20.3 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1090

Bırakınız Kalsınlar mı?

Geçen yüzyılın başlarında İKİ ANA EKONOMİK SİSTEMİN SAVAŞI VARDI.

Sosyalizm ve Liberalizm!. 

Çok basit ifadesi ile Ekonomik Faaliyetleri DEVLET yapmalıdır, ya da EKONOMİ Serbest bırakılmalıdır şekline iki zıt teori…

Her iki teorinin de savunucuları vardı. Hatta ifrata kaçanlar vardı. Sonuçta keskin hatları ile KOMÜNİZM ve LİBERALİZM katı uygulama alanları bulmuştu.  

Giderek “Karma Ekonomi” fikri hakim olmaya da başlamıştı. Bazı konular tamamen serbest bırakılmalı, ya da; bazı ekonomik konuları Devlet üstlenmeye devam etmeliydi.   Uygulamada bu anlayış hakim oluyordu.

Komünizmin tamamen çökmesinden sonra, ya da daha doğru tespitle Devlet elindeki Ekonomik Güç Özelleşirken birilerine sağlanan ÇIKAR HEVESİ ile; Özelleştirme Abartıldı.

Daha gerçekçi bir ifade ile, şüphe uyandıran ÖZELLEŞTİRME modelleri için; “Bunlar özelleştirme değil PEŞKEŞ ÇEKME’dir” kanaati yaygınlaştı. Aslında bu düşünce tarzı HAKSIZ YARGI olarak nitelenebilirdi. Ama örnekleri böyle düşünenleri haklı çıkarıyordu.

Özelleştirme adına Milli Değerler, yabancı sermayeye adeta peşkeş çekildi.

Bu söylem ve bu mantık aslında hiç sevmediğim bir tarz. Ama gel gör ki; sonunda söyletiyorlar.

Satışı yapılan değer bir üretim tesisi olsa, bu ülkenin hammaddesini, iş gücünü kullansa ve bunlarla bir katma değer yaratsa ve bunu da ihraç etse sözüm olmaz. Satılan değerler, rant getirici gayrimenkuller, iş merkezleri, Bankalar, Sigorta Şirketleri ve Ticari İşletmelerdir.

Bu unsurları satın alanlar, diledikleri kadar somurur (Yani Sömürür) ve işlerine gelmediği anda bırakıp kaçarlar. Geride kalacak hiçbir şeyleri yoktur.  Ayrıca bu işletmeler KÂRLI oldukları sürece başka bir olgu devreye girecektir, bunlar size verdikleri değeri, satın alma bedelini, kısa sürede KÂR TRANSFERİ şeklinde geri götüreceklerdir. İşte bu kâr transferleri, korkulacak boyutlardaki CARİ AÇIĞIN da nedeni olacaktır.  Ana Para olarak verdiklerini kâr transferi şeklinde kısa sürede geri alacaklardır.  Böyle olmasa, böyle bir beklentileri olmasa kesinlikle gelmezler.   

Sonra birileri çıkar ve derler ki; FİNANSE EDİLEBİLİR CARİ AÇIK TEHLİKELİ DEĞİLDİR. CARİ AÇIK FİNANSE EDİLEBİLDİĞİ SÜRECE SORUN YOKTUR.

Bunun aksini söylemek mümkün mü?

Önemli olan bu Finansı nasıl sağladığınız olacaktır.  Bu finans sağlam kaynaklı olursa, sürekli olursa sorun yoktur. Ama bu mümkün müdür?

İşte bizim son üç yıldır yazıp çizdiğimiz, haykırdığımız olay budur.

Görünürde Cari Açık Finanse edilmektedir. Ama görünürde…

Nasıl?  Yeni satışlarla!..  Cazip yabancı sermaye daveti ile, yüksek faiz ve kur oyunları ile…

Ve bir gün, bir gün bunları yapamadığınız zaman tılsım bozulacaktır. Bozulmuştur.

Ve işte satacak cazip değeriniz kalmamıştır. 

Bankalarınıza, Şirketlerinize kuşku ile bakmaktadırlar.  

Dış Ticaretiniz zaten açık vermektedir. Ve bu ithalat rejimi ile tersi de mümkün değildir.

Cılız bir ışık doğmuştur. Yurt dışında yatırım yapan TÜRK ŞİRKETLERİ…  Bu ışıkla birlikte bizden de bir ses yükselmiştir; “İŞTE ŞİMDİ TÜRKİYE BU YÜKÜN ALTINDAN KALACAKTIR” dedik ve yazdık. Mısır’a, Çin’e giden Sabancı Şirketlerini örnek gösterdik. Ciddi Türk Şirketleri, bunların yurt dışı yatırımları çoğaldıkça, bunlardan istikrarlı bir şekilde geri dönüş sağlandıkça, cari açık azalabilecektir. Dedik.. Ne var ki, Devlet ve Reel Sektör de bunun da farkında değillerdir.  Teşvik edemezler, ciddi hesaplar yapamazlar.  

Gelelim asıl konumuza; yine ve her zaman; LİBERALİZM YANLISI olduk. Olduk ama, görüyoruz ki; olay saptırılıyor. Vur dedikçe öldürdüler.  Özelleştirme adına, dün de bu gün de çirkin satışlar yapıldı.  Bu iktidar, bu parti demiyorum; gelmiş geçmişler; özellikle de; 1980 sonrasında; hem sağ hem de sol iktidarlara yakın oldukları bilinen veya bunu açık kapalı ima edenler, özelleştirme adına pek çok değeri peşkeş çekmişlerdir.

Pis bürokrasi, 3-5 kuruş uğruna bile ölçülemeyecek değerleri yabancılara sunmuşlardır. Kendilerine sağlanacak beş kuruş için Devletin milyarlarını yerli ve yabancılara gözü kapalı sunmuşlardır.

Bunlar, her dönemde olan ve Hükümetlerin bütün iyi niyetlerine rağmen de onların etrafında, yakınlarında olup gelen olaylardır.

Hizmet Şirketlerinin, Rant Getirici Unsurların, Bankaların Yabancılara satılmasının çok da doğru olmadığını yazmıştık. 2001 krizinden misaller vermiştik. Kendi çalışanlarının ifadeleri ile TRANSFERLERLE yetinmeyip, Bavulla Para götürdüklerini anlatmıştık.  Bunlar oldu ve daha da çok olacak. 

Geçtiğimiz günleri yorumlayanlar şöyle diyorlar; TÜRK HALKI ELİNDE BULUNAN YÜKSEK KURDAN ALINMA DÖVİZLERİNİ BOZARAK TÜRK LİRASI MEVDUATA GEÇMİŞTİR. Ve YİRMİ MİLYAR DOLARA yakın bir fonun bu şekilde kılıf değiştirdiği anlatılıyor. Peki bu para; 20 Milyar DOLAR, nereye gitti? Evet yine dışarıya, yine her yolu deneyerek. Kaçtılar, kaçırdılar, kaçacaklar.

Dış bağlantıları iflas eden Bankalar ve Diğer Şirketler hiçbir şey olmamış gibi Türkiye’deki faaliyetlerine devam ediyorlar. İhtiyatlı devam ediyorlar.  Yavaş yavaş kabuklarına çekiliyorlar. Onlar için sizin ihtiyaçlarınız, sizin ekonominiz önemli değildir. Onlar, kendi çıkarlarını, kendi patronlarını düşünürler. Başka bir davranış beklemek de saflık olur.

Şimdi duruyorsun ve çıkar yol olarak elinde her nasılsa kalmış olan (2) Devlet Bankası ile PİYASA DÜZENLEMEYE Çalışıyorsun. Ya onlar da gitseydi? Nitekim gidecekti. Ramak kalmıştı.  Senin tedbirlerinden değil, kendi hesaplarından dolayı yavaş davrandılar.

Ve şimdi elinde kala İKİ BANKAYLA politika üretmeye çalışıyorsun. Şimdi yaptığın doğrudur. Ve işte şimdi diyoruz ki; BIRAKINIZ KALSINLAR MI?

Hani;  Diyorduk ya; bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!.. Galiba bir kısmının kalması gerekiyor.  Elbette gerekiyor. Biz bir başka nedenle kalsınlar diyorduk ama gördük ki; kötü günler için kalmaları da gerekiyor; en azından bir kısmının kalmaları gerekiyor.

Fakat onlar iyileştirilmeli ÖZERKLEŞTİRİLMELİ ve DENGE UNSURU olarak KALMALILAR.

Elinizde BİR İKİ DEVLET BANKASI kalmalıdır. Milli Havayolunuz kalmalıdır. Bir önemli Rafineriniz KALMALIDIR. Bir DEMİRYOLU ŞİRKETİNİZ KALMALIDIR. Havayolu Şirketiniz Kalmalıdır. Alkol Üretiminiz DEVLET Elinde yani kontrollü olmalıdır. Dünyanın en gelişmiş ekonomilerinde mesela JAPONYA’da böyledir. DEVLET BİRÇOK ALANDA Kontrolü elinde tutabilmektedir.

Ya bunu yaparsınız, Devleti Tam Olarak Teslim Etmezsiniz;  ya da rüzgârların önünde savrulur gidersiniz.

Herkese selam sevgi ve saygılar sunuyorum.              

“Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez”

Bugün İzmit’te bir mitinge katıldık. PKK’yı lanetleme mitingiydi. Herkesin elinde Türk bayrağı, ağızlarında sloganlar, yüreklerinde ise unutulmamış bir acı vardı.

24 askerimizi şehit verdik. Bugün herkes kahraman Türk askerlerinin daha ölmediğini kanıtlamaya çalıştılar.  

Herkes resim çekiyordu. En başta ise bizi yolda yakalayan basıncılar ailecek fotoğrafımızı çektiler. Ben de durakların üstüne, parkların çatılarına çıkan basıncıları..

Bu mitingde yaşıtımı pek göremedim. Ama bu daha güzel. Yaşıtım olarak da ilk bendim.

Bugün kimse gülmüyordu. Şehitlerimizin anısına gözyaşlarımızı döktük. Bir kez daha “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” lafını hatırladık. Çok slogan atıldı. Ama benim aklımda en çok bu slogan kaldı.

Sloganlardan sonra alkış tutan halkla birlikte daha 1 yaşını yeni dolduran kardeşim Alpaslan da alkış tuttu. İlk başta kendine sandı ve gülmeye başladı. Sonra alıştı.

Bugün yaşadığım olayları Ahsen Amca özellikle yazmamı istedi. Ben de sözünü dinlemiş oldum. Bu 3. yazım oldu.

Neyse konuya dönelim. Bir daha böyle bir miting olursa arkadaşlarımı da çağırabilirim. Okula gittiğimde ilk işim arkadaşlarıma çektiğim fotoğrafları göstermek olacak.

Ruhittin Sönmez, Aybala Tuyfe Pekin ve Ahsen Okyar

Ruhittin Sönmez, Aybala Tuyfe Pekin ve Ahsen Okyar

Van Depremi ve Kardeşlik Seferberliği

Terör olaylarının tartışıldığı ve Çukurca’da ki şehitlerimizin acısının taze olduğu günlerde Van Depreminin meydana gelmesi üzerinde durmak istiyorum. Türkiye, 30 yıldan fazladır Güneydoğu’da içte ki ve dışta ki güçlerle savaşıyor. Bir çok devlet direk veya dolaylı PKK terörü üzerinden Türkiye’ye savaş açmış durumda. Bu mücadele bir gün sona erecek ve 30 yıldır Türkiye’nin kimlerle savaştığı da gelecekte ortaya çıkacaktır.

Onlarca şehit verdiğimiz bu günlerde Van depreminin meydana gelmesi bölgeye karşı Türk milletinin kardeşlik seferberliği çok anlamlıdır. Türkiye Van depremine karşı tek yürek oldu, yardım seferberliğinin yanında destekleri ve dualarıyla Van halkına sahip çıktı. Türk milletinin bu fedakar, vefakar ve kardeşlik seferberliği dostları sevindirdi, düşmanları ise üzdü.
VAN’A HİÇ GİTTİNİZ Mİ?
Bugüne kadar hiç Van’a gittiniz mi? Gitmediyseniz Van’a gitmenin tam zamanı. Az veya çok elimize yardım taleplerimizi alarak Van’a gitmeliyiz. Dost ve düşmana karşı kardeşlik seferberliği başlatarak Vanlı kardeşlerimizin yanında olmalıyız. İnsan gitmeden, görmeden, hiçbir şeyi anlayamıyor.

Ben 2 kez Van’a gitmiştim. İlk fırsatta elime kamera ve fotoğraf makinemi olarak Van’a gidecek ve Van’da ki yaşananları belgesel görüntülerle tarihe not düşüp zamana noterlik yapacağım. 7 yıl önce THY Uçağı ile Van’a ilk gittiğimde Van Gölü üzerinden masmavi Van Gölü’nün suyu, Van dağlarında ki manzaralar, Tatvan’da ki Nemrut Dağı ve eteklerinde Malazgirt zaferi destanının yazıldığı Süphan Dağı göz ve gönül ziyafeti sunuyordu. Van’ın dost canlısı insanları, meşhur Van kahvaltı sofrasının kurulduğu sokaklar, binlerce yıllık tarihi geçmişi olan Van kalesi, Van’ın muhteşem medeniyet geçmişini yansıtıyordu. Muradiye Şelalesi ve Çaldıran Zaferi’nin yaşandığı, Çaldıran Ovaları meşhur suyuyla Bahçesaray, adeta Doğu’nun incisi olan Tatvan, mezar taşı ile Kültür tarihimizin manevi tapu senedi olan Ahlat ve Adilcevaz sadece birer ilçe değil kültür ve medeniyet tarihimizi sinesinde barındıran muhteşem yerler.

ERCİŞ’DE BİR GECE
Gece geç vakitlerde Çaldıran’dan Erciş’e gelmiştik. Bizleri Anadolu insanının misafirperverlik örneği gösteren Ercişli gönül dostlarımız gecenin saat 01.00’de Van Gölü’nden özel olarak tuttukları balıkları ikram etmeden yatırmamışlardı. Sabah erken Erciş cadde ve sokaklarını gezdiğimizde Ercişlilerin sıcak ve samimi misafirperverlikleri gözlerinden okunuyordu. Büyük binalar ve geniş Erciş caddeleri, Erciş’deki ekonomik ve sosyal kalkınmayı gösteriyordu.

Pazar günü Van’da ki deprem haberini aldığımda yukarıda ki gezi notlarım hatırıma geldi. Depremde Erciş’in yerle bir olduğunu öğrendiğimde derin üzüntü içine girdim. Erciş’de olduğumuz günlerde bizimle yakından ilgilenen o insanlar bugün ölüm kalım mücadelesi veriyor. O gördüğünüz bir çok bina ve görüntülerini çektiğimiz apartmanlar, iki minaresi birden yıkılan Erciş Banyo cami’nin perişan hali, apartmanların adeta kibrit kutusu gibi üst üste devrilmeleri beni kahretti.

KARDEŞLİK SEFERBERLİĞİ BAŞLATMALIYIZ
İlk fırsatta Van ve Erciş’e gideceğimi tekrarlamak istiyorum. Sizleri de Van ve Erciş’e davet ediyorum. Az çok demeden, elimize yardım paketlerini alarak depremzede Vanlı kardeşlerimizin yanında olduğumuzu gösterelim. Bazı kargo firmaları, otobüs firmaları, PTT kargo’nun ücret almadan Van’a yardım paketi götürdüğünü sizlere duyurmak istiyorum.

17 Ağustos 1999 depremini bizzat Gebze’de yaşamış birisi olarak deprem felaketinin ne kadar yıkıcı olduğunu yakından biliyorum. Gün dostluğu ve kardeşliği gösterme günü. Dostları sevindirme, kardeşlerin yanında olduğunu gösterelim. 17 Ağustos depreminde Kocaeli, Sakarya ve Düzce’yi gezerek bu felaketi belgesel görüntülerle ekranlara getirip, fotoğraf ve gazete kupürleriyle arşivlerimize kaydetmiştik. Amacımız felaketlerden ders ve ibret almaktı. Türkiye deprem felaketinden önemli ders aldığını Van depremiyle bir kez daha gördüm. Yazımı noktalarken Deprem felaketine uğrayan Vanlı kardeşlerimize bir kez daha geçmiş olsun diyor, yaralananlara acil şifalar, Deprem şehitlerine yüce Allah’tan rahmet niyaz ediyorum.
   
 

İslâm Âlemi’nin Linç Merasimi

 

“Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Katından bize bir dost ve yardımcı ver’ diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” (NİSA/75)

Hadi onu bıraktık; o zayıf ve zavallı kadınlar, çocuklar ve erkeklere açıkça zûlmeden Amerikan köpekleriyle işbirlikçi geçinmekten de mi utanmıyorsunuz?

İslâm ülkelerinin ve liderlerinin global dövücüsünün hınk deyicisi olmak ne menem bir şeydir? Arap Baharı(!)nın Amerikan itibarı olarak CIA’nın yeni istasyon çalışmaları olduğunu bile bile bu şehvet niye? Yoksa daha önce sövüp saymaktan dolayı aranıza nikâh düşme olayı mı var?

Şeytan kutusu neyi – nasıl haber veriyorsa ona inanın. 40 yıldır yatan Arap hakları düğmeye basılmadan kıyama kalkmışa sazan gibi atlayın. ‘Küçük Şeytan / Büyük Şeytan‘ eskiden ABD, İsrail‘di şimdi Esad, Kaddafi.

Küresel Efendiler süper gücü Amerikonya’dan Çin‘e transfer hazırlığındalar. Bize de eskiyen süper gücün süper suçlarını temizlemek kalıyor. Yeşil dolarlarla silinen kan lekeleri..

 “İslâm Dini bu Müslümanlara beş numara büyük geliyor” dedim, inanmadınız. Adı geçince ağız alışkanlığı ‘fıs, fıs’ yaptığınız Hz. Muhammed zamanında olsaydınız yüzünüze tükürülürdü. Sizi gidi Abdül-vehn‘ler sizi..

Kaddafi‘yi sevmezdim ama onun linç edilişini İslâm Âlemi’nin linç merasimi gibi izledim. Kalbim cız etti. Saygıdeğer Haçlı dostlarınız bir taşla beş kuş indirdi.

  • Bize karşı çıkanların sonu böyle olur.(25. kare)
  • İsviçre’deki paracıklarının yanına kaçmak yerine direnen salaktır.
  • İslâm ülkelerinin mevcut liderleri çerçeveleyip makamına assın.
  • ‘Erkeğin o…pusu kadınınkinden beterdir.’ Sizden satın aldıklarımız

bizimkilerden daha câni.

  • Yılmaz Özdil’in terörün hedefi noktasında Türkiye adına tespit ettiği ‘Ebemizi

…’ bilimsel cümlesini artık İslâm Dünyası adına da rahatlıkla söyleyebiliriz.

Diktatörler idam da edilir, kurşuna da dizilir. Gerekirse uyduruk bir mahkemeye de

çıkarılır. Biz Apo‘yu yargılarken bile köpek muamelesi yapmadık.

Araplarda devlet geleneği nanay. Sev – sevme, insan 40 yıl ülkeyi yönetmiş liderine

işkence yapmaz. Tecavüz etmez. Meğer Peygamber Efendimiz ne büyük devrim yapmış; Arapları hem dünyanın hâkimleri kılmış hem de İspanya‘da bile hâlâ toplanan medeniyet tohumları serpilmesine vesile olmuş.

Kaddafi de Saddam gibi, Nâsır gibi Baas‘çıydı yani Arapçı sosyalistti. E sırada kaldı

Esad. Bunun için şimdiden başlasın fesat.

BM kararı, NATO – MATO; hiçbir şeye gerek yok. Kimin gücü kime yeterse avını

dişlesin. Vahşi doğa belgeseli mi seyrediyoruz yoksa kaseti başa sarıp yeniden Ortaçağ‘a mı döndük? Demokrasinin güzelliğini böyle mi anlatalım okullarda çocuklara?

O linç gösterisine katılan salyalı Müslümancıklar da, utanmadan ekrana getiren çifte maaşlılar da Kaddafi’yi mumla arayacaklar. Ve bölünmüş Libya‘dan her akşam katliam haberlerini duymaktan usanacaklar.

Müslümanlar bir bedenin uzuvları gibidir.” Eğer Irak, Afganistan, Filistin, Somali, Libya, Suriye hatta Pakistan, Yemen, Mısır, Sudan hastaysa biz de yakında yatağa düşeriz demektir. Ve bu Sam Amca‘yla samanlıkta yatmaya benzemez.

“De ki: Bu topluma ne oluyor ki neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar?” (NİSA/78)

Kurban İle İlgili Bilinmesi Gerekenler

Kurban ibadeti Hanefi mezhebine göre vaciptir.
Şafii, Maliki ve Hanbelî mezheplerine göre Sünneti Müekkede’dir.
Farzı ve sünneti anladık da vacip nedir sorusu akla gelebilir.
Vacipte farz gibi Allah’ın emridir.
Sadece emir farzdaki gibi net olarak anlaşılamamıştır.
Fıkıhta buna subuti kati delaleti zanni denir
Vacibin farzdan bir diğer farkı da şudur.
Farzı red inkâr eden kişi ya da kişiler dinden çıkar.
Türkçesi kâfir olur.
Vacibi inkâr edenler dinden çıkmaz.
Büyük günah işlemiş olur.
Yani fasık olmuş olur.
Kurbanı emreden ayet Kevser Suresi’nin 2. ayetidir
“(O halde) Rabbin için namaz kıl ve kurban kes”
Buradaki namazdan kasıt bayram namazı
Kurbandan kasıt ise Zilhicce’nin 10. günü (kurban bayramında kestiğimiz kurban ) diye yorumlanmıştır
Bu emirlerle ne kast edildiği net olarak anlaşılmadığı için vacip denilmiştir.
Bayran namazlarının hükmü de vaciptir.
Şimdi dönelim esas konumuza
Yaş ve diş meselesi
Kurban kesilecek hayvanlarda
Develer beş, büyükbaş hayvanlar iki, küçükbaş hayvanlar(koyun -keçi) bir  yaşlarını doldurmuş olması şarttır.
İri cüsseli 6 aylık koyunda kurban edilir.
Keçi, koyuna kıyas edilmez.
Yaş meselesini bilmeyen mi var derseniz?
Bilen var da uygulayan yok derim.
Büyük baş hayvanın 2 yaşını doldurduğu nasıl anlaşılır?
Halk tabiriyle kapak açmış yâda diş çıkarmış olması gerekir.
Günümüzde kurban kesenlerin yüzde kaçı diş çıkarmanın ne olduğunu bilir ve anlar?
Bilenlerin ve anlayanların yüzde kaçı aldığı kurbanlığın ağzını açıp dişlerini kontrol eder.
Vatandaş bakıyor besilimi besili, iri mi iri fiyatı da kafasına yatıyorsa
Gör hayrını diyor.
Satıcılarda istisnalar hariç
Ne insaf var ne vicdan.
Bu para helal olur mu olmaz mı diye bir derdi yok
Onun derdi getirdiği hayvanları satıp kar etmek
Hayvan irice idi aksilik yaptı ağzını açıp bakamadık
Bu hayvan diş çıkarmamışsa satıcının aldığı para helal olmaz
Vatandaşın kestiği de kurban olmaz
Yaşını doldurmuş hayvan nasıl anlaşılır?
Alt çenesinin ön tarafında iki tane irice diş varsa o hayvan iki yaşını doldurmuş kapak açmış yani diş çıkarmış demektir.
Artık kurban mı kesersiniz yoksa sadece et mi yersiniz gerisini siz bilirsiniz.
Diğer bir husus
Maddi mesele
Kurban bir ibadettir
Borçlarının haricinde nisap miktarı mala sahip olanlar için vaciptir
Zekâttan tek farkı nisap miktarının üzerinden bir sene geçmiş olma şartı yoktur.
Çocuklar mahzun olmasın.
Komşulara karşı ayıp olmasın diye borçlanarak kurban kesilmesi doğru değildir.
Şurası bir gerçek ki
Birçoğumuz bu düşüncenin tesirinden kurtulamıyoruz.
Diğer bir hususta şudur.
Bir ailede para tek elde toplansa bile eşlerin ve çocukların her birinin ayrı ayrı geliri var ve nisaba ulaşmış ise tek kurban yeterli olmaz
Her biri için ayrı ayrı kurban kesilmesi gerekir.
Borçla kurban kesmek doğru olmadığı gibi.
Uyanıklık yaparak birkaç kurbanın yerine tek kurban kesmek hiç doğru değildir.
Kurban sosyal boyutu olan bir ibadettir.
Sadece kesenler değil, kesemeyenler ve birçok müessesede istifade eder.
Oysa diğer zamanlarda kesilen hayvanlardan sadece maddi durumu iyi olanlar istifade eder.
Ortak meselesi. İki kişiden bir hisse olmaz
Yâda küçükbaş bir hayvanı iki kişi ortak kesemez
Büyükbaş hayvana da iki kişi bir hisse giremez
Anlayacağınız yarım kurban olmaz
Kurban kesenler ortaklarını titizlikle seçmelidirler.
İçlerinden birinin amacı sadece et yemek olursa diğerlerinin de kurbanları geçersiz olur
Kurbanın derisi de eti gibi ibadetin bir parçası olduğu için
Derisini de bu amaca uygun olarak değerlendirmek gerekir
Mahiyetini bilmediğiniz yâda güvenmediğiniz yerlere derinizi vermeyiniz
Kurban sahiplerini şeytandan uzaklaştırarak Allaha yaklaştırır
Soru şu
Günümüzde kurban kesenler şeytana ne kadar uzak
Allaha ne kadar yakındırlar?
İyi bir sentezci mi olduk ne dersiniz?
Çocuklar ve harçlık meselesi
Bayramlarda çocuklara ucuz şekerleme ikram ederek sağlıklarını bozmayınız.
Gelen her çocuğa birer lira verirseniz onları sevindirmiş olursunuz.
Korkmayın duyulunca kapınızın önünde çocuk kuyruğu oluşmaz
Bayramlarda sevinmek en çok çocukların hakkıdır.
O parayla çocuk istediğini alır ve sevinirler
Siz çocukları sevindirirseniz Allah ta sizi sevindirir.
Geliniz bu bayram bir kampanya başlatalım çocuklara çikolata yerine harçlık verelim.
Allah(cc) ülkemizi ve tüm insanlığı terör deprem vb tüm afet ve musibetlerden muhafaza eylesin.
Kurbanlarımızın bizi Allah’a yaklaştırması temennisiyle…

Değişmeyen Zihniyet

Türk inkılâbının başardığı en mühim meselelerden biri şarkın statik dünya görüşü insan telakkisi yerine, müspet, dinamik bir dünya bir hayat anlayışı getirmiş olmasıdır.

Anadolu’da ki milli hareketin başına geçen Mustafa Kemal vatanı düşmanlardan temizledikten sonra Asyalı zihniyet ve fikirlerle amansız bir mücadeleye girişti. Birçok nutuklarında yaptığı inkılâpların Türk Milletinin var olma yaşama cehtinden hayati zaruretlerden doğduğuna işaret eden Atatürk ilhamını bizzat milletin kendisinden aldığını tekrar tekrar söylemiştir.

Bu vaziyet karşısında orta çağın insanlara çalışmadan bol bol hazine bağışlayan Hızırları gaipten haber veren dervişleri, ermişleri yavaş yavaş cemiyetten çekildiler. Hayal, masal âlemine karıştılar.

Cemiyete yeni bir hayat iksiri bahşedildi. Dünya fani olmaktan çıktı herkes hayata sarıldı. Tekkeler kapatıldı yenileşmeler birbirini takip etti. Değişmeyen bir şey kaldı zihniyet.

Çok geçmeden eski şark tembelliği, vurdumduymazlığı tekrar kendisini gösterdi. Tekkelerin yerini kahveler aldı. Hızır Aleyhisselamın yerini piyango gişeleri, at koşularına, poker masalarına bıraktı. Yeşil türbeyi kapattık. Mavi gişeyi açtık. Ne yaptık neyi değiştirdik. Sadece kelimeleri mukadderat alın yazısı kader gibi kelimelerin yerini şans, talih, sürpriz kelimeleri aldı.

“Alem yine ol alem devran yine ol devran alem değişti” devranı da değiştirmek zorundayız.

Piyango gişeleri önünde toplananların eski türbeler önünde toplanan zavallılardan ne farkı var mürteci ve asri olmak elinizdedir. Çocuğunu beşiğinden çıkartıp “belki bir şey çıkar umudu ile çocuğuna bilet çektirmeye uğraşan kadınlar. Kahvedeki sigara dumanından başı görünmeyen iki de bir biletine bakıp binleri, onbinleri, milyonarı sayıklayan şaşkın adam, sabahleyin karısına rüyasında ne gördüğünü soran küçük memur bütün alın yazılarını piyango biletlerinin numarasında okuyanlar bütün bunlar hangi devrin hangi zihniyetin adamlarıdır.

At yarışlarına gitmek için çocuklarının nafakasını keserler. Ekmek paralarını çifte bahise yatıranlar sonra cebi delik eli boş evlerine dönerler.

 Kendi kendine kızmalar bütün dünyaya küsme talihsizlik dünyadan ve insanlardan soğuma bıkma manevi sukut sonra karı koca kavgaları, aile faciaları bütün bunlar tesadüfçü bir hayat anlayışının dünyaya rastgele geldiğine inanan gayesiz, serseri mizaçların akıbeti işin en kötü tarafı bu türlü telakkilerin cemiyet tarafından kabul olunmuş teşvik edilmiş hatta “MİLLİ” sıfatıyla müesseseleşmiş olmasıdır.

Yarının idaresini eline alacak münevver gençliğe bakınız hepsi de bir huzursuzluk buhran içindedirler. Mazisinden kopmuş istikbaline karşı lakayt “dem bu dem” “an bu an” felsefesinin içinde yüzüyorlar, çünkü hiçbir şeye inanmıyorlar.

Gençlere hayatın bir kadeh içki ve bar, pavyondan ibaret olmadığını nasıl anlatacağız.

Onları büyük ülkelere, mukaddes duygulara bağlayarak içmeden sarhoş etmenin yollarını nasıl bulacağız. Vicdanların temizliğinden niyetlerin iyiliğinden asla şüphe etmediğimiz bu genç kalender ruhları batı hayranlığından kendilerine yabancılaşmalarından nasıl ve ne zaman kurtaracağız.

Halk bir saniyede birden servete kavuşan vatandaşı gençlik okul sıralarında 18 yıl dirsek çürüten gençlik, bütün hayatı boyunca kazanamayacağı parayı hemen bir anda ayak üzerinde kazanıveren karaborsacıyı, dolandırıcıyı, vurguncuyu göre göre elbette bedbin olacaktır.

“Çalışan kazanır” “eken biçer” gibi güzel yalanları sağlam hakikatler haline ne zaman getireceğiz.

Bu memleket ve memleketin istiklal ve istikbaline bütün varlığı ile sarılan imanlı ülkücü gençlik, bu türlü hikmetinden sual olunmayan her ne varsa imha edecek arkacı zihniyeti ve arka fikirleri ortadan kaldıracaktır.

Yarının sağlam Türkiye’sini görünmezlerin, bilinmezlerin üzerine değil görünenlerin, bilinenlerin üzerine kuracağız. Bütün dünyaya bir zamanlar yedi deniz ve üç kıtaya hükmeden bir ırkın çocukları olduğumuzu göstereceğiz.

Yüce Allah yardımcımız olsun.            

Deprem

0

Yeryüzü, sıkışmış gazını dışarı atarak nefes alır. Bu, hayatın devam etmesi için gereklidir. Mitik anlatımda depremin bir canlıya benzetilmesinin nedeni budur. Fakat eşya ile bağını doğru kuramamış, bu noktada bilgisini ve iradesini gereği gibi kullanmamış, yapılması gerekeni ihmal etmiş insan acı çeker. Fay hatları üzerine kurulan binalar, hatta belediye kararlarıyla fay hatlarının yerini değiştiren icraatlara tanıklık olduk. Deprem kuşağı üzerinde olan ülkemiz hem geleneksel yapı tarzını ortadan kaldırarak hem de bilginin ve tecrübenin gereğini ihmal ederek, daha doğrusu eşya olan ilişkisini yanlış kurarak ağır bedel ödemektedir. Bu meselenin bir boyutu olup, ibret almamızı gerektiren bir konudur. Çıkarmamız gereken sonuç ise şudur: Tabiat ile olan ilişkimizi bilginin, hakkın ve hukukun ölçülerine uygun olarak kurmamız kendimize ve hayatımıza verdiğimiz değerin göstergesidir.

Deprem, insanla tabiat arasındaki ilişkinin en kırılgan ve insanı sarsan boyutudur. Deprem, insanın aklını bulandırır. Acizliğini ve kimsesizliğini ifşa eder. İnsanın hayata tutunma bağlarının ne kadar zayıf ve cılız olduğunu gösterir. Acizliğini ve muhtaçlığını çok derinden hissettiği böyle bir ortamda insan, bir elin uzanmasını bekler. Güzel bir söz duymak ister. Hayatın söze sığmayan ve hiçbir ölçüye girmeyen anları vardır. Sözün düştüğü, hesabın altüst olduğu bu anlar ıstırabın yoğunlaştığı sıcak bir yaşa dönüşür. Gözünden akarsa gözyaşı olur. İçine akarsa kan olur. O sıcaklığı yüreğinin derinliklerinde hissedersin. ‘Istırabın ateşinde pişmek’ dedikleri şey belki de budur.

Bir olayı ve olguyu yorumlama konusunda ileri sürülen görüşlerden birisi şöyledir: Bir olayı ve hayat tarzını anlamanın en sağlam yolu, bizzat o olayı yaşamak ve hayat tarzına katılmaktır. Diş ağrısının ne anlama geldiğini, bizzat o acıyı çeken bilir. Bu anlayışa göre bir olayı ve hayat biçimini yaşamak, anlamaktır. Ben depremi çok acı bir şekilde yaşadım. 13 Mart 1992’de yaşanan Erzincan depreminde askerdim. Nöbete gittiğimiz bir akşam üstü yer raks etmeye, gök el çırpmaya başladı. Derinlerden korkunç bir uğultu geliyordu. Ağaçlar kökünden fırladı. Elektrik direkleri bakır teli gibi büküldü. Midemiz burnumuzdan döküldü… Askeri binalar sadece çatlamıştı. Fakat şehir altüst olmuştu.

Deprem insanlığı sınava tabi tutan bir olaydır. Can pazarıdır. Yakınlarını, malını ve mülkünü kaybeden insanların feryadı, insanın kulağında ağıtlaşır. Derinlerden gelen sesleri duyarsın, yüreğin ulaşır ama elinden hiçbir şey gelmez. O sese karşı çaresiz olmak kadar ağır hiçbir şey yoktur. Bazen o ağır ortamda birbirine kavuşan insanların sevincini görürsün; sanki yaşadığın zemheri, bahar olur. Hele, bu olayda küçük bir katkın olmuşsa dünya senin olur. Sanki dünyaya yeniden gelmişsin gibi. Öbür tarafta insanı insanlığına küstüren manzaralar görürsün. Acının ve feryadın yaşandığı ortamda insanların malını talan etme derdinde olan insanlar görürsün. İhtirasın esirlerine bakar insanlığından utanırsın.

Deprem, insanlığı sınava tabi tutan bir olaydır. Merkezi Van / Erciş olmak üzere Doğu bölgesini kuşatan bu olayın bir ucundan tutup, yardım elimizi uzatmanın ve insanlığımızı göstermenin tam zamanıdır. Bu kardeşlerimize elimizi uzatalım, eğer elimizi uzatamıyorsak dilimizle gönül alalım. İyinin ve doğrunun yapılmasını teşvik edelim. Çünkü insanın acizliğini ve ne kadar muhtaç olduğunu anlatan deprem, en fazla yalnız ve kimsesiz kalanları vurur. İnsan kendini, boşluğa atılmış gibi görür. Bizzat yaşadığım Erzincan depreminde ülkenin bir ucundan diğer ucuna kadar her ilden, asker yakınlarını ziyarete gelenler oldu. Bazılarının hiç kimsesi yoktu… Yalnızlığın ve kimsesizliğin insan benliği üzerinde bıraktığı iz o kadar derindir ki her acılı ve güzel gününde yalnız ve kimsesiz kalacağını düşünür, artık hiçbir derdini kimseyle paylaşamazsın. Ne cenazenin ne bayramın bir anlamı kalır. Onları çoktan tüketmiş olursun.

Evet, deprem bölgesinde hiç kimse yalnız ve çaresiz kalmasın. Sivil toplum kuruluşlarının, siyasilerin ve askerlerin hassasiyeti sevindiricidir. Her türlü tedbirin anında alınması ve sıcak bir ortamın oluşturulması, yaraların sarılması Türk Milleti’nin şanına yakışan bir davranıştır. Erzincan depreminde gönüllü olarak yardıma koşan askerlerin ardından komutan şöyle seslenmişti: Bu milleti, işte bunun için çok seviyorum. Farkındalığı yüksek, dayanışma ve yardımlaşma ruhunu kimliğinin bir parçası yapmış olan bu millet bu sınavdan başarıyla çıkacaktır. İnanıyorum ki bir bahar rüzgarı gibi hayata nefes veren eller yaraları saracaktır. Bütün milletimize, bölge halkımıza geçmiş olsun dileklerimi sunuyor, hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyorum.

Almanyadaki Gözlemlerim

Geldiğimiz yer, Köln’e 30 km., Bonn’a 15-20 km mesafede Konikswinter.  Burası Ren nehri kenarında bir ilçe. Nehir kenarında yerleşim alanları ve yerleşim alanının yanında kilometrelerce  yürüyüş yolu, yaya yolu var. Yaya yolu ayrı bisiklet yolu ayrı, yan yana yapılmış.  Her taraf orman ağaçlarıyla kaplı. Süleyman Bey’e sorduğumda burası böyle devam edermiş. Yol boyunca küçük parklar oturma yerleri var.  Ren nehri 1.400-1.500 Km uzunluğunda İsviçre Alplerinden doğup Rotterdam’dan Atlas okyanusuna dökülüyor. Almanlar nehrin akışını kendi istedikleri gibi yönlendirmek için yer yer nehirde koruma ve düzenlemeler yaparak nehrin akışını istenildiği gibi düzenlemişler. Nehir çok büyük. Dolayısıyla gemiler taşıma amaçlı çalıştıkları gibi yolcu taşıma ve turizm amaçlı da çalışıyorlar. Bu nehirden Nürnberg’e ve Nürnberg’den Tunay’a geçilebiliyormuş.

Almanya’ya gelen ilk nesil bir kaç yıl veya beş on yıl çalışıp kazandığı birikimlerle geriye dönmenin hesabını yapmışlar. Dolayısıyla misafir gibi hiç bir alanda bir gayret göstermemişler. İkinci nesilde çok fazla birşey yapmamış ancak yeni nesil ise gerek eğitim ve gerek iş alanı sahasında bir çok alanda başarılı olmuşlar ve bazıları işveren konumuna gelmişler. Şimdi Almanya’da Türkler’in genç nüfusa sahip olması  ekonomik olarak daha güçlü olmasına neden oluyor. Bu durum’da Almanların kıskançlıklarına neden olabiliyormuş doğaldır ki kendi ülkesine işçi olarak gelen insanların işveren olması hoşlarına gitmiyordur. Konuştuğum Türkler aslında daha güçlü olabilirdik ama Türkiye’nin kendileriyle daha fazla ilgilenmeleri gerektiğini söylüyorlar.

Almanya, yaşlı bir nüfusa sahip olmasına rağmen yaklaşık 2,5-3 Milyona yakın işsizlik var ve bunların içerisinde resmi kayıtlara göre 145.000 civarında ise  Türk işsiz var. Almanya, Türklere çok katı vize uygulayan ülkelerin başında geliyor .Türklerin yakınlarının düğünleri ve çocuklarının yanına gidemediklerini anlatıyorlar. Hatta emekli olan yetmiş yaşın üzerindeki birisi eşiyle çocuğun düğününe gelmek istemiş . Eşlerden birisine vize vermişler diğerine vermemişler. Yine 15 yaşında Türkiye’de liseyi okuyan bir genç kız yaz tatilini Almanya’da anne ve babasının yanında geçirmek istiyor ama geriye dönmeyecek endişesiyle vize verilmiyor. Buna benzer komikliklerin olduğunu duydum.

Bu ülkede de artık kaçak işçi, kiralık işçi çalıştıran ve çalıştırmak isteyen firmalar çok ; marktan Euro’ya geçerken  bayağı sıkıntılar yasanmış ve o dönemde gizli enflasyon yaşandığını normalde 1 mark’a alınan bir ürünün 0,5 cente alınması gerekirken 1 Euro’ya alınıyormuş.  Euro’ya geçtikten sonra bayağı etkisi olmuş artık eskisi gibi harcama yapamıyorlar, burada ev kiraları da çok yüksek 2 oda 1 mutfaklı bir yer 500 Euro civarında. 3 oda 1 mutfak ise 600-700 Euro civarında normal asgari oturulacak bir ev kirası bu kadar buna elektrik ,su, ısınma giderleri de eklenince giderler artıyor.

Almanya’da fabrikaların işçileri taşıyan servisleri falan yok herkes işine arabasıyla gelip gidiyor. Eğer arabaları yoksa bisikletle veya trenle gidip geliyorlar. Bu ülkenin alt yapısı sağlam Fransa’dan ucuz gördüm.

Burada Türk marketleri ve Türk bakkalları, lokanta,  kasap  vb diğer işyerleri mevcut bulunduğumuz İlçede 3-4 tane lokanta ve döner salonuna rastlıyoruz.  Sokak cadde’de  yolda yürürken size selam veren Türklerle karşılaşabiliyorsunuz.

Buraya Türk ürünlerini geldiği görüyoruz ancak Türkiye’nin gümrük birliğine karşılıksız girmesi bizim ürünlerimizden gümrük vergisinin alınması dolayısıyla ürünlerimizin burada diğer ülke ürünleri karsısında daha pahalı olduğu için yeteri miktarda satılmamasına sebep oluyor diye düşünüyorum.

Teröre Tepkiler ve İstihbarat Zafiyetinin Sorumlusu

TERÖRE TEPKİLER: Bitlis Güroymak’ta 5 polisimizi şehit verdiğimiz, 5 sivil vatandaşımızın öldürüldüğü saldırının ertesi günü Hakkâri Çukurca’da PKK saldırısıyla 24 şehit verdik. Bu olayların yurt çapında yarattığı infial ve cenaze törenleri ile mitinglerde katılım ve heyecan yüksekti.

Demek ki “sıcak sudaki kurbağanın refleksleri henüz tamamen körelmemiş.”

İzmit’te çeşitli STK’ların yaptığı münferit mitinglerden sonra 21 Ekim Cuma günü yürüyüş yolu ve Sabri Yalım Parkında gerçekleşen miting, halkımızın tahammül sınırına yaklaşıldığını gösteren canlı toplantılardı. Farklı siyasi kanaatlere sahip STK’ların desteğiyle binlerce kişinin iştirak ettiği bu açık hava toplantısı (siyasi partilerin profesyonelce hazırlanmış mitingleri hariç) benim bugüne kadar İzmit’te izlediğim en kalabalık ve en canlılarından biri idi.

Gazete ve TV’lerden izlediğimiz kadarıyla, şehitlerin cenaze namazlarına halkın katılımı da bir yerlere mesaj vermeye yetecek kadar muhteşemdi.

Teröre tepkilerin yansıdığı bu törenlerde halkımızın olgunluğu, teröristle Kürt vatandaşlarımızı ayırmadaki özeni, saldırganlık ve hakarete yeltenenlerin olmayışı her türlü takdirin üstünde idi.

Cenaze namazlarına devlet erkânının katılmış olması çok önemli. Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bir cemaat önderinin cenazesini omuzlayıp taşıması üzerine “keşke şehit cenazelerine de aynısını yapsalar” yorumları yapılmıştı. Aslında milletin gönlünü almak bu kadar kolay. Allah’ın en kutlu makamları vaad ettiği şehitlere de, yakın dostlarınıza gösterdiğiniz kadar saygı göstermeniz yeterli olabilecek.

****

Fakat bir şey dikkatimi çekiyor. Bu cenaze törenleri ile teröre tepki mitinglerine katılmak hususunda iktidar yanlısı vatandaşlarımız ile iş adamlarımız çekimser, ürkek.

Bir kısım iş adamının tavrını Yılmaz Özdil Hürriyet’teki köşesinde çok çarpıcı ifadelerle dile getirmiş:

“Günlerdir bekliyorum. Galiba paraları bitti.  Şehit ailelerine, silahlı kuvvetlere, polis teşkilatına… Başsağlığı ilanı veren bi tane firma yok!

Sırf yalakalık olsun diye, kenarları kalın siyah çerçeveli sayfa sayfa ilanlar verip “derin üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz, kederli ailenize, muhterem evladına” diyen arkadaşlar… Nerede?
Canını ortaya koyan çocuklarda… Menfaat olmadığı için mi? “Ölü yatırım” oldukları için mi?”

Elbette Başbakan’ın annesinin vefatı sebebiyle üzüntülerini dile getirenlere diyeceğimiz pek bir şey yok. Ancak vatanın bekası, milletin bölünmezliği uğruna şehit düşen gencecik fidanlarımız için, bu firmalar ve iş adamlarının en azından ilan, pankart, ulaşım desteği gibi katkılarının olmasını beklemek çok mudur?

****

İSTİHBARAT ZAFİYETİNİN SORUMLUSU

Yandaş medyada PKK’nın Çukurca saldırısında kullandığı ağır silahların taşınması ve 200 civarında olduğu tahmin edilen teröristlerin girişinde devletin istihbarat eksikliği ön plana çıkarıldı.

Bu istihbarat zafiyeti hakikaten çok önemli. Böyle kapsamlı bir saldırının daha karar alındığında öğrenilmiş olması, hadi olmadı harekete geçildiğinde fark edilip izlenebilmesi ve imha edilebilmesi gerekirdi.

Ancak burada yandaş medyanın yaptığı, zafiyetin Türk Silahlı Kuvvetlerinden kaynaklandığı ve sorumlu olanların da komutanlar olduğuna vurgu yapmak.

Elbette herkesin Eski Genel Kurmay Başkanımızın ifadesini hatırlayarak sormakta hakkı var: ABD’den alınan istihbarat ve İnsansız Hava Araçları (İHA) ile sağlanan görüntülerle, hani sınır bölgesi ve sınır ötesi bizim için BBG (Biri Bizi Gözetliyor) evine dönmüştü?

Buna ilaveten şu soruları da sormaya hakkımız olsa gerektir:

Ø  ABD’den istihbarat desteği neden gelmedi? BOP eşbaşkanları arasındaki muhabbetin devam ettiğini gösteren haber ve resimler yalan mıydı? İsrail’den alınan İnsansız Hava Araçları (Heronlar) çalışmadı mı?

Ø  E hani askeri vesayet bitmişti, TSK’ya artık sivil iradenin emrinde olduğu kabul ettirilmişti. Yüksek Askeri Şura ve Milli Güvenlik Kurulu toplantı düzeninde bile yansımasını görmüştük. TSK Başbakan’a bağlı diğer kurumlar gibi bir kurumdu. Genel Kurmay Başkanı da nihayet bir bürokrattı.

Ø  Başbakan kendisine ve hükümetine bağlı bütün emniyet güçlerinin birlikte ve koordineli çalışmasından sorumlu değil mi?

Emniyet güçleri ve onların istihbarat teşkilatları (askeri istihbarat, MİT, Emniyet İstihbaratı) hükümetin sorumluluğunda görev yapmıyor mu? Bunlardan herhangi birinde bir aksama varsa sorumlusu hükümet değil midir?

Ø  İnsanların yatak odalarında gizlice filme çekildiği, Genelkurmay Başkanının bile gizli toplantıdaki sesinin kaydedilebildiği, kozmik odadaki belgelere ulaşılabildiği, Donanma Komutanlığındaki döşeme altına gizlenmiş belgelerin öğrenilebildiği bir teknoloji çağında, bu birikime sahip istihbarat teşkilatlarımız PKK’nın saldırılarını neden önceden öğrenemez, ağır silahların sınırdan geçişine mani olamaz.

NOT: Van’da yaşanan depremde vefat eden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı, yaralılara acil şifalar diliyorum.

 

Milliyetçilik Kötü Bir Şey Değil

 

Türkiye’de öteden beri “Türk Milliyetçiliği” üzerinde fırtınalar kopartılır ve “Türk Milliyetçiliği” yerden yere vurulur. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna vesile olan İstiklal Mücadelesini, Türk Milliyetçileri yapmış ve Türkiye Cumhuriyeti devletini bedelini kanla ödeyerek kurmuşlardır. Bu durum bizim kaynaklarımızda göz ardı edilse de, Amerikan, İngiliz, Fransız ve diğer ülkelerin belgelerinde kayıtlıdır.

Hepimizin, sevdiğimizi söylediğimiz Mustafa Kemal Atatürk’te, bir Türk Milliyetçisidir ve bunu defaatle beyan etmiştir. Oysa kendini Atatürkçü olarak tanımlayan bir çok T.C vatandaşı buna karşılık Türk Milliyetçisi olmadığını vurguluyor ve milliyetçilikten uzak duruyor. Bu ne yaman çelişki veya bir takiyyedir!

Türk Milliyetçileri daima “ebed müddet” anlayışı içerisinde, kurmuş oldukları devletin sonsuza dek yaşaması için,  şuurlu, bir şekilde günümüze kadar fedakarca bir duruş sergileyerek gelmişlerdir.

Dünya konjektörünün değişmesi sebebiyle kah tabutluklarda yatmışlar, kah ihtilallerden sonra her türlü zulüme uğramışlar ve nihayetinde de ezan susmasın, bayrak inmesin, camiler ve kuranlar yakılmasın, örf-adet-gelenek-kültür bozulmasın diye 12 Eylül öncesinde olduğu gibi kahpe kurşunlarla toprağa düşmüşlerdir.

Ancak milliyetçilerin yüklendikleri bu misyondan hiç hoşlanmayanların anti propagandası ile de hiçte hak etmedikleri davranışlara maruz kalmışlardır.

Milliyetçilerin yani Türk Milliyetçilerinin sadece Türkiye için değil tüm Türk Dünyası hatta bütün mazlum ve mağdur milletler için üstlendiği tarihi ve insani görevden rahatsız olanlar, bir kara propagandayla, milliyetçiliği ve Türk Milliyetçiliğini; Hitler, Mussolini, Franco faşizmi ve faşistleri ile özdeşleştirmeye çalışmıştır.

Bu yetmemiş gibi milliyetçilere zaman zaman “katil” sıfatı yakıştırılmış; gaspçı, darpçı, çeteci, tahsilatçı ve laf anlamaz adam imajı kafalara yerleştirilmek istenmiştir.

Başka bir grup ise dinimiz İslam üzerinden, milliyetçiliğe ve dolayısıyla Türk Milliyetçiliğine saldırmıştır. İslam’ın ırkçılığa ve kavmiyetçiliğe karşı olduğu düşüncesiyle, dini her mekan ve ortam; Türk Milliyetçiliği aleyhine bir saldırı merkezi haline getirilmiştir.

Düşünebiliyormusunuz; kendisini İslamcı, liberal, sosyal demokrat, muhafazakar, komünist, ihtilalci, mikro milliyetçi, kürtçü  vs. olarak tanımlayan  ne kadar adam varsa, hepsinin karşı olmakta birleştiği tek nokta “Türk Milliyetçiliği” düşmanlığıdır.

Bu sebeple karşılaştığınız bir kişiye “Türk Milliyetçisiyim” deme gafletine düşerseniz, onun suratının aldığı halden, sizin hakkınızda ne gibi bir kanaate sahip olduğunu çok rahatlıkla anlayabilirsiniz.

Bu bize göstermektedir ki; yapılan planlı propaganda sonucu, milliyetçilik ve Türk Milliyetçiliği kavramları üzerinde büyük bir tahribat yapılmış ve buna birilerininde Türk Milliyetçiliği üzerinden geçinme arzusu eklenince, Türk halkının kafası iyice karışmıştır.

Günümüzde, hiç olmadığı kadar, milliyetçi olmaya, Türk Milliyetçilerine ve Türk Milliyetçiliği ideolojisine ihtiyacımız vardır. O halde bu kavramları yeniden tanımlamak, halkımızla bir araya getirerek barıştırmak ve de Türk Milliyetçiliğine düşman karanlık propaganda odaklarını yenmek gerekmektedir.

Türk Milliyetçiliği; milliyetini, dilini, örf ve adetlerini, kültürünü, sanatını vb. sevmek, inançlarına bağlı olmak ve bunları nesilden nesile güçlendirerek aktarmak suretiyle dünya hayatını yaşamak demektir.

Milliyetin ne olduğu ve millet kavramına nasıl ulaşıldığı apaçık bellidir. Aynı toprağa vatan diyen, acısı ve sevinci beraber, cefası ve sefası ortak, konuşunca anlaşan, cephede bayrağı ve namusu için hain mermiye baş uzatan, Allah’ı, peygamberi, kitabı bir ve diğerine saygılı insanlar topluluğu benim milliyetimi ifade eder. Bunu sevmekte milliyetçiliktir. Bunda da hiçbir yanlış yoktur.

Elbette ki; dünyamızda her bir şeyin adı olduğu gibi bu insan topluluğununda bir adı vardır. Ve bunun adı da “Türk”tür.

Bunun neresi yanlıştır? Bunun neresi ırkçılık ve kavmiyetçilik, bunun neresi faşistliktir, bunun neresi kötülüktür, bunun neresi düşmanlıktır?

Bir Alman, Fransız, İngiliz, Rus, Bulgar, Musevi vs. kendi milletini nasıl seviyor ve bu bir kabahat olmuyorsa, benim bir Türk olarak milletimi sevmem nasıl suç oluyor da bu sebeple horlanıyorum? Anlamak mümkün değil!

Türk Milleti ve eğer ortalıkta kaldıysa Türk aydınları; mutlaka milliyetini ve milletini sevmek demek olan milliyetçiliği ve de Türk Milliyetçiliğini halkın anlayacağı bir şekilde yeniden tarif etmeli ve bir değer olan Türk Milliyetçiliğine milletçe sımsıkı sarılınmalıdır.

Çünkü Türk Milliyetçilerinin özü sevgidir, saygıdır, inançtır, imandır, vefadır, yüksek ahlaktır ve değerlerin yaşama geçiriliş şeklidir.

Türk Milliyetçiliği pınarının kaynağı olan yerde alemlere rahmet olan Hz. Peygamber oturur ve etrafındaki halka da Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş-ı Veli, Şaban-ı Veli, Mustafa Kemal Atatürk, Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Seyit  Ahmet Arvasi bulunur ve ellerindeki temel rehber ise Kuran ve onun aydınlattığı ilimdir. Bu nedenle Kuran insana nasıl bakıyorsa, Türk Milliyetçileri de öyle bakmaktadır.

Hz. Ali diyor ki; “Soylar boylar, babaların anaların mensup oldukları soyla boyla değil, övülecek üstünlüklerledir.”  Bizde adına “Türk” denilen milletin, İslama bayraktar olarak insanlığa yaptığı hizmetlerle övünen ve sırf bu yüzden insanlığı ve tabiî ki milliyetini de seven “Türk Milliyetçileri”yiz.

Öyleyse şimdi oyunları bozma, tuzakları imha etme zamanıdır. Bunu da kendilerini Türk Milletine anlatmayı ve onlarla fikri ve zikri birlikteliği başarmış “Türk Milliyetçileri” yapacaktır.