12.7 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1097

Zihin Menajerleri ve ‘Havuçlar’

0

Çok satan ve çok dağıtılan gazetelerde yer tutmuş zihin menajerleri, ‘Arap Baharı’ başlığı altında Türkiye’nin kendi rolünü oynadığını söylüyorlar. ‘Bu proje, ABD’nin projesidir, Türkiye ise bu projenin bir parçasıdır’ diyenleri ‘iktidar olmanın sağladığı şirretlikle’ ‘çağı anlamamakla’ itham ediyorlar.

 Şimdi, bu zihin menajerlerine Başbakan’ın ABD ziyareti ve Obama ile görüşmesinde yaptığı açıklamaları hangi çuvala sokacaklarını sormanın tam zamanıdır; (I) Artık Suriye yönetimine güvenimiz kalmamıştır. Türkiye de ABD gibi Suriye’ye karşı bazı yaptırımlar uygulayacaktır.’ (II) Son dönemde Mısır, Tunus, Libya’yı kapsayan ziyaretlerimiz ve bunun dışında yine Afganistan’daki birlikteliğimiz, Irak’taki gelişmelerin değerlendirilmesi, bunlar bizim müşterek attığımız adımlar oluyor. Temennim odur ki Türkiye, ABD arasındaki bu model ortaklık neticesini vererek bundan sonra da devam etsin.’

Çelişkilerin ve Çemberin Nedeni;  Müşterek  Adımlardır:

Afganistan’dan Irak’a, Tunus’tan Suriye’ye uzanan olaylar müşterek adımların eseriymiş. Libya’da ‘Kaddafi’nin saldırılarına duyulan öfkenin Irak’ta sessizliğe bürünmesi’, Suriye’de Esad ‘masum insanlara saldırdı’ diyerek ‘artık dostum değilsin’ sözünün Afganistan’ın duvarlarına çarpması arasında yaşanan gelgitler / akıl almaz çelişkiler belirtilen ortak adımın ve kapsamlı bir projenin ürünüdür. Demokrasi, ‘müşterek adımların kılıfı’, İslâm ise ‘müşterek adımları’ toplumsal algıda meşrulaştırmanın aracıdır. Libya’nın özgürlüğü (!) için Fransa ve İtalya’ya karşı mücadele veren Ömer Muhtar’ın adının anılması ise işin tuzu, biberi. Çünkü Ömer Muhtar, bağımsızlık ve özgürlük için mücadele verdi. ‘Bahar geldi, deyip, harekete geçenler’ ise Fransa, İtalya, ABD ile ittifak halinde Libya’ya müdahale ettiler. Böyle bir durumu ‘Ömer Muhtar ile ilişkilendirmek bütün mahlûkatı ayağa kaldırır. Ayrıca bırakın, siyaset felsefesini, kaba bir gözlem yapan ehl-i irfan bir insan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde demokratik kültürün hiçbir zemini olmadığını görür. İşte bütün bu çelişkiler, ‘ortak adımların’ sonucudur. Nitekim küresel siyasi otoritenin başı Obama durumdan çok memnun olduğunu şöyle ifade ediyor: ‘Türkiye, NATO’nun müttefiki ve bizim de iyi bir dostumuz. Afganistan konusundaki desteği ve Libya’nın özgürleştirilmesi sürecindeki işbirliğinden ötürü Sayın Başbakan’a teşekkür ediyorum.’ Bu tablo gösteriyor ki XXI. Yüzyılında eşiğinde yapılan düzenlemenin iki havucu var: Kirlenmiş demokrasi, çarpıtılmış İslâm.  

‘One Minute’ Çekmenin Tam Zamanıdır:  

Salonlarda ‘One Minute’ çekmek gaz almak ve gaz vermek açısından işe yaradı. Milletimizin algısı açısından ‘işlevsel’ olduğu da kesin. Oya tahvil etme noktasında ‘iyi bir buluş’ olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Salon sürtüşmesinin ardından İsrail-Güney Kıbrıs ve Yunanistan, Akdeniz’de petrol / doğalgaz aramaya başladılar. Bununla yetinmediler ‘Türkiye’nin çektiği peşrevin içi boştur’ diyerek meydan okudular. Şimdi, ‘One Minute’ un tam test edileceği zemin oluştu. Samimi olarak bu noktada iki şeyi merak ediyorum: (a) Salonlarda ‘One Minute’ çeken siyasilerin tavrı ne olacaktır? (b) Özgürleştirdiğimiz kardeşlerimiz Mısır ve Libya’nın tavrı ne olacaktır? Merak ediyorum, çünkü gerçek anlamda jeo-politik tahlil ‘milletlerin tarihî aklına ve davranış biçimlerine dayanır.’ Acaba özgürleşen kardeşlerimizin tavırlarında bir değişiklik söz konusu olacak mıdır?

Türkiye ile yaşanan sürtüşmenin ardından hızlanan ittifakı ve meydan okumayı ‘Bu olay Güney Kıbrıs ile Kuzey Kıbrıs arasındaki müzakere sürecini sabote etmekten başka bir şey değildir. Yunanistan ile strateji toplantımız var. Adeta bu toplantıyı da sabote etmeye yönelik bir adım’ şeklinde yorumlamak salonlarda çekilen One Minute’i sorgulamanın yolunu açar. Bütün uyarılara rağmen Kıbrıs Rum Yönetimi adanın 185 Km güneyinde Afrodit adlı bölgede doğalgaz sondajlarına başladı. Mesele Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sınırlarını aşarak İsrail-Yunanistan ittifakına dönüştü. Hatta çalışma alanına, kullanılan araçlara yapılan araştırmalara bakılırsa işin içinde ABD, İsrail, Yunanistan, Lübnan ve Mısır var. Sözgelimi Mısır, bu restleşme de yerini kimden yana koymaktadır? 

Diplomasi, Sloganların Alanı Değildir:  

Bu ahval ve şerait altında Türkiye, ya komşularıyla ‘sıfır sorunlu’ olmak için söz konusu küstahlığı sineye çekecektir. Veya ‘One Minute’ diyecektir. Çünkü Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin çıkarları ve geleceği böyle bir durumda tavır almayı gerektiriyor. Bu gelişme de gösteriyor ki ‘sıfır sorun’ gibi sloganlarla dış politika olmaz. Bu ülkenin tarihini, geleneğini, tepkilerini, diplomatik tecrübesini ve adetlerini hafife alarak ‘geçmişi’ yalnız kalmanın nedeni olarak göstermek ve eleştirmek kolaydır. Ne var ki her zaman sloganlar, gerçeklerin karşısında anlamını yitirir.

Değerler üzerine kurulan sosyo-politik algının böyle bir zeminde zarar görmesi kaçınılmazdır. Önümüzdeki günlerde siyasî iktidar gücünü korumak için toplumun değer algısıyla örtüşen bir sorun ortaya çıkarma ihtiyacı duyabilir. Bu kez (a) Ermenistan’a ‘One Minute’ çekebilir. (b) Gözetleme kulelerinden devşirdiği bir iki kaset yayınlayabilir. (c) Ayasofya’da geniş katılımlı bir Ortodoks ayini düzenleyerek bütün dünyaya ne kadar hoşgörülü olduğunu ilan edebilir. Hatta hocaları, ruhanileri, sanatçıları ve çıkar çizgisini takip eden aydınları / zihin menajerlerini etrafına toplayarak kilise müziği eşliğinde bir yerlere göz kırpabilir. Hangisinin daha işlevsel olduğunu bilemediğim için bir öneri de bulunma şansım yok. Belki de Obama ‘son derece işlevsel ve barışçı’ bir öneri de bulunmuştur. Yaşanan durum gösteriyor ki ‘en işlevsel havuçları, ABD üretmektedir. En iyi pazarlamayı da çok satan ve çok dağıtılan basın-yayında yer tutmuş zihin menajerleri yapmaktadır. Menajerlerin bakış açıları ilkel olsa da ‘iş yürütme’ yeteneklerine diyecek yoktur.

Terör ve Dış Politikada Kontrol Bizde mi?

Osmanlı’da Padişah II. Mahmut dönemidir. Rusya’nın istekleri karşısında savaş ihtimali belirmiştir. Padişah, Prusya ile ittifak yapılmaksızın Rusya ile savaş yapılmasına taraftardır.  Büyük devlet adamı Keçecizade İzzet Molla (Keçecizade Fuat Paşa’nın babası) ise bu fikre karşıdır. Savaş ihtimaline karşı hazırlıklar görüşülürken uykusuz geceler geçer, yorucu ve gerilimli toplantılar yapılır. Böyle bir toplantı arasında İzzet Molla’yı gören ve O’nu rahatlatmak isteyen iyi niyetli fakat cahil Kızlarağası ona şöyle der:

“Molla Efendi, o Rus Çarı’na tacı biz vermedik mi? Sen niye endişe ediyorsun ki; Padişahımız Efendimiz ceddinin verdiği tacı O’ndan almasını da bilir.”

Adamın bu tavrı karşısında, İzzet Molla, ellerini havaya kaldırıp şöyle dua eder:

“Allah’ım, şu adamın aklını bir gece olsun bana versen de, hiç değilse rahat bir uyku uyusam.”

*****

Medyada yazılıp, çizilen ve de söylenenlere bakınca bu tarihi olayı hatırlamadan edemiyorum. Eğer kendi iradenizi, aklınızı birine devretmişseniz, böyle bir ortamda bile, rahatça uyumak ve de mutlu bir halet-i ruhiye ile yaşamak mümkün olur.

Bağlı oldukları parti lideri, şeyh, hoca veya kanaat önderine iradesini ve aklını teslim etmiş olanlar arasında her türlü ünvan ve rütbede insan bulunmakta.

İşte yukarıda bahsi geçen kızlarağası tarzı bir mantıkla yazan Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Zaman Gazetesindeki köşesinde iki hafta önce bakın neler yazmıştı (09 Eylül 2011): “Çok önemli bir şeyi başarıyoruz: Liderlik üretiyoruz. Ortadoğu’da merkezinde yer aldığımız gelişmeler ve İsrail ile kontrolümüz altında büyüyen kriz bu liderliğin son numuneleri. Kürt sorununu çözerken, PKK terörüne karşı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yakaladığı ahlâkî üstünlük bu liderliğin eseri. Karar veriyoruz, verdiğimiz kararı icra ediyoruz ve sonuç alıyoruz. Türkiye’nin İsrail’le tırmandırdığı gerginliğin arkasında sağlam bir hesap ve ufuk duruyor. Belki en önemlisi Türkiye’nin geliştirdiği bu liderliği bizden başka kimse bu çeviklik ve akılla üretemiyor.

******

İşte bütün mesele 1-“PKK terörüne karşı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yakaladığı ahlâkî üstünlük” kavramının ne kadar doğru olduğu, doğru ise sırf “ahlaki üstünlüğün” netice almak için yeterli olup olmadığı, 2- “Türkiye’nin geliştirdiği liderliğin son eseri” olan krizin “kontrolümüz altında” olup olmadığıdır.

1- Terör tekrar azmış durumda. PKK, bir yandan Güneydoğu bölgemizde bazı şehirlerde alan hâkimiyetini tescillemek, diğer tarafta başkent dâhil büyükşehirlerde kimseye rahat yüzü göstermeyeceğini ispatlamak için insanlık dışı eylemler yapmakta. Şehit sayıları istatistik vaka haline gelmiş durumda.

Türköne‘nin ifadesiyle “Devlet en olmaz denilen şeyi yaptı ve PKK şefleri ile uzlaştı.” Bu yapılan, devletin PKK’nın Kürt halkının temsilcisi olduğunu kabul ettiği anlamına yani “devletin ahlaki üstünlüğünü bırakması” olarak yorumlanabilir. Buna rağmen PKK, devleti pazarlık masasına oturtmayı başarmış olmanın ve (MİT-PKK görüşmelerinin ses kaydına göre) “yüzde 90-95 mutabakatı sağlamış olmanın” verdiği bir cüretle ahlaksızca can yakmaya devam etmekte. Ancak PKK’nın bu ahlaksızlığı liderinin “bebek katili” unvanını aldığı yıllardan kalan bir özelliği olduğuna göre, “ahlaki üstünlüğün” silahlı ve diplomatik üstünlükle birleştirmedikçe terörün bitirilemeyeceğinin görülmesi gerekirdi.

2- Diğer taraftan “Türkiye’yi “komşularla sıfır problem” politikalarından, “problemsiz sıfır komşu” neticesine isteyerek mi geldik? Son birkaç yılda bir özgüven patlaması yaşayan yöneticilerimizin emperyal bir devlet vizyonuna terfi etmesi mi veya tam tersi “emperyalist bir devletin yörüngesine girmesi” mi söz konusu?

Bir başka ifadeyle, gelişmeler Türk dış politikasının stratejik bir plan çerçevesinde yapılmış dış politika hamlelerinin eseri mi, yoksa bindiğimiz araç bizi istediği yöne mi götürüyor? (Yani “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” durumu mu?)

Eğer kontrol bizde ise Libya ve Suriye konusundaki tavrımız olayların başlangıcından bir iki hafta sonra neden yüz seksen derece değişti? Suriye’ye yaptırım uygulanması ve Füze Kalkanı Türkiye’nin projesi mi, Türkiye’ye faydası ne?

******

Herkes Mümtaz’er Türköne gibi cuş u huruş (coşku ve heyecan) içinde değil. Zaman Gazetesi’nin bir başka yazarı A. Turan Alkan (bizim gibi) tedirgin ve olayları endişe ile izlemekte. Alkan önce “biraz da gururumuzu okşayan” bu politikayı özetliyor (24.09.2011):

“Alışık olmadığımız derecede sert, gerektiğinde İsrail’le savaşmayı ve Batı blokuyla mesafeyi açmayı göze alan bir sertlik. Bu defa bazı gelişmelere mâruz kaldığımızdan ötürü sert dış politika izlememiz değil; bilakis sertliği öngören, hattâ hesaplıyor görüntüsü veren bir hesaplaşma arzusu hissedilmesi. Türkiye bu defa mâruz kalan değil, müdahil olan, gerginliği üstlenen taraf.”

Ve devam ediyor: “Otoyolda sol şeritte, gaz pedalını sonuna kadar kökleyerek gidiyoruz. Bu yol ve üslûbun niçin tercih edildiği konusunda idealist, yer yer romantik gerekçelerden başka açıklama yok ki bu gerekçeler sade vatandaş olarak bana tatminkâr gelmiyor… Sol şeritte 180 km hızla seyrettiğimizi belirtmekle yetiniyorum ve huzursuzum.” Alkan, bu politikaların Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, İsrail ve PKK şer ittifakına sebep olacağı, bunlara ABD/AB den gelecek destekleri de düşününce “hafazanallah” dedirtecek sonuçlarına işaret ederek temennisini ifade ediyor. “Ee; bu durumda bizim künhüne vâkıf olamadığımız fakat hükûmete esâsen mâlum bazı hikmetlerin varlığını hesab etmemiz gerekiyor herhalde; onlar her ne ise kamuoyu da bilmek ister. Sizi bilmem, ben tedirginim.

Ahmet Turan Alkan’ı “hikmet-i hükümetten sual olunmaz” düşüncesi bile rahatlatamadığına göre, eminim şöyle dua ediyordur: “Allah’ım bana bir gece Mümtaz’er aklı ver de, ben de bir gece rahat uyuyayım.”

Batum’da neler oluyor?

Devri Alem belgesel program yapımcısı olarak dünya coğrafyasını gezmeye, belgesel görüntülerle tarihe not düşüp zamana noterlik yapmaya devam ediyoruz. Bu kez Gürcistan coğrafyasına gidiyoruz. Gürcistan’a ilk kez 2009 yılında Ardahan üzeri Ahıska’dan gitmiştik. 2010 yılının yine Ekim ayında bu kez önce Ahıska’ya ardından Ermenistan’a daha sonra da yeniden Gürcistan a geçip başkent Tiflis’te araştırma yaptıktan sonar Türkiye’ye dönmüştüm. 

Bu kez Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin davetlisi olarak Gürcistan’a gittim. 21-24 Eylül 2011 tarihlerinde Gürcistan’ın Acara özerk Cumhuriyeti’nin başkenti Batum’a geldim. Batum’da kültür tarihimizin izlerini araştırdık. Gürcistan’da ki Acaralı Müslümanlarla görüştüm. Gürcistan bölgesi baş müftüsü ile röportaj yaptık.

5 milyon nüfuslu Gürcistan’da 800 bin civarında Müslüman yaşıyor. Müslümanlar geçmişte büyük sıkıntılar yaşamışlar. 93 harbinde 250 bin Acaralı Müslüman çeşitli oyunlarla Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştı. 50 bin Acaralı yollarda ölmüşler. Bugün  Türkiye’de 2 milyondan fazla Acara kökenli Türk vatandaşı var. Bunların çoğu da Kocaeli bölgesinde.  Ama Türkiye’de yaşayan Acaralılar’ın maalesef Gürcistan’da ki akrabalarıyla fazla bir ilişkisi yok.

Batum’da beni en çok duygulandıran  Kocaeli kamuoyunun yakından tanıdığı   Başiskele belediyesi Meclis üyesi Faik Çakıroğlu’nun 165 yıl önce ki akrabalarıyla buluşması oldu. Bu buluşmayı belgesel görüntülerle tarihe not düştük.  Bugün Acara da çok büyük oyunlar oynanıyor. Ruslar geçmişte bir oldu bittiyle 250 bin Acaralı’yı Batum’dan sürmüşlerdi. Bugün geride kalanların yerlerine ise  Rum ve Ermeni sermayeli bankalar el koymaya çalışıyorlar.

Gürcistan’da Ermeni ve Yahudi lobisi oldukça etkili. Batum’da ki belgesel çekimlerinden sonra Gürcistan’ın başkenti Tiflis’e geçtik. Tiflis’te İslam medeniyeti Selçuklu ve Osmanlı dönemiyle ilgili araştırmalar yaptık. Büyükelçilik ve TİKA yetkilileriyle görüşmeler yaptık. Gürcistan’da yaşayan Acaralı ve Azeri Türklerle konuştum.

Gürcistan’la ilgili geziye katılan Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı sayın İbrahim Karaosmanoğlu, Gebze Belediye Başkanı sayın Adnan Köşker, Dilovası Belediye Başkanı sayın Cemil Yaman, Kandıra belediye başkanı Cengiz Kan, Gölcük belediye Mehmet Ellibeş, Kartepe Belediye Başkanı Şükrü Karabalık, Körfez Belediye Başkanı Yunus Pehlivan’dan bilgiler aldım.

Bu heyetin Batum’da ki gezilerini de yakından takip ettim. Batum’da ki tarihi ve kültürel yerleri gezen ekip, Batum belediye başkanı ve Türkiye Başkonsolusu ile görüşmeler yaptı. Batum’dan karayolu ile Kutaysi kentine geçen ekip Gürcistan’ın ikinci önemli şehri Kutaysi’yi gezdikten sonra başkent Tiflis’e gidildi. Tiflis’te çeşitli temaslarda bulunan ekip Tiflis’in tarihi ve kültürel değere sahip yerlerini gezdikten sonra Selçuklu dönemi eserlerinden olan Tiflis kalesi ve Tiflis büyük camiini ziyaret ettiler.

Tiflis’in ilk kurulduğu şehir olan Makasate şehrini gezen ekip Türk kolejlerini de ziyaret ettiler. Uluslarası Karadeniz Üniversitesi rektör yardımcısı ve Gürcistan Cumhurbaşkanı Saakaşvili’nin annesi ile görüşen Kocaeli ekibi Gürcistan Türkiye dostluğu ile ilgili önemli çalışmalar başlattılar. Bu görüşmelere ve incelemelere bizde kameramız ve fotoğraf makinemizle şahit olup, zamana noterlik yaptık.
Gürcistanla ilgili araştırma notlarım önümüzde ki günlerde tam olarak yayınlanacak ve televizyonlarda da yayınlanacak.

Bizim Yaş Çocukluğuna İthafen

Gül biter yanaklarda
Çocuk mevsimleri kış boyumca kar yağardı.
Herşeyi unuttuğum türlü oyunlar vardı.

Okul yolunda çanta kızak olurken bize.
Yıkılır kardan adam yağardı ensemize.

Duyulunca zil sesi küser çocuk neşesi.
Okulu kırmak henüz üst sınıf projesi.

Merdiven yarış pisti sınıfa zor varırdık.
Bahçedeki kavganın keyfini çıkarırdık.

Sanki silah sayardı, mümessil tebeşiri.
Konuşanlar tahtada işte! Sınıfın kiri.

Derken açılır kapı tekmil herkes ayakta.
Çalışkanın derdi ne? tembel aklı dayakta.

Örrtmenim! günaydın o topuz saçlı kadın.
Neden bakiim neden? ödevini yapmadın.

Kardeşim çok yaramaz silgimi kaybetmişti.
Akşam ev kalabalık çok misafir gelmişti.

Sonrasında her fasıl gül biter yanaklarda.
Kan ağlasa bir gözüm diğeri sokaklarda.

İzmit’ten Nahcivan’a (13 Nisan 2011)

13 Nisan 2011 Çarşamba günü 4 kişilik bir ekiple Nahcivan’a hareket edildi.

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Av. Zeki Hacıibrahimoğlu, Nevzat Gökalp ve Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar 13 Nisan 2011 Çarşamba günü Anadolu Jet ile saat: 10:50’de İstanbul Atatürk Havalimanından hareket etti. Hedef NAHCİVAN…

Sıkıntısız bir yolculuk sonrası Nahcıvan Havalimanında THY Nahcivan Müdürü Gökhan Hacıibrahimoğlu ve ekibi tarafından karşılandık. VİP Salonunda ikram ve işlemlerimizden sonra  hazırlanan taksilere binerek şehir merkezine hareket ettik. Yoğun bir program bizi bekliyor..

Önce Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Hocamızın kalacağı Duzdağ Otel’e Asistanı ile birlikte girişi yapıldı. Zeki Hacıibrahimoğlu ile ben THY Müdürü Gökhan Beyin evine eşyalarımızı bıraktık. THY Müdürü Gökhan Bey Av. Zeki Hacıibrahimoğlu’nun oğlu…

Duz Mağarası, Nahcivan Şehitliği, Türk Danışma Birliği ziyareti ile birinci günü tamamladık.

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Sabiha Gökçen Havalimanı VİP Salonunda

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Sabiha Gökçen Havalimanı VİP Salonunda

Av. Zeki Hacıibrahimoğlu Sabiha Gökçen Havalimanında uçağın kalkışını bekliyor

Av. Zeki Hacıibrahimoğlu Sabiha Gökçen Havalimanında uçağın kalkışını bekliyor

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Anadolu Jet’te

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Anadolu Jet’te

Av. Zeki Hacıibrahimoğlu uçakta

Av. Zeki Hacıibrahimoğlu uçakta

Av. Zeki Hacıibrahimoğlu ve Ahsen Okyar hedef Nahcivan

Av. Zeki Hacıibrahimoğlu ve Ahsen Okyar hedef Nahcivan

Gökyüzünden Nahcivan’ın görünüşü

Gökyüzünden Nahcivan’ın görünüşü

Uçağımız Nahcıvan Havalimanına inmek üzere

Uçağımız Nahcıvan Havalimanına inmek üzere

Av. Zeki Hacıibrahimoğlu Nahcivan Havalimanı VİP Salonunda

Av. Zeki Hacıibrahimoğlu Nahcivan Havalimanı VİP Salonunda

Nevzat Gökalp, Nahcivan Havalimanı VİP Yetkilisi, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Av. Zeki Hacıibrahimoğlu ve Ahsen Okyar

Nevzat Gökalp, Nahcivan Havalimanı VİP Yetkilisi, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Av. Zeki Hacıibrahimoğlu ve Ahsen Okyar

Ahsen Okyar Duzdağ Fizikterapi Merkezi önünde

Ahsen Okyar Duzdağ Fizikterapi Merkezi önünde

Duzdağı Mağarası girişi

Duzdağı Mağarası girişi

Duzdağı Mağarası

Duzdağı Mağarası

Duzdağı Mağarası

Duzdağı Mağarası

Duzdağı Mağarası

Duzdağı Mağarası

Nevzat Gökalp, Av. Zeki Hacıibrahimoğlu, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve Ahsen Okyar Duzdağı Mağarasında

Nevzat Gökalp, Av. Zeki Hacıibrahimoğlu, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve Ahsen Okyar Duzdağı Mağarasında

Duzdağı Mağarası

Duzdağı Mağarası

Nahcıvan Şehitliği

Nahcıvan Şehitliği

Nahcıvan Şehitliği

Nahcıvan Şehitliği

Av. Zeki Hacıibrahimoğlu, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve THY Müdürü Gökhan Hacıibrahimoğlu Nahcıvan Şehitliği

Av. Zeki Hacıibrahimoğlu, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve THY Müdürü Gökhan Hacıibrahimoğlu Nahcıvan Şehitliği

Nahcıvan Şehitliği Şehitler listesi

Nahcıvan Şehitliği Şehitler listesi

Ahsen Okyar, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Av. Zeki Hacıibrahimoğlu ve THY Müdürü Gökhan Hacıibrahimoğlu

Ahsen Okyar, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Av. Zeki Hacıibrahimoğlu ve THY Müdürü Gökhan Hacıibrahimoğlu

Türk Şehitliği

Türk Şehitliği

Türk Şehitliği ve kitabesi

Türk Şehitliği ve kitabesi

Gökhan – Zeki Hacıibrahimoğlu, Ahsen Okyar ve Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Türk Şehitliği önünde

Gökhan – Zeki Hacıibrahimoğlu, Ahsen Okyar ve Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Türk Şehitliği önünde

Şehitlik Kitabesi

Şehitlik Kitabesi

Nahcivan 5. Kolordu Komutan Danışmanı Kurmay Albay Mustafa Güneş ziyareti.. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ziyaret defterini imzalarken

Nahcivan 5. Kolordu Komutan Danışmanı Kurmay Albay Mustafa Güneş ziyareti.. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ziyaret defterini imzalarken

Kurmay Albay Mustafa Güneş, Av. Zeki Hacıibrahimoğlu Askeri İşbirliği Merkezinde

Kurmay Albay Mustafa Güneş, Av. Zeki Hacıibrahimoğlu Askeri İşbirliği Merkezinde

Ahsen Okyar ziyaret Türk Askeri İşbirliği Merkezinde

Ahsen Okyar ziyaret Türk Askeri İşbirliği Merkezinde

Ahsen Okyar, Türk Danışma Birliği Komutan Yardımcısı Yarbay Bilal Öztürk (Kandıralıların eniştesi -Safalı- İzmit Yahya Kaptan’da evi var)

Ahsen Okyar, Türk Danışma Birliği Komutan Yardımcısı Yarbay Bilal Öztürk (Kandıralıların eniştesi -Safalı- İzmit Yahya Kaptan’da evi var)

Ahsen Okyar, ziyaret anısına K. Albay Mustafa Güneş’e hediyesini takdim ederken

Ahsen Okyar, ziyaret anısına K. Albay Mustafa Güneş’e hediyesini takdim ederken

“Anayasal Vatandaşlık” Üzerine

0

Fırtınaların şiddetli olduğu bir zamanda, dar deliklerin dahi kapatılması gerekirken, yeni kapılar açmak; hiçbir şekilde akıl karı değilken, üstelik büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlarda delikler açmak; boğulmaya sebep olacakken;

Bilhassa Batı’lı devletlerin hemen hepsinin; oradan üfleyerek, burada oynattığı, bir kısım gafil gençlerimizin bindikleri dalı keser mahiyetteki şuursuz hareketlerinin yurdu kasıp kavurduğu bir hengamda, Türkiye Cumhuriyeti Devlet kalesinde, yeni gedikler açıp, duvarlarından tahripçilerin girmesine vesile olacak delikler açmak, bu devlete hıyanetken; ne yazık ki, son yıllarda, ağızlarda, yerli yersiz, temel devlet mefhumlarını sarsıcı ve tahrip edici mahiyette slogan-vari sözler, ortalıkta dolaşır oldu!

Bir ara “Cumhuriyet” mefhumuna dil uzatanlar; şimdilerde “Anayasal Vatandaşlık” denen muğlak bir sözü telaffuz eder oldular.

Halbuki, her türlü Muhtariyet / Özerklik’e kapı açacak olan adım, sadece o unsuru değil, bütün unsurları ademe / yokluğa götürür. Çünkü gemide açılan gedik; ne kadar küçük olursa olsun, neticede gemiyi batırır.

Asıl olan, bir işin önünü değil, arkasını / sonunu görebilmektir. Zaten basiret de budur.

Bütün bu yanlış ve tehlikeli bakış açıları, Türkiye’yi bir mozaikler ülkesi sanmış olmalarından kaynaklanmaktadır.

Önceki bir yazımda ( “Doğu Gerçeği”, Muhsin Bozkurt, 10 Eylül 1993, Ortadoğu.) belirttiğim gibi Türkiye’de yaşayanlar, mozaik / karışım değil, terkiptir.

Yani: “Anadolu, istendiğinde kendisini meydana getiren parçalara ayrılabilecek bir Mozaik değil, artık ayrışması mümkün olmayan bir Terkip’tir.

Zira on asırlık birlik ve beraberlik Anadolu insanını, menşei / kaynağı farklı olanları karışıp kaynaştırmış, yepyeni bir hamule / yapı vücuda getirmiştir.

“Nasıl ki, harç; tuğlaları birbirine perçinleyerek duvarın oluşmasında baş rolü oynar, bir bütün haline getirirse; İslam harcı da, Anadolu insanlarına harç vazifesi yaparak İSLAM TERKİBİ’ni ortaya koymuştur.” (a. g. m.)

Türkiye’de bir avuç Hristiyan ve Yahudi hariç; menşei ne olursa olsun, herkes Müslüman’dır. Binaenaleyh “Din, Dil bir ise Millet birdir.” Hatta: “Din bir ise Millet yine birdir.”

Madem ki, Türkiye’de Din birdir. Öyleyse Millet de birdir. Zira dinimiz bir. Devletimiz bir. Dinimizin de sembolü olan bayrağımızdaki hilal bir.

Kabemiz bir. Peygamberimiz bir.  Tüm bunlar; Uhud dağı hükmünde olup; bizleri bir ve bütün yapan ortak yönlerimizdir.            

Bunların dışında ve kendi hususi dairesinde elbette kendi aleminde olması tabii olan cüz’i farklılıklar, çakıl taşı hükmünde olup, ayrılık ve gayrılığı gerektirmeyen şeylerdir. Uhud dağı hükmünde olan manevi değerlerimiz çakıl taşlarıyla değiştirilemez.

Çünkü biz maddemizle değil, manamızla bir ve bütünüz. Birlik için doğuştan ziyade oluş söz sahibidir. Doğuş bedenimiz ise, oluş da ruhumuzdur.

Beden ise ruhun emrindedir. Ruh çıkınca beden dağıldığı gibi, -Allah etmesin- Milletimizin manası yani ruhu mesabesindeki oluşumuz rahnedar olursa, şirazeden çıkar darmadağınık oluruz.

Çünkü iki kardeş kavga ederken bir çocuk her ikisini de dövebilir. Unutmayalım ki, iç kaosun mutlak galibi, harici düşmanlarımız olur ancak.

Şu da bir hakikat ki, bu devleti TÜRKLER kurmuş; liyakati de, devlet kademelerine gelişte asıl ve esas tutmuşlardır.

Eğer bu devlete  -Allah etmesin-  halel gelirse, sadece Müslüman milletler değil, Müslüman olmayan milletler de büyük bir dayanağından mahrum kalır.

İşte misali: Bosna Türkiye diyor, Azerbaycan ve diğer Türk devletleri ve Makedonya Türkiye diyor. Filistin v.s. Türkiye diyor. Bosnalı ancak Ay-Yıldızlı bayrağın gölgesinde huzur buluyor.

Hatta  -her şeye rağmen-  Kuzey Irak bile Türkiye’den giden yardımlarla ayakta durabiliyor. Amerika’da Türk Günü’ne Boşnaklar, Makedonyalılar ve Arnavutlar da maal-iftihar katılıyorlar.

Somali’de vazife yapan Türk askerine Somalililerin bakışı ve Türk   

Askerini asla yabancı görmeyişleri ve Türk askerinin de onlarla bir kardeş tavrıyla münasebet kurması ne kadar düşündürücüdür.

Unutmayalım ki, bu toprakları vatan yapan maya Türklerdir. Çünkü:

“Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”

Türkler, Türkiye’nin harcıdır. Duvar taşlarını birbirine rapteden / bağlayan ve baş başa verdiren harçtır.

Yoksa Türkiye’de yaşayan unsurların; ipi kopan ve dolayısiyle imamesinden ayrı düşen tespih taneleri gibi dört bir yana dağılıp kaybolmaları ve ayak altına düşerek ezilmeleri işten bile değildir.

Nitekim, bir apartmanda, belki otuz hane vardır. Ama onların varlığı, apartman sahibinin sahipliğine ve tasarruf haklarına gölge düşürmez. Çünkü apartmanı yapan, yaptıran ve yerleşime hazırlayan odur. Apartman hakkında söz onundur, onunla noktalanır.

Bir trende kırk vagon vardır. Ama çekici birdir. Lokomotifi tektir. Lokomotif bir tarafa vagonlar diğer yana. Hiçbir vagon lokomotifin yerini alamadığı gibi, lokomotif olmaya da talip olamaz. Çünkü hem keyfiyet hem de mahiyeti buna manidir.

Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olamayacağı gibi, bir devlet, bir millet de başsız olamaz. Fakat baş birdir. Aksi takdirde herkesin baş olduğu bir yerde işler durur, aksar ve karışır. Çünkü yüzlerce eri bir komutan çekip çevirebilir. Fakat aynı erler birçok komutanın    -aynı anda-  emrine verildiği takdirde, orada karışıklık çıkar, hiçbir iş görülemez.

Ne nizam kalır ne intizam. Zira bir gemide iki kaptan, bir uçakta iki pilot, bir otobüste iki şoför olmaz.

Trafik kazalarının oluşu, her aracın şoförünün ayrı olmasındandır. Eğer vasıtaları bir merkezden idare mümkün olsaydı, kazalar vuku’ bulmazdı.

Sayısız gezegenin gökte, salimen seyahatleri ve birbirlerine çarpmadan birbirlerinin yolunu kesmeden hareketleri, bunun en açık örneğidir. Çünkü sahip, malik ve mutasarrıfları birdir.

Güneş Sistemi’nde bir çok seyyare var: Ama Güneşleri bir. Bedende birçok uzuv var. Fakat ruhları bir. Türkiye’de birçok unsur var.

Lakin ağabey konumundaki asıl kitle Türklerdir.

Her unsura kanat gerici fonksiyonları; onlar asırlarca  -hem de dost ve düşmanın ittifakıyla-  liyakatle deruhte etmişler ve bu yüzden gıpta edilmişler fakat asla haset edilmemişlerdir.

Türk Devleti’nin tarihi vecibelerini yerine getirmesinde ne değişmiştir ki, bugün bu Millet’e karşı yersiz tahammülsüzlük belirtileri kendini gösterir olmuştur. Şüphesiz geniş kitle böyle yanlış ve vahim bir düşünceden uzaktır.

Hakikaten bunun böyle olduğu Türkiye’nin yine bir iltica-gah olmasıyla sabittir. Nitekim başı daralan ve sıkışan her unsurdan Müslüman kardeşlerimiz; soluğu Türkiye’de almaktadır.

Türkiye’deki Boşnaklar, Bulgar Türkleri ve İranlılar bunun en son ve müşahhas / somut örnekleridir.

Bir hikaye kitabında bir çok hikaye vardır. Fakat kitabın kapağında onlardan ancak birinin ismi yer alır ve kitap, o adla anılır ve bilinir. Bu rast gele bir yer alış değil; keyfiyetin gerektirdiği bir sonuçtur.

Bir an için bütün hikayeleri şuurlu kabul etsek, her hikaye; kitabın ismi olmayı temenni eder fakat irade edemez. Kitaba isim olmak için hem temenni hem de irade şarttır. Kendisini isim olarak seçtirecek irade ise, hikayenin keyfiyeti / içeriği olup; bu da tabii olarak seçilmeyi netice verir.

Velhasıl bu tespit; yazarın değil, o hikayenin kendisini  -ister istemez-  yazara kabul ettirmesinin bir sonucudur.

İşte TÜRKLER de bu topraklara kendilerini on asırdır tescil ettirmişler, dünya-aleme kendilerini tasdik ettirmişlerdir.

Bu netice, samimi bir Nizam-ı Alem temennisinin çelik bir iradeyle tarihe kendisini kabul ettirmesinden ve bu ulvi gayenin İlahi  te’yidinden başka bir şey değildir.

Türkiye’de “TÜRKÇE” müşterek Ana Dil’dir. Hatta Kuzey Irak’ta en çok Türkçe kasetlerin satılması ve çalınması ve Türkçe konuşulması ne kadar manidardır.

Radyonun, televizyonun girmediği yer kalmayan Türkiye’de, bu bir realitedir.

 Böyle kaynaşılmış, tabii bir durumu göz ardı ederek, ayrılığa duçar edecek sun’i zorlamalara kapı aralamak; Anadolu’nun bütün insanlarına yapılan ve yapılacak olan ve onları felaketin eşiğine getirecek olan en büyük bir kötülük ve fenalıktır.

Amerika’da aslen İngiliz, Fransız, İrlanda’lı v.b. bir vatandaş nasıl ki, göğsünü gere gere “Ben Amerikalıyım.” diyebiliyorsa, Türkiye’de de menşei ne olursa olsun bir kimsenin kendisini Türk vatandaşı olarak bilmesi ve görmesinden daha tabii bir şey yoktur.

Aksi takdirde bu vatan, bu devlet sahipsiz, bu millet isimsiz kalır. Bunun:               

“Vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer!” demekten ne farkı olur?

Bu millet TÜRK  MİLLETİ, bu vatan TÜRK VATANI ve bu devlet TÜRK DEVLETİ’dir.

Bundan kompleks duymamalı, rahatsız olmamalıdır.

Çünkü  “Türk”  demek; “Müslüman” demektir. Bu gerçek şu muhkem-i kaziyyeyi de doğrular mahiyettedir.

“Milliyetimiz İslamiyet, aklımız Kur’an’dır.” Hem zaten on asırdır bu millet; İslamiyet’in müdafii olmuş, İslam sembolü Hilal’i bayrağı bilmiş, onun uğrunda şehadeti, en büyük gaye edinmiş, bu yolda gaziliği canına minnet bilmiş. Ayet ve Hadis’e masadak olmuştur.

Nitekim Avrupalılar, Müslüman olan bir Batılı’ya “Türk oldu!” demeleri, bunun açık bir göstergesidir.

Kaldı ki, her milletin müslim ve gayri müslimi vardır. Fakat  -ferdi istisnalar hariç- nerede bir Türk varsa Müslüman’dır.

Zaten Müslüman değilse, Türk de değildir. Öyleyse “TÜRK” kelimesine karşı kompleks duymak yersiz ve yakışıksız bir durum olup, tarihi de layıkı veçhile bilemeyiş demektir.

Kaldı ki, Ümitvarız! Çünkü istikbalde en gür seda İslam’ın sedası olacaktır. Ve bu gür ses

-İnşallah- Türkiye üzerinden afaka yayılacak, diğer İslam ülkelerini de teshir edip, etrafında toplayacak, TÜRKİYE yine eski şevket, haşmet ve heybetini alacak, şanlı ecdadı gibi Ay-Yıldız’lı Sancağı ile yine İslam’ın bayraktarı olacak.

Böyle ulvi bir sabahın doğuşu yakınken, o Sancağın altında, birlik-beraberlik gerekirken, ondan ayrı düşmek, hem dünyevi sukuta, hem de uhrevi mes’uliyeti mucip olacağı, her türlü şüpheden uzaktır.

Öyleyse, ey bu vatan gençleri! Frenklerin zehirli bal hükmünde, akıbeti hüsran olan maceralarından uzak durunuz. Onların, sizleri peşine düşürdüğü her macera; Güneşi üflemeye kalkmaktan farksızdır.

Çünkü Güneş, üflemekle sönmez. Her macera, Hakikat gündüzünde, gözü kapamaya benzer. Gözünü kapayan kendisine gece yapar. Yoksa gündüz gece olmaz.

Çünkü, bu DEVLET, bu MİLLET, bu VATAN; gündüz ortasında parlayan Güneş gibidir. Güneş üflemekle sönmeyeceği gibi; Güneşe karşı gözünü kapayan da, gündüzü kendisine gece yapmış olur. Fakat gündüz, gece olmaz. Zira:

 “BİR  ŞEM’A  Kİ,  MEVLA  YAKA; ÜFLEMEKLE  SÖNMEZ.”

 Bu millet ASİL, bu vatan KUTSAL, bu devlet EBED-MÜDDETtir.

 Büyük bir devlet adamımızın dediği gibi:

 “TÜRKİYE’NİN  GÜCÜNÜ  KİMSE  ÖLÇMEYE  KALKMASIN!”  

Çünkü: Bu vatan, bu milletin kılıç hakkıdır.

Yazıma son verirken: “Dokunmayın bu Arslan’a!” diyor, herkesi kendine gelmeye davet ediyorum.

Türk Dünyasını Aydınlatanlar: Kaşgarlı Mahmud ve Divanü Lügati’t-Türk

 
Tam adı Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed’dir. 1008 yılında Kaşgar şehrinde dünyaya geldi. 1105 yılında, 97 yaşında vefât etti. Türk-İslâm kültürüne ait eserlerinin ilklerinden ve en önemlilerinden biri olan Dîvanü Lügati’t-Türk isimli eserin yazarıdır.

Kaşgarlı Mahmud eserini 1072 yılında Bağdat’ta iken yazmaya başladı. 12 Şubat 1074’te tamamladı. Son iki yıl içerisinde de dört defa, baştan sona kadar gözden geçirerek 1076’da son şeklini verdi. 1077 yılında Abbasî Halifesi Muktedî bi-Emrillâh’ın oğlu Ebü’l-Kasım Abdullah’a teslim etti.
Bağdat’ta bulunduğu yıllarda, sohbetleri ile de hizmetlerini sürdürdü. O, çağın âlimleri olan İbn-i Fadlan, Tahir Merzevî ve Beyhâki gibi isimler arasında önemli bir makama sahipti.
Mensubu bulunduğu Türk Milleti’nin sosyal, içtimâî ve kültür hayatını İslâm Âlemi’ne tanıttı. İslâmiyet’i kabul eden ilk Türk ülkesi Karahanlılar Devleti’nin vatandaşı olması sebebiyle kendisine çok önem veriliyordu. Karahanlı Devleti’nde resmî dil Türkçe idi. Eserini Türkçe yazdı ve ülkesini Arap dünyasında kültür elçisi olarak temsil etti. 
Kaşgarlı Mahmud’u, ilk Türk Milliyetçilerinden biri olarak kabul etmek, hatâlı bir değerlendirme olmaz.  O, Kutadgu Bilig isimli eserin yazarı Yusuf Has Hacib ile birlikte, Türk dil birliğinin temelini attı. O temel, asırları aşıp günümüze ulaştı. Batı ucunu Adriyatik Denizi’ne kadar uzatabileceğimiz İpek Yolu boyunca ve çevresinde seyâhat eden bir Türk, tercümana ihtiyaç hissetmeden meramını ana dili ile anlatabilir. Bu olgu, Kaşgarlı Mahmud ile Yusuf Has Hacib’in, büyük Türk Milleti’ne armağanıdır.
Kaşgarlı Mahmud’un, Kitabu Cevahir’n-Nahv fi Lügati’t-Türkî – Türk Dili’nin Nahiv Cevherleri isimli bir eseri daha olduğu biliniyor.  Nerede nasıl kaybolduğu bilinmeyen bu eser, günümüze ulaşamamıştır.  Kaşgarlı Mahmud’un aziz naaşı, adına yaptırılan Mahmudiye Medresesi’ndedir.
DİVANÜ LÜGATİ’T-TÜRK
Kahramanlar sadece eli kılıç sallayanlar değildir. Eli kalem tutanlar, ilimleriyle, bilgileriyle toplumlara ışık olanlar da birer kahramandır. Hiç şüphesiz kılıçlarıyla, süngüleriyle savaşanlara vatan ve millet sevgisini aşılayanlar, kalem üstadlarıdır.
Milletler ve onların ortaya koydukları kültürler yalnızca silâh gücüyle ayakta duramaz veya varlıklarını sürdüremezler. Mutlaka bir halkın şekillendirdiği millî kültür sağlam temellere dayanmalıdır. Dolayısıyla bir toplumun hayat devresinin uzun olabilmesi, millî benliğini koruyan kültürünün de çok köklü bulunmasına bağlıdır.
Dil, din, edebiyat, mimarî, müzik, resim, hukuk vs. hepsi kültürün bir unsurudur. Bunları meydana getirenler elbette halkın kendisi olmakla birlikte, onun içindeki sanatkârlar ve ilim adamlarıdır. Türk kültürüne yön veren, mazimizin abide şahsiyetlerinden birisi de, Kaşgarlı Mahmud’dur. Onun hakkında bugüne kadar çok şey söylendi ve yazıldı. Şüphesiz ki bundan sonra da söylenecek ve yazılacak. Biz de, burada sizlere Türk milletinin yakından tanıdığı Kaşgarlı Mahmud’u ve onun muhteşem eserini belki de bir kez daha anlatmaya çalışacağız.
Divanü Lûgat-it-Türk diye adlanan, bu harika Türklük bilimi sözlüğünü kaleme alan Türk’ün ismi de Kaşgarlı Mahmud olarak bilinmektedir. O, bugünkü Issık Göl yakınlarındaki tarihî Barsgan şehrindendir. 11. asrın ikinci yarısında, Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla yazılan bu Türkçe sözlük kitabından Kaşgarlı Mahmud’un yüzde yüz Türk olduğunu öğrenmekteyiz. Bunu söylemekteki maksadımız, zaman zaman Kaşgarlı Mahmud’un Arapça ve Farsçayı mükemmel bilmesinden dolayı, ona başka kimlikler de uydurulması yüzündendir. Hatta, yine Divanü Lû-gat-it-Türk’e göre, sadece Türk olmakla kalmıyor, kendisini Karahanlı sülâlesine de bağlıyor ki, bu da onun kimliği hususunda önemli bir ip-ucudur. Çocukluğundan itibaren ciddî bir medrese eğitimi alan Kaşgarlı Mahmud, arapça ve farsça gibi yabancı dillerin dışında, pek çok Türk şivesini de konuşabiliyordu.
Divanü Lûgat-it-Türk’e bazan bir gramer kitabı da deniyor. Biz buna da karşıyız. Bu eser yalnızca bir gramer kitabından çok farklı özelliklere sahiptir. Onun için kitabı tek bir kategoriye sokmak da yanlıştır. Elbette bu özelliği de inkâr edilemez; ancak Divanü Lûgat-it-Türk’te Türk milletinin büyüklüğünü, kahramanlığını, ilmini, sanatını, devlet teşkilâtını, ekonomik hayatını ve daha pek çok konuları da görebiliyoruz.
Kaşgarlı Mahmud aynı zamanda büyük bir Türk milliyetçisidir. O, Türklüğe âşık bir bilgedir. Bunun en güzel delili de, İslam camiası içerisinde Peygamberin ırkı olması hasebiyle, Araplara karşı duyulan sevgi ve saygıyla beraber, Arap milliyetçiliğinin karşısında Türkçülüğün savunuculuğunu yapmasıdır. Şöyle ki, Divanü Lûgat-it-Türk’te rastladığımız Hz. Muhammed’e ait pek çok hadis Türk milletinin üstünlüğünü ve seçilmiş bir ırk olduğunu ortaya koymaya yöneliktir.
Kaşgarlı Mahmud gibi büyük bir Türk milliyetçisi tarafından yazılan Divanü Lûgat-it-Türk, yine değerli ilim adamlarımızdan Ali Emirî Efendi sayesinde ortaya çıkmış, Talat Paşa’nın himmetiyle ve İstanbul’da Kilisli Rıfat’ın üstün gayretiyle de basıldıktan sonra, Besim Atalay şu anki mevcut baskısını hazırlamıştır.
Kaşgarlı Mahmud çok ince bir düşünce ile bütün Türk boylarının yerlerini ilk Türk coğrafya haritası diyebileceğimiz haritasında da belirtiyor. Ayrıca bu kabilelerin sosyal hayatlarına dair bilgilerin yanı-sıra şiir ve musiki gibi özelliklerini de konu etmesi bakımından çok değerlidir. Türk kültür tarihçilerinin asla vazgeçemediği ana kaynakların başında Divanü Lûgat-it-Türk gelmektedir. İyi ki böyle bir eser vücuda getirilmiş. Yoksa şimdi bir sürü kültür meselesini hâlâ tartışıyor olacaktık. Bize büyük bir kolaylık sağladığı için Kaşgarlı Mahmud’a minnettarız.

TÜRK DÜNYASINDAN BİR DERGİ:

SÛRÂ

1905 yılında, Birinci Rus İhtilâli’nin getirdiği hürriyet havası içinde, Rusya Müslümanlarının kültür merkezlerinden sayılan Orenburg’un zengin Kazan Türklerinden Ramioğulları (Remiyevler) Ailesi tarafından masrafları karşılanan ve 13 Aralık 1907’de çıkış izni alınan derginin adını Rızâeddin Fahreddin koymuş ve başyazarlığını yapmıştır. İlk sayısı 10 Ocak 1908’de çıkmış, 1917 yılının sonuna kadar on beş günlük aralıklarla 239 sayı yayımlanmıştır. İdil-Ural Müslümanlarının en iyi matbaalarından olan Vakit Matbaası’nda basılan dergi, 1917 Ekim Devrimi’nden önce en uzun ömürlü ve baskı kalitesi en yüksek yayın organı kabul edilmektedir. Rızâeddin Fahreddin, derginin ilk sayısına yazdığı ‘Meslek ve Maksat’ başlıklı yazıda amaçlarının Rusya Müslümanlarına hizmet etmek olduğunu belirtmiş, milletin ilim ve irfanını geliştirmek maksadıyla bir meşveret meclisi kuracaklarını, isteyenlerin bu mecliste konuşabileceğini, okuyucularını memnun etmek için gayret göstereceklerini dile getirmiş ve dergi kapanıncaya kadar bu hedeflerine sadık kalmıştır. Sayfa düzeni ve teknik işleriyle şair Derdmend (Zakir Remiev) ilgilenmiştir. Şûrâ, Osmanlı Türkçesi ile karışık Kazan Türklerinin edebî dilinde çıktığından Osmanlı Türkleri tarafından da okunabiliyordu.

İlk sayısından itibaren dergide ‘Meşhur Adamlar ve Büyük Hadiseler’, ‘Makaleler’, ‘Terbiye ve Tâlim’, ‘Keşfiyyât ve İhtiraât’, ‘Takriz ve Tenkitler’, ‘Siyasî Durum’, ‘Sorular ve Cevaplar’, ‘Hikâye’, ‘Şiir’, ‘İbretli Sözler ve Darbımeseller’, ‘İlânlar’ gibi başlıklar yer almıştır. Rızâeddin Fahreddin’in kaleme aldığı 700’e yakın makalede Türk halklarının tarihi, Kazan Türklerinin sosyal, kültürel ve siyasî hayatları, meşhur doğulu ve batılı düşünürlerin hayat hikâyeleri üzerinde durulmuştur.

Yayımlanan çok sayıda makale edebiyat, içtimaiyat, tarih, eğitim, dil, felsefe, fen, matbuat, sanat ve iktisat gibi konulardadır. Ayrıca şiir, kitap tanıtımı ve okuyucu mektuplarına da yer verilmiştir. Fikir olarak Cedîdciliğin savunulduğu yayınların başında gelen dergi sayfalarını başta öğretmenler, imamlar ve öğrenciler olmak üzere zengin iş adamları, kadılar, âlim, tüccar, molla ve askerlere kadar her zümreye açmıştır. Dergide toplam 880 makale yazarının yer aldığı tespit edilmiştir. Bunlar arasında Fâtih Kerimî, Burhan Şeref, Abdurrahman Fahreddin, Alimcan İdrîsî, Mûsâ Cârullah, Hâdi Atlas, Mehmed Hanefî, Abdurrahman Sâdi, Abdurrahman Mustafa, Zâkir Remiyev, Zeki Velidi Togan, Cemâleddin Velidi, Vakıf Celâl gibi isimler bulunmaktadır. Kadın yazarları ise M. Akçurina ve Z. Saide idi. Ayrıca 150’nin üzerindeki makaleyle Azeri, Kazak, Özbek ve Uygur yazarları dergiye katkıda bulunmuştur.

Derginin 15. sayısından itibaren kırk satırdan az, altmış satırdan fazla olmamak üzere hangi konuda olursa olsun hiçbir yabansı söz karıştırılmadan halis Türkçe ile yazılmak şartıyla bir makale yarışması düzenlenmiş, gönderilen makalelerden yapılan bir seçki ‘Şûrâ’nın Til (dil) Yarışı’ adıyla, 1910 yılında Orenburg’da kitap halinde neşredilmiştir. Bu yarışmayla ana dilinin korunması ve Arapça, Farsça dâhil dilin yabancı kelimelerden kurtarılması amaçlanmıştı. Rızâeddin Fahreddin mezar taşlarının bile sade bir Türkçe ile yazılmasını istiyordu. Dergi sayfalarına akseden tartışmalardan biri ‘Tatar mı, Türk mü?’ konusudur. Kendilerine Türk denilmesine taraftar olan Rızâeddin Fahreddin bu düşüncesinden dolayı ağır eleştirilere uğramıştır. Şûrâ’da yayımlanan bazı yazılar daha sonra kitap olarak da basılmıştır.

Dergiye gönderildiği halde neşredilemeyen şiirler 1910 yılında ‘Basılmayan Şiir Mecmuası’ adıyla yayımlanmış, devrinde büyük yankı uyandıran Musa Cârullah’ın ‘Raahmet-i İlahiyye Bürhanları’ ve ‘İnsanların Akide-i İlâhiyyelerine Bir Nazar’ adlı dizi yazılan 1911’de kitap haline getirilmiştir.

İstanbul, Kahire, Beyrut, Medine, Paris, Viyana, Petersburg, Moskova gibi şehirlerden gönderilen mektuplar derginin çok geniş bir coğrafyada okunduğunu göstermektedir. Dergide ayrıca Rusça, Türkçe, Arapça, Farsça ve batı dillerinde yayımlanan gazete ve dergilerden yapılan alıntılara yer verilmiştir. Şûrâ 1917 yılına kadar neşredilen Kazan Türkleri süreli yayınlarınca olumlu değerlendirilmiş, Rusya Bilimler Akademisi’nin çıkardığı Mir İslâma dergisi ondan uzun iktibaslar yapmış, Türk Yurdu dergiden övücü ifadelerle söz etmiştir. Sovyet döneminde ise bütün süreli yayınlar gibi; ‘milliyetçi, burjuvazi taraftarı, panislâmist, pantürkist’ gibi ithamlara mâruz kalmıştır.

1917 Ekim İhtilâli’nin getirdiği özgürlükler sebebiyle işçi haklarının artması ve grevler neticesinde sıkıntıya düşen Vakit Matbaası 26 Ocak 1918’de Orenburg Müslüman Savaş Komitesi tarafından kapatılınca derginin yayımı da sona ermiştir.

TÜRK DİLİ ÜZERİNDE OYUNLAR

NURULLAH AYDIN

Yabancı dil belâsı ciddi tehdittir. Türklüğe düşman olanlar, iki konuyla uğraşıyor: Dil ve din.

Türkçe, yavaş yavaş okullarımızdan, yazılı ve görüntülü basınımızdan, kültür ve sanatımızdan, eğlencemizden, sokağımızdan ve hatta mutfağımızdan kovulmaktadır.

Her devirde bir belâ ile baş etmek durumunda kalan ve tarihi dört bin beş yüz yıl öncesine dayanan dilimiz, yeryüzünde bugüne kadar Göktürk, Uygur, Arap, Kiril ve Latin alfabeleri ile yazıda hayat buldu.

Türkçe, Ural-Altay dil ailesinin Altay grubundandır. Bu grupta Moğolca yer alır. Her yere ulamaya çalıştığımız -tay eki Moğolca’dan gelmedir ve çok kullandığımız kurultay, sayıştay, çalıştay gibi kelimeler böyle türetilmiştir.

Türkçe, sondan eklemeli bir dildir ve ön ek yoktur. Sonuna yapım ve çekim ekleri getirilen kök değişmez ve her Türkçe kelimenin kök ve eki birbirinden kolayca ayrılabilir.
İsim kök ve gövdelerine gelen yapım ekleri, fiil kök ve gövdelerine getirilemez.
Dilimizin kendine has, ses uyumu kuralları vardır.

Türk Dil Kurumu’nun son yayınladığı Türkçe Sözlük’te 104.481 söz varlığı yer alıyor. Üç yüz milyon insanın konuştuğu Türkçe, böylesine zengin. Zaman içinde halkın çok sayıda başka dilden aldığı kelime var. Bunları kendi hançeremize, vurgu ve uyuma göre Türkçeleştirmişiz. Alınan bu emanet kelimelerin çok daha fazlasını da Fransızca ve Almanca başta olmak üzere otuza yakın dile vermişiz. Almanca ve Fransızcada wilajet (vilayet), yaourt (yoğurt), cossack (kazak), caravanserai (kervansaray) ve kajak (kayak) gibi pek çok Türkçe kelime yer alıyor…

Ancak bu ülkenin sözde aydınları, Türkçe ile çağdaş ilim yapılamayacağını söyleyebiliyor. Yine onlara göre Türkçe, ileri seviyede bir kültür dili olamaz.

Ana sınıflarımıza bilim dili diye İngilizceyi, İslam dili diye Arapçayı soktular. Üniversitelerimize zaten yabancı dille öğretim yerleşti. Şimdi çocuklarımız matematiği, fiziği, psikolojiyi ve hatta lojistiği İngilizce öğreniyor. Hasılı başka dilde konuşup başka dilde düşünen nesiller yolda. Türkçenin yeni belâsı yabancı dil salgını…

Dil, lehçe, şive ve ağızdan haberi bile olmayan, sözcüğün asıl mı, asil üye mi olduğunu kestiremeyen, iki nokta (:) ile noktalı virgülü (;) nerede kullanacağını bilemeyen, bilmem kimin yazılarını yakışıklı (!) bulan, haberleri moderatör namıyla sunan, televizyona ‘tivi’ diyen, dolmuş, buzdolabı, durak, bilgisayar gibi halkın bulduğu Türkçesi dururken ‘kompitür’ demeyi üstünlük sanan, Mr. Marjinal olmakla övünen entel aydınların Türkçeyi vatanından kovma harekâtı başarıya ulaşmak üzeredir!

Şimdi soruyoruz:
Türkiye, resmî dili olan bağımsız bir devlet ise bütün okullarında öğretim dilinin sadece Türkçe olması gerekmez mi?

Türkiye’den başka hangi devletin öğretim dili, yabancı bir dil?

Yabancı dile ihtiyaç duyana, başka yöntemlerle öğretmek varken, neden yabancı dille öğretimde ısrar ediliyor? Yabancı dil, amaç değil araçtır. Bir insan, dünyayı en iyi kendi dilinde algılayabilir.

Türkiye, emperyalizmin sömürgelere dayattığı bu yabancı dil istilasından kurtarılmalıdır. Yoksa gidişat hayra alâmet değildir. Neticede; ‘Sanatçı, klip çekimi için start aldı’, ‘Yaşam boyu onur ödülü’, ‘herılt yani’, ‘okey, üç gibi kafede buluşuruz’ ve ‘medya kritik’ gibi garip yaratıklar peydahlanıverir!

İşte size bir inşaat şirketinin reklamı: ‘Doğa üstü bir yaşam!’ Ne yani orası hayaletler âlemi veya öteki dünya mı?

Spor programından bir cümle: ‘Süper Lig’te heyecan tüm hızıyla devam ediyor!’ (Heyecan’ın süratlisini de hiç duymamıştık!)

Türkçe’nin başı İngilizce ve Arapça ile dertte dostlar, dertte!..

Günün Sözü: Dili bozulan bir toplumun çözülmesi kaçınılmazdır.

BİR FIKRA:
Temel Anadolu Lisesi sınavına hazırlanmakta olan oğlu Dursun’a sormuş:
– Söyle pakayum Tursun, su kaç terecede kaynayi?
Dursun biraz düşündükten sonra cevap vermiş:
– Toksan terecede.
Bunun üzerine Temel oğluna yeni bir şey öğretme hazzıyla düzeltmiş cevabı:
– Pilemedun, toksan terecede tik açı kaynayi.

TÜRK SOYU:

Tarihte Türk ırkı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Çin, Latin ve Grek kaynaklarında Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Bunun sebebi ise Türklerin tarih boyunca en çok temasının Moğollarla olmasıdır. Moğol kitleleri yıllarca Türklerin idaresinde yaşamış, göçlere, savaşlara Türklerle beraber katılmışlardır. Bunun sonucunda bu kaynaklar Türk ile Moğol tipini birbirine karıştırmıştır.

Son yarım asır içinde yapılan ilmî çalışmalar ve araştırmalar sonucu Türklerin beyaz ırka mensup bulundukları, yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan ‘Europid’ adı verilen grubun ‘Turanid’ tipine mensup bulundukları anlaşılmıştır. Kafa yapıları Brakisfal (yuvarlak kafalı)dır. Türklerin kendilerini başta ‘Mongolid’ Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolik çizgilere sahip oldukları tespit edilmiştir. Türklerin hâkim vasfı beyaz renk, düz burun, değirmi çene, hafif dalgalı saç, orta gürlükte sakal ve bıyıktır.

Turan tipine örnek olan Türkistan, Maveraünehir ve diğer Yakın Doğu Türkleri beyaz tenli, koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü, endamlı, sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Ortaçağ kaynaklarında güzelliğin timsali olarak gösterilmiş hatta İran edebiyatında ‘Türk’ kelimesi ‘Güzel İnsan’ manasında kullanılmıştır. Tevrat’ta nakledilen bir rivayette ise Türk soyunun Ham ve Sam’dan değil, Yafes’den türemiş olarak beyaz ırktan geldiği gösterilmiştir.

BAHTİYAR VAHAPZADE’DEN İKİ ŞİİR:

ALLAH

İdrakte yol açmış geceden gündüze Allah.
Güldürmesen öz gönlünü, gülmez yüze Allah.
Dünyaya şafaklar gibi Tanrım sepelenmiş,
Kalbin gözü yanmazsa, görünmez göze Allah.

Allah! Biliriz cisim değil, ya nedir Allah?
En yüksek olan hakta, hakikattedir Allah.
Dondunsa Tekâmül ve güzellikler önünde,
Derket, bu taaccübde , bu hayrettedir Allah.

Bildik, biliriz, gizlidir insandaki kudret,
Herkes onu fehmetmese , acizdir o, elbet.
İnsanın ezel borcudur insanlığa hürmet,
İnsanlığa hürmette, liyakattedir Allah.

ANA DİLİ

Dil açanda ilk defa ‘ana’ söylerik biz
‘Ana dili’ adlanır bizim ilk dersliyimiz
İlk mahnımız laylanı anamız öz südüyle
İçirir ruhumuza bu dilde gile-gile.

Bu dil – bizim ruhumuz, eşgimiz, canımızdır,
Bu dil – birbirimizle ehdi-peymanımızdır.
Bu dil – tanıtmış bize bu dünyada her şeyi
Bu dil – ecdadımızın bize goyup getdiyi
En gıymetli mirasdır, onu gözlerimiz tek
Goruyub, nesillere biz de hediyye verek.

 

Kimliksiz Şair

Kimdir adil? Kimdir erdemli? Kimdir hakikatle yaşayan ve de şair hangi vadide söyleşir kiminle?

Her yaşantının mutlak bir farklılaşmaya; bu farklılaşma içerisinde değişime, bu değişimin neticesinde de hakikat bünyesinde yol alması icap eder. Bu yol kat ediş bir kimliğimizi ortaya koymamızı gerektirir. Allah (cc) Şuara suresi 224 ila 227. Ayet-i Kerimeler arası şöyle buyurmaktadır: ” Şairler ise; gerçekten onlara da azgın-sapıklar uyar./ Görmedin mi onlar her bir vadide vehmedip durmaktadırlar./ Ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylemektedirler./ Ancak iman edenler, Salih amelde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar ( ve ya öçlerini alanlar) başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp-devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”

Hangi sözden başlamalı, nereye taşımalı cümleleri, kiminle hasbihal etmeli, bu inciler yakışır mı her ağza, desem öldürürler demesem öldüm…  Ya Hayy Ya Hakk Ya Hâkim-i Mutlak!

“Hiç” ten başlamalı ki örtmeli nefsimizi… Acz’den dem vurmalı bilmeli küçüklüğümüzü/ ufaklığımızı, fakr’den sürmeli bu hissiyat ta eşref-i mahlûka, şefkatten nasiplenmeli herkes tatbiki için sünnet-i seniyyenin ve de tefekkür etmeli bir dünya vehmiyyetinden sıyrılmak için.

Sembol bir kavram ya da bir terim olan şair lafzı elbette farklı değerli isimlerle değiştirilebilir -ayet-i kerimenin sırrına sadık kalarak-  ve de aynı aktif Müslüman portresi her şekilde çizilebilir. Şair kullanımının olması calibi dikkattir.

Edebi seviyesi yüksek olan Arap toplumu yani söz üstadı olan o insanlar karşılarında öyle bir söz işittiler ki inadı kenara itemeyenler iman ettiler Allah’ın izni ile.

Şair bir döngünün içerisinde gerçeği söyleyebilme salahiyetine sahip ve şair karmaşanın ortasında siz ne kadar çoğunluk olarak batılı yapsanız da biz azınlık olarak kalmaya devam edecek ve de hakkı söylemekten asla vazgeçmeyecek şuura sahiptir. Şair tüketilmeye boyun eğmeden üstat N.fazıl’ın dediği gibi ak sütün içerisindeki ak kılı görebilme basiretine sahip ve şair geçmişten aldığı dersi/ feyzi geleceğe aktarabilecek halet-i ruhiye’ye sahiptir.  Şair kendisine azgınların ve sapıkların değil; kendisinin nefsini ve hevasını tanrılaştırmadan Kelime-i Tevhidin kalbe söylettirilmesi ve ruha işlettirilmesi vazifesini sahiplenen ve tereddüt etmeksizin bu yolda ilerleyen müstesna şahsiyettir.

Şair kaldı mı bilinmez ama şiirler yazılıyor! Bir gün tükeneceğini bilerek kelimelerin yazılıyor olması o gün de bu yazılanların yaşanacak olması umudunu taşıdığı içindir. O gün benim evladımın günü ya da en yakın dostumun evladının günüdür. Fark eden bir şey olmaz… 

Dünya hayat terkibi doğru olanıdır. Ukba hayat ise zıddıdır. Dünya hayat aşağılık hayat ukba hayat yüksek olan ulvi olan hayat. İşte tam burada vehmedenler dünya vadisindeki dolaşırlarken geleceğimiz olan evlatlarımıza ilişirlerse bunun yegâne sorumlusu gerçeği görüp de söylemeyen ve hep susan anne-babalar olacaktır. Müslüman güncelik hayatında anlamsız uğraşlarla uğraşamaz. Uğraş haline geldiğinde anlamsız şeyler koca devlet dahi yıkıla gele…

Anlamsızlık kişi için temel fiil haline geldiğinde yapmayacağı şeyi söylemek ardından kaçınılmaz hale gelmektedir. Şiirin durumu hakikati dile getirmektir. Hissiyatımız, nefsimiz, hevamız bizi ele geçirmiş ise ortada ne şiir olur ne de şair. O sadece kuru bir heves uğruna koca yıllarını heba eden serkeştir.  

Şair kimliği belki cüzdanlarda taşınmaz; fakat her insan bu duyarlılığı yaşamalıdır. Bu duyarlılık ahlaklı, erdemli ve de her daim Hakkın yanında olabilme hassasiyetidir. Vesselam…

 

Türk Dayanışma Konseyi ve Anayasa

Türkiye’nin dış politikada ekseninin ve rotasının bozulduğu görüşü yaygınlık kazanmaktadır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika politikamız incelendiğinde ABD, İngiltere ve Fransa’nın vesayeti altına girdiğimiz görülmektedir. Türkiye’nin bir İslam ülkesi olması görüldüğü kadarıyla bu ülkeler tarafından kullanılmaktadır. Kendi isteklerini ve yapmak istediklerini Türkiye vasıtasıyla gerçekleştirmektedirler. Bu kullanılmanın karşılığında Ortadoğu’da hareket alanımızın açılması güvenilirliğimizi kaybetme ve Akdeniz’de sıcak çatışmaya girme sonuçlarını da doğurabilir. İsrail ile girilen kavga şike kokmaktadır. Füze Kalkanı Projesini Malatya’ya yerleştireceksiniz; dolayısıyla İsrail’i koruyacaksınız; BOP’un gereği olarak ılımlı İslam’ın yani geleneklerine yabancılaştırılmış İslam’ın öne çıkmasına vasıta olacaksınız; diğer taraftan, İsrail ve ABD aleyhine  beyanat vereceksiniz. Bu çelişki değil midir?

Konu sadece dış politika ile ilgili değildir. Eğitim alanında değişik ülkelere götürülen Türk Okulu adlı, Türkçe’nin seçimlik ders olduğu okullarda da Türkiye’nin bir İslam ülkesi olması değişik ülkelerde yine kullanılmaktadır. Hem dış politikada, hem eğitim alanında bize taşeronluk görevi verilmiştir.

71 Sivil toplum kuruluşunu temsil eden Türk Dayanışma Konseyi ülkemizin geleceğini ilgilendiren temel konularda yine milli hassasiyeti ortaya koymaya devam etmektedir. 17-18 Eylül tarihlerinde konunun uzmanı 26 öğretim üyesi Ankara’da yapılan toplantıya iştirak etmişlerdir. Üç ayrı komisyonun oluşturulduğu toplantıda ilkeler ortaya konmuştur. 8-9 Ekim 2011 tarihlerinde yapılacak geniş bir toplantıyla ilkeler tartışılarak kamuoyuna açıklanacaktır.

Aslında yeni anayasa çalışmalarında sivil toplum kuruluşlarının ve halkın katkısından sık sık bahsedilmesi göstermeliktir. Halk oylamasında halkımız teknik bir konu olduğundan değiştirilecek maddelerle yeterince ilgilenememiş; tuttuğu siyasi partiye göre rey vermiştir. Araştırmalarda bu oran %70’in üstünde çıkmıştır.

Türkiye’yi tanınmaz hale getirecek bir anayasa dayatmasından çok; ülkenin egemenlik haklarını koruyucu, ona buna devretmeyecek, mensubiyet şuurunu geliştirecek, mevcut hak ve hürriyetleri bırakın genişletmeyi ortadan kaldırılmayacak, Türk’e karşı ırkçılık yapılmayacak, totaliter ve otoriter bir rejime geçişi hazırlamayacak bir temel anlayışa ihtiyaç vardır.

Anayasalar düzenlendiği ve değiştirildiği dönemin siyasi fikir akımlarının gereğinden fazla etkisinde kalmamalıdır. Çünkü bunlar dönemlik, mevsimlik değil kalıcı belgelerdir. Anayasaların değişme özelliklerine göre devlet de değişir. Aksi halde, bugün temel giriş maddeleri, 66.madde, 5.6.7.maddeler ve 42.madde ve diğer maddelerle neden uğraşılmaktadır? Anayasa düzenlemelerinde fert mi, devlet mi kısır döngüsü aşılmalıdır. Güvenlik ve hürriyetler arasında anlamlı denge korunmalıdır. Anayasanın 10.maddesindeki eşitlik prensibi zedelenmemelidir. Hak ve hürriyetler fertler içindir, gruplar için değil.  Değişiklikler asker-sivil dahil çeşitli kutuplaşmaları yaratmamalı ve arttırmamalıdır. Milli hukuk ve evrensel hukuk konusunda anlamlı denge korunmalıdır. Bir ülkenin milli birlik ve bütünlüğün tartışmaya açılmaması, hiçbir ciddi devlette insan hakları konusunda bir eksiklik değildir. Buna izin vermeyen hiçbir ciddi devletin meşruiyeti zayıflar şeklinde yorumlanamaz. Milli devletin toprak bütünlüğü korunmakta; etnik, dini, ırkı esaslara ve düşmanlık duygularına göre örgütlenmeye sınırlar getirilmektedir.  Türk kimliği ve sıfatı milli kimliktir; etniklik değildir. Milli kimlik etnisiteleri de kapsar. Aksi bir anlayış, ilkel etnikliktir ve ırkçılık kokar.  Türk, etniklik değil ki; etnik vurgu sayılabilsin. Bu bakımdan, bazı kuruluşların taslaklarında etnik ifadeye yer vermemek adına Türk’ü dışlama ihaneti bir çeşit ırkçılıktır. Yine “ülkenin bölünmez bütünlük ilkesi”nden rahatsız olanlar, nasıl olur da bunu farklılıkları dışlama veya bastırma olarak görebilirler? 

Avustralya’da Batı Trakya Türkleri

Türkiye ve Balkan Türkleri açısından Avustralya kıtası çok uzak bir ülkedir.

Türkler ,ortaya ivedilikle konması gereken sebeplerden dolayı tarih boyunca daima göç etmişlerdir. Bu göçler neticesinde bir çoğu gittikleri bölgede bir süre sonra din de değiştirerek asimile olmuştur.

Türklerin içinde bulunduğu bu durum gerçekten, Türkler açısından ibret alınacak üzücü bir durumdur.

Türkler,  gurbet ellerde asimilasyonunun yanında kendi öz topraklarında uğradığı asimilasyonlarda ayrı bir inceleme konusudur.

Avustralya kıtasına toplu halde göç eden ilk Türklerin İngiliz pasaportu taşıyan “Kıbrıs Türkleri” olduğu vurgulanır. Bunlara daha sonra Türkiye’den ve Türk Dünyasından göçlerde eklenmiştir.

Nihayetinde de Balkan coğrafyasından da,  Batı Trakya Türkleri 1969 yılında Yunanistan’dan Avustralya’ya göç etmeye başlarlar.

Batı Trakya Türklerinin, Yunanistan’dan kalkıp Avustralya’ya göç etmesinin temel nedeni 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’ndan beri sistematik bir biçimde sürdürülen Yunan baskılarıdır.

Batı Trakya Türkleri; 1980 yılından bu yana AB üyesi olan Yunanistan tarafından kendilerine uygulanan ağır çalışma şartları ve buna karşılık elde edilen gelirin azlığı nedeniyle ailelerini geçindiremeyerek meçhul bir ülkeye yani Avustralya’ya doğru 1969 yılında yola çıkmışlardır.

Yunan hükümetleri, Batı Trakya Türklerinin eğitimini engelleyerek onları cahil bırakmaya çalışmış, sosyal ve dini hayatı baskı altında tutmuş ve ekmek paralarını kazanmalarını engellemiş ve bunlarda yetmemiş,  vakıf ve gayrimenkullerine hukuka ve uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde el koymuştur.

Hal böyle olunca, bir çok Batı Trakya Türkü kapağı dünyanın dört bir köşesine atarak çareler bulmaya çalışmıştır.

Batı Trakya Türkleri’nin  Avustralya macerası hakkında geniş bilgi edinmek isteyenler Feyyaz Sağlam’ın Avustralya Batı Trakya Türkleri Derneği Yayınları arasında çıkan “Avustralya’da Batı Trakya Türkleri” kitabından faydalanabilirler.

Bu kitabın içinde, Türk Dünyasının diğer bölgelerinde olduğu gibi bir çok hüzün dolu gerçek hikaye ve bu hikayelere ait bilgi ve belgeler bulunmaktadır.

Günümüze gelip baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti; başta Balkanlar olmak üzere bütün Türk Dünyasında, Türklere ait vakıf ve gayrimenkullerin gasbına ses çıkarmazken, kendi ülkemizde hayali beyannamelere dayalı olarak sözde azınlık vakıf ve gayrimenkullerini, azınlık denilen gruplara bol keseden dağıtmaktadır.

Eğer Yunanistan; Batı Trakya Türklerine ait vakıf ve gayrimenkullerine el koymasaydı, bu gün Batı Trakya Türkleri kendi topraklarından göç etmek zorunda kalmayacaktı. Batı Trakya Türklerinin, geçmişte sahip olduğu vakıf ve gayrimenkuller eğer ellerinde kalsaydı bu varlık onları Yunanistan’ın en zengin kişileri yapardı.

Belki de başta Avustralya’da yaşayan Batı Trakyalı Türklerin ilk doğan çocuğa verdiği “Özlem” adı her şeyi tek başına ifade ediyor.

Türk dünyasının gurbet ellerde de olsa, toprağına, yurduna, milletine, vakıflarına kişisel haklarına, diline, dinine sahip çıkma “Özlem”i gerçekten vardır.

Bu “Özlem” mutlaka giderilecek, sorunlar ve sınırlar ortadan kaldırılacak, Türk milleti nerede varsa orada bir Türk gibi yaşamaya devam edecektir.

Onun için; sizlerde vakıf ve gayrimenkullerine el konulduğu, eğitim hakları engellendiği ve çocuklarının ekmek parası için Avustralya’ya göç etmek zorunda kalan Avustralya’daki Batı Trakya Türklerini unutmayın. Ama siz siz olun, onların el konulan vakıf ve gayrimenkulleri için ses çıkarmayanlara da bunu niçin yapmadıklarını,  mutlaka sorun.