“Anayasal Vatandaşlık” Üzerine

104

Fırtınaların şiddetli olduğu bir zamanda, dar deliklerin dahi kapatılması gerekirken, yeni kapılar açmak; hiçbir şekilde akıl karı değilken, üstelik büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlarda delikler açmak; boğulmaya sebep olacakken;

Bilhassa Batı’lı devletlerin hemen hepsinin; oradan üfleyerek, burada oynattığı, bir kısım gafil gençlerimizin bindikleri dalı keser mahiyetteki şuursuz hareketlerinin yurdu kasıp kavurduğu bir hengamda, Türkiye Cumhuriyeti Devlet kalesinde, yeni gedikler açıp, duvarlarından tahripçilerin girmesine vesile olacak delikler açmak, bu devlete hıyanetken; ne yazık ki, son yıllarda, ağızlarda, yerli yersiz, temel devlet mefhumlarını sarsıcı ve tahrip edici mahiyette slogan-vari sözler, ortalıkta dolaşır oldu!

Bir ara “Cumhuriyet” mefhumuna dil uzatanlar; şimdilerde “Anayasal Vatandaşlık” denen muğlak bir sözü telaffuz eder oldular.

Halbuki, her türlü Muhtariyet / Özerklik’e kapı açacak olan adım, sadece o unsuru değil, bütün unsurları ademe / yokluğa götürür. Çünkü gemide açılan gedik; ne kadar küçük olursa olsun, neticede gemiyi batırır.

Asıl olan, bir işin önünü değil, arkasını / sonunu görebilmektir. Zaten basiret de budur.

Bütün bu yanlış ve tehlikeli bakış açıları, Türkiye’yi bir mozaikler ülkesi sanmış olmalarından kaynaklanmaktadır.

Önceki bir yazımda ( “Doğu Gerçeği”, Muhsin Bozkurt, 10 Eylül 1993, Ortadoğu.) belirttiğim gibi Türkiye’de yaşayanlar, mozaik / karışım değil, terkiptir.

Yani: “Anadolu, istendiğinde kendisini meydana getiren parçalara ayrılabilecek bir Mozaik değil, artık ayrışması mümkün olmayan bir Terkip’tir.

Zira on asırlık birlik ve beraberlik Anadolu insanını, menşei / kaynağı farklı olanları karışıp kaynaştırmış, yepyeni bir hamule / yapı vücuda getirmiştir.

“Nasıl ki, harç; tuğlaları birbirine perçinleyerek duvarın oluşmasında baş rolü oynar, bir bütün haline getirirse; İslam harcı da, Anadolu insanlarına harç vazifesi yaparak İSLAM TERKİBİ’ni ortaya koymuştur.” (a. g. m.)

Türkiye’de bir avuç Hristiyan ve Yahudi hariç; menşei ne olursa olsun, herkes Müslüman’dır. Binaenaleyh “Din, Dil bir ise Millet birdir.” Hatta: “Din bir ise Millet yine birdir.”

Madem ki, Türkiye’de Din birdir. Öyleyse Millet de birdir. Zira dinimiz bir. Devletimiz bir. Dinimizin de sembolü olan bayrağımızdaki hilal bir.

Kabemiz bir. Peygamberimiz bir.  Tüm bunlar; Uhud dağı hükmünde olup; bizleri bir ve bütün yapan ortak yönlerimizdir.            

Bunların dışında ve kendi hususi dairesinde elbette kendi aleminde olması tabii olan cüz’i farklılıklar, çakıl taşı hükmünde olup, ayrılık ve gayrılığı gerektirmeyen şeylerdir. Uhud dağı hükmünde olan manevi değerlerimiz çakıl taşlarıyla değiştirilemez.

Çünkü biz maddemizle değil, manamızla bir ve bütünüz. Birlik için doğuştan ziyade oluş söz sahibidir. Doğuş bedenimiz ise, oluş da ruhumuzdur.

Beden ise ruhun emrindedir. Ruh çıkınca beden dağıldığı gibi, -Allah etmesin- Milletimizin manası yani ruhu mesabesindeki oluşumuz rahnedar olursa, şirazeden çıkar darmadağınık oluruz.

Çünkü iki kardeş kavga ederken bir çocuk her ikisini de dövebilir. Unutmayalım ki, iç kaosun mutlak galibi, harici düşmanlarımız olur ancak.

Şu da bir hakikat ki, bu devleti TÜRKLER kurmuş; liyakati de, devlet kademelerine gelişte asıl ve esas tutmuşlardır.

Eğer bu devlete  -Allah etmesin-  halel gelirse, sadece Müslüman milletler değil, Müslüman olmayan milletler de büyük bir dayanağından mahrum kalır.

İşte misali: Bosna Türkiye diyor, Azerbaycan ve diğer Türk devletleri ve Makedonya Türkiye diyor. Filistin v.s. Türkiye diyor. Bosnalı ancak Ay-Yıldızlı bayrağın gölgesinde huzur buluyor.

Hatta  -her şeye rağmen-  Kuzey Irak bile Türkiye’den giden yardımlarla ayakta durabiliyor. Amerika’da Türk Günü’ne Boşnaklar, Makedonyalılar ve Arnavutlar da maal-iftihar katılıyorlar.

Somali’de vazife yapan Türk askerine Somalililerin bakışı ve Türk   

Askerini asla yabancı görmeyişleri ve Türk askerinin de onlarla bir kardeş tavrıyla münasebet kurması ne kadar düşündürücüdür.

Unutmayalım ki, bu toprakları vatan yapan maya Türklerdir. Çünkü:

“Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”

Türkler, Türkiye’nin harcıdır. Duvar taşlarını birbirine rapteden / bağlayan ve baş başa verdiren harçtır.

Yoksa Türkiye’de yaşayan unsurların; ipi kopan ve dolayısiyle imamesinden ayrı düşen tespih taneleri gibi dört bir yana dağılıp kaybolmaları ve ayak altına düşerek ezilmeleri işten bile değildir.

Nitekim, bir apartmanda, belki otuz hane vardır. Ama onların varlığı, apartman sahibinin sahipliğine ve tasarruf haklarına gölge düşürmez. Çünkü apartmanı yapan, yaptıran ve yerleşime hazırlayan odur. Apartman hakkında söz onundur, onunla noktalanır.

Bir trende kırk vagon vardır. Ama çekici birdir. Lokomotifi tektir. Lokomotif bir tarafa vagonlar diğer yana. Hiçbir vagon lokomotifin yerini alamadığı gibi, lokomotif olmaya da talip olamaz. Çünkü hem keyfiyet hem de mahiyeti buna manidir.

Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olamayacağı gibi, bir devlet, bir millet de başsız olamaz. Fakat baş birdir. Aksi takdirde herkesin baş olduğu bir yerde işler durur, aksar ve karışır. Çünkü yüzlerce eri bir komutan çekip çevirebilir. Fakat aynı erler birçok komutanın    -aynı anda-  emrine verildiği takdirde, orada karışıklık çıkar, hiçbir iş görülemez.

Ne nizam kalır ne intizam. Zira bir gemide iki kaptan, bir uçakta iki pilot, bir otobüste iki şoför olmaz.

Trafik kazalarının oluşu, her aracın şoförünün ayrı olmasındandır. Eğer vasıtaları bir merkezden idare mümkün olsaydı, kazalar vuku’ bulmazdı.

Sayısız gezegenin gökte, salimen seyahatleri ve birbirlerine çarpmadan birbirlerinin yolunu kesmeden hareketleri, bunun en açık örneğidir. Çünkü sahip, malik ve mutasarrıfları birdir.

Güneş Sistemi’nde bir çok seyyare var: Ama Güneşleri bir. Bedende birçok uzuv var. Fakat ruhları bir. Türkiye’de birçok unsur var.

Lakin ağabey konumundaki asıl kitle Türklerdir.

Her unsura kanat gerici fonksiyonları; onlar asırlarca  -hem de dost ve düşmanın ittifakıyla-  liyakatle deruhte etmişler ve bu yüzden gıpta edilmişler fakat asla haset edilmemişlerdir.

Türk Devleti’nin tarihi vecibelerini yerine getirmesinde ne değişmiştir ki, bugün bu Millet’e karşı yersiz tahammülsüzlük belirtileri kendini gösterir olmuştur. Şüphesiz geniş kitle böyle yanlış ve vahim bir düşünceden uzaktır.

Hakikaten bunun böyle olduğu Türkiye’nin yine bir iltica-gah olmasıyla sabittir. Nitekim başı daralan ve sıkışan her unsurdan Müslüman kardeşlerimiz; soluğu Türkiye’de almaktadır.

Türkiye’deki Boşnaklar, Bulgar Türkleri ve İranlılar bunun en son ve müşahhas / somut örnekleridir.

Bir hikaye kitabında bir çok hikaye vardır. Fakat kitabın kapağında onlardan ancak birinin ismi yer alır ve kitap, o adla anılır ve bilinir. Bu rast gele bir yer alış değil; keyfiyetin gerektirdiği bir sonuçtur.

Bir an için bütün hikayeleri şuurlu kabul etsek, her hikaye; kitabın ismi olmayı temenni eder fakat irade edemez. Kitaba isim olmak için hem temenni hem de irade şarttır. Kendisini isim olarak seçtirecek irade ise, hikayenin keyfiyeti / içeriği olup; bu da tabii olarak seçilmeyi netice verir.

Velhasıl bu tespit; yazarın değil, o hikayenin kendisini  -ister istemez-  yazara kabul ettirmesinin bir sonucudur.

İşte TÜRKLER de bu topraklara kendilerini on asırdır tescil ettirmişler, dünya-aleme kendilerini tasdik ettirmişlerdir.

Bu netice, samimi bir Nizam-ı Alem temennisinin çelik bir iradeyle tarihe kendisini kabul ettirmesinden ve bu ulvi gayenin İlahi  te’yidinden başka bir şey değildir.

Türkiye’de “TÜRKÇE” müşterek Ana Dil’dir. Hatta Kuzey Irak’ta en çok Türkçe kasetlerin satılması ve çalınması ve Türkçe konuşulması ne kadar manidardır.

Radyonun, televizyonun girmediği yer kalmayan Türkiye’de, bu bir realitedir.

 Böyle kaynaşılmış, tabii bir durumu göz ardı ederek, ayrılığa duçar edecek sun’i zorlamalara kapı aralamak; Anadolu’nun bütün insanlarına yapılan ve yapılacak olan ve onları felaketin eşiğine getirecek olan en büyük bir kötülük ve fenalıktır.

Amerika’da aslen İngiliz, Fransız, İrlanda’lı v.b. bir vatandaş nasıl ki, göğsünü gere gere “Ben Amerikalıyım.” diyebiliyorsa, Türkiye’de de menşei ne olursa olsun bir kimsenin kendisini Türk vatandaşı olarak bilmesi ve görmesinden daha tabii bir şey yoktur.

Aksi takdirde bu vatan, bu devlet sahipsiz, bu millet isimsiz kalır. Bunun:               

“Vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer!” demekten ne farkı olur?

Bu millet TÜRK  MİLLETİ, bu vatan TÜRK VATANI ve bu devlet TÜRK DEVLETİ’dir.

Bundan kompleks duymamalı, rahatsız olmamalıdır.

Çünkü  “Türk”  demek; “Müslüman” demektir. Bu gerçek şu muhkem-i kaziyyeyi de doğrular mahiyettedir.

“Milliyetimiz İslamiyet, aklımız Kur’an’dır.” Hem zaten on asırdır bu millet; İslamiyet’in müdafii olmuş, İslam sembolü Hilal’i bayrağı bilmiş, onun uğrunda şehadeti, en büyük gaye edinmiş, bu yolda gaziliği canına minnet bilmiş. Ayet ve Hadis’e masadak olmuştur.

Nitekim Avrupalılar, Müslüman olan bir Batılı’ya “Türk oldu!” demeleri, bunun açık bir göstergesidir.

Kaldı ki, her milletin müslim ve gayri müslimi vardır. Fakat  -ferdi istisnalar hariç- nerede bir Türk varsa Müslüman’dır.

Zaten Müslüman değilse, Türk de değildir. Öyleyse “TÜRK” kelimesine karşı kompleks duymak yersiz ve yakışıksız bir durum olup, tarihi de layıkı veçhile bilemeyiş demektir.

Kaldı ki, Ümitvarız! Çünkü istikbalde en gür seda İslam’ın sedası olacaktır. Ve bu gür ses

-İnşallah- Türkiye üzerinden afaka yayılacak, diğer İslam ülkelerini de teshir edip, etrafında toplayacak, TÜRKİYE yine eski şevket, haşmet ve heybetini alacak, şanlı ecdadı gibi Ay-Yıldız’lı Sancağı ile yine İslam’ın bayraktarı olacak.

Böyle ulvi bir sabahın doğuşu yakınken, o Sancağın altında, birlik-beraberlik gerekirken, ondan ayrı düşmek, hem dünyevi sukuta, hem de uhrevi mes’uliyeti mucip olacağı, her türlü şüpheden uzaktır.

Öyleyse, ey bu vatan gençleri! Frenklerin zehirli bal hükmünde, akıbeti hüsran olan maceralarından uzak durunuz. Onların, sizleri peşine düşürdüğü her macera; Güneşi üflemeye kalkmaktan farksızdır.

Çünkü Güneş, üflemekle sönmez. Her macera, Hakikat gündüzünde, gözü kapamaya benzer. Gözünü kapayan kendisine gece yapar. Yoksa gündüz gece olmaz.

Çünkü, bu DEVLET, bu MİLLET, bu VATAN; gündüz ortasında parlayan Güneş gibidir. Güneş üflemekle sönmeyeceği gibi; Güneşe karşı gözünü kapayan da, gündüzü kendisine gece yapmış olur. Fakat gündüz, gece olmaz. Zira:

 “BİR  ŞEM’A  Kİ,  MEVLA  YAKA; ÜFLEMEKLE  SÖNMEZ.”

 Bu millet ASİL, bu vatan KUTSAL, bu devlet EBED-MÜDDETtir.

 Büyük bir devlet adamımızın dediği gibi:

 “TÜRKİYE’NİN  GÜCÜNÜ  KİMSE  ÖLÇMEYE  KALKMASIN!”  

Çünkü: Bu vatan, bu milletin kılıç hakkıdır.

Yazıma son verirken: “Dokunmayın bu Arslan’a!” diyor, herkesi kendine gelmeye davet ediyorum.

Önceki İçerikTürk Dünyasını Aydınlatanlar: Kaşgarlı Mahmud ve Divanü Lügati’t-Türk
Sonraki İçerikİzmit’ten Nahcivan’a (13 Nisan 2011)
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.