç konuşmazdı. Vahyi getiren gittiğinde, kendisine bildirileni asla unutmazdı. Hemen, vahiy kâtiplerine yazdırırdı. Gelen âyetlerin Kur’an’da hangi sureye, nereye yazılacağını Allah Rasulü tâyin ederdi.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Peygamber Efendimizin okuma yazma bilmediği biliniyor. Bu durumun bir hikmeti, sebebi olsa gerek

İhsan TOKSARI: Elbette. Eğer Peygamberimiz okuma yazma bilseydi, ‘başka insanlardan aldı’ denirdi. Böyle iftiralara meydan vermemek için Allah (cc), Peygamberi’ne, okuma, yazmayı öğrenme imkânı vermemiştir. Ankebut suresi 48. âyette Allah, söyle buyuruyor: ‘Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı.’

Allah tarafından gönderilen âyetler taşlara, düz ağaç parçalarına, derilere, papürüs kağıtlara yazılıyor, hâfızlar ezberliyor, isteyenlere vahiy kâtipleri yazıp veriyordu. Her Ramazanda Peygamberimiz ve Cebrail camide dinleyenlerin huzurunda o zamana kadar indirilen âyetler Ramazan’da mukabele şeklinde okunuyordu.  Ancak; Peygamberimiz yaşadığı müddetçe yeni âyetler geleceğinden bu âyetler, iki kap (kapak) arasına alınmamıştı. Peygamberimizin vefatından kısa bir müddet sonra yalancı peygamberlerle savaşırken yetmiş kadar hâfızın şehid olması üzerine Hz. Ömer (ra), Kur’an-ı Kerim yazılı yaprakları toplatılıp iki kap (kapak) arasına alınmasını, ileride zayi olacağından korktuğunu beyan etti. Halife Hz. Ebu Bekir’de kabul etti. Yüzlere hâfızın ezberinde vahiy kâtiplerinde yazılı olduğu halde her âyeti Peygamberimiz’in huzurunda vahiy kâtiplerinden yazdırıp aldıklarına dair iki şahid getirmeleri istendi.

On binleri geçen şahidler, hâfızlar, vahiy kâtiplerin huzurunda esasen yazılı fakat iki kap arasında olmayan Kur’an-ı Kerim, iki kap arasına alınmış ve Hz. Ebu Bekir’e, O’nun vefatı üzerinde Hz. Ömer’e ve O’nun da vefatı üzerine Hz. Hafsa (ra)’ya geçmişti. Hz. Osman (ra) bunu tensih ederek, çoğaltarak çeşitli büyük İslam şehirlerine göndermişti.
Dünya tarihinde Kur’an’ın iki kap arasına alınmasında ve korunmasında gösterilen ihtimam, hiçbir dinî kitaba gösterilmemiştir. Asırlar boyunca yüzbinlerce hâfız Kur’an’ı ezberlemişlerdir. Bugün milyonlarca hâfız vardır. Bir oturuşta Kur’an-ı Kerim’i baştan sonuna kadar hiç hata yapmaksızın okuyan hâfızlarımız vardır.

Yüce Allah şöyle buyurdu: ‘Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik, elbette O’nu biz koruyacağız.’ (Hicr suresi 9. âyet) Yüce Allah, Kur’an’ı koruyacağına ait bu âyette garanti vermektedir. Ama gökten melekler göndererek değil, Kur’an’ı hıfzeden, korunması için gayret gösteren mü’minler sebebiyle olmaktadır. İşte bunun içindir ki bizim ecdadımız, Şeyhü’l İslamlığa bağlı ‘Mushafları inceleme heyeti’ adında bir müessese kurmuşlardır. İslam âleminde basılan her Kur’an’ın, bu heyetin tetkikinden geçirilmesi ve ‘doğrudur’ kararı verilmeden basılmaması emredilmiştir.

Cumhuriyet kurulduktan sonra da bu müessese, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde korunmuştur. İşte ecdadımızın bu hassasiyeti, Kur’an’ı hıfzedenlerin çokluğu ve Yüce Allah’ın garantisiyle bu zamana kadar hiçbir kelimesi değişmeden günümüze kadar gelmiştir.
Oğuz ÇETİNOĞLU: İslam’ın birinci ve en önemli temel kaynağı Kur’an-ı Kerim vahiy yoluyla geldi, yazıldı ve değiştirilmeden günümüze kadar geldi.
Teşekkür ederim Hocam. İkinci kaynağa geçebilir miyiz?

İhsan TOKSARI: İslam’ın ikinci kaynağı sünnettir. Zamanımızda aydın geçinen veya aydın geçinenlere yaranmak isteyen kimseler, İslamî kaynakları çok yanlış yorumlara tabi tutuyorlar. Bunlara en cazip gelen yorum da şudur:
‘Kur’an, Allah kelamıdır. Kuru, yaş ne varsa Orada hepsi vardır. O halde Kur’an bize yeter. Kur’an’da olmayan hiçbir emri kabul etmeyiz. Peygamberin hadisleri, müctehidlerin mezhepleri bizi bağlamaz.’ Derler. Arapça’yı öğrenip İslamî kaynakları incelemeyenlere bu görüş çok cazip (çekici) gelmektedir. Bu görüşte olanlar, peygamberimizin hadislerini reddederler, mezhep imamlarını kabul etmezler. Halbuki bunlar, Kur’an’ın içindeki esasları bilseler, hatta Kur’an meallerini iyice inceleseler, Peygamberimize itaati, O’nun talimatı dairesinde yani Allah’ın emri çerçevesinde olduğunu anlarlar. İşte Yüce Allah’ın buyruğu: ‘Kim Rasul’e (Muhammed’e) itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.’ (Nisâ suresi, 80. âyet)
Her Allah’ı seven Yüce Peygamberimiz’e tabi olmak mecburiyetindedir. (Rasulüm) de ki:
‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’ (Âl-i İmran suresi, 31. âyet)

Kur’an’a, Allah’a inanıyorsa Allah Rasulü Muhammed (sav)’in verdiğini (emirlerini) alacak, yasak ettiğinden de kaçınacak. ‘Rasulün (Hz. Muhammed’in) verdiğini (emir ve atıyyeleri) alınız. Size neyi yasak ediyorsa sakınınız.’ (Saff suresi, 9. âyet)
Bu âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre Peygamberimize itaat etmeyi ona tabi olmayı ve her emrettiğini yapmayı bize Yüce Allah bildirmiştir. Peygamberimiz zaten kendiliğinden hiçbir cümle uydurmamış, Allah O’na ne bildirmiş ise onu beyan etmiştir.
Hadislerin toplanmasında gösterilen titizliği bilselerdi, yüce Peygamberimizin hadislerine asla itiraz etmezlerdi.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hadislerin nasıl toplandığı hakkında bilgi lütfeder misiniz?

İhsan TOKSARI: Hadislerin sıhhat derecesini tespit edebilmek için gösterilen titizlik dünyada eşi görülmemiş olaydır. Her hadisin sıhhat derecesini tespit için aylar, yıllar sarf edilmiş; sahih hadis ile sahih olmayan hadisler ayırt edilmiştir. Ayrıca hadisleri Peygamberimizden nakleden şahısların her türlü hareketlerini tespit etmişlerdir. Tarihte ilk defa ilim ve söz nakledenler için bir ilim dalı meydana gelmiştir. Bu ilim dalı,  ‘ilm-i nakd-i rical / insanların ilim ve hadis nakletme ilmi’ olarak adlandırılır.
Şunu kesin olarak bilmeliyiz ki Kur’an’ı en iyi bilen Peygamberimizdir. Kur’an’ın en büyük tefsiri de Peygamberimizin mübârek hadisleridir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: İslam’ın ikinci kaynağı olan sünneti kısaca nasıl târif etmek gerekir?

İhsan TOKSARI: Peygamberimiz (sav)’in sözü, hareketi ve huzurunda yapılıp da itiraz etmediği takrir, sünneti meydana getirir. Böylece üç türlü sünnet meydana gelir: Kavlî sünnet, fiilî sünnet, takrirî sünnet.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Bunları açıklar mısınız Hocam?

İhsan TOKSARI: Kavlî sünnet: Peygamberimiz (sav)’in sözleri, emirleri, öğütleridir.
Fiilî sünnet: Peygamberimiz (sav)’in hâl ve hareketleridir.
Takrirî sünnet: Peygamberimiz (sav)’in huzurunda başka birisi bir söz söyler veyahut bir hareket yapar, Allah Rasulü itiraz etmezse, kabullenmiş sayılır. Buna da takrirî sünnet denir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Peygamberimizin sünnetlerini kabul etmeyenlerin durumu nedir?

İhsan TOKSARI: Allah Rasulü’nün sünnetini kabul etmeyenler ya İslam’ı bilmiyorlar veyahut kasten İslam’ı bozmak isteyenlerdir. Peygamberimiz bize bildirmese Kelime-i Şehadet’ten sonra gelen namaz, daha sonra gelen zekâtı nasıl vereceğimizi bilemezdik. Cenabı Hak, Kur’an’da birçok ayetlerde namazı emreder fakat nasıl kılınacağını, şekillerini bildirmez. İşte nasıl kılınacağını, şekillerini bize Allah Rasulü (sav) bildirmiştir. O’na da Allah’ın emri ile Cebrail (as) tatbikatı ile bildirmiştir. Allah Rasulü (sav) namazı öğrendiği gibi kılmasaydı biz namazı nasıl kılacaktık? O öğrendiği gibi kıldı, biz de O’ndan gördüğümüz şekilde kılıyoruz. Çünkü Peygamberimiz şöyle buyurdu: ‘Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız.’

Yine Kur’an-ı Kerim’de Allah (cc) beş vakit namazı emrediyor. Fakat her vakitte kaç rekât namaz kılacağımızı bildirmiyor. Sabah iki, öğle dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört rekât farz olduğunu bildiren ve tatbik eden âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamberimiz’dir.

Yine Kur’an-ı Kerim’de Allah (cc) zekât verilmesini emrediyor ancak miktarlarını bildirmeyi Peygamberimize bırakmıştır. Peygamber altın, gümüş, deve, koyun, sığır ve diğerlerin de miktarlarını bildirmiştir. Hülasa, Allah Rasulü’nün hadislerini, sünnetlerini kabul etmeyen ne namaz kılabilir, ne de zekât verebilir! Hatta Kur’an da Allah, rükû, secde gibi amelleri emrediyor ancak namazda bunları nasıl yapacağımızı bildirmiyor. Bunu bildiren tatbikatıyla bize gösteren yine Yüce Peygamberimiz (sav)’dir.

Aslında Peygamberimiz gezen, dolaşan, yaşayan canlı Kur’an’dı. Çünkü Kur’an’daki Allah emirlerinin, insanlara canlı olarak gösterilmesi gerekiyordu. Böylece ilahî emirler yüce Peygamberin tatbikatında tecessüm etmişti. Nitekim tabiinden (ashabı gören, peygamberi görmeyen) birkaç Müslüman, Hz. Aişe (ra)’ye sordular. Ey Allah Rasulü’nün hanımı, mü’minlerin annesi, biz peygamberimizi görme şerefine nail olamadık. Peygamberimizin ahvali nasıldı? Bize anlatır mısınız? Hz. Aişe (ra) şöyle buyurdu: ‘Siz Kur’an’ı okumuyor musunuz? O’nun ahvali, ahlakı Kur’an’ın ta kendisi idi. Dolaşan, yaşayan canlı Kur’an idi.’

Oğuz ÇETİNOĞLU: Kur’an dışında kaynak kabul etmeyen kimselerden bir kısmı da hadislere inanmayışlarının gerekçesi olarak hadislerin, Peygamberimiz (sav)’in zamanında yazılmamasını gösteriyorlar.

İhsan TOKSARI: Evet, Allah Rasulü’nün hadisleri, Peygamberimizin yaşadığı müddetçe yazılmadığı doğrudur. Çünkü Kur’an ile karışmasın diye bizzat Peygamberimiz hadislerinin yazılmamasını emretmiştir. Ancak Abdullah b. Amr el-As (ra) gibi birkaç şahsın yazmasına müsaade etmişti. Ancak Peygamberimizin vefatından kısa bir müddet sonra toplanmaya başlanmıştır. Nakleden şahıslar ve hadisler metinlerinin sıhhat derecesi için gösterilen hassasiyet dünyada, Kur’an-ı Kerim dışında  hiçbir esere gösterilmemiştir. İcabında tek bir hadisin sıhhatini temin için seneler harcanmıştır. Peygamberimizin arkadaşları (ashabı) Allah Rasulü’nün her türlü söz ve hareketlerini tespit ediyorlardı. Nasıl namaz kıldığını, nasıl abdest aldığını ve insanlara karşı davranışlarını tespit ediyorlardı.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Konuya şüpheyle bakanlar için Peygamberimiz Efendimizin hareketlerini tespit ederken gösterilen titizliği bir örnekle anlatmanız mümkün olur mu?
İhsan TOKSARI: Abdullah b. Ömer (ra) Peygamberimizin her hareketini tespit edenlerdendi. En küçük detayları bile… Peygamberimizle beraber hacca gitmişti. Bütün incelikleri öğrenmişti. Seneler sonra hacca giderken bir mevkiye gelince döndü. Geriye baktı. Yanındakiler niçin böyle yaptığını sordular. O da ‘Allah Rasulü (sav) buraya gelince döndü. Geriye baktı. Ben de Yüce Rasule ittibaen böyle yaptım’ dedi.

Yine Abdullah b. Ömer (ra) hacca giderken yolda bir ağacın yanına gelince şöyle dedi: ‘Durun, bu ağacın altında uyuklayacağım. Çünkü Allah Rasulü (sav) bu ağacın altında uyuklamıştı.’

Peygamberimizin mübârek arkadaşları, bu hassasiyeti gösterdiği gibi tabiîn (ashabı gören (Müslümanlar) ve tebe-i tabiîn (ashabı göremeyip, tabiîni gören) de bu hassasiyeti göstermişti.
Esasen Peygamberimiz’in vefatı ile hadislerinin yazılması sırasında, hadis olduğu söylenen sözler, üç dört kişinin belgi süzgecinden geçirilirdi. Bu üç-dört zatın hayatı incelenirdi. Bunlar hayatlarında bir defa yalan söylemişlerse, bu zincirde bulunanlardan birisinde fısk u fücur varsa, unutkanlık varsa, ahlakında bozukluk varsa onların rivâyetleri muteber değildi. İnsanları aldatan kimselerden hadis alınmadığı gibi hayvanları aldatan kimselerden bile hadis alınmazdı.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Muteber hadisleri toplayan âlimlerden de söz eder misiniz Hocam?
İhsan TOKSARI: İslam dünyasında en muteber hadisleri toplayan İmam-ı Buharî’nin (Sahih-i Buharî) kitabıdır. Bu kitabı hazırlamak için yirmi sene uğraşmıştır. Bu kitapta mükerrer sekiz bin hadis bulunmaktadır. Her hadis için aylarını, yıllarını vermişti. Maddî bakımdan sıhhatini tetkikten sonra her hadisi kitabına almadan önce iki rekât istihare namazı kılar; manen Allah Rasulü ile irtibat kurar, tasdikini alır, ondan sonra kitabına alırdı.
Sahih-i Buharî’den sonra Sahih-i Müslim, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Neseî, Sünen-i İbni Mâce de böyle titizlikle hazırlamıştır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hadislerin sıhhat derecesine göre sınıflandırılması nasıl?

İhsan TOKSARI: Sahih, hasen, zayıf olarak derece verilmiştir. Uydurma hadislere ‘mevzu’ denmiş ayrı kitaplara yazılarak Müslümanlar ikaz edilmiştir. Bu suretle İslam’ın esasları korunmuştur.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hadisler aynı zamanda ‘Kur’an-ı Kerim’in en mükemmel tefsiri’ olarak kabul ediliyor

İhsan TOKSARI: Evet! Çünkü Kur’an’ın bir kısım âyetleri kısadır. İzaha ihtiyacı vardır. En güzel tefsir eden de yüce Peygamberimizin hadisleridir.
Peygamberimiz (sav), Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali tâyin etti ve sordu:
– Bu görevini yaparken ne ile hükmedeceksin?
Muaz (ra) şöyle dedi:
– Allah’ın kelamı Kur’an ile.
– Onda bulamazsan?
– Senin sünnetinle.
– Onda da bulamazsan?
– (Kur’an ve Sünnete uygun) reyimle.
Allah Rasulü şöyle buyurdu:
-Rasulün rasulünü (benim elçimi) muvaffak kılan Allah’a hamdolsun.

Oğuz ÇETİNOĞLU: İslam’ın üçüncü kaynağına gelmiş olmalıyız…
İhsan TOKSARI:
İslam’ın üçüncü kaynağı İcma’dır. İcma; Bir devirdeki İslam âlimlerinin bir konuda ittifak etmeleridir. Fikir, rey birliği yapmalarıdır. Bazı konularda Kur’an ve hadiste açıklık olmayabilir. O konuda açık bir hüküm olmayabilir. İşte böyle durumlarda İslam âlimleri, Kur’an ve hadis felsefesine ters düşmeyecek bir hükümde ittifak eder, birleşirse buna ‘İcma’ denir. En büyük icma da, ashabın icmaıdır. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve İbni Mes’ud gibi ashabın ileri gelenleri bir konuda birleşmişlerse, buna kimsenin itiraz hakkı yoktur. Çünkü İslam’ı, bizzat kaynağından, Allah Rasulü’nden öğrenmişlerdi. Allah Rasulü’nün nuru ile nurlanmışlardı. Bu seçkin Müslümanların hataları, eksikleri olmuşsa, Allah Rasulü tarafından düzeltilip kemale erdirilmişti. Yüce Allah’ın kemale erdirdiği Peygamberimiz, onları kemale erdirmişti.

Allah Rasulü’nün terbiye tezgâhından geçen ashab (ra), insanlar arasında peygamberden sonra en yüksek dereceye ulaşmışlardır. Fikirde, idrakte zirveye çıkmışlardı. Her biri dünyayı aydınlatacak şuura, fikre sahipti. Bunların bir araya gelip hatâda birleşmeleri imkânsızdı.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Galiba dördüncü kaynağa geldik…
İhsan TOKSARI: Evet! Dördüncü kaynak, ‘Kıyas’ olarak isimlendiriliyor. Kıyasın lügat manası ölçmek, karşılaştırmak mukayese etmektir. Şer’î manası: Kur’an, sünnet ve icmada bulunmayan meseleler konusunda Kur’an ve sünnetle mukayese ederek yeni hüküm çıkarmaktır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Birkaç örnek verebilir misiniz Hocam?

İhsan TOKSARI: Kur’an’da şarap (hamir) haram kılınmıştır.  Üzümden yapılan alkollü maddeye şarap denir. Arpadan, hurmadan diğer maddelerden de alkollü içki yapılmaktadır. Bunlar hakkında ne diyeceğiz? İşte burada haram edilen şarap ile yeni içkileri mukayese edeceğiz. Şarabın haram edilme sebebi, insanı sarhoş eden, alkol var ise bunların da haram olduğuna hükmedeceğiz. Aynı mukayeseyi Allah’ın Rasulü, bizzat yapmıştır. Yemen’den bir heyet geldi: ‘Ey Allah’ın Rasulü! Bizim ülkemizde ‘Nebiz’ isminde bir içki içilmektedir. Hurma suyundan yapılmaktadır. Bu da haram mıdır?’
Allah Rasulü şöyle buyurdu: ‘O da sarhoş ediyor mu?’ Onlar da dediler ki: ‘Evet, sarhoş ediyor.’ Allah Rasulü (sav) şöyle buyurdu: ‘Her sarhoş edici şaraptır ve her türlü şarap haramdır.’ Bu sebeple sarhoş eden her alkollü içki haram kılınmıştır.

Ancak bu kıyası herkes yapıp hüküm çıkartamaz. Gerçek manada kıyas yapabilmek için İslam hukukunu (fıkhî kaideleri) çok iyi bilmesi lazımdır. Hüküm çıkarma metodunu, mantık, belagat, fesahat gibi ilimleri, Arapça’yı çok iyi bilmesi, Kur’an ayetlerini ve Peygamberimiz (sav)’in hadislerini çok iyi tetkik etmesi gerekir.

İslam tarihinde bu ilimleri bilen İslam âlimleri, müctehidler yetişti. Kur’an ve sünnet ölçülerine uygun bir çok hükümleri mukayese yoluyla koydular. Binlerce müctehid arasında temayüz eden dört büyük müctehid vardır: İmam-ı Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel. Bunların dışında pek çok müctehid yetişti. Fakat bunlara uyan kimse olmadı. Ehl-i sünnet mensupları bu dört imama uydu.
İtikatta ise İmam Maturidî, Ebul Hasen Eş’arî’dir.
Bizim (yani Türkiye’de Türklerin büyük çoğunluğu) amelde İmam-ı Azam Ebu Hanife, itikatta ise İmam Maturidî’ye tâbiyiz.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam, yeri gelmişken dört mezhep hakkında kısaca bilgi lütfeder misiniz? ‘İslam bir olduğu halde bu dört mezhep neden çıktı?’ Diyenler var.

İhsan TOKSARI: Kur’an-ı Kerim ve hadis ilimlerini bilmeyenler böyle acayip sorular sorarlar. Arapçayı çok iyi bilmeyenler, niçin böyle olduğunu anlamazlar.
Şunu kesin olarak bilmemiz gerekir ki, bu dört imamın   (müctehidin), İslam’ın ana prensiplerinde ihtilafları yoktur. Mesela beş vakit namaz, oruç, hac, zekât esaslarında ittifak hâlindedirler. Ancak teferruatta, ayrıntılarda ihtilaf etmektedirler.   Bu ihtilaf, Kur’an ve hadisin tefsirinden meydana gelmektedir. Çünkü Arapça’da, bir kelime bir edat hatta bir harf çeşitli manâya gelmektedir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Örneklemek mümkün mü?

İhsan TOKSARI: Tabii: Maide suresinin 6. Ayetinde abdestin farzlarını beyan eden Allah (cc); ‘Başınızı meshediniz (Vemsehû biruûsiküm) ‘ emrini eriyor. Ayetteki (bi ruûsiküm) de (b) harfinin çeşitli manâsı var: İmam-ı A’zam’a göre fiili -lazımı müteaddi- (aktif yapar) başın dörtte birini meshederse farz yerini bulur. İmam Şafii’ye göre (b) azınlık manâsındadır, başın az kısmını meshetmekle farz yerini bulur. İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel’e göre istila (kaplama) manasınadır, başın hepsini meshetmesi farzdır. Buna kaplama mesih denir.
Hatta bir kelime zıt manaya gelmektedir. Bakara suresinin 228. ayetinde Allah (cc) şöyle buyurur: ‘Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç kuru beklerler.’
Buradaki (kuru) kelimesi (kar’i) kelimesinin çoğuludur. Kar’i kelimesi, hem kadınların aybaşı hâline ve hem aybaşından temizlenme manasınadır. Araplar bu iki manâda da kullanmaktadırlar.

Buna benzer iki zıt manaya gelen her lisanda bulunmaktadır. Türkçede işte örneği: ‘Cırlamak’ kelimesi Azerbaycan lehçesinde çok güzel şarkı söylemek manasınadır. Türkiye Türkçesi’nde ise bu kelime kötü manâda kullanılmaktadır. İşte bu sebeple mezhep ihtilafları olmaktadır. Bu kar’i kelimesinin aybaşı manâsına geldiğini İmam-ı Azam Ebu Hanife kabul etmektedir. İmam Şafii ise aybaşından temizlenme hâli olarak almaktadır. İki manaya kullanıldığı için ikisi de Kur’an’a aykırı değildir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam Allah râzı olsun. İzninizle başka bir konuya geçmek istiyorum. Yalnızca detaylarda-teferruatta değil. İslamiyet’te, ana mesele olarak kabul edilebilecek konularda da farklı düşünenler var. Bu nereden kaynaklanıyor. İslamiyet’i bilmiyor muyuz?

İhsan TOKSARI: Allah Teâlâ (cc) şöyle buyuruyor: ‘Biz senden önce de, kendilerine vahiy gönderdiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz.’ (Enbiya suresi, 7. âyet)
Bugün Müslümanların pek çoğu İslam’ı bilmemektedir. Başımıza gelen çeşitli musibetler, felaketler bu yüzden gelmektedir. Düşmanlarımız, bizim cehâletimiz yüzünden aramıza çeşitli fitne, fesad, nifak ve tefrikalar sokmaktadırlar.

Müslümanların en büyük düşmanı cehâlettir. İslam’ı bilmeyince herkes, Müslümanları kandırıyor. Müslümanların cehâletinden istifade eden çeşitli şer odakları Müslümanları parça parça etmekte ve birbirine düşürmektedir. Hatta İslam namına Müslüman, Müslümanı öldürmektedir. Öyle kandırılıyor ki Müslüman, başka bir Müslüman’ı öldürdüğü için cennete gireceğine inanmaktadır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Bir Müslüman’ın asgarî ölçülerle neler bilmesi gerektiği konusunu, bir başka röportajda ele almak üzere, İslam dünyası ile ilgili genel bir değerlendirme yapar mısınız Hocam?

İhsan TOKSARI: Hz. Ali (ra)’yi şehit eden kişi, cennete girmek gayesi ile O’nu öldürdü. Hz. Ali (ra) halife olduktan sonra Sıffin savaşı oldu. İki Müslüman ordusunun savaşmasını önlemek için hakem tâyin edildi. Hz. Ali’nin ordusundan bir kısım insanlar hakem tâyinine karşı çıktı; ‘Kur’an varken insanların hakem tâyin edilmesi küfürdür. Bunu yapan Ali, Muaviye, Amr b. As kâfir oldu.’Dediler. Hz. Ali’ye karşı çıktılar. Hz. Ali bunlara nasihat etti. İslam’ın esaslarını anlattı, hakem tâyin etmenin Kur’an’a aykırı olmadığını anlattı. Her türlü izahına, çabasına rağmen ikna edemedi. İsyan ettiler. Hz. Ali de onlarla savaşmak mecburiyetinde kaldı. Bunlara ‘Haricîler’ dendi.

Bunlar; ‘Ali, Muaviye, Amr b. As’ı, Kur’an varken insanları hakem tâyin ettikleri için kafir oldular.’ dediler ve ‘Kim; Ali, Muaviye, Amr b. As’ı öldürürse cennete girer’ dediler.
Aralarından üç fedai seçtiler. İbni Mülcem isimli fedai Hz. Ali (ra)’yı öldürmek için Kûfe’ye gitti. Hz. Ali’yi namaz kılarken şehit etti.

Hz. Ali (ra) peygamberimizin amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı idi. O, çocukken Müslüman oldu. O İslam’ı bilmeyecek de ya kim bilecek? Cehâlet insanları ne hâle getiriyor? Hem de ne cinayetler işlettiriyor. Günümüzde de bu cehâlet sebebiyle Müslüman, Müslüman’ı öldürüyor ve hem de sevap işlediğini sanıyor. Bu sebepledir ki, İslam âleminin nüfusu bir buçuk milyarı aşmasına rağmen Müslüman her yerde ezilmekte, sürünmekte… İşte Bosna, İşte Kosova, İşte Keşmir, İşte Çeçenistan ve işte Filistin ve Irak…

Müslümanlar, paramparça olduğu için Mukaddes Kudüs, İslam’ın en mübârek üçüncü camii olan Mescid-i Aksa, üç buçuk milyon Yahudi’ye esir olur muydu? Müslümanlar uyanık olsalar, bu zilletle katlanırlar mıydı?

Bu günün en dindar gözüken, defalarca hacca, umreye giden Müslümanlar bile bunları düşünmüyor, üzüntü duymuyor, Yahudi esaretinde olan mübârek Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı ziyâret ediyor. Yahudi’ye para veriyor.

Bu sebeple her Müslüman dinimizin ana prensiplerini öğrenmelidir. Bir Müslüman her adımını atarken nereye bastığını görmelidir.  
İhsan TOKSARI’nın kısa özgeçmişi:
1934 yılında Kırıkkale’nin Keskin İlçesi’nin Ceritmüminli Köyü’nde dünyaya geldi. Hâfızlığını Keskin Kur’an Kursu’nda ikmal etti.

1950 yılının Şubat ayında İstanbul’a geldi. 1951-1952 yılına kadar eski medrese müderrislerinden, İstanbul Müftüsü Bekir Hâki Yener’den ve diğer hocalardan Molla Cami’de okudu.

İmam hatip liselerinin ilk açılısında, bu okulun ilk talebelerinden oldu.
1955 yılında vaizlik imtihanını kazandı. İstanbul’un büyük camilerinde vaaza başladı. İlahiyat ve Hukuk fakültelerinden mezun oldu.

1965-1967  yıllarında Diyânet İşleri Başkanlığı Teftiş Heyeti Başkanlığı yaptı. Tekrar İstanbul ve Trakya bölgesi vaizliğine tâyin edildi.

1973-1980 yılları arasında milletvekilliği yaptı. 1980’den bu yana, İstanbul’da fahrî vaiz olarak hizmet vermeye devam ediyor.  

Yanlış ve Tehlikeli Adımlar

0

Geçenlerde bir iftara giderken Sultanahmet Camii’nin önünden geçerken bir nokta aklıma takıldı. Mütareke yıllarında, bazılarının bir türlü benimseyemediği ve dün de dedelerinin karşı olduğu Milli Mücadeleye bugün karşı olduklarını biliyoruz. 1922 Ramazanında Sultanahmet Camii’nin mahyalarında Milli Mücadelenin başarılı olması dileğiyle yer alan Yahya Kemal’in aşağıdaki mısralarını düşündüm:

“Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyet namın,
Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.”

Bu mahya o dönemde gelip geçen herkese  “inşallah” dedirtiyor ve kesin zafer için duaların yapılmasına sebep oluyordu. Sene 2011… Yahya Kemal’in mısralarında yer alan son derece isabetli teşhisin bugün yorumlanması gerekiyor.

Nereden bakarsak bakalım dışarının engel gördüğü kurumlarla içeride uğraşılmaktadır. Türkiye üzerinde çeşitli dış baskılar vardır. AB ve ABD bunlardan başlıcalarıdır. TSK üzerinde oynanan oyunlar, onu itibarsızlaştırma ve etkisizleştirme gayretleri görülmektedir. Peygamber Ocağı olarak kabul edilen Ordumuzda 3-5 kişi yanlış yapıyor veya mahkeme sonuçları henüz ortaya çıkmamış bir takım iddialar yargısız infaz şeklinde yandaş basında yer alıyor diye bu Ocağı bütünü ile hedef almak mantık ve vatanseverlik ile bağdaşmaz. 

Araştırmalarda en çok güvenilen bir kurumu yıpratmak kimlerin işine yarıyor? Dönüştürülmek ve tanınmaz hale getirilmek istenen Türkiye’de engel iseniz; sizinle uğraşılıyor. Genelkurmay Başkanı’nın Savunma Bakanına bağlanması, asker sayısını azaltılması, Genelkurmay’ın siyasetin emrine sokulması, iç güvenlikten uzaklaştırılması, savunma harcamalarının kısılması, halkla asker, polisle askerin arasının açılması, jandarmanın İçişlerine bağlanması yerli bir proje midir?

Türkiye, ne bir Fransa, İngiltere, Almaya ve hatta İspanya’dır. Bundan dolayı Anayasasında “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi” haklı olarak TSK’ ya verilmiştir. Herhalde bu görev NATO’nun işi de değildir. NATO, bir saldırı karşısında bugüne kadar 5. Maddeyi işletememiş ve üyelerini koruyamamıştır. Güçlü ordu caydırıcılığımızı sağlamaktadır. Türkiye model alınmak istenen bazı Avrupa ülkelerinin aksine; yakın ve uzak iç ve dış tehlikelerle kuşatılmış bir ülkedir. 

Batı, İspanya’daki veya başka bir ülkedeki teröre karşı çıkar; ama konu Türkiye olunca terörden ne ölçüde faydalanabilirim, Türkiye ile pazarlık gücümü nasıl arttırabilirim diye düşünür. Böyle bir durumda gerçekçi davranmak ve dış telkinlere açık olmamak gerekir. Türkiye’nin özel durumu, aklı başında ve iyi niyete sahip herkesçe farklı düşünülmesi ve yeni anayasa çalışmalarında bunun hesaba katılması gerekmektedir. Güvenlik ve siyasi varlığı korumadan romantik bir hürriyetçilik buza yazı yazmaktır. Hürriyetleri genişletmek adına Devleti ortadan kaldırma teşebbüsleri aslında hürriyetleri de yok etmektir.

Ülkemizin her şeyden önce küreselleşme sürecinin hangi riskleri taşıdığını gören; teslimiyetçi değil; milli çizgideki aydınlara ve 2000’li yılların gerçeklerine cevap verecek siyasetçilere ve yöneticilere ihtiyacı vardır.

*              *                 *

Daha önce bir yazımızda bahsettiğimiz 2011 Türkiye Değerler Araştırması enteresan sonuçlar vermiştir. Meselâ, mutluluk indeksinde “çok mutlu” ve” biraz mutlu” olanların oranı toplam %77’yi bulmasına rağmen; işini kaybedip yeni iş bulamamaktan şikâyet edenler %68, hayat pahalılığından endişelenenler de %82’dir. Ama bütün bunlara rağmen,  mutlu olduğunu ifade edenler %77’dir. İşte, son Genel Seçim sonuçlarının arka planı burada gizlidir. İşsize işsizliğini, mutsuza mutsuzluğunu hissettirmeyen siyasi bir ortam, çeşitli uyutucu ve uyuşturucu araçlar kullanılarak yaratılmıştır.

Geleceği Okumak

Adamın biri “Ya biz geleceği ele geçireceğiz ya da gelecek bizi.” diye çok güzel bir söz söylemiş.

Bilinmelidir ki; günümüzde gelişen olayların hepsi geleceğin şekillenmesiyle ilgilidir. Bu sebeple geleceğe yönlenmeli ve geleceği iyi okumayı başarmalıyız.

Türk milletinin ve devletinin selameti, huzuru, güveni; geleceğin iyi okunmasına bağlıdır.

Ecdadımız, geleceği iyi okumayı başardığı için, binlerce yıldır millet ve devlet olarak varlığımızı koruyup, sürdürebiliyoruz.

Bu günkü sıkıntılarımızın en önemli sebeplerinden biride geleceği okuma noktasında gösterdiğimiz zaafiyetlerdir.

Dumura uğratılmış devlet yapımızdaki, bazı kurum ve kuruluşlar geleceği okuma noktasında kısa vadeli çalışmalar yürütüyor. Ancak bürokratik yapılanmamız; daha uzun vadeli ve halkla paylaşılabilen çalışmaların yapılmasını engelliyor.

Dünya, dün olduğu gibi yarında mutlaka değişecektir. Değişim; yaşamın değişmeyen kurallarından biridir. Ve siz buna hazırlıksız yakalanırsanız, varlığınızı tehlikeye atmış olursunuz. Herkes kendi açısından bunu önlemek için gelecek bilimine ve bilimcilerine ve de onların hazırladıkları senaryolara büyük ilgi duymakta ve önem vermektedir.

Gelecek, bizler için, hem tehditleri hem de fırsatları birlikte içerir. Bu nedenle, gereken hamleleri, doğru zamanda ve doğru yerde yapamazsanız, fırsatlar, sizin için tehdit içeren bir unsur haline geliverir.

Örneğin Türkiye’nin genç nüfusu, ülkemiz ve milletimiz açısından bir fırsattır. Ancak bunu iyi değerlendiremezsek, bu bizim için gelecekte büyük bir sorun olacaktır.

Gelecek okumasını iyi yapan milletler; geleceği şekillendirecek, tarih yazacak,öngörülmeyen durumlarda diğerlerinin daima bir adım önünde olacaktır. Bunun için dünyanın hükümdarları; Yoshihiro F. Fukuyama, Samuel Huntington, George Friedman hatta Henry Kissinger ve yakından tanıdığımız Graham E.Fuller gibi adamlara geleceği yazdırmaya çalışıyor.

Onun için gelecek okumasını ve buna dair hesaplarımızı, milletimizin binlerce yıllık geçmişini de göz önünde tutarak en az 1000 yıllık bir süreç için yapmalı, önümüzdeki yüzyılı ve hatta ilk 50 yılı hiç hata payına mahal vermeden okumayı başarabilmeliyiz.

Yine bir örnek vermek gerekirse Vatikan üçüncü bin yılda Asya’yı hıristiyanlaştırmak hedefini ortaya koymuştur. Bu kuru bir iddiadan ibaret, bir laf değildir. Vatikan Asya’daki geleceğin bu şekilde gerçekleşmesini istemekte ve bunun ip uçlarını da bilerek vermektedir.

İlk önce bilgisayarın, cep telefonlarının, sonra da internetin yarattığı teknolojik devrimi, benim gençliğimde söyleseniz hayal bile edemezdik. Sonradan öğrendik ki; dünyaya hakim olan milletler ve onların devletleri en az bir yüzyıl öncesinden bu günü okuyor ve geleceği istedikleri gibi şekillendiriyorlardı.

I.Dünya Savaşı’nın çıkış nedenlerinden biri geleceğin enerji kaynağı olarak görülen petrolün üzerine konmaktı. Ve bakın petrol savaşları halen devam ediyor.  II.Dünya Savaşı’na katılan büyük devletler ekonomik güç sahalarını genişletmeye çalışıyordu. İlk önce Sovyetler Birliği adı altında Rusya’nın, daha sonra da Nato şemsiyesi altında ABD’nin Afganistan’a gidişi, hep bir hesapla ilgilidir. Irak, Libya, Mısır ve şimdi de Suriye’yi söylemeye gerek yok. Hep durur düşünürüm 1974’te Kıbrıs’a çıkmamıza hangi saikle sessiz kaldılar diye. Ondan sonra yapılanların hepsi bana göre rolden ibarettir. Esas neden ise bambaşkadır ve gelecekte ortaya çıkacaktır.

Türk milletinin son yüzyılda en büyük gelecek okuyucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bu yüzyılda Türkiye ve dünyada yaşanan gelişmeler karşısında; Atatürk’ün söylevleri adeta bir kahini andırır şekilde gerçekleşmiştir.

Yine en çok etkilendiğim olaylardan biri de Süleyman Paşa komutasındaki askerlerin Çimpe Kalesi’ni feth edişleridir. Bu kalenin coğrafi konumu ve kendisine kazandırdığı jeostratejik öneminin, Türkler tarafından fark edilişini hep büyüleyici bulmuşumdur. Ecdadın böyle bir çok önemli tespiti ve geleceği doğru okuyarak, geleceği şekillendirişi dolayısıyla da tarih yazışı vardır.

Geleceği iyi okuyabilmek için rakamlara, istatistiklere, ihtiyaçların ve kaynakların bilinmesine gereksinimimiz vardır. Geçmiş tarihi iyi bilmek, gelecekle ilgili doğru irtibatın kurulmasına sebep olacaktır.

Bu yüzden devletimiz, siyasetçilerimiz, kamu kurum ve kuruluşlarımız, meslek örgütlerimiz, aydınlarımız ve hatta bana göre tüm vatandaşlarımız, geleceği okumak noktasında çok donanımlı ve şuurlu olmalıdır.

Aksi halde yurt içinde ve dışında; eğitim, üniversite, sağlık, nüfus artışı ve yaşlanan nüfus, istihdam, emeklilik, dünya ticareti, küreselleşmenin etkisi, sosyolojik ve psikolojik durum, medyanın gidişatı, etnik milliyetçilik, kentleşme, su savaşları, doğal tahribatların önlenmesi, hukuk, teknoloji, finans ve benzerleri gibi konularda gelecek okumasını başaramazsak; bu durum bizi büyük sıkıntılara sokacaktır.

Son bir misalle, Atatürk’ün Fener Rum Patrikhanesi için söylediği sözleri hatırlayalım. Atatürk’ün dediği gibi, Patrikhane; halen içimizde bir melanet yuvası olarak faaliyet göstermekte ve Trabzon’un fetih tarihine rastgelen 15 Ağustos tarihinde hiçbir mazisi olmayan bir ayini, Sümela’da gerçekleştirmesi misalinde olduğu gibi, bir çok çalışmayla geleceği şekillendirmeye çabalamaktadır. Bu bize göstermektedir ki, Lozan’da Türk tarafının her türlü ısrarına rağmen karşıt güçlerin geleceği şekillendirme yönündeki arzusu, Patrikhane Türkiye’de bırakılmak suretiyle, bize galip gelmiştir.

Onun için ülkemizde ve etrafımızda gelişen olayların bir öncesi olduğunu unutmayalım ve geleceğimizi kurtarmak için geleceği iyi okuyarak ona göre davranalım.

NOT: Bu yazı tamamlandıktan sonra Hakkari Çukurca’dan 8 şehit haberi geldi. Şehitlerimize rahmet diliyorum. Türk Milletinin akıl tutulmasının ne sonuçlar verdiğini umarım herkes görüyordur.

Alafranga Çelebilerin Yeni Tekniği ve ‘Karpuz Keyfi !’

0

Adalet-zulüm, iyi-kötü, günah-sevap, hak-batıl, doğru ve yanlış gibi ayrımlar ahlâkî değerlerin varlığını onaylar. Davranışlar ve tutumlar anlamını bu onaydan alır. Eğer böyle bir ayrım yoksa bilgiden, hukuktan, milletten, ahlaklı olmaktan bahsedemeyiz. Herkes her istediğini yapabilir, hiçbir şey söylemeyiz. Hiçbir sözün ve davranışın anlamı kalmaz. Kendisini yüce değerlere adayan ve canını bu yolda feda eden insanı keriz yerine koymuş oluruz.

Tehlikeli Bir Oyun:

Kendilerini, yayın organlarının veya siyasi-bürokratik ilişkilerin kollarına bırakmış program yapıcıları / gazeteciler son günlerde tehlikeli bir oyun sahneliyorlar. Çok masum görüntü ve nezaket altında yapılan bir hata olarak algılanması mümkün olan bu tavrın tekrar edilmesi ayrımcılık ve açılım üzerinden sürdürülen politikanın üçüncü aşamasına geldiğimizi göstermektedir.

Bu oyunun adı: Doğruyu yalanla denkleştirmektir. Devleti adına savunma yapan askeri teröristle eşitlemektir. Öyle algılanmasını sağlamaktır. Yalanı ibra etmenin, terörü meşrulaştırmanın en geçerli yoludur bu. Anılan yöntem, özel tanımlanmış ve amaçlanmış siyasi bir taktiğin gereği olarak kullanılır. Çok tehlikeli bir oyundur. Çünkü bu oyunun oynandığı her dönemin ardından savaş çağrısı gelir.

Eşitleme ve Denkleştirme Tekniği:

Bahsettiğimiz tehlikeli oyun birbirinden farklı gerekçelere ve unsurlara dayanan, nitelikleri ve içeriği farklı olan olgu ve olayları denkleştirmektir. Hırsızı aklamak ya da yaptığı fiili küçültmek için namuslu bir iş adamıyla denkleştirmek gibi. Hırsız, adamın malını çalmış ama, iş adamının doğru iş yaptığını ve meşru yoldan servet edindiğini nereden biliyoruz, ayağı çekmek böyle bir tekniğe denk düşer. Amaç; ötekinin üzerinde şüphe üreterek hırsızı aklamaktır.

Dikkat edin ve izleyin ‘süslenmiş püslenmiş bayanlar, saçlarını yağlamış / macunlamış yakışıklılar’ son günlerde hukuki, ahlaki ve resmi adı bağî, terörist ile devlet adına meşru savunmayı yapan askeri eşitliyor. Sözgelimi programa katılımcılardan birisi ’13 şehit’ diyor, hemen öbürü ’13 artı 7′ diyor. Birisi ‘şehit olan askerler’ diyor, hemen öbürü ‘şehit olan gerillalar’ diyor. Program sunucusu da yazık, her ikisi de bizim insanımız, bu insanlara yazık, dalgasını çekiyor. Bu nasıl bir mantık, siz hangi gezegenden geldiniz! Hangi ağaç oymağından çıktınız!  

Uygulanan yöntem millet olarak satışa çıkarıldığımızın göstergesidir. Bu alafranga çelebiler, Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde İstanbul’un göbeğinde Müslüman’ı aşağılayan nüfuz ajanlarını savundular. Milli Mücadele sürecinde dış mahfillerin kurdukları örgütlerde bağımsızlık hareketine karşı silahla saldıran örgüt elemanlarını kutsadılar.

Şimdi terör örgütünü aynı yöntemle ibra ediyorlar. Devlet adına mücadele eden askerle devlete isyan etmiş bağiyi denkleştirmenin başka bir anlamı yoktur. Terör örgütüyle bir şekilde irtibatlı olanın her hareketi reklam ediliyor. Gazeteler boydan boya yer ayırıyor. Aynı ölçüde güvenlik kuvvetlerine hakaret ediliyor. Eğer birileri bunu çözüm olarak telkin ediyor, basında bu şekilde yer almasını sağlıyorsa vay halimize! Böyle bir teknikle örülen fitnenin ateşi herkesi kuşatır. Bu ülkeye, bu millete yazık olur.

Tüketme Politikası Ya da Savaş Çağrısı:

Milletin fertlerini devlete / bürokratik kesimin hatalarına feda etmemek başka bir şey, devleti sokak ihtilalinin karşısında tüketmek başka bir şeydir. Terörü veya her hangi bir uzantısını masum göstermek ve meşrulaştırmak devletin itibarı, insanların onuruyla oynamaktır. Bunun demokrasiyle bir alakası yoktur. Eğer bunun adı radikal demokrasi ise, bilin ki siyasi edebiyatta radikal demokrasi, gerekli esaslarını kaybetmiş çarpık demokrasidir.

Bu çarpıklığın en somut örneği aidiyet biçimini ırkçılıkla itham etmektir. 1924 Anayasası’nın 24. Maddesi şöyledir: ‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.’ Bu madde daha sonraki Anayasalarda aynı anlamda yeniden tekrar edilmiştir. Vatandaşlık bağını esas alarak din ve ırk farkını reddeden bir anlayışı sürekli olarak ırkçılıkla damgalamak, silah ve bombayla yola çıkmış ırkçı bir terör örgütünü meşrulaştırmaya yöneliktir. Eğer denkleştirme tekniği böyle devam ederse her türlü ayrışmaya ve saldırıya kapı açılmış olur. Bunun sonu savaş çağrısıdır.

Karpuz Keyfi:

İstafa eden Genel Kurmaya Başkanı ve Kuvvet komutanları için nereye gidiyorsunuz / ‘karpuz kesecektik’ sözünü sarf eden alafranga çelebiler, ülkemizde nasıl bir algının üretildiğini ifşa etmektedirler. Bir düşünün ‘terörist muamelesine tabi tutulmuş, hatta cami bombalayacak kadar gözü dönmüş, her türlü entrikanın içinde yer almış’ algısına ve imajına muhatap olmuş bir kurumun başında yer alan bir bürokratın amaçlı olarak oluşturulan bu psikolojik harekatı aşamadığını düşünüp, kendi kurumuna gerekli katkıyı sağlayamadığı gerekçesiyle görevinden ayrılmak istemesini ve bunun için zemin oluşturmasını bu kadar ölçüsüz ifadelerle aşağılamak hangi hukukun, hangi demokrasinin, hangi ahlakın gereğidir?

Bir alafranga çelebi de buyurmuş ki ‘önceden istifa ettiler ki ordu evlerinde rahat etsinler.’ Eğer mesele bu kadar ucuzsa her türlü laneti hak etmişiz demektir. Böyle bir aşağılama ve insafsızlık olabilir mi? Sizinle aynı şeyi düşünmeyen ve farklı fikirleri olan insanları tasfiye etmeyi Türkiye’nin normalleşmesi olarak görmek sadece ölçüsüzlük değil, kargaşaya zemin oluşturmaktır. İnsanların istifa etme hakkını bile istismar eden bir anlayış ne yapmak istemekte, kime ve nereye malzeme taşımaktadır?

 

Ramazan’ın Rahmet Deryasına Dalmak

Mübarek üç ayların son halkası olan; rahmet, mağfiret, bereket ve sayısız hikmetlerle dolu olan Ramazan-ı Şerif ayının son on gününe girmiş bulunuyoruz.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bu ay hakkında; “Ramazan ayı öyle bir aydır ki evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem ateşinden kurtuluştur…” (Tergib, II, 94-95) buyurmaktadır.

 Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu mübarek ayın rahmetine, mağfiretine ve affına nail olmak için yapmamız gerekenleri de şöyle açıklıyor: “Her kim Ramazan’da farziyetine inanarak ve yalnız Allah’ın rızasını umarak oruç tutar ve bu ayı ibadetle geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır.”(Buhari, 111/33; Müslim, 1/423)

İlahî rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazan’ı lâyıkıyla ihyâ edenler, Yüce Allah’ın rahmetine, af ve mağfiretine nâil olurlar.

 Onun kıymetini idrak edemeyen, gereği gibi değerlendiremeyenler ise, bu ihsan ve ikramlardan mahrum kalırlar. Bu itibarla, manevî bakımdan müstesna bir lütuf ve kazanç mevsimi olan Ramazan-ı Şerif’ien güzel şekilde ihyâ etmek gerekir.

Ramazan’ın sonlarına yaklaştığımız bu günlerde durumumuzu bir gözden geçirelim, yaptıklarımızın ve yapamadıklarımızın muhasebesini yapalım.Bu mübarek ayın kıymetini iyi bilelim, elimizde fırsat varken en iyi şekilde değerlendirmeye çalışalım.

 Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) Ramazan ayında diğer aylara göre ibadetlerini daha fazla artırır, özelliklebu ayın son günlerinde çok daha fazla ibadet ederdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) hicretten sonra her yıl Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmiştir.

Onun için itikâf, İslam alimlerincekifaye olarak sünnet-i müekkede sayılmıştır. Hazret-i Âişe (r.anhâ) validemiz anlatıyor:“Rasûlullah (s.a.s.) Ramazan ayında ibadet hususunda diğer aylarda görülmeyen bir gayret içerisinde olurdu. Ramazan’ın son on gününde ise kendisini çok daha fazla ibadete verirdi.”(Buhârî, FadluLeyleti’l-Kadr, 5; Müslim, İ’tikâf, 8)

Bizler de içinde bulunduğumuz bu günlerin kıymetini bilmeli, ilahi rahmet ve mağfiret deryasından istifade etmek için gayretimizi artırmalıyız. Özellikle günah yükünden kurtulmak, kalplerimizi günah kirlerinden arındırmak için bol bol tövbe edelim, günahlarımızın affına vesile olacak ibadetlere yönelelim.

Allah’ın affedici olduğunu, affetmeyi sevdiğini bilelim ve ümitsizliğe düşmeyelim. Yüce Rabbimiz, günahlarından kurtulmak isteyen, tövbe ederek kendisine yönelen kullarını affedeceğini bildirmiş ve ümitsizliğe düşmemeleri konusunda şöyle buyurmuştur:

 “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”(Zümer, 39/53)

Yüce Allah, bir başka ayet-i kerimede de; “Azabım var ya, dilediğim kimseyi ona uğratırım.Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır”(A’râf,7/156) buyurarak bir yandan suç işleyenleri azaba uğratmakla korkuturken, diğer taraftan da rahmetinin genişliğinden haber vererek mü’minlerin yüreğine su serpmiştir.

Zaten Müslüman korku ile ümit arasında bir tavır içinde olmalı;hemazab-ı ilâhidenkorkmalı, hem de Allah’ın bağışlamasını, af ve mağfiretini ümit etmelidir.

“Şüphesiz Allah çok merhametlidir, tövbeleri çok kabul edendir”  (Hucurât, 49/12) ayetinde Cenab-ı Hakk’ın kullarına karşı çok merhametli olduğu, bu merhametinin gereği olarak da onların hata ve kusurlarından kurtulmak, kalplerini günah kirlerinden arındırmak için yaptıkları tövbeleri kabul ettiği bildirilmiştir.

 Hz. Peygamber (s.a.s.) de,Yüce Allah’ın kullarına karşı,bir annenin çocuğuna olan sevgi ve şefkatinden daha merhametli ve şefkatli olduğunu haber vermektedir.(Buhari, Edeb, 18; Müslim, Tevbe, 4)

Kur’an-ı Kerim bize, Yüce Rabbimizden her fırsatta af ve mağfiret talep etmemizi ve O’nun sonsuz merhametine sığınarak şöyle dua etmemizi tavsiye ediyor: “Ey Rabbimiz! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.”(Bakara,2/286)

Bir mü’mininRamazan-ı Şerif’e kavuşup da onun rahmet ve mağfiret deryasından istifade etmemesidüşünülemez. Çünkü Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cebrail (a.s.) bana göründü ve ‘Ramaza’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun’ dedi. Ben de ‘âmin’ dedim.” (Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Bir daha mübarek üç aylara ve Ramazan-ı şerife ulaşıp ulaşamayacağımızı bilemiyoruz. Öyleyse Ramazanın sonunda günahları affedilmiş, cehennemden kurtulmuş bahtiyar kullardan olmak için şu son fırsat günlerini iyi değerlendirmeliyiz.

Nebevi Dua

Allah’ım yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzel yap.
Rabbimiz bizi ve soyumuzu namaz kılanlardan eyle.
Bizi rahmetinle cehennem azabından koru.
Allah’ım cehennem azabından,
Kabir azabından
Deccal’ın şerrinden
Hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım.
Allah’ım halde ve gelecekte bildiğim ve bilmediğim bütün iyilikleri senden isterim
Yine bildiğim ve bilmediğim bütün kötülüklerden sana sığınırım.
Bizi dostuna dost düşmanına düşman eyle.
Sabreden ve şükredenlerden eyle.
Ya Rabbi faydasız ilimden,
Makbul olmayan ibadetten,
Kabul edilmeyen duadan,
Acizlikten, tembellikten,
Korkaklıktan, cimrilikten,
Her çeşit hastalıktan,
Gece ve gündüz gelecek kötülüklerden, sıkıntılardan,
Kötü arkadaş ve kötü komşudan sana sığınırım.
Ya Rabbi her işimizin sonunu güzel eyle
Dünya sıkıntılarından ve Ahiret azabından bizi koru..
Ya Rabbi kusurlarımızı ört,
Korkularımızdan emin kıl
Borçlarımızı ödeme kolaylığı nasip eyle.
Ya Rabbi sıhhat afiyet ve güzel ahlak ver,
Kazamıza ve kaderimize rıza gösterenlerden eyle.
Allah’ım ürpermeyen kalpten,
Doymayan nefisten,
Fayda vermeyen ilimden
Kabul olmayan duadan sana sığınırım.
Ey kalpleri çekip çeviren Rabbim
Kalbimi dinin üzere sabit kıl.

Fransa’da Aşır Öztürk’le Bir Gün

Aşır Öztürk Fransa’ya yaklaşık 25-30 yıl önce gelmiş, kız kardeşimin komşuları. Aksaraylı Türk ailesi. Kendisi pazarcı, giyim üzerine çalışıyor. Mal almaya ve diğer yerlere gidince beni götürebileceğini söylüyor. Ben de memnuiyetle geleceğimi ifade ediyorum.

Sabahleyin Paris’ten mal almak için yola koyuluyoruz. Yolda genel konularla ve memleketle ilgili sohbetimiz aralıksız devam ediyor. Toptan giyim mağazalarının olduğu Paris’teki mahale geldik. Paris’te bu tür toptan mağazaların 3 yerde olduğunu daha önce genellikle tekstil  işlerini Türklerin yaptığını ve daha sonra işe Çinlilerin canla başla çalışıp bankalarının kredi yardımıyla da bu sektörü ele geçirmişler. Daha önceleri çok kalitesiz olan ürünlerine eskiye göre nispeten kaliteli yapmaya başlamışlar.

Mal almak için değişik mağazalara gidiyoruz. Gerçekten hepsi Çinli her yeri istila etmişler, Mağazalarda; pijama, T-shirt, gecelik, pantalon, bluz, etek vb. Genelde kadın ağırlıklı giysiler alıyorlar. Aldığı ürünlerin fiyatları 2 euro’dan başlıyor 8-9 Euro’ya kadar değişiyor buraya göre en ucuz mallar burada ama kalitesiz. Sorduğumuzda kendi kızı olduğunu söylüyor zaten ailece çalışıyorlar. Yemeklerini de mağaza içinde yiyorlar. Hepsi çok çalışkan burada aliveriş işi bitti, ödemeleri yaptıktan sonra geriye dönüyoruz.

Bir mağazaya giriyoruz; iş yeri sahibi bize kahve ikram ediyor, kahveleri kendileri yapıyorlar, sıcak suları hazır, hemen hazırlayıp veriyorlar. 13-14 yaşlarında bir kız çocuğu kahvemizi getiriyor.

Aşır’ın çocuklarının oturduğumuz yere 30 km uzaklıkta jain vieel denilen büyük bir köyde lokantaları var.  Oraya gidiyoruz. Köye gelince lokantaya giriyoruz. Büyük çocuğu bizi karşılıyor, küçük çocuğu mal almaya gitmiş. Küçük köy turu atmaya karar veriyoruz; Huzurevinin yanından geçiyor ve kilisenin olduğu yere gidiyoruz. Kiliseyi incelemeye başlıyoruz; yaklaşık 350-400 kişinin alabildiği bayağı büyük bir kilise içeride 1914-1918 yıllarında o köyde savaşta ölenlerin isimleri asılmış, girişte masanın üstünde çeşitli küçük sayfalı el ilanı şeklinde yayınlar bırakmış, iki yerde ayrı ayrı konulmuş her iki yerde de 25-30 kadar incil ve duvarlarda İsa’yı ve Meryem anayı canlandıran fotoğraflar… Fransızların büyük çoğunluğu katolik.

Aşır; çok fazla ibadet yapmadıklarını kilisenin büyük olmasının ise buranın Paris’e yakın olmasını ve büyük kişilerin daha çok gelip gittikleri için bu kadar büyük olduğunu söylüyor. Kilise incelememizden sonra sokakları geziyoruz. Kahve ve bar olan bir yere giriyoruz, burada aynı zamanda sigara satılıyor; Aşır; Bir paket sigara alıp, kahve, barı ve kahve makinalarını gösteriyor.

Daha sonra lokantaya geliyoruz, burada oturan Muhammet adlı Faslı müslümanla tanışıyoruz. Aynı zamanda lokantanın sahibiymiş, bir kaç dakikalık sohbet ve tanışmadn sonra ikindi namazına gideceğini söyledi, bende gelebilir miyim dedim. Tabiiki dedi, ben mescide falan gideceğimizi zannettim. Kapıyı açtı birinci kat bodrum gibi eşyalarını ve cüzdanını çıkarıp bir dolabın içine koydu. Ben abdest alıcam diyorum, O’da bana gel gel deyip yukarı doğru çıkıyor, tahta bir merdiven. Ben de ona Fransızca bilmediğimi söylüyorum. 2. kata çıkıyoruz hemen bana bir havlu veriyor ve lavaboyu gösteriyor lavabonun içine küçük leğen koyuyor, lavabo ve ortam çok temiz abdestimi alıyorum ve odaya geçiyoruz burası bu ailenin oturduğu ev 2 seccadeyi yere sermiş bana bir şeyler söyledi. Anlayamadım parmakla 2 işaret etti, ben de ben kendim kılarım dedim, kendisi önce 2 rekat namaz kıldı. Sonra 4 rekat; sonra namaza dururken Allahu Ekber(cc) dedikten sonra ellerini kulaklarına değil karşı tarafa göğüs hizasında elleri amin vaziyetinde namaza durduğunu gördüm. Sonradan öğrendim ne derece doğru bilmiyorum. Bunlar 2 rekat şükür namazı kılarlarmış sünneti kılmazlarmış. Namazı eda ettikten sonra çay kahve içip içmeyeceğimi sordu, bende hayır dedim, lokantaya inip sohbete başladık. Koladan, içeceklerden konuşuyoruz Muhammet kolanın haram olduğunu söylüyor çünkü diyor içinde kafein var. lokanta öğle ve akşam saatlerinde kalabalık oluyormuş, onun dışında çok seyrek saat yedi, yavaş yavaş insanlar geliyor, kimisi paket yaptırıyor kimisi oturup yiyor lokantada oturup yemek daha pahalı burada. Oturmanın parasını da ayrı alıyorlarmış.

Yemeğimizi burada yiyecektik. Aşır Bey nasıl pizza istediğimi sordu. Ben de peynirli mantarlı ve zeytinli dedim. Pizzalarımızı yedik çok güzeldi. Çocuklarına teşekkür ettim. Bu lokantanın nasıl denetlendiği sordum. Pizzasını yiyen ve samimi müşterisi olan Fransız bir bayanın yardımıyla sorumun cevabını almaya çalışıyorum. Sağlık Bakanlığından 1 kontrolorun Hijyen konusunda yanında 1 veya 2 polisle,hem güvenlikle ilgili hem de kaçak işçi çalıştırıp çalıştırmadığı, ayrıca işletmede herhangi kaçak bir şeylerin olup olmadığını denetliyormuş.

Fransız kadın bana Türkiye’deki denetimlerin gerçek olup olmadığını sordu. Ben de portor muayenesi olmayan işletmelerin kapatmaya sebep olduğunu para cezalarının ağır olduğunu ve tüketici bazında da ALO GIDA 174’ten bahsettim. Ülkemiz hakkında kötü bir imaj oluşmuş. Birazcık olsun ülkemizin propogandasını yaptık.

Aşır beyin çocuklarına gıda ile ilgili bildiğimiz birkaç mevzuyu anlatarak vedalaşıyoruz.

Fransa’da bir günüm de Aşır Öztürk’le böyle geçti. Aşır Öztürk’e teşekkür ederim.