12.7 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1098

İslam’da Eğitim ve Öğretimin Önemi

 

Yüce dinimiz İslam, ilme, okuyup öğrenmeye ve faydalı bilgileri başkalarına öğretmeye büyük önem vermiş; kendileri için gerekli olan bilgileri edinmeyi, kadın erkek bütün Müslümanlara farz kılmıştır. İlim sahibi olmayı en büyük rütbe kabul etmiş, bu sebeple tüm zorluklarına rağmen ısrarla ilim öğrenmeyi tavsiye etmiştir.

Çünkü fertlerin ve toplumların maddî-manevî her alanda ilerleyip yükselmelerini sağlayan etkenlerin en önemlisi hiç şüphesiz ilim ve tekniktir.

Allah Teâlâ bilgi sahibi olanların diğer insanlardan daha faziletli olduğunu Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirmektedir:

 “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”(Zümer, 39/9)“(Bilen ve bilmeyen) bu iki zümrenin hali, kör ve sağır ile gören ve işiten kimselerin hali gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?(Hûd, 11/24)

Yüce Rabbimizin, insanlığa dünya ve ahiret mutluluğunun yollarını göstermek üzere indirdiği kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, onu bütün insanlığa tebliğ ile görevlendirdiği sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ilk hitabı “Oku” emri olmuştur.

Bu ilâhî hitabın geçtiği suresinin ilk beş ayetindeşöyle buyrulmaktadır:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak”dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.”(Alâk, 96/1-5)  Bu hitap, İslam’ın okumaya, öğrenmeye ve bilgiye verdiği değeri çok açık bir şekilde göstermektedir.

Kur’an-ı Kerim, her türlü kötülüğün, batıl inanç ve sapık düşüncelerin, hatta şirk ve küfrün gerçek sebebi olarak bilgisizlik ve cehaleti göstermiştir.

Bu yüzden İslam’dan önceki karanlık döneme “Cahiliye Dönemi” denilmiştir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de; “Sakın cahillerden olma!”(En’âm, 6/35),“Cahillerden yüz çevir”(A’râf, 7/199) buyurarak mü’minleri cahillerden ve cehalet bataklığına düşmekten sakındırmıştır.

İlim; küfrü, her türlü sapıklık ve karanlığı ortadan kaldıran, hakikat yolunu aydınlatan bir nurdur. İlim ancak okumakla, eğitim ve öğretimle elde edilir.

Bu sebeple dinimiz okumayı emretmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de okumanın, öğrenmenin öneminden dolayı Müslüman çocukların İslam’a karşı savaşan müşriklerden bile okuma yazma öğrenmelerinde bir sakınca görmemiştir.

Bilindiği üzere, Bedir Savaşı’nda Müslümanlara esir düşen Mekke müşriklerinden kurtuluş fidyesi ödeme imkanı olmayanlar, on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmek karşılığında serbest bırakılmışlardır. Bu anlayış bile, dinimizin okumaya ve öğrenmeye verdiği önemi göstermesi için yeterlidir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) eğitim ve öğretime büyük önem vermiştir. Mekke döneminin zor ve meşakkatli şartlarında bile Müslümanların eğitimiyle meşgul olmuş; hicretten sonra da Medine’de inşa ettikleri mescidin bitişiğinde eğitim-öğretim faaliyetleri için “Suffe” denilen bir mekan tesis ederek ashabının eğitim ve öğretimine devam etmiştir.

 Peygamber Efendimiz (s.a.s.) burada bizzat kendisi ders verdiği gibi, Kur’an ve okuma-yazma öğretmek üzere öğretmenler de görevlendirmiştir.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), çocukların ve gençlerin hem maddî, hem de manevî alanlarda eğitilmeleri tavsiyesinde bulunmuştur. Bilginin yaygınlaştırılmasını teşvik etmiş, insanlardan bildiklerini başkalarına öğretmelerini istemiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) eğitim ve öğretim konusunda kadın- erkek ayrımı yapmamıştır. Erkekler kadar kadınları da ilim öğrenmekle mükellef tutmuş ve aralarında fark olmadığını bir hadis-i şeriflerinde şöyle haber vermiştir: “İlim öğrenmek (erkek-kadın) her Müslümana fazdır.”(İbnMâce, Mukaddime, 17)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kız çocuklarına özel bir önem vermiştir. Kız çocukların eğitimiyle meşgul olup, onları yetiştirenleri öven Hz. Peygamber (s.a.s.), “Her kim, iki kız çocuğunu baliğ oluncaya kadar yetiştirirse, kıyamet günü ben o kimseyle şöylece yan yana bulunurum”buyurmuşlar ve mübarek parmaklarını birbirine bitiştirmişlerdir.(Riyazü’s-Salihin 1/311)

Yeni bir eğitim-öğretim yılının başladığı şu günlerde çocuklarımız arasında kız-erkek ayrımı yapmadan hepsinin eğitim ve öğretim imkanlarından yararlanmasını sağlamalıyız.

Ailesine, milletine ve devletine faydalı evlatlar yetiştirmek için üzerimize düşen sorumluluklarımızı yerine getirmeli ve bu konuda hiçbir fedakârlıktan çekinmemeliyiz.

Buldun mu kaçırmayacaksın

0

 

Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…
Şaka gibi olaylar oluyor memleketimde…
İzlerken şoka giriyorsunuz…
Hangi birini söyleyeyim size, hangi birini…
Derken okuyun da görün bakalım sizin için ne seçtiğimi…
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca organize edilen ‘yargının hızlandırılması ve sorunların tespit edilmesi’ amacıyla yapılan toplantılara katılan hakim ve savcılardan gelen öneriler ‘Yargıda Durum Analizi’ isimli raporda yayınlanmış…  …
Hakim ve savcılar akıllara zarar önerilerde bulunmuş…
Mesela tecavüze uğrayan kadının tecavüzcüsüyle evlenmesi halinde, (doğrusu güzel de kılıf bulunmuş sevgili okur) neymiş efendim dava düşürülüp iş yükü azaltılacakmış…
Kadın tecavüzcüsüyle evlenirse davalar düşer, iş yükü azalır ha süpper önerilerden sadece biri…
Nasıl da iyi düşünülmüş değil mi sevgili okur… Okuyunca adeta nutkum tutuldu…
Sonuç itibariyle memleketimin kimyası değişirken, yargının kimyası değişmiş çok mu? Çok değil elbet… Çok değil…
Her gün bir başka çığır açar olduk artık ülkemizde…
Sizi uyarıyorum, bu hadise de çığır açacak bir hadisedir, demedi demeyin…
Evde kalan kızlar hava karardı, haydi sokağa der gibisiniz yahu…
Yoksaaaaa…
Bugün 2 kere tecavüze uğradım, acaba hangisiyle evlensem… mi diyorsunuz?
Düşünsenize tecavüzcü yağız delikanlı ve ailesigiller kızevine (utanmadan) giderler…
Tecavüz ettikleri kızı babasından isterler…
Sebebi ziyaretimiz belli efendim…
Oğlumuz kızınızı görmüş, beğenmiş, tecavüz etmiş…
Hakimlerin emri, savcıların kavliyle kızınızı oğlumuza istiyoruz…
Buldun mu kaçırmayacaksın…
Seç, beğen tecavüz et…
Bu demek oluyor ki, artık ülkemdeki genç erkeklerin önü açılıyor…
İşsizliğe yeni çözüm arayışlarında hak yerini buldu…
Zengin kızı bul… Hayatın değişsin…
Zengin kız babaları kızınızı artık daha iyi koruyun emi
Olmaz olmaz demeyin… Olur olur bal gibi olur…
Artık benim ülkemde “severek evlendik” döneminin bittiğinin bir göstergesidir bu muhteşem fikir…
Yeni dönem de “tecavüz ederek evlendik”, dönemidir o vakit…
Çocuk sorar: Anne babamla nasıl tanıştınız?
Yavrum, baban beni görmüş, beğenmiş, tecavüz etti! Ben de beğendim evlendik…
Biliyor musunuz artık ülkemle ilgili gelişmeler içinde hiçbir şeye şaşırmaz oldum… 
Ancak benim esas merak ettiğim şu ki, 550 erkekle birlikte meclise gönderdiğimiz 78 kadın milletvekili arasında, başta Kocaeli’mizden meclise gönderdiğimiz medarıiftiharımız, göz bebeğimiz, ilimizin tek kadın milletvekili sayın Azize Sibel Gönül hanımefendi başta olmak üzere, ülkemizin diğer kadın milletvekilleri bu öneriye nasıl tepki verecekler acaba … 

Demişken bakın aklıma ne geldi…
Mustafa Kemal Atatürk’ümün ifade ettiği üzere, “Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden içerdeki cephenin suskunluğudur…”
Da dedikten sonra “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana “Her Şeye Maydanoz”unuzun davulu az”… Güm be de güm güm… Güm be de güm güm… Güm… Güm… Gümmmmmm…
Diyorum ve müsaadenizi istiyorum…
Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin…
En çok beni özleyin…
En çok beni özleyin…
Hatta bir tek beni özleyin…

Fransa’da Trafik, Çalışma Hayatı ve Piyasa Durumu

Fransa’da Trafik :
Burada yollar çok güzel ve düzenli her taraf asfalt, stabilize yol hiç yok. Her hangi bir yerleşim alanı en küçük köy bile olsa en az 3-4 yerden yol var.  Böyle olunca da çok fazla trafik sıkışmıyor. Herkes geçiş üstünlüğüne göre yol veriyor ve trafik kurallarına düzenli olarak uyuyor. Bu kadar yer gezdim küçük köylere de girdik ama hiç bir yerde bozuk yol görmedim.

Burada ehliyet puanı 12 puanmış. Para cezaları ve puan silme cezası şeklinde cezalar uygulanıyor. Yollarda radarlar mevcut, kesinlikle hız sınırını aşamazsın, radarlar  arkadan resim çekiyor. Sabit radarlar haricinde dürbünler var. Bu dürbünler ağaç arkalarında, yol kenarlarında. Sen göremiyorsun yaptığın hata sonucunda ceza bir hafta sonra adresine gönderiliyor.Trafik kurallarının uygulamasına küçük şehirlerde jandarma büyük şehirlerde ise polis bakıyor. Büyük araçlar ve tırlarda takometre mecburi.  Takometre aracın günde kaç saat yol gittiğini, yol hızını, şoförün ne kadar dinlendiğini kaydediyor. Bir şoför günde sürekli olarak 4,5 saatten fazla araba kullanamıyor. 4,5 saat sonra 45 dakika dinlenip tekrar yola çıkıyor ve günlük olarak 9 saatten fazla araba kullanamıyor.Alkollü araçların kullanmada ise büyük cezalar var.

Bir şoför kurallara uymadığı takdirde bir günde bile ehliyetini kaybedebilir veya geçici süreli ehliyetine el konulabilir. Örnek olarak ; kırmızı ışıkta geçmek 4 puan, hatalı sollama 4 puan , stopta geçmek 4 puan eder 12 puan gitti. Ehliyetiniz alındığı zaman artık kendi arabanızı evinize dahi götüremiyorsunuz oracıkta kalıyor arabanız.

Tekrar ehliyet almak ise gerçekten çok zor biri sürü testler uygulanıyor, ehliyet almanız iyice zorlaştırılıyor.

ÇALIŞMA HAYATI ve PİYASA DURUMU : Burada asgari ücret 1033 civarında kiralar 400 Euro’dan başlıyor. Ailenin gelir durumuna göre devlet geliri çok düşük olanlar için durumlarına göre kiranın  büyük bir kısmına kadarını ödeyebiliyormuş. Çocuk parası 170 Euro. 2 çocuk için 250 Euro veriyor. Devlet çalışmayana iş gösteriyor, birinci işi beğenmediğinizde ikinci işi gösteriyor eğer onda da çalışmazsanız kendinizle baş başa bırakıyor. Yani insanlar çalışmak zorundalar.

Burada piyasanın durumu marketten aldığım fiyatlardan bir kısmını aktarmak istiyorum. Balık fiyatlarını  çok yüksek gördüm. Kilosu 10 Euro’dan başlıyor. Belki mevsiminden dolayı olabilir. Peynircilik Fransa’da çok meşhur. Bir çok değişik peynir çeşidi var. Peynir fiyatları da yaklaşık 10 Euro’dan başlıyor. Yoğurt 2Kg 4,74 Euro, marul tane 1 Euro, domates 1,3 Euro, salatalık 1,3 Euro, şeftali 1 ,8,  Kayısı 2,65,  Erik 2-3 Euro, Kiraz 5,6 Euro, Çilek 8 Euro, üzüm 4,2 Euro, Kivi 2,65 Euro, Patates 1, 3 Euro, Kuru soğan 1,28,  Elma 1,9 Euro. Kasap, hayvanı kesemiyor. Hayvanlar mezbahalarda kesiliyor kasaplar toptan alıp dükkanlarında satıyorlar. Kasaptaki et fiyatları ise şöyle ; 6 Euro’dan başlıyor büyükbaş hayvan eti 13,5 Euro’ya kadar fiyatlar mevcut domuz eti ise 2-3 Euro civarında çünkü burada çok kalitesiz bir et olarak geçiyor.  Et fiyatları nispeten Türkiye’ye göre uygun buradakiler özellikle meyve ve sebzeyi çok az tane tane alıyorlar. Marketler aldığınız ürünler için poşet vermiyor, poşet paralı çünkü plastik poşet kullanılmasını istemiyorlar ve genelde insanlar kendilerine has bez torbalarla alış verişe geliyorlar.

Aşk; Dünyevi ve Uhrevi Aşk ta Ufkumuzu Açıyor

 

Bazı maddi saplantılardan uzaklaşmak, bazen olaylara geniş bakabilmek, bazen uhrevi duygular, çoğu zaman sevgi, ruh inceliği, aşk; ufkumuzu açan etkenlerdir.
Bu öyle bir şey ki neyin ne zaman olacağını bilemezsiniz.  Ama bir de bakarsınız ki, karşınızda birisi var ve sanki siz onu yıllardır tanıyorsunuz. Öyle bir sıcaklık duyarsınız.

Bu karşınızdaki bir insan, bir bitki ya da bir hayvan da olabilir. Bir Deniz, bir DAĞ da olabilir. 

Önemli olan arada bir elektriğin oluşmasıdır.  Bir mesajın alınıp verilebilmesidir.

Sürekli SEBEP-SONUÇ ilişkisi içinde kalırsanız, dar bir çerçeveden bakmaya mahkumsunuz.  Ve o zaman bazı olayları açıklayamazsınız.

Akıllı Kayısı Ağaçları’nı hatırlıyor musunuz? “Aslında ZOR Değil” isimli birinci Ciltte yer alan bu hikâyede Nimet Teyzemizin bahçesindeki Kayısı ağaçlarının, komşu apartmana sarkan dallarında tek bir meyve yoktu. Ama Nimet Teyzenin bahçesinde kalan dallar meyveden adeta kırılıyordu. Ve Nimet Teyze gülüyordu, olayı anlatırken.

Komşu hanım, kayısı ağaçlarının kendi bahçesine sarkan dallarından rahatsız oluyor ve kayısıların tamamının kesilmesini istiyordu. Nimet Teyze ise kendilerine sarkan dalları kesmelerini ya da meyvelerini alabileceklerini söylüyordu. Ve işte bu tartışma ile gelen mevsimde kayısılar olgunlaşmış ve fakat komşuya bakan dallarda TEK BİR KAYISI olmamıştı.  Nimet Teyzenin tarafında dallar kırılıyordu.

İşte bu olayı madde açısından sebep sonuç ilişkisi ile açıklamak mümkün değildir. Burada başka bir neden vardır. Bilmediğimiz, ama tabiatın ve kayısı ağaçlarının bile çok iyi bildikleri bir başka neden… 

Acaba bu neden, kayısı ağaçlarının dahi hissedebildikleri SEVGİ midir? Hissedebildikleri ve cevap verebildikleri SEVGİ midir?.

Ve bir başka olay; akıllı köpek LARA…

Lara, Antalya’da yaşıyordu, Oğlum NURAL’ların köpeği.. Antalya’ya gittikçe Lara’yı alır gezdirirdim. Beni çok seviyordu. Kapıda karşılıyor, ayağıma TERLİK çıkarıyor, üzerime boylu boyunca zıplıyor, her defasında büyük tezahürat gösteriyordu.

Lara hisli ve akıllı bir hayvandı, örneğin, Cansın, beraber büyüdükleri torunum, Antalya’da ayrılıp İstanbul’a geldiğinde, Lara onun odasına gider ve başını divana uzatır resmen ağlarmış… 

Biz Antalya’ya gittiğimizde daha arabamızın parka yaklaştığını sezer ve kapıya koşarmış.  Bizi büyük tezahüratla karşılar, sanki öpecekmiş gibi üzerime atılır, sonra hemen terlik çıkarırdı. Ve lütfen dikkat altı ay önceki gelişimde giydiğim terliği bulur ve bana onu getirirdi. Bir defasında SEMRA; eski, terliği değil de yeni aldığını bana vermek istedi ama Lara, o terliği asla bırakmadı ve illa bana onu vermek için çırpındı,  mecburen o eski terliği giymiştim.

Olay bununla bitmiyordu, Lara şöyle bir saat kadar oturduktan sonra benim ayakkabımı alır ve salona getirirdi. 

“HADİ GİY BUNLARI ve YÜRÜYÜŞE ÇIKALIM” Dercesine. 

Bütün bu tezahüratın nedeni neydi? SEVGİ !… Sevildiğini anlıyor ve aynen karşılık veriyordu.  Ve Lara, Keriman’ı sevmezdi. Neden? Keriman ona yüz vermez ve çoğu zaman da onu Balkona atardı. 

Bizi karşıladığında ise Keriman’a şöyle bir bakar ve arkasını dönerdi.

Lara bir köpekti. Ama sevginin, bitkide ve hayvan da bile bir dili vardı ve insan o dili onlarla konuşabiliyordu.

İşte Kayısı Ağaçları ve İşte LARA… Bunlar yaşanmış olaylar…

                    VE İNSAN SEVGİSİ !…..

İnsanlar arasındaki SEVGİ de böyle değil mi?

Bazen sadece göz göze gelirsiniz, bazen sadece bir el sıkma…  Bazen bir iki sıradan söz.. Ama her insanla değil de bazıları ile başka bir iletişim..

Hiç düşündünüz mü NEDEN?  Ve düşündünüz mü? NASIL?

Bu duygu, bazen bir hayranlık, bazen bir etkileşme, ama bazen ortada hiçbir neden yokken bir yakınlaşma…

Hiç böyle düşündüğünüz oldu mu?

Hiç bunları yaşadığınız oldu mu? 

Tanıştığınız veya özellikle de tanışmadığınız biriyle daha ilk karşılaşmanızda, içinizde değişik duygular uçuştu mu?

Bunun en BASİT açıklaması AŞK.. Yıldırım aşkı filan deniliyor. Klasik manada düşünülen AŞK’la, Sevgiyle, hele de sexle filan asla ilgisi yok bunun..

Bu başka bir şey… Başka bir yakınlık…

İlk defa karşılaşıyorsunuz, ama kırk yıllık dost gibisiniz.    

Ve ne yazık ki bunu başkalarına anlatamıyorsunuz.. Zor anlatırsınız..

Akıllı KAYISI AĞAÇLARINI Anımsayınız.

Akıllı Köpek LARA’yı anımsayınız.

İnsan ilişkilerinde de böyledir. Bazen, o bir dosttur. Bazen bir yabancı.. 

Daha önce hiç görmediğiniz birisi.. Onunla asansörde karşılaşırsınız, bir otobüste, bir vapurda, bir otelde!… Yolda benzincide, yol kenarında bir satıcıda!…

Sıradan bir ilişkidir. Bir merhaba dersiniz, hatta demezsiniz bile, sadece hafif bir gülümseme…

Ya da çok masum küçücük bir bakış… İşte her şey tamamdır. Elektrik alınmıştır. Sanki kırk yıllık  dostunuzdur o.. Sanki çok eskilerden yıllarca beraber olduğunuz bir dosttur, o!…

Topu topu sadece bir iki dakika beraber oldunuz, hatta üç-beş saniye.. Ama unutulmaz bir an yaşadınız,  bunun karşı cinsle, seksle, cinsel eğilimlerle de bir ilgisi yok..

O sadece bir mesaj, bir yakınlık, bir iletişim, bir anlaşma, bir mutabakat..

Hiç böyle bir an yaşadınız mı?  

Çok kısa bir alışveriş ve sonra herkes kendi dünyasında…

Ama unutulmaz o anlar, hiç bu duyguları paylaştınız mı?

Ve O insanla tekrar karşılaşmayı hiç öylesine yoğun bir duygu ile istediniz mi?

O adını bile bilmediğiniz, sadece bir an, çok kısa bir an elektrik aldığınız, O İNSANI, O canlıyı öylesine özlediğiniz oldu mu?

Ve EVREN’in, İLGİSİZ ve UZAK yaratıklar kadar, O, Size çok yakın yaratılmışlarla da dolu olduğunu hiç düşündünüz mü?

Onlarla yakınlığınızın belki de tesadüf olmadığını hiç düşündünüz mü?

Bu tür ilişkilerinizin zaman, zaman yoğunlaştığını hiç fark ettiniz mi?

Bütün bunlara; EVET !..Diyebiliyorsanız, SEVGİ’yi fark ettiniz demektir. .

SEVGİ’yi fark ettinizse DÜŞÜNCE UFKUNUZ açıldı demektir. 

İşte şimdi DÜNYA’ya bir de böyle bakar mısınız?

Her şeyin ne kadar değiştiğini, ne kadar güzelleştiğini, aslında yaşadığımız gezegenin çok da kötü olmadığını; size, bize hepimize yetecek kadar geniş ve güzel olduğunu.

Ve bu anlamda SEVGİ Düşünce UFKUMUZU genişletecektir. Genişletmiştir.     

Önce Ev Sonra Cennet

0

Trafik terörüne çözüm
Başlık size ilginç gelebilir.
Bu bir kıyaslama değil, güvenlik meselesidir.
Bu başlık benin trafikteki parolamdır
Güvenlik yani önce ev, denizde havada karada herkes içindir.
Cennet ise bizim temennimiz ve ümidimizdir.
Bir bayram tatilinde 150 ye yakın insan trafikte can veriyor
Bunun iki katıda yaralı oluyorsa yani
TRAFİK terörünün bir haftada aldığı can
PKK terörünün bir senede aldığı candan çok daha fazla ise
Bu konu üzerinde durmak gerekir.
Çünkü hayat her şeyden kıymetli ve önceliklidir.
Onsuz diğerlerinin bir anlamı da kalmaz.
Önce sağ- sabin kazasız belasız, hasarsız- acısız eve gidiniz
Sonra müslümansanız geçte olsa cennete gideceksiniz.
Ramazan bayramı dolayısıyla sılayı rahim yapalım dedik
Ailece memlekete yani Bayburt’a doğru yola çıktık
Bu yazıyı tatil hatıralarımı anlatmak için yazmıyorum.
PKK terörü için devletin üst düzey yöneticileri defalarca toplanır
Güvenlik önlemlerini artırır.
Çözün önerileri geliştirirler.
Tartışmasız elbette ki bu olmalıdır
Şimdi size bir soru:
Yılda PKK teröründen 15-20 kat daha fazla can alan
TRAFİK terörünün çözümü için üst düzey toplantı yapıldığını
Duydunuz mu ya da kaç defa duydunuz?
PKK terörü yazılı ve görsel medyada her gün gündem oluştururken
TRAFIK terörü ancak cılız bir şekilde bayramdan bayrama gündeme gelir
Bu canlar sivil olunca değeri az mı oluyor
Bunun çözümü terörün çözümünden hem daha kolay
Hem daha az masraflıdır.
Buradaki çözüm radarları yollarda gizleyerek vatandaşlara ceza kesmek değildir
Çözüm önerilerimi birazdan madde madde sıralayacağım.
Önce gidiş ve geliş güzergâhında ki yolların durumundan kısaca bahsedeyim
Gidiş güzergâhımız Çorum, Amasya, Sivas, Erzincan, Bayburt.
Yapılmış ve bitirilmiş yollar çok mükemmel.
Emeği geçenlere teşekkür ediyor, Allah razı olsun diyorum.
Gel gör ki Erzincan’la Kelkit, Kelkit’le Köse arasında bazı yerler var ki
İkinci vitesle zor gidiyorsunuz
Arabalar aşırı derecede sarsılıyor
.Tabi ki sinirlerde tavan yapıyor
Uzun yıllardan beri bu yollardan gider gelirim
Her seferinde oralarda birkaç iş makinesi görürüm.
Her ne hikmetse bir türlü bu yollar yapılıp bitirilemez.
Zannediyorum ki sn. Başbakanımıza buralar hakkında doğru ve yeterli bilgi verilmiyor.
Sn. Başbakanımızdan bu yollar hakkında biraz daha ilgi ve alaka bekliyoruz.
Dönüş güzergâhımız Karadeniz sahil yolu üzere idi.
Bayburt’tan Espiye’ye kadar olan yollar tek şeritli olsa da güzel.
Espiye’den Samsuna kadar olan sahil yolu ise mükemmele yakın.
Tatilin son gününe denk gelmesi sebebiyle
Sahil güzergâhında trafik kontrolleri üst düzeyde idi.
İlgililere teşekkür ediyorum.
Radarları gizleyerek vatandaşı kuş gibi kafeslemeyi de
Şık ve ahlaki bulmadım.
Vatandaş suç işlesin bizde ceza verelim mantığı bu çağa ve medeni insanlara yakışmıyor.
Amaç suçun işlenmesini ve kazaların oluşmasını önlemek olmalıdır.
Korku Cennetten çıkmıştır ama moral bozmak ve can yakmak için değil.
Hiç kimse kusura bakmasın ama otoban gibi sahil yolunda 80 km hız limitini aşan araçlara ceza kesmek akıllı, mantıklı, adaletli ve güvenli bir güvenlik önlemi değildir.
Hızı engellemek istiyorsanız ekip otolarını görünür kılınız
Bir iki cümle ile de Ordu’dan bahsedeyim.
Ordu şirin bir sahil kentimiz
Teleferik sistemi kurulmuş çok güzel.
Ama gel gör ki Ordu’yu çıkana kadar mübalağasız 10- 12 tane trafik lambasına denk geliyorsunuz.
Bu görüntüde çağdaş bir kente yakışmıyor.
Buranın yöneticileri alt geçit ya da battı çıktı kavramını hiç düşünmezler mi?
Düşünseler iyi ederler
TRAFİK TERÖRÜNE ÇÖZÜM ÖNERİLERİM
A) Sürücülere düşen görevler
1 – Azami dikkatli olmak gerekir.Ben trafikte iken kendimden başka bütün sürücüleri acemi sayarım.
Bu aşırı güvenden dolayı keyfi davranmak anlamına gelmez
Bir; Ben hata yapmayacağım.
İki; karşı tarafın kazaya sebebiyet verecek olan hatalarını telafi edecek kadar dikkatli olmalıyım.
Kaza olup canlar yandıktan sonra yol hakkı senin olsa ne olur diğerinin olsa ne olur.
2 – Medeni olmak gerekir
Sol şerit geçiş üstünlüğü olan araçlar için boş bırakılmalı.
Bir evladın babasını hastaneye yetiştirmek için yola çıktığında sol şerit dolu olduğu için çaresizlik içerisinde babasının ölümünü seyretmesi ne kadar hazindir değil mi?
Hakka hukuka riayet eden sollanırken gaz kesen, yarışmayan, yol veren insanlar olmak gerekir.
Trafik kazaları kul haklarının büyüklerindendir.
Sadece kendi ölümüne sebebiyet verirsen Allah katında intihar etmiş muamelesi görürsün
Başkalarının ölümüne sebebiyet verirsen katıl muamelesi görürsünüz
B) Devlete düşen görevler
1 – Bütün yollar en az iki ya da üç şeritli bölünmüş yol haline getirilmelidir.
2 – Bütün yollar gidiş ve gelişli olarak aydınlatılmalıdır.
Aydınlatma gece yolculuklarında hayati öneme haizdir
3 – Hız limitleri yollara uygun olarak yeniden düzenlenmelidir.
4 – Hız limitleri her yolun başında tabelalarla belirtilmelidir.
5 – Ceza mantığından vazgeçilmeli ekip otoları ve radarlar görünür hale getirilmelidir.
Bunlara devletin bütçesi yetmez derseniz
30 senede teröre harcanan paraları hesap ederseniz
Yollar için harcanacak para onun yanında çok cüzi kalır.
Sonra insan hayatının değeri parayla ölçülür mü?
Peki, bu kazalardaki maddi kayıpların değeri az mıdır?
Hükümetimizin bu konudaki gayretleri takdire şayandır ama yeterli değildir.
Yol yapım çalışmaları 24 saat 3 vardiya olarak sürdürülmelidir
Kazalarda bütün suçu sürücü hatalarına bağlamak hakkaniyet ölçüleriyle bağdaşmaz
Yolların güvenli
Bayramlarında bayram tadında geçirile bilmesi temennisiyle

Tavla

 

İsa’dan 3000 yıl öncelerinden beri insanların tavla oynadıkları zannedilmektedir. Özellikle Mezopotamya medeniyetlerinde bugünkü tavlaya benzer bir oyunun varlığı tarihi buluntularla tespit edilmiştir.
Bazı araştırmacılar ise, tavlanın ilk defa İran’da oynandığını ve oradan dünyaya yayıldığını söylemektedirler. Tavlanın Pers kralı Hüsarev’i Adil (613-579) veya Nuşirevan (Ölmez Ruh) diye bilinen hükümdarın veziri Nürdü Çehri (Nurlu Yüzlü) tarafından icat edildiği genellikle kabul edilmektedir. İran’da bulunan en eski tavlanın 5000 yıl öncesine ait olduğu uzmanlar tarafından tespit edilmiştir. Mısır’da da Tutankamon’un mezarından, dört adet tavla çıkarılmıştır.

Tavlanın kullanmakta olduğumuz zamanı, günümüzden asırlarca önce tanımladığı da bazı araştırmacılar tarafından kabul edilmektedir örneğin; tavladaki karşılıklı altışar hanenin toplamı 12 ayı, 15 açık renkli 15 de koyu renkli toplam 30 adet pulun bir ayın otuz gününü  yine tavladaki karşılıklı  12 hanenin toplamı olan 24 sayısının da günün 24 saatini simgelediği ileri sürülmektedir.

Gerçeğe daha yakın olan söylem ise; tavla İran’dan Mezopotamya’ya oradan da Mısır’a ve Akdeniz’in ticaret yollarıyla Roma’ya ulaşır. Romalılar oyunun kurallarında bazı değişiklikler yaparlar. Pul kırmayı, kapı almayı, kırık taşı olanın taşını oyuna sokmaya kadar beklemeyi yeni kurallar olarak oyuna ilave ederler.

Tavla yeni kurallarıyla haçlı seferleriyle tekrar doğuya gelir. Doğuda özellikle de İran’da yeniden tasarlanır ve bugünkü haliyle tekrar Avrupa’ya döner. Rönesans’la birlikte tüm Avrupa’da genelde elit tabakada yayılır. Fransız İhtilali’nden sonra yapılan aramalarda kraliçe Marie Antoinette’in 200 bin frank değerinde bir tavlaya sahip olduğu anlaşılır.

Türkiye’de hemen hemen her yerde en fazla oynanan oyunlardan biri de tavladır. Ülkemizde normal tavla oyununun dışında Gülbahar, Hapis, Küşat ve Kız Tavlası gibi çok çeşitli kuralları olan türleri de oynanmaktadır.

Çoğumuz tavlayı en iyi oynayan milletlerden biri olduğumuz kanaatindedir. Oysa dünyada her yıl düzenlenen tavla turnuvalarında birinci olan Türk oyuncuya hiç rastlanmamaktadır. Dünya Tavla Derneği (WBA) verilerine göre  dünyanın en önemli turnuvaları Monte Carlo Dünya Şampiyonası, Las Vegas Open ve Nordic Open yarışmalarıdır. Bu yarışmalarda genellikle A.B.D., Japonya ve Danimarka’lı yarışmacıların başarılı oldukları gözlemlenmektedir.

Uluslararası tavla turnuvalarına başarılı oyuncular yetiştirmek amacıyla İstanbul Tavla Spor Kulübü Derneği (İSTAVDER) 2008 yılında yeni kurulmuştur. (www.istavder.com adresinden gerekli bilgiler alınabilir)

Dünya Tavla Derneği (WBA) ile ortak çalışmalar yapmak için temaslar kurulacak ve bu doğrultuda çalışmalar devam edecektir.
Son dönemlerde tavla oynamanın insanların mantığını, becerisini, sakin düşünebilmesini geliştirdiği kabul edilmektedir.     Hatta bazı Avrupa ülkelerinde okullarda ders olarak verilmesine bile başlanmıştır.

Geleneğimizde ise tavla gürültülü, esprili ve özel deyişlerle renklendirilerek oynanan bir oyun olarak her yerde oynanmaya devam edilmektedir.

Şansın önemli rol oynadığı tavla oyununda acemilerin, usta oyuncuları yendiği sık sık görülür. Bu nedenle tavlanın usta oyuncuları alçak gönüllü ve mütevazı olmak zorundadırlar.

 

60 Sene Önce, 60 Sene Sonra

 

Cevat Rıfat Atılhan’ın Serdengeçti dergisinde yazdığı UYANIŞ yazısını aynen yazıyorum. Altmış sene önce, altmış sene sonra değişen bir şey yok.
Cevat Rıfat Atılhan yıllardır bu mukaddes davanın ön saflarında kafası, silahı kalemi hepsinden üstün yılmak bilmeyen, iman ve iradesiyle çarpışmış bir Türk – İslam mücahididir.

Bir buçuk asırlık derin bir gaflet uykusundan uyanıyor ve bu uykunun bize yedi taçlı ve birçok taçsız zengin vatan parçasına mal olduğunu görüyoruz, fakat çok geç.

Kâbuslu bir ölüm uykusundan zorda olsa, geç de olsa uyandığımız ve gafletten silkinmekte olduğumuz artık inkâr edilemez.

Sürü sürü haçlı ordularının yıkamadığı, yıkmak şöyle dursun kılına bile halel getiremediği koca Türk Milleti, ufak bir basiretsizlik ve dikkatsizliğin kurbanı oldu. Bu gaflet bize çok hem de pek çok pahalıya mal oldu. Düşman kaleyi içinden fethetmeye ve bizi kendi elimizle yıkmaya çalıştı. Dünyanın üç kıtasında şanla, şerefle dalgalanan mübarek bayrağımız o kıtaların burçlarından indirildi. Ricatler, felaketler, ihtidamlar birbirini takip etti.

Sadık, fedakâr ve cesur Trablusgarp elimizden namertçe ve namussuzca koparıldı. Askersiz silahsız ve müdafaasız bırakıldı. Sultan Hamid’in tahtıyla beraber koca bir vatan parçası da yıkılıp gitti.  

Bu gün artık gün gibi ispat edilmiştir ki yüz elli sene evvel başlayan ve fakat şu menhus kırk sene içinde en azgın bir şiddete ulaşan meşum felaketlerin sebepleri ve amilleri apaçık meydana çıkmıştır. Bir ananın zehirli sütüyle beslenmiş üç düşman: Siyonist, Farmason ve Dönme. 

Vaktiyle babalarımız şu otuz sene içinde yine bu uğursuz teşekküller tarafından bize istifaf ettirilen ecdadımız, bu melun ve müstekreh teşekküllerin bütün şer ve melanetini bizlerden bin kere daha savih, bin kere daha vazıh anlamışlar ve ona karşı tedbir almışlardır. Fakat yetmiş beş seneden beri bütün dünya Yahudilerinin el ve ağız birliği ile yaptıkları propaganda tufanı içinde şaşırmış olan milletimiz hakikatlerden uzaklaşarak, döndürülen büyük entrikalardan gafil olarak başımıza örülen çoraplardan habersiz kalmıştır.

Bu alakasızlıktır ki Farmason, Siyonist ve Dönmelerin meydanı boş bularak pervasızca ve korkusuzca milli bünyemizde istedikleri tahribatı fazlasıyla yapmalarına imkân vermiştir.

Bizim lakaytlığımızdan ve laubaliliğimizden aldıkları cüret sayesindedir ki maddemizi ve manamızı ta iliklerine kadar sömürerek ve riyakârane propagandalarla bizi derin bir uçurumun kenarına getirip bırakı vermişlerdir.

Onların son hedefleri ve son arzuları Müslüman Türk’ü İslam dünyasından koparıp atmak ve sonra da Kar- ı tarihe gömerek siyon oğullarının öcünü almak ve tasavvur ettikleri dünya hegemonyası hayaline engel teşkil ettiğini zannettikleri Türkleri bütün sahneden uzaklaştırmak.

Farmasonların küstah bir şımarıklıkla sahneye çıkmaları, bütün dönme ve Yahudilerin müşterek mesaisi ve elbirliğiyle alkışlanmasıdır ki, milletimizi daldığı derin gaflet uykusundan uyandırmış ve tedbir almaya sevk edilmiştir. 

Şimdi memnunlukla görüyoruz ki zararın bu noktasından geriye dönmüş bulunuyoruz. Millet Meclisi kürsüsüne kadar intikal eden ve kahraman Türk Millet Vekillerinin cesurane müdafaalarıyla halk efkârında büyük heyecanlar doğuran hamleleri ve teşebbüsleri, Türk Milletinin mahvını istihdaf eden Farmasonlarda müthiş bir şaşkınlık ve korku tevlit etmiştir.

Milletinizin uyanan şuuru, aklıselimi ve kendine has ince zekâsı ve kavrayışıyla iyice anlaşılmış ve görülmüştür ki ve Farmasonla Siyonist ve Yahudi ile dönme arasında hiçbir karakter ve faaliyet farkı yoktur.

Cümlesinin hedefi ve arzusu bir noktada toplanır. Zengin bir vatan toprağı üzerinde sefil ve sergerdan yaşayan Türk köylüsünün son damla kanını içmek, onu İslam âleminde haiz olduğu yüksek itibardan düşürmek ve bütün harita-i âlemde silip süpürmek.

Bu güne kadar basiretimizin bağlı olmasından ve düşmanlarımızın müthiş bir teşkilata sahip olmasından ötürü zehirini varlığımızın en ücra köşelerine kadar zerk eden bu üç düşman, şimdi milletimizin daimi teyakkuz ve intibah adesesinin altında zevale ve yok olmaya mahkûm bir vaziyete düşmüştür.

Bu günün muhterem nesline bu acı ve korkunç tarihi hakikati bütün çıplaklığıyla anlatmak en büyük vatan vazifesi ve hepimizin en başlı ödevini teşkil eder.

Cevat Rıfat bu yazısını 1951 Haziran ayında Serdengeçti Dergisinde yayınlamıştır. Yani tam Altmış yıl önce, Altmış yıl sonra değişen bir şey yok

Üç düşman, Siyonistler, Farmosonlar ve Dönmeler aynı hızla faaliyetlerine devam ediyorlar.

Bu arada sevindirici bir rastlantı 60 sene önce Cevat Fırat’ın “Farmosonların küstah bir şımarıklıkla sahneye çıkmaları” sözünü Altmış yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan da tespit etmiş ve aynı cümleyi kullanmıştır.  

Terörün Arka Planı

0

 “Fa’tebiru ya uli’l-ebsar.” (Haşir Suresi, 2.Ayet:) “İşte ey akıl ve basiret sahipleri siz (bundan) ibret alın.” (Balıkesirli Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakim ve Meal-i Kerim, 3. Cilt, 8. Baskı, İstanbul – 1974  s: 1022)  

Yani, ey akıl sahipleri, zahir / dıştan, batına / içe geçiniz. Görünende, görünmeyeni görünüz. Dıştan içi seziniz. Kabukta takılmayıp, çekirdeğe yöneliniz. Öze yol bulunuz.

 İşin arkasını keşfediniz. Kısaca söylemek gerekirse, can gözünüzü açınız. Onunla görmeye çalışınız. İşte asıl basiretlilik budur.

Göz dışı, basiret içi görür, gösterir. Dışı gören malumat sahibi, içi gören ise hikmet ehli olur. Esas olan, olayın yüzeyinde kalmayarak, onun arkasını görebilmektir.

Olayların dışını ve oluş seyrini görmek herkesin, bu hadiselerden beklenilen hedef, gaye ve maksadı görmek ise, basiret sahiplerinin karıdır. İnsan ise, olayda, gayeyi görebilendir.

Olaylardan beklenen sonucu, sonuçtan önce çıkarandır. Çünkü olayların yüzeysel şekline bakanlar, olayların güdümüne girmekten kendilerini alamazlar. O, olaylara değil, olaylar ona hakim olur. Bu da insanı, kör dövüşe iter.

 Bir hadisenin meşru olup olmadığı, gayesinin yücelik ve düşüklüğüne bağlıdır. Nice vahşi görünüşlü olaylar, mahiyet ve gayesinin yüksekliği nispetinde zihinlerde takdir edilen ve desteklenen bir durum arz eder.

“Es-sebebü ke’l-fail.” / “Sebep olan yapan gibidir.” Evrensel prensibi çerçevesinde hadiselere bakılmadıkça, olayların girdabında boğulmaktan kurtulamayız.

Nitekim, 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli ilçelerini basıp, resmi binalara ateş ederek ve halkı tarayarak Türkiye gündemine fiilen giren PKK terör hareketinin de gerçek yüzünü görmek için, bir çeyrek asrı geçen zaman zarfında, Türkiye sathında dehşet saçan, binlerce masumun ölmesine ve on binlercesinin zarar görmesine sebep olan, kanlı terör örgütünün arkasında, sinsice gizlenen ve masumane haklar peşinde koşuyormuş izlenimini veren, sathi ve sahte görüntünün altında, nasıl yıkıcı ve bölücü bir senaryonun yattığının farkına varmak gerek.

Zaten gerçek basiretlilik de budur.

Nitekim, “Öcalan’ın hareketlerini takip edenler, PKK’nın sadece bir mevzi kazanmak, mesela: Kürtçe eğitim, Kürtçe televizyon yayını gibi  -aslında uygulanması da mümkün olmayan-  isteklerin yerine getirilmesiyle avunmayacağını bilirler.

 Federasyon gibi bir talep de Öcalan’ın ihtirasını dindiremeyecektir.” (Ürperten İtiraflar, Röportaj: Arslan Tekin, 15 Eylül 1996, Türkiye.)

Hattı zatında terörün arka planında yer alan ve istenen gaye ve hedef  “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni parçalamak ve tarih sahnesinden silip atmaktır.

 Bunun da yolu “Beylik veya Tavaif-i Müluk (Devletçikler) mukaddemesi (öncesi) olan muhtariyet (özerklik)…gibi gayr-ı ma’kul (ma’kul olmayan) fikirlerde bulunan…”ların (Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler II (Tenvir Neşriyat) İstanbul – 1990, s: 37) mevcudiyetinden geçer. Zaten zehiri de altın kadehle sunarlar.

İnanın, dış güçlerin asıl hedefi, kursaklarında kalıp, bir türlü gerçekleştiremedikleri menhus / uğursuz Sevr’i hortlatmaktır.

Üstelik bu sefer; içten, kardeşi kardeşe kırdırarak bunu gerçekleştirmek istemektedirler. Çünkü çok iyi biliyorlar ki: “İki pehlivan kavga ederken, bir çocuk ikisini de dövebilir.”

Şunu iyi bilelim ki, ne Batı, ne Amerika, ne Rusya, ne de bunların yandaşları, asla ne Türk’ü ne de Kürt’ü sever. Onların bir tek emeli vardır.

O da varsa yoksa petrol. Nitekim Amerika’nın geçende, bu manada sarf ettikleri sözler hepimizce malum.

Demek ki mes’ele ne sadece Türk, ne de sırf  Kürt mes’elesidir. Mes’ele Türk ve Kürtlerin

beraberce, birlikte ve yekvücut olarak VAR OLMA ve YOK OLMA mes’elesidir.

Yani ya Türk, Kürt’le var olmaya devam edecek, ya da Türk  -Allah etmesin-  Kürt’le beraber yok olup gidecektir!

Çünkü terör hareketinin  -farzı muhal-  başarılı olması, asla Kürtlerin kendi başlarına kalması ve kendi hallerine bırakılması sonucunu doğurmayacak. Aksine bu mübarek topraklar ne Türk’e ne de Kürt’e yar olacaktır.

Kaldı ki, “Muhali (imkansızı) talep etmek, kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran, parça parça olur.” (Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, (Yeni Asya Neşriyat, 2. Baskı) İstanbul – Ocak 1993, s. 51)

Üstelik “Etrafımızda hayatımızı zehirlettirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış o müthiş yılanlar…” (Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler II (Tenvir Neşriyat) İstanbul – 1990, s. 47) varken…

Evet, bazı şeylerin tecrübesi imkansızdır. Tıpkı ölümün tecrübesi olamayacağı gibi. Demek ki, kimi gerçekleri görmek, onu denemekten geçmez ve geçmemeli.

Kısacası, olmadan önce olacakları; ancak basiret, akıl ve ilim gözüyle teşhis edebiliriz.

Hakikat bu merkezde iken  -maalesef-  dış güçlerce kandırılan ve aldatılan bazı gençlerimiz, sadece Türk kardeşlerine zarar vermekle kalmıyorlar, aynı zamanda Türklerle beraber  -aslında-  Kürtleri yani kendilerini de zarara sokuyor, daha doğrusu bindikleri dalı kesiyorlar. Çünkü, Türk; Kürtsüz, Kürt de Türksüz yapamaz.

Doğu’nun sinesinden çıkıp, bu topraklarla haşir neşir olan ve insanıyla, yıllarca kaynaşan ve onları çok iyi tanıyan Bediüzzaman; bu gerçeği şu veciz sözlerle, zihinlerimize nakşedip perçinlemek ister:

“Emin olunuz biz Kürtler, başkalara benzemiyoruz. Yakinen (kesin olarak) biliyoruz ki, içtimai (sosyal) hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder (çıkar).” (Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat (Yeni Asya Neşriyat, 2. Baskı) İstanbul – Ocak 1993, s. 126) der ve yine içinden çıktığı Kürtlere nihai / en son gaye ve maksatlarının ne olması lazım geldiğini, şu kesin, kararlı ve ateşin sözlerle haykırır:

“Altı yüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum aleme karşı ilan eden …bizim Şanlı Türk Pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların aklı ve marifetinden (bilgi ve becerilerinden, yararlanıp) istifade edeceğiz.

Ve asaletimizi (bize yakışanın bu olduğunu) da göstereceğiz. (Çünkü) Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; mecmuumuz (ikimiz) bir iyi insan oluruz.

Hod-serane yapmayacağız. (Kendi başımıza hareket etmeyeceğiz.) Bu azmimiz (kararlılığımız)la başka unsurlara, ders-i ibret (ibret dersi) vereceğiz. İyi evlat böyle olur.

“Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmiş isek, şimdi bin batman itaat ve ittihat (birlik) farzdır. Zira şimdi sırf menfaat (ve fayday)ı göreceğiz…

“Elhasıl: İttifakta kuvvet var. İttihatta hayat var. Uhuvvet (ve kardeşlik)te saadet var. İtaat-ı hükümette selamet var. Hablü’l-metin-i ittihada (birliğin sağlam ipine) ve şerit-i muhabbete (sevgi şeridine) sarılmak zaruridir.” (Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler II (Tenvir Neşriyat) İstanbul – 1990, s.  256)

Tıpkı bir zamanlar iki kardeş olan Orhan Gazi ile Alaaddin Paşa’nın baş başa vererek devleti, ele güne karşı yükseltmeleri gibi.

Alaaddin Paşa’yı aklı yerine koyan Orhan Gazi, bütün gücünü Alaaddin Paşa’nın emrine vermişti. (Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, Cilt:1, Heyet, (Türkiye gazetesi neşri), İstanbul – (Tarihsiz) s. 130-131) Böylece akıl ve güç yani madde ve mananın el birliğinden “Ebed-Müddet” devletimiz doğmuştu.

Bu doğuş, TÜRK – KÜRT kardeşliğinin omuzlarında  -inşallah-  Kıyamete kadar yükselişine devam edecek, hiçbir güç bu birlik ve beraberliğe gölge düşüremeyecek, iç – dış düşmanların rağmına bu vatan, bu millet ve bu devlet ilelebet payidar olacak / yaşayacaktır

Anadolu Müslümanlığını Anlayışının Temeli Olan Bir Menkıbe

 

Mustafa Necati Sepetçioğlu‘nun eserinden uzun yıllar önce okuduğum bir Anadolu menkıbesini aklımda kaldığı kadarıyla aktarmaya çalışacağım:

Anadolu’nun bir muhafazakâr köyünde, köylülerin yaşantısından farklı bir hayat yaşayan, içki içen, namaz kılmayan, oruç tutmayan, bazı görünür şahsi günahları olan biri vardır. Bu adam ölünce köylü ve köyün imamı cenaze namazını kılmak istemezler. Bunun üzerine merhumun karısı, kocasını bir çuvala koyarak köyün dışında bir yere gömmek için yer aramaya başlar.

Oralarda bir çoban yıllardan beri koyunlarını otlatmakta, hayatının büyük bölümünü bu çayırlık alanda kurduğu çadırda geçirmektedir. Çoban kadının derdini sorup, durumu öğrenince “sen git bacım, ben mezar kazar, gömerim cenazenizi” der.

Fakat bir süre sonra başta imam olmak üzere birçok köylü birbirine benzer rüyalar görmeye başlarlar. Bu rüyalarda cenaze namazı kılınmayan merhum cennettedir. Halinden de son derece memnun görünmektedir. Bu rüyalar üzerine istişare eden köylüler, imamın başkanlığında merhumun karısına giderler.

“Biz galiba yanlış bir iş yaptık. Senin kocanın herhalde bizim bilmediğimiz bazı iyilikleri ve amelleri vardı ki Allah O’nu cenneti ile mükâfatlandırdı. Bunun sırrı nedir?” diye sorarlar.

Kadıncağız “benim kocam aynı sizin bildiğiniz gibi günahkâr bir adamdı. Başkasına zararı yoktu ama kendisine zarar verecek günahlar işlerdi” cevabını vermiş.

Bunun üzerine cenazeyi kimin defnettiği öğrenilir ve köylüler çobana giderler. “Bu adamı gömerken ne okudun?” diye sorarlar. Çoban “ben cahil bir adamım, dua bilmem. Çukuru kazdım ve cenazeyi gömdüm” der.

Köylülerin ısrarlı soruları üzerine hatırlayarak devam eder. “Gömerken Allah’a şöyle seslendim: Allah’ım, yıllardan beri ben buradan gelip geçenlere ‘Tanrı misafiridir deyip, elimden geldiğince ikramda bulundum. Şimdi de ben sana bir misafir gönderiyorum. Şanınca ağırlayıver dedim.”

*****

Bu menkıbe Türk milletinin İslam’ı anlama tarzını oluşturan tasavvuf anlayışının güzel bir örneğidir. Bu menkıbeden bazı sonuçlar çıkarmaya çalışalım:

1- Günahkâr da olsa, kul hakkı olmayan her Müslüman’ın Allah tarafından affedilmesi mümkündür.

2- Kulu yargılama hakkı yalnızca Yaratan’a aittir. İnkârcı olduğunu açıkça söylemeyen her Müslüman’a hüsnü zan ile bakmak gerekir. İnsanlara Cennet’e giriş bileti satma hakkı ve Cehennem’e gönderme yetkisi verilmemiştir.

3- İbadet ve duanın kabul edilme ihtimali edilen dua ve ibadetin sayısı, şekli ile değil, samimiyeti (ihlâslı oluşu) ile doğru orantılıdır.

4- Allah sevdiği kulların hatırına başka kullarının da günahlarını affedebilir.

Bu sonuçları kabul eden Müslümanların bazı yönlerden kendisine benzemeyen Müslümanları ve hatta gayrimüslimleri hakir görmesi ve aşağılaması mümkün değildir.

Bu Müslümanların gücü eline geçirdiği zaman başkalarını kendisi gibi yaşamaya zorlaması da söz konusu olamaz.  

Oysaki İslami rejimle idare edildiği söylenen birçok ülkede, “rejim” insanların kılık kıyafetine, ibadet etme / etmeme hürriyetine, günah işleme / işlememe özgürlüğüne müdahaleye kendini yetkili saymaktadır.

Buna karşılık bu anlayışın Türk devletlerinde yer bulmadığı görülmekte. Türk devletlerinde Müslümanlar, başka dinden olanlar ve inançsızlar bir arada barış içinde yaşamışlar.  

Bazı İslam ülkelerindeki “ahlak polisi“, Hıristiyanlık tarihindeki engizisyon mahkemeleri ve giyotin uygulamaları bizim tarihimizde uygulama şansı bulmamıştır. Dini yorumlama açısından farklı anlayışlara sahip topluluklar tarikatlar, cemaatler, mezhepler arası çatışmalar pek olmamıştır.

Bunun en önemli istisnası Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail döneminde yaşananlardır. Bu olaylar devletlerin, siyasi gaye ile de olsa, insanların inançlarındaki benzerliklerinin yerine farklılıklarını vurgulamasının yarattığı derin bir travma örneğidir. İki Türk Devleti arasında yaşanan talihsiz savaşın yarattığı bu travmanın izleri tarihten günümüze devam edegelmektedir. 

Yukarıda alıntı yaptığım menkıbe ve benzerleri üzerinden verilen bir eğitim sayesinde, Türk insanının İslam’ı anlama biçimini oluşturulmuş; bazı yazarların “Anadolu İslam’ı” adını verdiği anlayışın, büyük Osmanlı coğrafyasında yerleşmesine zemin hazırlanmıştır.

Bu sayededir ki, halkın çoğunluğu farklılıklardan düşmanlık üretmemiştir. Sünni kesimde Ali, Hasan, Hüseyin, Fat(ı)ma isimlerine rağbet edilirken, Muaviye ve Yezit isimlerinin hiç kullanılmaması bunun bir göstergesi sayılabilir.

Alevilik derslerinin de müfredata girdiği yeni eğitim sistemimizde bu türlü menkıbelerin yeri ve ağırlığının ne kadar olduğunu merak ediyorum.

Balkanlarda Alperenler ve Gazi Dervişler

Günümüzde Türkiye’de bilerek veya bilmeyerek anlaşılmasını zorlaştırmak için birçok tarihi konu karmakarışık hale getirilmektedir.
Türklerin Anadolu’ya, Avrupa’ya veya Balkanlara geçişlerinde de itilaflar vardır. Bu konulara fikir namusu içerisinde baktığımızda iki ana başlık altında ifade edebiliriz.

a- Avrupa’ya ve Balkanlara geçiş

b- Anadolu’da Türkler

Türkler Avrupa ve Balkanlarda

Türklerin M.Ö. pek eski devirlerden beri Türkistan’da yerleştikleri bölgelerden Doğu Avrupa’nın güney kısmı, yani Karadeniz’in kuzeyinde Yayık Irmağı ile Ural dağlarından Tuna nehrine kadar uzanan geniş bölgeye yerleşmiş Türklerle ilgili Grek yazar Herodot İskit, Persler ise Saka derlerdi.

Doğu Romalı Ataliyat (Attaliate) ise “İskitlerle Türkler aynı ırktandır” demiştir.[1]

Sarmatlar, Roksolan ve Yağızları geçelim (M.Ö. VI – IV yy.

Milattan sonrası ise sırasıyla:

– Hunlar: 375 yılı başlarından itibaren Büyük ve Cihangir Hun İmparatorluğu.

– Avarlar: 552 yılında Asya’dan Avrupa’ya

– Hazarlar: 508’de Sabirlerin önünde

570-630 Batı Göktürk kağanlığının egemenliği altında.

630’da-642’de Kubrat Han Rusya’daki Büyük Bulgar İstan’ın başında

Bulgarlar Balkanlara 560 göç ettiler.[2]

650 Hazarlar bağımsız devlet oldu.

862 – Peçenek-Hazar Mücadelesi Kiyef Rus

– Peçenekler: 870-1090 (150 yıl Slav yayılması durduruldu.)

– Uzlar:

– Kumanlar: 1060 – Karadeniz’in kuzeyin Kıpçak bozkırında

1090: Peçeneklerin imha etmeleri

1224 – Kumanlar Moğollara yenildiler

1240 – Kumanlar Macaristan çekildiler.

1198’de UÇLAR

Anadolu Selçuki Sultanlığında resmen olmasa bile fiilen, şu umumi eyaletlere ayrılıyordu.

Kayseri – Çorum – Kastamonu hattının doğusunda kalan ve Sivas’ın merkez olduğu genişçe bir saha, Danişmendiye Vilayeti adını taşımakta idi.

Gene Kastamonu’dan itibaren Çankırı, Ankara, Eskişehir, Antalya hattı boyunca sıralanan vilayetlerden ibaret geniş bir bölge “Uçlar Vilayeti”ni teşkil etmiş.

Kastamonu ve Ankara bu Uç’lar vilayetinin iki idare merkezi idiler[3] buralarda birer beylerbeyi oturuyordu.

Antalya, Alâiye, Aksaray, Niğde, Kırşehir, Akşehir gibi yerlerde Konya’nın merkez olduğu “Yunan Vilayeti[4] olarak tanınmaktaydı.

BÜYÜK ALPEREN SARI SALTUK

Geldik ti bir zaman Sarı Saltuk’la Asya’dan,
Bir bir diyar-ı Rum’a dağıldık Sakarya’dan

Y. K. Beyatlı

Hoca Ahmed Yesevi yaşadığı Türkistan bölgesinde olduğu kadar Azerbaycan, Anadolu ve BALKANLAR’a doğru uzanan çizgide yaşayan Müslüman Türk topluluklarında da derin izler bırakmıştır. Onun yaşadığı dönem Büyük Selçuklu Devleti’nin (1143 Katavan Savaşı ile) çözüldüğü… Anadolu Selçuklu devrine rastlar. O yıllarda Anadolu’da yeniden yurt edinmeye çalışan Türk boyları dâru’l cihad olarak bilinen Anadolu’ya koşup gelmişlerdi. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması olayında büyük payı bulunan muhtelif tarikatlara mensup dervişlerin ayrı yeri vardır.[5]

Sarı Saltuk

Sarı Saltuk Evliya Çelebi’nin tesbit ettiği şekle göre Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş’tan sonra “Sarı Saltuk” lakabı ile tanınan Muhammed Buharî‘yi Horasan erenlerinden yedi yüz kişi ile ona imdada gönderiyor ve meşhur tahta kılıcını Sarı Saltık’ın beline kuşatarak şu nasihatı veriyor:

Saltık Muhammed’im! Seni Rum’a göndersin. Leh diyarında dalalet – ayin olan Sarı Saltık suretine girip, ol mel’unu bir tahta kılıçla katleyle! Makedonya, Dobruca’da, yedi krallık yerde nam ve şan sahibi ol![6]

Sarı Saltık, Rum diyarına gelince Hacı Bektaş Veli, Şeyhi Yesevi’nin emrini yerine getirerek, onu Dobruca‘ya gönderiyor.

SARI SALTIK – EMİR NOGAY

Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus, kardeşi Rükneddin Kılıçarslanı destekleyen Moğol Mengü Kaan ve Hülâgü’nün baskısıyla Ağustos 1261 de tahtını kaybeder. 1262 Haziran’ına kadar Antalya’da kalan Sultan[7] Doğu Roma’ya sığınır.

İzzeddin Keykavus İstanbul’a gittiği zaman eski dostu Mihael Paleologos (1259 – 1282) tarafından çok iyi kaşılandı.

Altın – Ordu Hanı Berke (1255 – 1266) İslâmiyeti kabul etmesi, Sultan Baybars ile akraba olması ve Sultan Baybars‘ın 1263’de Altın – Ordu ve İzzeddin Keykavus‘un elçilerini aynı zamanda kabul etmesi…

Moğolların düşmanı İzzeddin Keykavus ve adamlarına karşı girişilen çok ağır ve vahşice oldu. 1262’de Sultan Enez (Enos) Kalesine hapsedildi.[8] Onun beyleri ve emirleri Hıristiyanlığı kabule zorlandılar.

Müslüman şeyhler, Alperenler ve Derviş gazileri İslami propagandasının fiiliyatta birleşmesi İlhanlı – Altın – Ordu devletlerinde kültürel hareketlerinde birleşmesine yol açtı.

  • Anadolu’dan dahi Sarı Saltık ismindeki Türk Şeyhi’de 1263 yılında 12.000 hane kadar Türkmen ailesi (belki de çoğu Çepniler) ile birlikte Kırım ve Dobruca’ya yani Şehzade Nogay’ın bulunduğu yerlere gidip yerleşti ve İslâmiyetin neşri uğruna çalıştı.[9]

• Avrupa’ya geçtiği tarih “Sarı Saltuk uburu Rumeline

• Altıyüz almış idi heman” mısraları buna şahittir.

  • 1264’te Şehzade Nogay o zaman Trakya’da Enez (Aynos) kalesinde tutulan Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus’u II’yi oraya kuvvetli asker göndererek Doğu Roma esaretinden kurtardı.

Emir Nogay’ın kendisi de Müslümanlığı resmen 1265 yılında kabul etmiştir. Aynı yıl Trakya’ya girerek Doğu Roma şehir ve kalelerinin bir çoğunu tahrip ve yağma etti. Kırım taraflarında zaviyeler kurarak yerleşmiş olduklarını ve “GAZA” ganimetleriyle yaşadıklarını görüyoruz.[10]

Berke Han ve Nogay’ın Müslüman olmaları Hülagü ile olan savaşları kazanmaları İslâmiyet’in zaferi olarak kabul edilmesi üzerine Müslüman Türklerin, Müslüman ülkelerden, Horasan’dan ve Anadolu’dan Berke ve Nogay’ın ülkesine “gazi“ler gitti.

Azerbaycan’dan Erdebil Şeyhi Safiyûddin Erdebili, kendi müridleri ile birlikte Deşti Kıpçak’a (Karadeniz’in kuzeyi) ve Kırım’a gidip irşatta bulundular.

Azerbaycanlı, Rumlu (Anadolulu) ve Horasanlı Gaziler Azaplar[11] da tabiatıyla iştirak etmiş olacaklar. Nogay‘ın ordusu Macaristan içlerine kadar akın ediyordu. Nogay’ın maiyetinde bulunanların çoğu birkaç yıl içinde Müslüman oldu. Yalnız eskiden Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Alanların bir kısmı yine Hıristiyan kaldı.

Sicilya ve Bulgar kralları ile Doğu – Roma İmparatorunun damadı olan Nogay, yine Doğu Roma’nın damadı Bulgar Kralı Konstantin‘in çeyiz meselesine karışmak bahanesiyle Mikhail paleolog’un VARNA civarında ki Anchaibus ve Mesembria kalelerini 1280’de zaptetti.[12]

  • Emir Nogay Berke Hanın kardeşinin oğlu Mengü – Temur (1266 – 1280)’u Altın-Ordu tahtına çıkardı.
  • Emir Nogay tahttan indirdiği Mengü – Temur’un yerine kardeşi Tuda – Mengü (1280)’yü tahta çıkardı. Tuda Mengü’nün ölümü üzerine
  • Teleboğa’yı tahta çıkardı (1287 – 1291)
  • Emir Nogay 1291 yılında ise Mengü Temur’un büyükoğlu Tokta Hanı tahta çıkardı.

Ancak Emir Nogay’ın otoritesinden bıkan Tokta Han Emir Nogay’a karşı çıktı.

KUKANLIK‘ta yapılan savaşta Emir Nogay esir düştü. Bir Rus eri başını keserek şehit etti. 1299)

Emir Nogay’ın[13] Azerbaycan, Deşti Kıpçak ve Balkanlarda büyük hizmet yaptı. Ölümünden sonra Balkanlardaki İslâmi yayılma durdu. Balkanlardaki Müslümanların bir bölümü Anadolu’ya Çanakkale üzerinden geçip KARASİ oğullarının hizmetine girdiler. Hatta Osmanlı Devleti’nin Rumeli’ye geçişinde öncülük eden Gazi Fazıl ve Ece Halil‘de bir Sarı Saltık bağlısı ve Meşhur Türk Seyyahı Evliya Çelebi‘nin dedeleridir.

Altın-Ordu’da uzun yıllar mühim rol oynamış olan Emir Nogay‘a bağlı olan il ve Uruğlar NOGAY olarak anılmışlardır. Moğolca’da ise “Mangıt” olarak ifade edilmişlerdir.

Sarı Saltuk ilk Türk mutasavvıflarından birisi olarak İslâmiyet’in geniş halk kitlelerine, bilhassa tek tanrı inancı taşıyan Türkmen kitleleri arasında İslâmiyet’in yayılması hususunda oldukça başarılı olmuştur.

O ve onun gibi diğer Alperenler, Arap ve Acem Şeyhleri gibi tekkelerde oturmamış halkın arasında, sınır boylarında cihad yapmışlardır. Türkmen kitlelerine İslâmiyet’i saf bir aşkla sevdirmişlerdir.

İslâmiyet’i yayarken İmam-ı Azam Ebu Hanefi; Maturidi – H. Ahmet Yesevi çizgisi takip etmişlerdir.

Ham softalıktan her zaman kaçmış ve kaçınmışlardır.

Bu sebeple şehirlerde oturan İslâmiyet’i kabul etmiş Türkmen nüfusun yanında tek tanrı inancındaki adetlerini bırakmayan, ama İslâmiyet’e gönülden bağlı yoğun bir Türkmen nüfusun ortaya çıkmasının mimarı olmuşlardır.

Bu Türkmenler dinlerini, belki şehirlerdeki halk kadar bilmiyorlardı. Ama İslâm’a karşı onlardan çok daha samimi idiler.

Zeki Velidi Toğan‘ın ifadesiyle; “Sarı Saltuk, diğer Türk şeyhleri ile Yesevi şeyhleri gibi, İslamiyet’i adeta milli bir Türk dinine çevirmişlerdir.[14]

SALTUK NAME

  • Büyük Türk Alperenlerinden Sarı-Saltuk’un destansı mücadelesini, İslam dinini yayma yolundaki savaşlarını konularını anlatan saltukname.
  • Fatih’in oğlu Cem Sultan Edirne’de görevli bulunduğu 1473’de isteği üzerine Ebülhayr Rumi tarafından kaleme alınmaya başlandı.

7 yılda tamamlandı

3. ciltlik eser

Şerif Hızır’dır

Saltuk “çok kuvvetli”

  • Tarih, Folklor, antropoloji, inançlar ve Tarikatlar tarihi bakımından çok önemli bir kaynaktır.
  • Ebulhayr Rumi

Türk Yazar, Hayatıyla ilgili bilgi yoktur. Cem Sultan’ın emriyle Anadolu’nun çeşitli yerlerini dolaşarak din savaşçısı Sarı Saltuk’un menkıbelerini “SALTUK NAME” ismiyle (1474 – 1489) topladı.[15]

  • Hoca Ahmed Yesevi doksan dokuz bin bağlılarından seçilmişlerin birine doğru sevgiyle yönelerek;
  • ” – Saltuk Mehmedim!

Seni diyarı Rum’a saldık. Var git YEDİ krallık yerde nam ve şan sahibi ol.”

  • 93. yıllık hayatında hiç durmadan mücadele ederek İran, Hint, Kafkasya, Türkistan, Çin, Kırım, Kıpçak, Endülüs ve özellikle de Balkanlarda XIII. yy. sevgi rüzgârının esmesine vesile olan bir alperendir.
  • Yesi Şehrinden Ahmed Yesevi’den aldığı büyük görev için “7 krallık yerde nam ve şan sahibi ol

Bu emir üzerine kâfirlere karşı TANRI adına cihat etmeyi ve Müslümanlığı yaymayı görev bilmişti.”

  • Hz. Peygamberimizin KILICI, Hz. Ebubekir’in asası, Hz. Ömer’in tarağı, Hz. Osman’ın kamçısı Saltuk Sultan’dadır.
  • Önemli Görev: Hz. Peygamberimiz kendisine Rüya’da “Seyit Saltuk! Edirne’yi fethet ve Müslüman et. Ümmetim bu yeri elden komasınlar” buyruğudur.

Efsanede: Edirne feth edilip Müslüman ediliyor. Seyit Saltuk bu şehri çok seviyor.

  • Saru Saltuk; kâfirlerin dilini, dinini usul ve erkanını öğrenmiş, sırası gelince kiliselerde sarı sakalıyla va’z etmiş bir AYASOFYA’da Doğu Romalıları vaftiz etmiş.
  • Dobrucada kral kızlarına musallat olan ejderi öldürmüş kralın kalbini kazanmış 40 bin kâfir (Hıristiyan) Müslüman olmuş.
  • Lehistan (Polonya) ünlü bir papazı öldürüp oradaki bütün Tatarları Müslüman yapmış sonra 150 bin yeni müslümanı şimdiki Danzig şehrine yerleştirmiş

Danzig, Dantziğ şehri bugün POLONYA’nın Gdansk‘ın eski adıdır.

  • Ve Bosna – Hersek’te 600 bin hak dinine sokmuş.

II. Mehmet Fatih – Sarı Saltuk

6 Nisan 1453 tarihinden itibaren İstanbul muhasarası devam ediyor. Genç Sultan sabırsız ve telaşla ve kurulan harp divanında Akşemseddin ile meşveret ediyor.

SABIR DER, SABIR işidir der.

Fatih Sultan rüyasın azametiyle ve sarı sakalıyla “Ben Sarı Saltuğum” der.

Genç Sultan’a şehrin anahtarlarını teslime der. Yalnız bir de dileği vardır.

“Han’ım, bu anahtarları Edirne’de saklayasın!…”

Edirne ki eski Alplerin – erenlerin, gazilerin yurdu idi. Elbette ihmal gelmezdi. Çünkü İstanbul’u muhafaza etmek birazda Edirne’yi muhafaza etmekle mümkündür.

II. Beyazid, Akkerman ve Kili kalelerinin fethi niyetiyle sefer çıkmıştı.

Otağı – Hümayun BABADAĞ‘da kurulmuştu.

O gece II. Beyazit iki rekât namaz kılıp istihareye yattı.

Hocası Sivaslı Kara Şemseddin’de öyle gördükleri rüya üzerine uyandılar.

Rüyalarını yazdılar. Zarflar mühürlendi. Şeyhülislam’a iletildi. Zarflar açıldığında ikisi de aynı rüyayı görmüşlerdi.

Sarı Saltuk, makamını göstermiş türbe istemiş ve “Akkerman ve Kili kalelerini bila cidalsız alacaksın, evladın Mekke – Medine’ye sahip olacak” diye müjdelemiş.

– Hazreti Sultan Saltuğu ziyaret eyledik

– Çok şükür şimdi görüp Hakka ibadet eyledik…

Yunus’a Tapduk’dan oldu hem

Barak’dan Saltuğ’a

Bu nasib çün çûş kıldı nice

Pinhan olam.

Sarı Saltuk, Yunus’un mensup olduğu manevi şecerenin en eski simasıdır. Yunus, Sarı Saltuk’dan ve onun halifesi BARAK BABA’dan, şiirlerinde saygı ile bahseder.[16]

Sarı Saltuk’un Kabir ve Makamları

  • Evliya Çelebi Seyahatnamesinde

Saltuk Sultan: “Ölünce beni yıkayıp yedi tabut hazırlayın. Çünkü benim için yedi kral cenk etse gerek” diye vasiyet eder.

Dervişleri vasiyeti gereği yedi tabut hazırlarlar.

1- …. Moskof kralı bir tabut alıp açtı, Hazreti şeyhin mübarek cesedlerini tabutla Saltık’ın cesedini alıp Moskof ülkesine götürüp gömdü.

2- Sonra Leh Kralı‘nın askeri gelip bir tabut aldılar. …. Leh diyarına götürüp Danıska iskelesi şehrine gömdüler.

3- Çek kralının askeri gelip, onlarda bir tabut alıp, çek diyarında Proniçe adlı şehirde gömdüler.

4- İsveç kralı gelip, bir tabut alarak, İsveç’te “Piyvançe” adlı şehirde gömdü.

5- Edirne kralı bir tabut aldı. “Batorya” (Babaeski) adlı büyük şehrin manastırında gömdü.

6- Boğdan kralı olan Yervan kendi gelip bir tabut alarak Bozova kalesi yakınında eski kiliseye gömdü.

7- Yedinci tabutta Dobruca krallığından İslam ile şereflendirdiği Ali Muhtar alıp asıl maksadımız olan Kelgra kayalarında ejderha kayalıklarında toprağa verdi. İşte nice keferi dine davet ederek Allah yolunda cihad etti.[17]*

• F. R. Haslok ise 1913 – 1915 yıllarındaki çalışmasında Sarı Saltuk’un yedi tabutla ilgili şunları kaydetmektedir.

1- Moskovya: Burada aziz Söyti Nikola (Aya Nikola) adıyla büyük itibar görmektedir.

2- Lehistan: Buradaki Dançıg’da[18]* bulunan mezarı büyük kalabalıkla ziyaret edilmektedir.

3- Bohemya: Burada Pzzonya‘da bir tabutu gösterilmektedir.

4- İsveç: Burada Bivanya’da mezarı bulunmaktadır.

5- Edirne: Bu şehir civarında (Babaeski‘de) başka bir mezarı vardır.

6- Moldovya Boğdan: Burada Baba Dağında bir mezarı gösterilmekteydi.

7- Dobruca: Yedinci mezarı bulunduran Kalyakra tekkesi de burada bulunur.

Bu hakikate uygun hikâye, şu düşünceyle tamamlanıyor: “Hıristiyan beldelerinde Sarı Saltık, genellikle Aya Nikola adı altında pek çok hürmet görmekte olup Hıristiyan keşişleri, onun himaye ve ruhaniyeti altında sadakalar toplamaktadırlar.”[19]**

Sarı Saltuk’a izafe edilen makamlar

1- Bursa’nın İznik ilçesinde

2- Niğde’nin Bor ilçesinde

3- Tunceli’nin Hozat ilçesi Akören köyünde

4- Diyarbakır şehir merkezinde

5- İstanbul Rumeli Feneri’nin altında

6- Sinop Yeni Cuma köyünde

7- Bosna Hersek’te, Mostar, Blogay’da

8- Makedonya Arnavutluk sınırında

Karesi bölgesine Balkanlardan gelenlere Sarı Saltuk Türkleri diye anılan birlikler olduğunu da biliyoruz.[20]

ALP’likten GAZİ’liğe

Aşık Paşazade tarihinde GAziyanı Rum diğer tarihlerde ise

ALPLER (Kahraman, muharip manasına) veya ALP Erenler namı altında zikredilen ve daha İslâmiyet’ten evvel bütün Türk dünyasında mevcut olan eski ve geniş bir teşkilata mensup Türk Şövalyeleri mevcuttu.

Osman Gazi arkadaşlarından birçoğunun ünvanı olan bu Alp tabiri dikkate şayandır.

Bunlardan şehirlere yerleşmiş ve İslâm dünyasına mensup bazı dini tarikatlerin tesiri altında kalmış olanların ise unvanı bilahare “GAZİ“ye tebdil edilmiş gözükmektedir. Yine aynı kitapta ismi geçen AHİYÂNI RUM yanı Anadolu Ahileri ile Horasan Erenleri de denilen ABDALANI RUM yani “abdal” ve “baba” ismini taşıyan ve bilhassa Türkmen kabileleri arasında telkinatta bulunan ve bütün harplere iştirak etmiş bulunan delişmen tabiatlı[21]

1354’DE AVRUPA’NIN SİYASİ DURUMU

1- Doğu Roma: İstanbul, Edirne bütün Trakya

2- Bulgar Krallığı – Bugünkü Bulgaristan’a yakın

3- Büyük Sırp Krallığı – Kuzey Tuna, Belgrat, Niş, Vidin, Üsküp, Arnavutluk, Makedonya, Tesalya

4- Mora’da Prenslik – D. Roma’ya bağı

5- Eflak – Boğdan Voyvodalığı

6- Bosna Krallığı

7- Macar Krallığı – Macaristan ve Dalmaçya

8- Litvanya: Rusya’nın doğusu

9- Leh Krallığı (Varşova – Polonya)

10- Avusturya – Almanya, Belçika Hollanda dahil Roma German İmp.

11- Fransa Krallığı – Fransa

12- Biritanya – İrlanda İng. Krallığı

13- İspanya Krallığı

14- Portekiz Krallığı

15- İtalya’da Şehir Prenslikler

16- Venedik – Ceneviz Cumhuriyetleri

17- Kilise hükümeti

18- Eski Sicilya Krallığı

19- Danimarka Krallığı

20- İsveç (Baltıka hakim)

21- Moskova’da Rus dükalıkları

OSMANLI BALKANLARDA

Gazi Fazıl – Ecebey /

  • 1354 Rumeliye geçiş / Çimbe
  • Çorlu, Keşan, Malkara, İpsala / Gazi Evranos Dedeağaç’ta Denize Ulaştı. Dimetoka / Lala Şahin.
  • G. Evronos – Lala Şahin Filibe – Eski Zağra 1363

I. Haçlı

  • Papa V. Urban, Macar – Sırp, Eflak (Romanya) Bosna 60 bin Birleşik Haçlılar Sırp Sındığı’nda / Hacı İlbey 10 kişi ile perişan etti. Layoş canını zor kurtardı.
  • Gazi Evranos Serez fethi
  • 1366 Gelibolu / 1367 Doğu Roma’ya bırakıldı / ve Tekrar alındı.
  • 1367 Kara Ali Beyoğlu Timurtaş, Yanbolu, Kızılağaç Lala Şahin / Samakov ve İhtiman
  • 1371 İnceğiz – Çatalca – Kilyos
  • 1371 Çirmen zaferi / Sırp Sındığına / Bulgar Kralı İvan Şişman Marya çok yakında Sırp Kralının iki kardeşi ve kral Vukaşin uşağı tarafından öldürüldü.

(II.) Haçlı

MAKEDONYA

  • Drama, İskece, Kavala, zihne, Karaferye feth Türkler Arnavutluk sınırına dayandılar.
  • Sırp despotu Kazar baş eğdi.
  • 1373 – 1374 Kuzey Makedonya’ya ilerlediler.
  • 1375 Niş kalesi feth edildi.

BULGARİSTAN

  • Tarihçilerin rivayetine göre İnce Balaban maiyetinde uzunca SÜNDÜK / Kendisi Balabanla itilafa düşmüş, Bulgar kale komutanın güvenini kazanır SÜNDÜK Bulgar Komutan Avlanırken elleri ayaklarını bağlar – 1380 – 1382 veya 1385.

ARNAVUTLUK

  • Ragüza (Dubrovnik) Cumhuriyeti 1365 ticaret ve himaye anlaşmasıyla Adriyatik denizine 1380’de 500 duka altını haraç
  • 1382’de Timürtaş Paşa Vardar Nehrini geçip Manastırı feth etti. Kuzeyde Pirlepe ve İştip
  • 1382’de Yanya Despotu Thomas’ın yardım talebi üzerine Arnavutluk’a girdi.
  • 1383 Asıl Askeri hareket Avlonya Arnavut Prensi Venedik himayesine girmişti.
  • 1385’de Vezir-i azam Çandarlı Halil Hayrettin Ohri’yi feth etti.

Topia ve Başla ailelerin sultana çekişmeleri. Şarl Topia yardım talebi Devul nehri sol tarafında SAVRA mevki de meydan savaşında II. BALŞA öldü. Türk kuvvetleri Kroya ve İşkodra’yı feth etti.

1386’de Birinci Murad şehirleri iade etti.

Anadolu da Karaman seferi

Timurtaş Paşa 20 bin kişiyle BOSNA’ya yürürü.

  • Osmanlı himayesindeki Bosna Kralıl Tvartko ile Sırp Kral Lazar Toplica çayı vadisinde PLOŞNİK Boğazında Türk kuv. Pusu 15 bin şehit

III. Haçlı

  • Sırp Prensleri, Bosnalılar, Bulgar Kralı İvan Şişman Arnavut, Ulah, Hırvat Prensleri 100 bin kişi 1389 15/6 278 60 bin Beyazit ve Yakup Ş. Beyazir – 20 bin Boşnak çil yavrusu Yakup Lazar’ın damadı Vuk Brakoviç 12 askeriyle kaçtı. Bosna Kralı Tvartka Savaş meydanını terk etti. Şehit.

YILDIRIM 1359 – 1402

  • 1390 İstanbul kuşatması Eflak (Ulahya), Boğdan (Moldovya) Erdel (Transilvanya) Tamışvar Macar İdaresi.
  • 1391 Eflak Voyvodası Mirce (Mirce CEl Batran) Türk topraklarına tecavüz Firuz Bey – Mirceyi yakaladı.
  • 1392’de Macar Kralı Sigismund Niğbolu’yu düşürdü.
  • Mirce Silisteyi zapta kalkıştı.
  • 1394’de Argeş’e çekilen Mirce Yenilince Erdel’e kaçtı.
  • 1395 Macar Sigismund ile Mirçe Eflak’a girmiş Vlad tarafınıgeri.
  • 1392 Selanik fethi
  • 1396 Niğbolu

IV. Haçlı

Türkler: Macar, Fransız, Almanya, İngiltere, İspanya, (Kastilya – Aragon), Eflak (Romanya), Lehistan, Çek, Norveç, İskoçya, İtalya, PAPALIK, Rodos ve Töton Şövalyeleri kısaca bütün Avrupa 25 Eylül 1396 Haçlıların dörtte üçü imha

  • 1397 İst. Üçüncü defa 1400 İst. Dördüncü defa kuşatması
  • Vezir-i Azam Çandarlı Rumeliye geçti. Yenişehit (LARİSSA), Tırhala, Farsala – Attika Yarımadasında salona, FAkis, Dovis, Lokris Dükalıkları zaptetti.
  • Gazi Evronos ve Yakup Beyler Venediklilerden Modon ve Koron’u aldı.
  • Yıldırım Atina seferinde ATİNA DUKALIĞINI ele geçirdi.
  • İstanbul’da kurulan Türk Mahallesine GÖYNÜK ve Taraklı’dan göçmen iskan edildi.

ÇELEBİ MEHMET
(1402 – 1413 / 1413 – 1421)

  • 1417 Osmanlı elçisine Venedik’te tören Evronoszade İshak Bey Bosna’ya girdi 1409.
  • 1410’da Macar Kral Sigismund Alman İmp. Ünvanı DOBOJ’da ağır yenilgi 20 bin ölü verdi.
  • 1416 Ç. Mehmet Bosna
  • 1417’de Birleşik Macar – Eflak Turnu – Yerköy aldıç Mirce ÜÇBİN duka altın ödemek oğlu rehin.
  • 1420’de Mirce’nin oğlu Mihail isyana kalkınca yerine kardeşi Aleksandra voyvoda yapıldı.

Şeyh Bedrettin isyanı / Musa Çelebi’nin Kazaskeri ona göre üç Semavi Din arasında hiçbir fark yoktu.

Anadolu Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubat’ın torunu olduğunu iddia

Barklüce Mustafa: Aydın – Karaburun (5000 kişi)

Torlak Kemal: Manisa (Yahudi dönmesi)

İznik’ten kaçıp İsfendiyar’a sığındı Sinop’tan Rumeliye geçti.

Timurtaş Paşa yenildi / Vezir Beyazit Paşa, Amasya Sancakbey Murad asileri imha etti.

II. Murat 1421 – 1451

  • 1422 6. İst. Kuşatması
  • Anadolu Birliği
  • D. Romalı SELANİK Valisi / Venediklilere sattı

Yanya’da Despot

1428’de Sırbistan’ın fethi

1432’de Erdel Transilvanya)

1438’de Macar Erdel’e sefer

  • 1423’de Akıncılar Arnavutluğa girmiş
  • 1430 Kastriyota’nın kışkırttığı isyan 1436’ya kadar San Kastrıyota 4 oğlu rehin
  • 1442 – 1443 Rumeli’de talihsiz gelişmeler / KARAMAN İbrahim
  • 1440 SEGEDİN BARIŞI
  • Mezid Beyi aldatan Macarlar 3 kişiyi yok ettiler.

ALPGAZİ’DE ARANAN 9 ŞART

“Her Millet, Milli kültürü yaşatmak maksadıyla kahramanlarının öykülerini” gelecek nesillere aktarmak için destanlar oluşturmuştur.

Alp; eskiden büyük yiğit, bahadır, kahraman, pehlivan karşılığı olarak kullanılan bir tabirdir.

Hüseyin Kâzım Bey, Türk lügati’nde “alb”ın diğer Türk lehçelerindeki karşılığını şöyle gösteriyor:

1- Uygur – Alb, alp, yiğit, kahraman, yüksek.

2- Çağatay – Alp, uluğ, ululuk.

3- Garp – Alp, ulu.

4- Kazan – Alpagut, alpavut

5- Çuvaş – Obut, efendi, sahip, malik, olip / büyük, ulu, zengin, bay.

6- Koybal – Alp cesur, yiğit, şeci, oluk-ulu, büyük

7- Yakut – Ulu ulukat – ulu büyük

Alb, alp/Garp, mahcur kahraman, yiğit, kahraman, şeci, cesur. Eskiden isim ve unvan olarak kullanılmıştır: Gündüz Alp, Alp Arslan, Alp Tekin.[22]

Alp, öz Türkçedir, Yiğit’ten daha yüksektir. Şair Âşık Paşa da meşhur Garbiname’sinde Alplik kıymetinden bahsetmektedir.

“Türk tarihinin ilk destan kahramanı Alp Er Tunga isimli büyük bir Türk ve Turan hükümdarıdır. Alp Er Tunga, M.Ö. VII. Asırdaki Türk – İran savaşlarında ün kazanmıştır.” Bu Alp Er Tunga’ya Türkler Saka, Doğu Avrupalılar Skit diyorlardı.[23]

İran ordularını defalarca mağlup eden şu Saka (Skit) adlı Türk devletine altın devri yaşatan bu hükümdarı İranlılar hile ile öldürmüşlerdir.

6.1.5. destanlarımızda

Altaylı Kaçlar’ın Soyun Alp destanında, ,

“Akarsuların ilk defa akmaya başladığı, Akkavakların ilk defa bittiği çağda, Akdeniz’in kıyısındaki dağın yamacında Alp Soyun çadırını kurmuştu.”[24]

Manas destanında Manas’ın doğumu: “Alp doğuşlu, Yakup Hanın oğluydu. Ykup oğlu genç Manas, Alp ve Yavuz Manas, on yaşına gelince yay kullanan er Manas.”

Orhun Abideleri’nde “Kültigin” anıtının doğu cephesinde: “Öyle bir zamanda pişman olup Kül Tigin’i az er ile eriştirip gönderdik. Büyük savaş yapmış. Alp saçlı, ak atına binip hücum etmiş. Türgiş avam halkını orada öldürmüş…”

6.11.6. Alp-Gazi

Türklerin İslâmiyeti kabul etmesiyle yapılan savaşlarda ölenlere “şehit”, kalanlara “gazi” denildi. O çağda Alplere “alpgazi” denilmeye başlandı.[25]

Ulup Türkistan’da atalarının uygulamış oldukları Oğuz Töresi, Büyük Selçuklular, diğer Türk devletleri ve Osmanlılarda da uygulanmıştır.

Alp’e Lazım Olan Dokuz Şart

Âşık Paşa (1272-1332) Türk Alp’in özelliklerini ve Alp’e lazım olan dokuz şartı Garibname isimli eserinden takip edelim:

1. Şart:

Alp-eren oldur ki anın yüreği
Ola cümle leşgerin ol direği,[26]

Yüreği muhkem kişi oldı dilir,
Yağıya heybet bıraktı hem-çü şîr,[27]

Pes yürekdür alplığın ilk âleti,
Anun ile olur alplık haleti,[28]

Yüreklilik manevi açıdan güçlülüktür. Âşık Paşa önce Alp’in sağlam bir yüreğe sahip olmasını ister. Türkler’de yürek, korkusuzluğun, umutlu olmanın ve olumlu duyguların merkezi olarak kabul edilir. Yüreklilik, iç dünyadaki güçlerin cesaret ve umutla seferber edilmesidir. Zorluklarla baş edebilmek yürekliliğin göstergesidir.

2. Şart

Bazunda kuvveti olmaz-ısa
Alp olımaz tende güçi arz-ı sa[29]

Alp-eren’de kuvvet olmak yaraşur,
Zira çok çok kuvvetlülerle uruşur.[30]

İkinci olarak Alp’ın bedenen güçlü ve kuvvetli olması vurgulanır. Hem vücudunda hem de pazularındaki kuvvet kendinden güçlü olanlarla mücadelesinde ona üstünlük sağlar. Bütün rakiplerinden güçlü bir alp, zaferi kazanabilir.

3. Şart

Alplere gayrat-durur Üçüncü hâl,
Gayreti olmaz-ısa Alp’lık muhâl,[31]

Hamiyet olmaz gayreti yok kişide,
Görnidur kim ol kişi ne, iş ide.[32]

Alp’lığın bir aleti hamiyet-durur
Hamiyyetün aslı nedür gayret-durur[33]

Alp’ın üçüncü özelliği gayrettir. Gayret olmazsa alp’lık muhâldir. İyilik bile gayret iledir. Alp’ın iyilik etme gayreti, onun üstünlüğüne işarettir. Gayret, bilerek isteyerek çaba göstermektir.

4. Şart

Alp’l