21.6 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1078

Demiryolu Sahile Saplanan Hançerdir

Yıl 1985-1986 yılları. O yıllarda GAP projesi gündemde. GAP projesi tamamlandığında buradaki üretimin en ucuz ve güvenli olarak demiryolu ile batıya taşınacağı konuşuluyor.

Ben o sırada İzmit Belediyesi meclis üyesiyim. Rahmetli Necati Gençoğlu İzmit Belediye Başkanı. Edindiğimiz bilgilere göre GAP taki ürünlerin batıya hızlı bir şekilde taşınabilmesi için 4 hatlı bir tren yolu şehrin içinden kaldırılarak bugünkü yerine yapılacak.

Rahmetli belediye başkanımız ve ben İnşaat Mühendisi olduğumuzdan sahilin zemininin hızlı ve ağır taşımacılığa müsait olmadığı kanaatindeyiz. Demiryolunun kuzeye alınmasını istiyoruz. Rahmetli Necati Gençoğlu bu sebeple bilim adamlarından görüşler aldı.

O sırada Suudi Arabistan’da müteahhitlik yapan hemşerimiz rahmetli Salih Kuru ile temasa geçildi. Libya’da iş yapan rahmetli Sezai Türkeş ile rahmetli Salih Kuru yakın dosttu. Bu işi Sezai Türkeş -Fevzi Akkaya firmasının üstlenebileceğini bize söyledi.

Fiyat sahilden geçecek olan demiryolunun maliyeti ile aşağı yukarı aynı idi.Sadece tünel yapımı dolayısı ile 1.5 yıl gecikebilecekti.

Bu arada demiryolunun sahilden geçmesi için Ankara’ da ihale yapılmış, demiryolu güzergahına bir an önce kazık çakmak için müteahhit aksi yönde kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. Üniversiteden Kuzey güzergahta fay hatları olduğu, burada oluşacak çatlaklardan güzergah üzerinde yapılacak tünelin menfi etkileneceği yönünde alınan raporlar Kocaeli Gazetesinde yayımlattırılıyordu.

Projenin kuzeye kaydırılmaması için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Şehrin ileri gelenlerinden de aksi yönde bir hareket olamadı. Sahilcilerle kuzeyciler arasında mücadele devam ederken, Bayındırlık Bakanı Sefa Giray’la Geçit Restoran’da buluştuk. Toplantıda Bayındırlık Bakanı Sefa Giray(İnşaat Mühendisi), Anap İl Başkanı İsmail Yılmaz(İnşaat Mühendisi), İzmit Belediye Başkanı Necati Gençoğlu(İnşaat Mühendisi) ve İzmit Belediye Meclis üyesi-Belediye Başkanı Baş danışmanı Muzaffer Şişmanoğlu(İnşaat Mühendisi) bir aradayız. Konumuz demiryolunun kuzeye alınması. Bir hayli hararetli konuşmalardan sonra sayın Bakan elini masaya vurdu. “Beyler dördümüz inşaat mühendisiyiz ama ben Bakanım. Benim dediğim olacak. Demiryolunun bir an önce bitirilmesi gerekli. Bundan dolayı demiryolu sahilden geçecek” dedi. O sırada yerel gazetelerin birinde bir yazı çıktı. Başlık şöyle idi. “Nereden geçecekse geçsin. Ama biran önce geçsin.”.Sonuçta biz mücadeleyi kaybettik. Demiryolu sahilden geçti. Tamamen balçık alana yüzlerce kazık çakıldı. Demiryolu hattı sıkça tamir ve tadilat gördü. GAPtaki ürünler bu hattan batıya taşınmadı. Şehir demiryolu sayesinde ikiye bölündü. Sahile geçiş engellenmiş oldu.

Bunları niye anlattım.

Gündemde hızlı tren projesi var. Tren seferleri bir süre iptal edilecek. Bu zemin hala çürüklüğünü muhafaza ediyor. Demiryolu hatları hızlı trenin baskısına dayanabilecek mi? En küçük bir sapma ciddi kazalara sebep olabilir.

Hala demiryolunun kuzeye alınması imkansız değil. Bence hem şehrin nefes alması adına, hem de güvenli bir demiryolu hattı kazanmamız adına bu konuda kamuoyu oluşturulmalıdır. Ayrıca Adapazarı- Gebze-Harem banliyö hattı sahilden tüp geçitle geçirilebilir. Karayolu da aynı şekilde tüp geçit içine alınabilir. Derinden geçirilecek bir tüp geçit denize deşarjları etkilemez diye düşünüyorum. Bence Kocaeli Üniversitesi bu konularda bir çalışma yapabilir.. Kendi branşında olmayan konularda organizasyon görevi üstlenerek konuyu ilmi platforma taşıyabilir.

Konuyu bu vesile ile gündeme taşımak istiyorum. Geçmişte sessiz kalındı. Belki bu sefer konuya sahip çıkanlar olabilir. Saygılarımla

 

Çanakkale Savaşı’nın Gurbetteki İki Kahraman Şehidi

Çanakkale savaşlarından yaklaşık üç yıl önce, Padişah Sultan Mehmet Reşad’ın iradesiyle, 350 kişilik bir askeri birlik Hindistan’a gönderilir. Birlik, işgalci ve emperyalist İngilizlere karşı savaşan Müslüman Hindistanlılara katılır. Silah ve mühimmat açısından kısıtlılık ve yetersizlik yüzünden uzun süren mücadele sonunda savaşı kaybederler.  Bu arada kırk kadar Osmanlı askeri de İngilizlere esir düşer.

İngilizler bu kırk Osmanlı esir askerini gemide çalıştırmaya başlar. Gemi, Avustralya’ya yola çıkar. Esir Osmanlı askerlerinden ikisi, bir plan yapıp gemiden kaçarlar. Bir süre gizlendikten sonra Avustralya’da iş sahibi olup çalışmaya başlarlar.

Avustralya’nın Silver City kentinde Karadenizli Menteşoğlu Molla Abdullah aile mesleği olan dondurmacılık, Afyon Kara Hisarlı Tarakçıoğlu Gül Mehmet’te baba mesleği olan kasaplık yaparlar. Bulundukları ortama ve koşullara uyum sağlamış, çalışkan ve dürüst iki Anadolu insanı olarak tanınarak  çevrelerinden sevgi görürler.

Ancak 1915 yılında Avustralya, Çanakkale’ye asker gönderince Tarakçıoğlu Mehmet ile Menteşoğlu Abdullah bir araya gelerek bir durum değerlendirmesi yaparlar. Avustralya, madem ki Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmiştir. Bizde birer Türk askeri olarak bu savaşta yer almalıyız kararını verirler.

Eylemlerine başlamadan önce silahlanırlar ve gerekli hazırlıkları yaparlar. Bu arada Avustralya devleti başbakanına yazdıkları bir mektupla savaş ilan ederler. Mektupları kısa ve özdür. Mealen ; ” Sayın başbakan, duyduk ki devletimize savaş açmışsınız. Çanakkale’ye  asker göndermişsiniz. Biz de sizinle savaşacağız. Bilginiz olsun. ” imza Osmanlı askerleri Menteşoğlu Abdullah ve Tarakçıoğlu Mehmet .

Doğal olarak hiç yetkili bu mektubu dikkate almaz.

İki Osmanlı askeri öncelikle Broken Hill bölgesindeki White Rock’ta (Karlı Kayalar) mevzilerini hazırlarlar. Daha sonra savaş planlarını uygulamaya başlarlar. İlk önce bölgeden geçen tren yolunun viraj kısımlarındaki raylarını sökerek pusuya yatarlar. Peş peşe 3 treni devirirler. Trende bulunan askerlere ve mühimmatlara ağır zarar verirler. Planları gereği ikinci uygulamalarında, bölgede bulunan 8 karakolu basarlar ve karakoldaki askerlerin tamamını etkisiz hale getirirler.

Avustralya yetkilileri peş peşe gelen bu felaket haberleri ile  şaşkına dönerler. Sonunda biri, iki Türk askerinin yazmış olduğu mektubu hatırlar. Ve derhal bölgeye 250 tam teçhizatlı bir askeri birlik gönderilir. Birkaç gün sonra Molla Abdullah ve Gül Mehmet’in yerleri tespit edilir. İki kahraman askerimiz son kurşunları bitinceye kadar savaşırlar ve şehit olurlar.

Konu ile ilgili bilim adamlarımızın ve bazı yazarlarımızın zaman zaman yaptıkları açıklama ve yorumlarla  bu önemli tarihi olay gündeme gelmektedir. Zira hadisenin “Battle Of Broken Hills” yani Broken Hill Savaşı adıyla resmi Avustralya savaş tarihine girdiği bilinmektedir.

Şimdi Avustralyalılar White Rock’a Türk Kayalıkları adını vermişler. Dışişleri yetkililerimiz bu alanda bir anıt dikilmesini ve anıta Atatürk’ün, Anzaklar için söylediği kucaklayıcı sevgi ve barış dolu beyanatının;

“Uzak memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar: Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlarda evlatlarını harbe gönderen analar; göz yaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”  

Aynen  anıtın gövdesine  yazılması için girişimde bulunmuşlardır.

Çanakkale Zaferimizin 96. yılında ülkelerinin istiklâli, bekâsı ve kutsal saydıkları değerleri uğruna hayatlarını gözünü kırpmadan feda etmiş olan kahraman askerlerimizi minnet ve şükranla anarken aynı ideal uğruna binlerce kilometre ötede şehit olan bu iki büyük kahramanımızı da aynı duygularla sevgi ve saygıyla anıyoruz. 

Dazlak Şiddet Eylemleri ve Türk Hoşgörüsü

0

Almanya’da Türkleri yakarak taciz etme eylemleri Solingen yangını ile ortaya çıkmıştı. Solingen katliamından sonra, azalan yada göze batmayan ırkçı şiddet hareketleri son zamanlarda  yeniden arttı. Ludwigshafen kentinde 9 Türk’ün ölümüyle sonuçlanan yangından sonra Türklerin evlerini kundaklama eylemleri hala durmuş değildir. Son günlerde  Türkleri  yakarak cezalandırma girişimleri devam etmektedir. Konunun vahameti insan onurunu, haysiyetini doğrudan tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Her gün kundaklama hadiselerine bir yenisi eklenmektedir.

Almanya’da ırkçı eylemler olarak tanımlanan ve Türklere yönelik olarak gerçekleşen şiddet hareketleri, Türklerde Almanlara karşı ırkçı duyguları ortaya çıkartmakta mıdır?. Dazlakların Türkleri yakarak kitlesel ırkçı şiddeti alevlendirmeye çalışması Almanya Türkleri arasında nasıl karşılanmaktadır. Bu eylemlerden sonrada beklenen sosyal tepkilerin tersine Türkler, Almanlara karşı ırkçı bir tutum içine girmediler. Türklerin Almanlara karşı ırkçılık yapmadıkları ve Almanlara karşı ayırımcı davranmadıkları, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Bu makalede öncelikle Almanya Türklerinin Almanlara karşı ayırımcı, önyargılı ve ırkçı tutumlara sahip olmadığını ortaya koymaya çalışacağım. İkinci olarak kendilerine karşı ırkçı duygular taşımayan bir halka, Alman ırkçıları neden hala saldırıyorlar. Bu ırkçı tutum öğrenilmiş yönlendirilmiş bir hareket olabilir mi? Konusu üzerinde durmaya çalışacağım.

Geçen haftalarda  Stern dergisi için 1002 Alman ve 502 Türk’e uygulanan anketin sonuçları gazetelerde yayınlandı. İlginçtir Almanların % 52 ‘si Almanlarla Türkler arasında sorun vardır derken, sadece Türklerin % 22’si sorun vardır, demektedir. Almanların % 96’sı Türklerin ise %87’si Türkler Almanca öğrenmelidir, kanaatindedirler.  Bu sonuçlar Türklerde Almanlara karşı bir önyargı olmadığını, buna rağmen Almanlarda Türklere karşı bir önyargı olduğunu göstermektedir. Türklerde Almanca öğrenme isteğinin yüksek olması, onların entegre olmak istediklerinin açık bir göstergesidir. 

Almanya Türklerinin ikinci ve üçüncü kuşağı hakkında 1998 yılında  yaptığımız bir araştırmada* Türklerin Almanlara karşı önyargılı olmadıklarını bizde bulmuştuk. Araştırmamızda ikinci ve üçüncü kuşak Türklere, Almanları ve Türkleri aynı değişkenlere bağlı kalarak, nasıl gördüklerini sormuştuk. Araştırmanın konuyla ilgili olan kısmı kısaca şunu açıklığa kavuşturmaya çalıştı: Türk gençlerine Türkleri mi Almanları mı daha dürüst, adil, çalışkan, zeki, eşitlikçi vb gördüklerini sorduk. Verilen cevapların değerini sayısal puanlara dönüştürerek karşılaştırdık. Sonuçlar şu şekilde gerçekleşti:

DEĞİŞKEN         ALMAN                TÜRK

Bağımsız              74.21                      45.27

Kurallı                  70.74                      41.25

Sosyal uyum         66.44                      48.44

Başarılı                 63.90                      55.12

Bilgili                    61.26                      54.48

Sağlıklı                  59.51                      50.87

Mantıklı                 50.50                      57.32

Düzenli                  54.07                      54.44

Akıllı                      48.40                      62.77

Mutluluk                49.71                      61.18

Kibar                     43.59                      55.23

Yaratıcı                  43.31                      43.89

Eşitlikçi                  48.52                      53.18

Dürüst                   39.79                      68.85

Sosyal adalet          55.74                      53.30

Bu tabloyu okuyacak olursak,  Türkler bağımsız davranma konusunda Almanlara yüz üzerinden 74.21 puan vermişler, Türklere ise 45.27 puan vermişler. Kurallara uygun davranma konusunda Almanlara 70.74, Türklere ise 48.25 puan vermişlerdir. Sosyal uyum konusunda Almanlara 66.44 puan, kendilerine ise 48.44
puan vermişlerdir. Diğer değişkenler de tabloda görülmektedir. Tabloya göre bir genelleme yaparsak şunu göreceğiz:Almanya’da yaşayan bir Türk’e göre, Almanlar Türklerden şu bakımlardan daha iyidir: Almanlar Türklerden daha bağımsızdır, kurallara bağlıdır, uyumludur, başarılıdır, bilgilidir, çalışkandır, sağlıkıdır.. Buna karşılık Almanya’da yaşayan Türklere göre Türkler Almanlardan daha mantıklıdır, mutludur, akıllıdır, ürüsttür.  Bunun dışındaki özellikler bakımından ise iki grup biri birine benzer denmektedir. Sonuçların doğruluğu yanlışlığı veya bir gerçeği ifade edip etmediği ayrı bir tartışma konusudur. Ancak bu sonuçlar, Almanya Türklerinin Almanlar hakkında önyargılı olmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü etnik
ayrımcılık ve ırkçılık hakkında yapılan bütün araştırmalarda ırkçıların, ayırımcıların ve önyargılı tarafların karşı tarafı dehümanize ettiği saptanmıştır. Ancak görüldüğü gibi, Türkler kendilerini yakan ve kendilerine karşı önyargılı oldukları bilinen bazı ırkçı Almanlara rağmen, Almanlara karşı önyargılı değiller. Bir çok konuda onları kendilerinden daha üstün görmektedirler. Önyargılı bir şekilde onları tanımlamıyorlar. Onlar hakkında değerlendirme yaparken fanatik bir bilinçle hareket etmiyorlar.

Irkçılık ve ayrımcılık uygulayanlar, şiddete maruz bıraktıkları halka karşı önyargılar beslerler. Bu önyargılarda karşı taraf; akılsız, mantıksız, kirli, tembel, işe yaramaz, değersiz, sağlıksız, kurnaz, başarısız, düzensiz, kaba, cahil ve çıkarcı gibi sıfatlarla algılanır. Irkçılar ayırımcı davrandıkları halkı  kendileri gibi bir insan olarak görmezler. Bu, ecnebiyi/ötekileştirileni  insan olarak değersiz, ilgi nezaket ve saygı görmeye değmez birer varlık olarak görme biçimidir. Bu tür görme biçimlerine Dehümanizasyon(karşı tarafı insan olarak görmemek, onu vahşi bir varlık olarak değerlendirme) dendiği bilinmektedir.  Karşı tarafı insan dışı
bir varlık olarak görme ve değerlendirme.biçimleri İngiltere de Asyalı göçmenlere, Amerika da zencilere, Almanya’da daha önce Yahudilere uygulanan ayırımcılıklarda rastlanan bir durumdur. Bazı ırkçı Almanların, Türkleri yakması ırkçı Almanlarda Türklere yönelik bir dehümanizasyonun  mevcut olduğuna işaret etmektedir. Ancak buna rağmen Almanya Türklerinde, Almanlara karşı ırkçılığa ve ayrımcılığa dair bir bilinç yoktur. Türklerde kendilerini yakanlara karşı ırkçı bir bilincin olması beklenirken, bu bilincin olmadığı yukarıda belirtildiği gibi iki ayrı araştırmada ortaya konmuştur.

Bilindiği gibi bütün araştırmalarda ırkçı saldırılara maruz kalan halkın da saldırganlara karşı ırkçılık yaptığına dair sonuçlar vardır. Ayırımcılara karşı ayırımcı davranmak tabii bir refleks olarak görülür. Dünya da  ırkçı şiddetin ve katliamın uygulandığı, yaşandığı bütün bölgelerde ırkçılığa maruz bırakılan halkın tepki gösterdiği ve ırk ayırımı uygulayan grupların ırkına karşı, ayırımcı davrandıkları gözlenmiştir. Bu, ırkçılık hareketlerinin yaşandığı bölgelerde karşılaşılan bir durumdur. Mesela Amerika’da beyazlar zencilere ve kızıl derililere karşı ırkçı uygulamalar gerçekleştirdi. Buna karşılık Zenciler ve Kızılderililer de beyazlara karşı ırkçı davranışlar ve refleksler geliştirdiler. Almanlar 1930-1940 yıllarında Yahudilere karşı ırkçı politikaları uygulamaya koydular. Yahudiler de Almanlara karşı ırkçı tutumlar geliştirdiler. Almanlara karşı Yahudiler bu tutumlarını hala sürdürmektedir.

Karşılıklı tepkiler ve ırkçı çatışmalar, ırk ayırımcılığına dayalı şiddetin taraflarca meşru görülmesi sonucunu doğurur. Gözünü intikam ve hırs bürümüş olan kitleler, ırkçı kinle karşı tarafa uyguladıkları şiddeti meşrulaştırma eğilimine girerler. Karşı tarafa saldırmayı kendileri açısından haklı bulurlar. Bu duygular zamanla, çatışmayı, şiddeti ve karşı tarafı hakir görmeyi bir kural haline getirir.

Türkler Almanlara karşı önyargılı bir tutum içinde olmadıklarına göre, Türklere yönelik Alman ırkçılığı bundan sonra ne ile beslenecektir. Çünkü ırkçılığı karşı tarafın refleksi besler. Görüldüğü gibi, Türklerde böyle bir refleks yoktur. Irkçı duygunun kaynağı konusunda çok farklı teoriler vardır. Bu teorilerden birisi, engellenme teorisidir. Engellenme teorisine göre ekonomik, siyasi, kültürel çıkarlarının, tehlikeyle karşı karşıya kaldığına inandırılan insanlar(gerçekten böyle bir tehlike olsun yada olmasın fark etmez)  önlerine konan günah keçisine saldırırlar. Mesela Amerika’da uzun yıllar boyunca pamuk üretimi randımanlı olmayan bölgelerde beyazlar, suçlu olarak siyahları görmüşler ve onlara ırkçı şiddet uygulamışlar. Ancak zenciler de her zaman refleks göstermişlerdir. Konuyla ilgili çalışmalarda ırkçı ve şiddet duygularının doğal olmadığı ve öğrenildiği bilinmektedir.

Almanların Türklere karşı ırkçı duygular içinde olmalarını gerektirecek doğal sebepler o kadar fazla değildir. Tam aksine yaklaşık bir yüzyıldır Almanlarla Türkler biri birleriyle savaşmamışlar, birlikte ittifak yaparak başka milletlerle savaşmışlardır. F.A.Zeitung gazetesinin 24. Eylül . 2007 tarihli sayısında W.Günter Lerch yazdığı bir makalede buna değinmektedir. Türklere karşı Almanlarda tarihten kaynaklanan bir önyargı yoktur. Birlik vardır, ittifak vardır, dayanışma vardır. Demektedir. Aynı duygular Türklerde de mevcuttur. Bir diğer önemli nokta ise 1960’lı yıllardan bu yana Türkler Almanya da çalışıyorlar, yaşıyorlar.

Daha önce böyle bir ayırımcılılıkla muhatap olmadılar. O zaman şunu rahatlıkla iddia edebiliriz: Türkleri yakmaya çalışan Alman dazlaklar ve ırkçılar, belli mahfillerce bu amaçla eğitiliyorlar. Türk karşıtı duygularla birileri tarafından besleniyorlar. Belki de Almanya’nın ekonomik ve sosyal bir çok sorununu saklamak için Türkler bu gruplarca günah keçisi olarak sürekli afişe edilmektedir. Ancak Türklerin Almanlara karşı takındığı bu hoşgörü kültürü, öyle tahmin ediyorum ki, ırkçılığı körükleyen çevrelerin gerçek amaçlarını boşa çıkaracaktır. İki halkın tarihten gelen birlikteliği, karşılıklı hoşgörüsü, kışkırtıcı dazlak eylemlerine rağmen  devam edecektir. Barış içinde Almanya’da birlikte yaşayacaklardır.

*Prof.Dr.H.M. Taşdelen, Doç.Dr.E. Sözen, Doç. Dr.H. Duran,
Yard. Doç. Dr. A.Eskicumalı, Avrupa’da yeni Kuşak Türk Gençliği( Kimlik ve Uyum
Sorunları) Sakarya Üniv. Yay. 2000

www.haciduran.com

Işık Hızında Duygusal İyileşme Yeni ve Güçlü Terapi Tekniği : EMDR

0

Herkesin geçmişinde büyüklü küçüklü travma yaşantıları vardır. Deprem, taciz, tecavüz gibi bir defada olan büyük travmalar olabileceği gibi çok göze çarpmayan ama süreklilik sergilediği için kişiyi ilerideki yaşantısında olumsuz etkileyebilecek olan küçük ve orta büyüklükte travmalar da vardır.

Araştırmalar bize çoğu psikolojik problemin temelinde bu travmatik yaşantıların etkileri olduğunu göstermektedir. İnsanlar fiziksel yaralanmalara maruz kalabilecekleri gibi psikolojik yaralanmalara da maruz kalırlar. Beynin kaynakları uygun koşullar olduğunda bu yaraları iyileştirir. Beynimiz nasıl ki fiziksel bir yarayı aşırı olumsuz şartlar olmadığı zaman kendi kendine iyileştirebiliyorsa travmatik olayların yol açtığı psikolojik yaralanmaları da beynimiz iyileştirme potansiyeline ve eğilimine sahiptir.

Bu doğal bir eğilimdir, normal şartlarda harekete geçirilmesi gereken bir süreç değildir. Ancak bazı durumlarda bu doğal iyileşme süreci bazı nedenlerden ötürü kesintiye uğrar. Nasıl ki fiziksel yarayı steril bir ortamda tutamazsak ve olumsuz dış etkilerden koruyamazsak o yaranın iyileşme süreci aksarsa, aynı şekilde yaşanan olumsuz olayın yol açtığı psikolojik yaralanma da uygun olmayan koşulların varlığında kendi kendini iyileştiremez.

EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing / Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme) hipnoz yada ilaç kullanımını gerektirmeyen danışan merkezli bir  tedavi yöntemidir. EMDR, psikodinamik, bilişsel, davranışsal ve danışan merkezli yaklaşımlar gibi çok iyi bilinen farklı yaklaşımların öğelerini bir araya getiren bir yöntemdir. EMDR uygulaması, terapistin, danışanın kendine ait iyileşme mekanizmasını harekete geçirmesine izin vermektedir. EMDR travmatik anıya erişilmesini ve böylece bilgi işlemenin iyileşmesini ve travmatik anı ile daha uygun olan anıların veya bilgilerin arasında ilişki kurulmasını sağlamaktadır.

Psikolojik problemlerde ortak bir durum, mantık ile duyguların eş zamanlı hareket edememesidir. Örneğin, kişi “biliyorum bunu düşünmem/hissetmem hiç mantıklı değil ama engel olamıyorum” der.

Psikolojik problemlerin genelinde sorun, kişinin yaşadığı olumsuz olay ya da olayların duygusal etkilerinin azalmayıp hala devam etmesidir. Yani geçmiş bugünde yaşanmaktadır. EMDR psikolojik travmanın yarattığı duygusal kilitlenmişliği açar ve kişinin doğal iyileştirici kaynaklarının harekete geçmesine izin verir. Böylece beyinde hapsolmuş/kilitli kalmış travmatik yaşantının işlenmesini sağlar. EMDR ile çalışılan kişilerde çalışma bittiğinde, önceden yaşadığı travmatik olayı hatırlasa da bu olayın artık geçmişte kaldığına gerçekten inandığını ve onu etkilemediğini söylediği duyulur..

EMDR bir psikoterapi yöntemidir.. EMDR ile ilgili 15 yılı aşkın klinik pratiğe bakıldığında, EMDR uygulamaları sonucunda, psikolojik sorunların çözülmesinde son derece hızlı ve etkili sonuçlar alındığı görülmektedir.

EMDR’nin Ortaya Çıkışı

Psikolog Francine Shapiro, 1987 senesinde EMDR’nin ortaya çıkmasını sağlayan ilk gözlemini yapmıştır. İstemli göz hareketlerinin, olumsuz ve rahatsız edici düşüncelerin yoğunluğunu azalttığını fark etmiştir.. Dr. Shapiro, bir süre sonra, travmatize olmuş Vietnam gazileri ve cinsel istismara uğramış olan kişilerle EMDR’nin etkinliğini araştırmak üzere bir çalışma yapmıştır. (Shapiro, 1989).

Bu çalışmada, danışanlarından duygusal anlamda kendilerini rahatsız eden materyale odaklanmalarını ve aynı zamanda terapist tarafından yönlendirilen iki yanlı göz hareketlerini (ellere hafifçe vuruş ve sesle uyarım da sıkça kullanılmaktadır) takip etmelerini istemiştir. Çalışmanın sonuçları EMDR’nin, danışanların travma belirtilerini anlamlı derecede azalttığını göstermektedir.

EMDR’nin İşleyişi
EMDR’nin nasıl çalıştığı henüz tam olarak bilinmemekle birlikte, EMDR’nin yaşantıların yeniden işlenmesini nasıl iyileştirdiğiyle ilgili olası mekanizmalar hakkında devam eden araştırmalar bulunmaktadır. Araştırmacıların hem fikir oldukları konu şudur: Şimdiki zamanda meydana gelenler, geçmiş yaşantılar sonucu ortaya çıkan ve danışan için halen bir üzüntü kaynağı olan olumsuz düşünceleri, duyguları ve fiziksel duyumları tekrar uyarabilmektedir.

Görünen o ki, EMDR bu olaylar arasındaki ilişkiyi değiştirerek, hem geçmiş hem de şimdiki zamanda yaşanan olaylarla ilgili, mevcut olarak yaşanan stresi büyük ölçüde azaltmaktadır. EMDR süresince, terapist müdahalenin odak noktası olacak spesifik problemi belirlemek için danışanla birlikte çalışır. Terapist, yapılandırılmış prosedüre dayanarak, danışanın kendisini rahatsız eden durumu veya olayı tanımlamasına rehberlik eder ve üzücü olan önemli kısımlarını seçmesine yardımcı olur.

Danışan göz hareketlerini takip ederken aynı zamanda hedef anının veya diğer anıların çeşitli kısımlarını deneyimler. Terapist, danışanın kendi başına doğru bir şekilde işleyip işlemediğinden emin olmak için, düzenli aralıklarla göz hareketlerini durdurur. Terapist bu süreçte danışana yardımcı olur ve ne yönde müdahale edileceği hakkında kararlar verir.

Buradaki amaç, danışanın olumsuz deneyimle ilgili bilgiyi hızlı bir şekilde işlemesi ve uygun bir çözülmeyi sağlamaktır. Shapiro’nun deyimiyle bu belirtilerin azalması, danışanın negatif inancının yeni bir pozitif inanç ile yer değiştirmesi ve daha optimal seviyede işlevsellik göstermesi anlamına gelmektedir. EMDR tedavisi tek bir travma söz konusu olduğunda 1 ila 4 seans arasında, daha zor problemler söz konusu olduğunda ise 1 sene veya daha uzun sürebilmektedir.

EMDR Terapisinin Süreci
EMDR ile travma tedavisi prosedürü adım adım tanımlanmış bir süreçtir. EMDR tedavisi sekiz aşamadan oluşur:
1. Danışan Geçmişi
2. Hazırlık
2.1 Danışanla ilişki (rapport)
2.2 EMDR’nin açıklanması ve danışanın onayı
2.3 Özel, ideal veya güvenli bir yerin yaratılması

3. Değerlendirme
3.1 Hedef anının (resmin) belirlenmesi
3.2 Bu durumdaki olumsuz inancın belirlenmesi (şimdi ve şu anda)
3.3 Bu durumdaki olumlu inancın belirlenmesi (şimdi ve şu anda)
3.4 Bu olumlu inancın öznel geçerliliğinin belirlenmesi
3.5 Hedef anıya yönelik duyguların belirlenmesi (şimdi ve şu anda)
3.6 Öznel rahatsızlık ölçeğinde hedef anı ve diğer olumsuz olayların verdiği rahatsızlığın ölçüsünün belirlenmesi
3.7 Tüm bu sıkıntıların bedendeki yer alışının tespit edilmesi (şimdi ve şu anda)
4. Duyarsızlaştırma
5. Yerleştirme
6. Beden Tarama
7. Tamamlama

 8. Yeniden Değerlendirme (bu aşama bir sonraki seansta yer alıyor)

EMDR  Kullanılan Alanlar

EMDR; endişe, suçluluk duygusu, öfke, travma sonrası reaksiyonları, bazı depresyon çeşitleri, fobi ve yas gibi rahatsızlık veren semptomların azaltılmasında kullanılır. Bunun yanı sıra; performans geliştirme (ör: spor ve buna benzer diğer başarı gerektiren konularda), kendilik değeri ve özgüven gibi yapılandırılması gereken duygusal kaynakların kazanımında her geçen gün daha fazla kullanılmaktadır. EMDR özellikle Travma Sonrası Stres Bozukluğu’nun iyileştirilme sürecindeki başarısıyla bilinmektedir ve bu konuda yapılan bir çok araştırmayla belgelenmiştir.

EMDR’nin Kullanıldığı Alanlar:

  • Travma Sonrası Stres Bozukluğu
  • Depresyon
  • Kaygı Bozuklukları ( Panik Bozukluk, Genellenmiş Kaygı Bozukluğu vs. gibi)

• Tüm Travmatik Yaşantılar (Cinsel Taciz, Tecavüz, Fiziksel Şiddet, Psikolojik Şiddet, Doğal

 

Afetler, İhanet-Terk, Aldatma vs gibi.)

  • Kompleks Travma ve buna bağlı kişilik bozuklukları
  • Fobiler ve Korkular (Sosyal Fobi, Uçak Fobisi, Yükseklik Korkusu vs. gibi)
  • Yas
  • Kendilik Değeri ve Özgüven gibi yapılandırılması gereken duygusal kaynakların kazanımında
  • Performans Kaygısı
  • Performans Geliştirme (Örneğin spor, sahne sanatları ve buna benzer diğerperformans gerektiren konularda)
  • Öfke ve Stres Yönetimi
  • Baş Ağrısı
  • Kilo Kontrolü ve Yeme Bozuklukları
  • Beden Algısı Bozuklukları

 

Konuyla iligili resim

Konuyla iligili resim

Unutmasınlar ki,

0

Bir ülkeyi fethetmenin, ele geçirmenin en güzel, en kolay ve en insancıl yolu; öncelikle o ülke insanlarının kalplerini fetihten, kalplerini kazanmaktan geçer. Gönüllerin fatihi olmaktan geçer. Gönül ve kalpleri fethedilen ülke insanlarının topraklarını ele geçirmek, artık çok kolaydır.

Zaten bu ele geçiriş, halka zarar vermek, ülkesini alt üst etmek için değildir. Orayı maddeten ve manen daha iyi imkanlara kavuşturmak içindir.

Zaten Osmanlının asırlarca, yüzyıllarca merkezden uzak ülkelerde, farklı iklimlerde, değişik insan kitleleri arasında kalmasının, sevilip sayılmasının ve hatta baş tacı edilmesinin sırrı da işte bu anlayışta yatıyor.

Zaten fetih; insan için, insana doğru bir ilerleyiştir. İnsanın mutluluğu için, insana doğru bir yürüyüştür. İnsan için insana, insani bir yöneliştir. Yoksa insan, insanın baskılarına uzun boylu katlanamaz. İlk fırsatta yanardağlar gibi infilak eder, patlar. Bir sel olup önündekileri tarihin unutulmuşluk köşesine atar.

Muaz bin Cebel’in dediği gibi, kim ateşin yanına bir ateş daha yakar da, ateşin söneceğini sanırsa aldanır. Ateşin yanına ikinci bir ateş yakmakla, ateş ancak canlanmış olur. Sönmez, daha da alevlenir, parlar. Öyleyse ateş, ateşle sönmez. Ateş suyla söner. Öyleyse ateşe karşı su gibi olmak gerek.

İşte Osmanlılar fethettikleri yerlerdeki halka karşı; ateş karşısındaki su gibi olmuşlar. Ancak bu şekilde gönüllerde taht kurmasını bilmişler. Böylece, hem kendileri rahat etmişler, hem de idaresi altındaki halkları rahat ettirmişlerdir.

Ne zaman ki, zamanın ilcaatiyle, zamanın etkisiyle, yani zamanla, istemeyerek yıprandılar; eski göz kamaştırıcı hallerinden yavaş yavaş uzaklaştılar. Ki bunda Batı’nın çok sinsi, çok gizli ve dessas çalışmalarının; halkları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmalarının da dahli, rolü ve payı büyüktür.

Evet, zamanla merkezden uzak yerler için için yanmaya, için için kaynamaya başladı. Hem kendilerini hem de Osmanlıyı huzursuz ettiler. Osmanlı Devleti, tarih sahnesinden; yerini genç Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakarak çekilmek zorunda kaldı. Fakat, o sun’i o yapay devletçikler; o gün bu gün hiç rahat yüzü görmediler. Adeta yaptıklarının aksiyle tokat yediler. Halen de bu vaziyettedirler sevgili Okur!

Dünya; etme bulma dünyası. Men dakka dukka dünyası. Çalma kapıyı, çalarlar kapını. Rüzgar ekenin fırtına biçeceği bir dünya. Allahın adaleti öyle keskin, öyle isabetli ki hiç şaşmıyor şaşırmıyor. Değil yapan, kınayan bile kınadığına uğramadan, bu dünyadan göçüp gitmiyor.     Bu; kişiler için böyle olduğu gibi, halklar ve devletler için de böyledir. Demek ki, kim huzuru bozarsa, kendi huzuru da bozulur. Kim ihanet düşünürse, akıbeti korkunç olur. İyi düşünüp, tarihten ders almak gerek. Zaten ders alınsaydı tekerrür edip, tekrar tekrar felaketlere maruz kalınmaz, felaket ve helaketlere uğranılmazdı.

Günümüzde, içte dışta yeni kıpırdanışlara şahit oluyoruz. Bunların iyice düşünmeleri, tarihten ders ve ibret almaları gerek. Yoksa mukadder akıbet, İlahi adalet, semavi tokat hiç gecikmez.     Günümüzde kendini büyük, kendini yekta, kendini güçlü sanan devletler; unutmasınlar ki, kendi içlerinde büyük bir kaos, büyük bir çöküntü, büyük bir kargaşa ortamı kendilerini bekliyor. Nitekim boşuna denmemiş:

“Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.”

Dersim İsyanı

0

Emperyalizmin kışkırttığı iç isyanlar, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ve Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte sona ermedi…

Özellikle büyük toprak ağalığı ve aşiret ilişkilerinin çok güçlü olduğu Doğu Anadolu Bölgesi’nde emperyalizmin kışkırttığı isyanlar devam etti. Sadece içerden değil, sınır ötesinden de, o yıllarda İngiliz ve Fransızlar’ın sömürgesi olan Irak ve Suriye topraklarından, İran’dan Kürt aşiretlerini silahlandırıp kışkırtarak bunu sürdürdü…

Güncel tartışma konusu olan Dersim İsyanı dahil, Doğu’daki isyanların…olduğunu tartışmasız ortaya koyan en önemli kanıtların başında, hiç kuşkusuz Komintern belgeleri gelir.

X

Kaynak Yayınları,…Doğu Perinçek’in derlediği, yayımına 1977’de girişilen ve 1985’lerde tamamlanan, beş kitaplık  “Komintern Belgeleri’nde Türkiye”  dizisi, Komintern’in Türk Devrimi…konusundaki değerlendirmelerini kapsamlı olarak içermesi açısından vazgeçilmez, biricik kaynak niteliğinde.

Dizinin hazırlanışını, 1993 baskılarındaki önsözde,  “Frankfurt Goethe Üniversite Kütüphanesi’nde tamamı bulunan ve on binlerce sayfa tutan Komintern yayınlarını, Türkiye’ye ilişkin tek bir sayfasını bile bulabilmek için sayfa sayfa çevirerek dikkatli bir gözle taradık”  diyerek açıklayan Perinçek’in bu çalışması, Kemalist Devrim’in uluslar arası önemini, dünya devrimi içindeki rolünü anlayabilmek açısından da son derece önemli…

X

Komintern’in, gerek 1925 Şeyh Sait isyanı, gerek 1930 Ağrı isyanları, gerekse 1938 Dersim isyanı ile ilgili değerlendirmeleri ve tavrı aynı eksende ve çok net: Hepsi de Kemalist Cumhuriyet’e karşı İngiliz emperyalizminin kullandığı… ayaklanmalar…

Şeyh Sait ayaklanmasıyla ilgili 1925 tarihli makalede şu değerlendirme yapılıyor:

 “… Ayaklanma büyük toprak ağalarının hakim olduğu doğu illerinde patlak verdi. İsyancıların arkasında, Musul sorununda yani petrol sorununda çıkarı olan İngiltere bulunuyordu.” (s.15)…

Komüntern’in değerlendirmelerine bir bütün olarak baktığımızda, ABD’nin bugün ulusal devletlere karşı yürüttüğü faaliyetlerde kullandığı, neredeyse aynı yöntem ve planların, örneğin bir ‘Kukla Kürt Devleti’ kurma, onu tampon ya da üs olarak Sovyetler’e, Türkiye’ye ve İran’a karşı kullanma planlarının İngiliz emperyalizmince de yürütüldüğünü görüyoruz:

(Oysa bırakın Türkiye’de, Kuzey Irak’ta bile yöre halkının kalbi Türkiye için çarpıyor. Aslında herkes Türkiye’nin bir parçası olmaya can atıyor. Tepeden inmeciler maalesef kendi halkının kafasını eziyor, onları büyük baskı altında tutuyor, onlara rağmen onlar adına söz sahipliği yapıyor, halka rağmen halkı güya idare ediyor.)

“Bu arada, İngiliz hükümetinin Kürtler arasında yürüttüğü entrikaları da çok büyük bir uyanıklıkla izlemek gerekiyor. Kürtler Türklere, İranlılara ve Irak’a karşı ayaklanmaları için İngilizler tarafından ayaklandırılmakta ve mali yardım görmektedirler.

“Bunlarla amaçlanan, bu ülkelerin arasında, tamamen İngiliz nüfusu altında ve İngiliz emperyalizminin savaşları için yeni bir askeri üs görevini yerine getirecek bir tampon devlet oluşturmaktır.” (s.52)

 “Türkiye’de ve İran’da patlak veren ve Kuzey Irak’ta Musul bölgesinde bile ‘Kürdistan’a Özgürlük’ sloganı altında çıkma eğilimi gösteren bu ayaklanmalar İngiltere tarafından kışkırtılmış, silahlandırılmış ve finanse edilmiştir. Amaç; Türkiye, İran, Irak ve Sovyetler Birliği arasında bütünüyle İngiliz nüfuzu altında bulunan ve Sovyetler Birliği’ne karşı askeri bir üs görevini yerine getiren tampon bir devlet kurulmuştur.” (s.53)

3218

X

Dersim olayı ile ilgili olarak şöyle deniyor kitapta yer alan “Yeni Bir Kürt Ayaklanması” başlıklı makalede:

“İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerin yeni bir …ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar, Kemalist Parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır.

“Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmişti. Dersim’in hakim katmanları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasadışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir.” (s.66)

“Bugüne kadar Dersim, Türkiye’nin ulusal ekonomisinin dışında kalmaktaydı. Az gelişmiş olan ticaret tamamen aşiret reislerinin ve onların adamlarının aracılığıyla yürütülüyordu. Öyle ki, başka vilayetten hiçbir tüccar, Dersim’de iş yapmayı göze alamazdı. Çünkü mahalli mütegallibenin silahlı çeteleri tarafından haraca kesilmesi veya yağmaya uğraması kesin gibi bir şeydi. Bu çeteler bununla da kalmaz, barışçı komşu köylere yağma seferleri düzenlerdi.”

HÜKÜMET ÖNLEMİ İSYANA YOL AÇTI

“Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üzerinde kalıyordu. Feodal aşiret reisleri, her fırsatta devleti hiçe sayarlardı. Devletin Dersim’de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması bugüne kadar mümkün olmamıştır.

“Bu iki sorun, daima, şeyhler ve ağalar tarafından toptan hallediliyordu. Ağalar kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan ahaliden işlerine geldiği gibi vergi alıyor ve bunun ancak küçük bir kısmını hazineye devrediyorlardı.

“Bölge gençlerinin büyük bir kısmı, askere gidecek yerde, aşiret reislerinin muhafaza birliklerine fedai olarak giriyor, yani aslında eşkıya çeteleri oluşturuyorlardı.” (s.67)

“İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte özellikle bu önlem isyana yol açan neden olmuştur.” (s.68)

X

Emperyalizmle doğrudan bir ilişkileri olmasa da; isyanın elebaşılarının, sadece geleneksel aşiret ilişkilerini koruma  “içgüdüsel tepkisi”  içinde olmadıkları, adına  “özerk”  ya da  “bağımsız bir beylik”  denebilecek merkezi ulusal otoriteye karşı bir otorite yaratmak istedikleri görülüyor.

Ancak bunu da uluslararası  -emperyalist-  bir otoriteye yaslanarak başarabileceklerini düşündükleri, umdukları, o nedenle hiç de  “masum”  olmadıkları aynı makalede şu  ilginç pasajdan anlaşılıyor:

“Kitleleri kendi peşlerinden sürükleyebilmek için feodal unsurlar, hükümetin silahlı kuvvetinin zayıf olduğu lafını yaydılar. Yaydıkları söylentiye göre, hükümet, ayaklanmayı bastırmak için silahlı birliklerini göndermeye cüret ettiği takdirde, İngilizlerle Fransızlar Türkiye’ye hemen savaş açacaklardı. Ayrıca Arapların da isyancılardan yana olduğu şeklinde haberler çıkardılar.” (s.68) ( Komünist Enternasyonal belgelerinde Dersim İsyanı, Mehmet Ulusoy, Aydınlık, 6 Aralık 2009,  s.26-27)

X

Hiçbir devlet, kendi halkını yok etmek istemez. Çünkü bu, bindiği dalı kesmek olur.

Ama hiçbir devlet; devlete karşı yapılan isyanı / başkaldırıyı da tasvip etmez / doğru bulmaz. Hele askerlik yapmayı reddetmeyi hiç affetmez. Ya da devlete vergi vermek istememeyi asla mazur görmez.

3219

Hiçbir devlet, karakol ve kışlaları basarak yüzlerce askerin hunharca şehit edilmesini, köprülerin yakılıp yıkılmasını hoş karşılamaz.

Hiçbir devlet; okul istemeyen, yol yaptırmayan, hastane kurmayın diye adeta ültimatom veren, hiçbir bayındırlık eseri inşasına imkan tanımayan eşkıya bozuntularını kendi haline bırakmaz.

Maalesef; halkı sindirip korkutarak ve ürküterek haydutluğa soyunmuş kimi ileri gelenlerin yöre halkına rağmen, onlar adına devlete kafa tutmasını bağışlamaz. Yaptıklarını yanına koymaz.

Üstelik bunlar; bir de halkı devleti aleyhine menfi / olumsuz telkinatlarla peşinden sürükleyip, devlete karşı onları kışkırtıyorsa; devlet buna bigane ve kayıtsız kalamaz. Nitekim, zamanın Türkiye Cumhuriyeti Devleti de olanlara  -haklı olarak- seyirci kalmamıştır.

Yıllardır o yöre halkının bazı kesimlerden  “illallah” etmesi. Ankara’yı mutlaka bir çare bulmaya çağırması. Defalarca Ankara’ya bölgede ezilen topluluklarla alakalı olarak isteklerini sunmaları.  Özellikle,  zamanın Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’nın o bölgeyi teftiş ve kontrolleri sırasında halkın mustarip olduğuna bizzat şahit olması. Sözde şeyh ve ağaların halkı inim inim inletmesi. Ezilen fakir, yoksul ve çaresiz halkın; halkın bir kısmının kendilerine musallat olduğu şeklindeki şikayetlerin ardı arkası kesilmemesi ve  her seferinde kendisine arzedilmesi. O’nun da, bu durumu bir rapor halinde, dönüşte Ankara’ya iletip; bu elim vaziyete hükümetin derhal el atmasını istemesi.  Bunu tekrar be tekrar dile getirmesi. Artık hükümete de “illallah” dedirtmiş; çok sert tedbir ve kararlar almasına sebebiyet vermiştir.  

X

Burada tenkit edilecek husus: Devletin bu kanunsuzlukların üzerine çok şiddetle gitmiş olmasıdır. Yani suçluyla suçsuzu aynı kefeye koyacak derecede devlet kuvvetlerinin çok gaddar davranmalarıdır..

İsyanı bastırma metotları ele alınarak, o zamanki hükümet ve yetkililer tenkit edilebilir ve edilmeli. Fakat bu yapılırken kantarın topuzu kaçmamasına da gereken özen gösterilmeli.

Çünkü, bölgede olanlar küçümsenecek gibi değildi. Üstelik, yenilir yutulur cinsten hiç değildi. İşin içinde yabancı parmağı olduğu da unutulmamalı. Dış kışkırtıcıların bulunduğu, asla gözden ırak tutulmamalı.

Diliskelesi ile ilgili 400 yıllık belge

Diliskelesi’ne Polisan’ın liman yapma girişimi yeniden Dilovası ve Diliskelesi’ni gündeme getirdi.  Diliskelesi gerçekten yok oluyor.  Aslında yok edilmiş.  Diliskelesi ile ilgili belgelere baktığımızda ne kadar büyük bir tarih ve kültür katliamı yapılığı ortaya çıkıyor. Diliskelesi ile ilgili çok önemli araştırmalar yapıp belgesel çektik.

Bugün bu köşeden okuyun ve yorumu siz yapın. Ama şimdi bu köşede yayınladığım belge ise 400 yıllık bir gerçeği ortaya koyuyor.  4.500 yıl önce Evliya Çelebi’nin Dilisekelesi ile ilgili yaptığı tespitler gerçekten çok önemli. Şimdi hiç yorum yapmadan Evliya Çelebi’nin kaleminden 400 yıl önce Diliskelesi ile ilgili yapılan tespit deyim yerindeyse Diliskelesi’nin 400 yıl önceki belgeselini sizlere sunuyorum. Gelin Evliya Çelebi’nin kaleminden 400 yıl önceki Dilovası’nı okuyalım.
EVLİYA ÇELEBİ’NİN KALEMİNDEN 400 YIL ÖNCEKİ DİLOVASI
Evliya Çelebi 1640′ ların Dilovası hakkında şu bilgileri veriyor:

‘Bu (Darıca)  kalede demir aldık.  Hava uygun olmadığından gemiciler kürek çekmeye başladılar.  Böylece  yirmi mil mesafedeki Diliskelesi’ne geldik ki burada Konya, Halep, Şam, Mısır’a giden hacılar tüccar ziyeretçiler at kayıklarına binip bir mil kadar karşı tarafta bulunan Hersek Diline geçerler.
Çünkü bir boğazdır.  Doğu tarafı seksen mil uzunluğunda bir körfezdir ki  nihayetinde İznikmid şehri vardır. Bu Gegboza Diliskelesinde  iki han, iki ekmekçi dükkanı, bir bozahane, iki bakkal dükkanı birde çeşme vardır ki üzerindeki tarihten Sultan Murad’ın Bostancıbaşısı Mustafa Ağa’nın 1048 (m. 1638) yılında yaptırdığı anlaşılıyor.
Buradan yine gemiye binip üç mil kadar kürek çekerek İçmesuyu  konağına geldik. Bütün arkadaşlarla dışarı çıkarak deniz kıyısında çadırlar kurup eğlenceye daldık.
Evliya Çelebi’nin kaleminden  Diliskelesi  Dilovası  Muhsil  içme suyunun vasıfları:
Her sene Temmuz’da kiraz mevsiminde İstanbul’dan ve diğer yerlerden binlerce insan akın edip çadırlar kurarak bir saz ve söz yiyip içme olur ki kırk gün kırk gece devam eder. Dillerde tabir edilmeyen tüfenk ve fişenk şenlikleri olur . Derde kapılıp fasit ahlat hastalığına tutulanlar burada üç gün üç gece içme suyundan içerler. Allahın emriiyle kimi kusarak, kimi sarı yeşil safra, sevda ahlat çıkarırlar ki insan fena kokusundan ölüm derecesine gelir. Bazıları aşağısından safra, sevda, balgam, ahlat karabalgam, gazbur, okrak, seyrence adlı çeşitli hastalıklar çıkararak sanki yeninden hayata kavuşurlar. Bazısından benzetilmek gibi olmasın tesbih tanesi gibi kese kese şeyler çıkar ki kırk ellişer boğum bağırsak şeklindeki bıçkıları çalılara sererler. Tuhaftır ki bazı keseleri yardıkları vakit içinden binlerce siyah başlı kurtlar ve kelebek gibi haşereler çıkar. Bu su yalçın kayadan kaynayıp çıkar. Berrak latuf bir su isede tuzlucadır.

Evliya Çelebi’nin  kaleminden  Diliskelesi İçme Suyunun şartları:
Bu suyu içecek olan kimse evvela üç gün tuzlu ve etli bir şey yenmeyip perhiz etmeli. Dördüncü gün sabah ve akşam birer  fincan su içmeli.  Amma kendini sıcak tutmalı. Üç gün bu şekilde vücudunu alıştırarak tuzlu su içmiş olur. Sonra üç gün dahi üç  nöbet bu suyu ve derisi yüzülmüş  tuzsuz piliç suyu içer.  Tamam onbeş amel ettikten sonra yukarıdan ve aşağıdan iyice temizlenir. Limon suyu, mayhoş çorba içerek ishalini keser. Çeşitli faydalarını görür. Sonra buradan gemilere binip karşı taraftaki Yalova Ilıcalarına giderek orada hamamlara girer. Sağlam bir vücuda kavuşarak  sıhhat bulur. Bu su işte böyle faydalı bir içme suyudur. (1051 Rebiulevvel Gureşi) “(m.1640-1641)

 Burada sözü edilen şifalı içme suları Tuzladaki değil,  Diliskelesindeki şifalı kaynak sularıdır. Bugün bu şifalı suların bulunduğu yer Solventaş  fabrikasının avlusu içerisinde kalır.

Evliya Çelebi   Diliskelesi içmeleri için  devamla  şunları  söyler :
“Buradan gemiye binip kürek çekerek yarım saatte İne Hacı köyüne vardık. Bu köy deriz kıyısında bir mescidli, altmış evli bir Müslüman köyüdür. Bir değirmeni var. Buradan yine 8 saat kadar kürek çektikten sonra Zeytinburnu köyüne geldik.”

Evliya Çelebi’nini Kaleminden Dilbaba Efsanesi:

“Oradan yine gemiye binip denizin karşı tarafında üç mil uzakta Baş iskeleye geldik. Oradan yine gemiye binip 30 mil uzaklıktaki konak yeri olan Diliskelesi’ne gittim.  Karşı tarafındakiki Gebize dili ile Gegbozadili Üsküdar tarafındadır. Bu ise Hersek tarafında hakikatten denize uzanmış bir dildir.
Evliye Çelebi’nini Kaleminden  Dilin meydana geliş sebebi:
 Rivayete göre Orhangazi asrında dünyayı dolaşan bir seyyah derviş buradaki gemicilere gelip “Oğullar! Beni karşı tarafa geçirin” der. Onlarda geçirmeyip giderler. O dünya seyyahı derviş hemen eteğine toprak doldurup “Biz karşıya Allahın emriyle böyle geçeriz.” Diyerek eteğinden toprağı denize döktükçe deniz kara olur. Bu şekilde geminin arkasından yürür gider. Bu durumu gören gemiciler, “Aman sultanım! Boğazı doldurup ekmeğimize mani olma. İstanbuldan İznikmite gemiler gitmez olur. Lütfen burası gemilerimize lazım” diye yalvarırlar. Oda onukuvun adım kadar denizde yürüyüp de karşı tarafa geçince kerametini meydana vurduğu için derhal temiz ruhlarını Cenabı Hakka teslim ederler. Gekboza Diliskelesi yakınında Dilbaba dede adı  ile gömülüdür.”  
Kaynak: Gebze Tarih Ansiklopedisi . İsmail Sevinç. Gebze Gazetesi  matbası  2005)
Evet sonuç olarak Evliya Çelebi’nin kaleminden 400 yıl önceki Diliskelesi’ni birlikte okuduk. Gerçekten Diliskelesi’nde yapılan tarih ve kültür katliamının boyutu çok yüksek. Diliskelesi ile ilgili hazırladığımız belgeseli sizlerin yüksek bilgilerine sunduk. Diliskelesi ile ilgili araştırma ve belgesel çalışmalarımız devam edecek. Buradan Necmettin Bitlis’e bir çift sözüm var. Sayın Polisan Yönetim kurulu Başkanı Necmetttin Bitlis bey artık Diliskelesi’ne biraz da Dilovası’na Evliya Çelebi’nin gözünden bakın. Sizlerde liman yapmak üzere Deniz doldurma yerine Dilovası’nın tarih ve kültürel geçmişini ortaya çıkararak gelecekte minnet,  şükran ve hayırla anılın.
  
 

 

Mevlana’dan günümüze cihanşümul barış ve birlik fikri

Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Profesörü, Mevlânâ Uzmanı Dr. CİHAN OKUYUCU ile MEVLANA’DAN GÜNÜMÜZE CİHANŞÜMUL BARIŞ VE BİRLİK FİKRİ Üzerine Konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Medeniyet kavramında gelişmeler sağlanıyor olsa bile, gelişen medeniyetler huzur sağlayamıyor. İnsanlık, ortak değerler arayışında. Ortak değerler nerede aranmalı?  
Prof. Dr. Cihan Okuyucu: İnsanlığın bir ahlak omurgasına ihtiyacı vardır.  Arnold Toynbee ortak değerlerin kaynağının dinler olduğu fikrindedir. Ne var ki Toynbee’ye göre dinlerin çatışmacı bir yanı da vardır. Dolayısıyla dinler çatışmacı özelliklerinden arındırılmalı ve bir nevi ıslah edilerek ehlileştirilmelidirler.  Bizce bu tavır, tipik bir seküler bakış tarzıdır. Dinin ilahî olduğuna inanan bir mümin için dinin aslına müdahale etmek söz konusu olamaz.  O halde sorumuz şu olmalıdır: Globalleşmenin zaruretine inanan bir fert yahut toplum kendi dinî değerlerine bağlı kalarak evrenselleşebilir mi?  Başka kültürlerle yan yana ve barış içinde yaşayabilir mi?
Çetinoğlu: Kendimizden başlayalım: İslam böyle bir paylaşıma açık mıdır?
Okuyucu: Bu sorunun cevabını, 13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış 3 sufi aracılığıyla bulabileceğimizi düşünüyorum.  
Fikirlerine başvurulacak üç sufiden biri gerek eserleriyle gerek Mevlevilik diye bilinen tarikatıyla bütün dünyada çok tanınan bir şahsiyet olan ve 1207-1273 yılları arasında yaşayan Mevlana Celaleddin Rumî’dir. Onun fikrî takipçileri ve çağdaşları olan diğer ikisi ise Türkçenin en büyük şairlerinden olan ve 1240-1320 yılları arasında yaşayan Yunus Emre ile ‘Garipnâme’  isimli büyük bir Mesnevi yazmış olan, 1332 yılında ebedî âleme intikal eden Âşık Paşa’dır.
Âşık Paşa’nın Garipnâme isimli eseri daha sistematik bir yapıda olduğu için biz, her üç sufide paralel olan hümaniter (insansever) fikirleri, öncelikle bu eseri merkeze alarak inceleyelim.
Bir mühendis kafasına sahip olan Âşık Paşa 10 bin beyti aşan hacimli eserini oldukça ilgi çekici bir sistemle yazmıştır. Yazar kütüphanecilikte kullanılan 10’lu sistemi gibi her rakamı bir konuya tahsis etmiştir.  Sözgelimi -kendi içinde de 10 kısma ayrılan – ilk bölümde konu birlik ve bir olan şeylerdir. İkinci bölümde ikiler, üçüncü bölümde üçler vs. ele alınmıştır.  Yazar ilk bölümde birliğin önemine vurgu yapar ve çeşitli örnekler verir. Buradaki birlik şüphesiz öncelikle tasavvufî bir kavramdır. Ancak yazar bu kelimeye aynı zamanda; politik, sosyal ve pratik bir mâna yükler. Buna göre Tanrı birdir ve birliği sever. Aslında  -Budizm anlayışına benzer tarzda- insan da dâhil gelmiş ve gelecek her şey tek bir bütünün parçasıdır ve insan bu evrensel birlikle uyum içinde olmalıdır.  
Âşık Paşa insanların birliğini ve sürekliliğini çeşitli benzetmelerle açıklar: Buna göre insanlık bir bedene benzer. Her insan da birbirlerini tamamlamaları bakımından bu bedenin uzuvları gibidir. Bu insanlık bedeninde; Hz. Âdem ayak, gemi yapan Nuh el, Tanrı ile konuşan Hz. Musa dil, Hz. Davut kulak, Hz. İbrahim göz, her dilden anlayan Hz. Süleyman gönül,  ölüleri dirilten Hz. İsa ruh, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed başı temsil eder. Şairin bu benzetmelerden asıl amacı insanın bir parçası olduğu diğer insanlara karşı görevlerini hatırlatmaktır. Mesela insanda iki göz vardır. Fakat bunlar birlikte bakarlar, birlikte uyurlar, birlikte gülüp birlikte ağlarlar. İnsan da böylece başkalarının acısına sevincine ortak olmalıdır. Sufiler arasında çok yaygın olan bu fikir en iyi ifadesini yine 13. asrın şairi olan Şeyh Sadi’nin şu mısralarında bulmuştur:
          Beni  âdem aza-yı  yek-digerend
          Ki  ez-aferineş  zi-yek gevherend
         Çü uzvi  be-renc avered  ruzigar
        Diger uzvhâra  nemaned karar
(İnsanlar bir beden ve her insan bu bedenin azası gibidir. Çünkü insanların hepsi aynı kaynaktan gelmektedir. Eğer bedendeki bir organ hastalanırsa diğer organlar da rahatsız olurlar.)
Buradaki mesaj açıktır: Sen de bir organ hükmündesin. O halde hemcinslerinin acılarına lakayt kalma!
Aynı fikir Mevlana’da şu çarpıcı cümleyle ifade edilir: ‘Benim tek bir canım, yüz bin tenim var. Binlerce insan gördüm ki ben onlar olmuşum sanki. Onların arasında yalnız kendimi göremedim.’ (Rubailer, 954, 1067)
Çetinoğlu: Peygamberlerin birbirlerini tamamladığı gibi insanlar da birbirlerini tamamlayabilirler mi?
Okuyucu: Her insanın ve her peygamberin farklı özellikler taşıdığını, dolayısıyla aralarında böyle bir birlik olmadığını düşünebiliriz. Ama çoğulcu bir anlayışa sahip olan Âşık Paşa’ya ve aslında bütün sufilere göre çokluk içinde birlik mümkündür. Şair farklılıktaki birliğe örnek olarak insana kendi eline dikkat etmesini salık verir. Eldeki bütün parmaklar tek bir bilekten-kökten çıkmış ve farklılaşmıştır. Görünüşte hiç biri diğerinin aynı değildir. Ama bu farklılık yanıltıcıdır. Zira bir iş söz konusu olunca bunların hepsi aynı gaye etrafında kenetlenirler.  Bir kökten gelen ama daha sonra meslek ve meşrepçe farklılaşan Hz. Âdem ve Havva’nın çocukları da elin bu yapısını model almalı ve ortak insanî gayelerde tekrar birleşmelidirler.
Âşık Paşa bir toplulukta toplumu teşkil eden bütün insanların toplam gücünü aşan bir güç olduğuna da dikkat çeker. Bu konuda kullandığı ilgi çekici örnek şudur: Çölde yemek için kav ve çakmak taşıyla ateş yakan bir Arap, oturup düşünmeye başlar: Kavda ve taşta ateş mevcut değilken bunların bir araya gelmeleriyle nasıl olmuş da ateş zuhur etmiştir? Demek ki bir araya gelen iki şeyde her ikisinde de olmayan üçüncü bir şey ortaya çıkmakta. Birinci bölümün onuncu ve sonuncu kısmında ise birlik fikri bütün insanları kuşatan bir manaya bürünür.
Aslı Mevlana’nın Mesnevisinde bulunan bu hikâyeye göre bir Türk, bir Arap ve bir Ermeni yolda buldukları bir akçe ile yiyecek almak isterler. Her biri kendi dilince üzüm ister. Ancak birbirlerine anlatamadıkları için farklı şeyler istediklerini zannederler ve aralarında kavga çıkar. Bu nüktenin Mevlana’daki şeklinde Ermeni’nin yerini Rum ve İranlı alır.  Bunlar kendi dillerince üzüm, ineb, engur ve istafil isterler ve tartışmaya başlarlar. Neticede hepsinin dilini bilen biri üzümü getirip ortalarına koyunca hepsinin yüzü güler ve aslında aynı şeyi istediklerini anlarlar. Mevlana bu kısa hikâyede bir kelime oyunu yapmaktadır. Türkçede dil ağzımızdaki dildir, Farsçada ise  ‘dil’ gönül demektir. Ağızdaki dil farklı kelimelerle konuşur ama gönül dili insanların ortak dilidir. Böylece Mevlana insanlar arasında dilleri aşan bir dil, bir insanlık dili olduğunu ifade etmek ister. Bir anlamda Mevlana bu diller üstü dili bilen kişinin kendisidir. Nitekim şöyle der:
‘Bizim bu dilden başka bir dilimiz, cennetten, cehennemden başka bir yerimiz vardır.’
(Rubailer, 304, 306, 344)  
Çetinoğlu: ‘Diller üstü dil’den kasıt nedir?
Okuyucu: Ortak insanî özellikler olduğunu söyleyebiliriz. Dinimiz ve dilimiz ne olursa olsun bütün insanlarla ortak doğrularımız ve yanlışlarımız, ortak insanî kodlarımız bulunmaktadır. Farklı olan sadece bunları ifade ediş biçimimizdir.
Yine Âşık Paşayı dinleyelim: Bütün yaratılmışlar tek bir evin halkıdır ama görünüşleri farklılaşmıştır. 72 millet kendi dilince O tek Tanrı’yı ister. Mademki istekleri birdir, dilleri farklı olsun ne çıkar? Gaye bir ise o birlik etrafında birleşmek ve birlikte yola koyulmak gerek.
Çetinoğlu: Diğer İslam sufileri?
Okuyucu: Bu mısralarda şair aslında bütün İslam sufilerinin anlayışına tercüman olmakta. Sufi için kâinat Tanrı’nın evi ve mevcut her şey Tanrı’nın halkı olmakta.  Hal böyle olunca yaratılmışlar arasında bazılarını beğenip bazılarını beğenmemek,  sonuçta Tanrı’nın eserine ve isteğine karşı gelmek demektir.  
Çetinoğlu: Bu hususta ‘Bizim Yunus’ ne diyor?
Okuyucu: Yunusun ifadesiyle sufinin kimseyi beğenmeme ve kin tutma lüksü yoktur:
          Adımız miskindir bizim
          Düşmanımız kindir bizim
          Biz kimseye kin tutmayız
          Kamu âlem birdir bize
(Bizim tek bir düşmanımız var, o da düşmanlığın kendisi. Kimseye kin beslemeyiz çünkü sevgili olan  
Tanrı’nın yarattığı her şey bizim için birdir ve sevgilidir.)
Bütün bilgilerin başı işte bu bakışı öğrenmektir:
          Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan
          Halka müderris ise hakikatte asidir
‘Allah’ın yarattıklarına bir gözle bakmayan âlim bile geçinse gerçekte Allah’ın isteğine karşı geldiği için bir isyankâr sayılır.’
Bütün insanlar Tanrının ailesi hükmünde olduğuna göre insan kendisi için istediğini başkası için de istemelidir. Yunus bütün dinlerin bu evrensel hakikat için geldiğini söylüyor:
          Sen sana ne sanırsan ayruğa da anı san
          Dört kitabın manası budur eğer var-ise
‘Kendin için ne istiyorsan başkası için de onu iste. Dört kitabın da özü özeti budur.’
Çetinoğlu: Sufilerin yaratılış üzerine düşünceleri de dikkat çekicidir.
Okuyucu: Mesnevi’den aldığımız şu küçük nükte sufinin yaratılış karşısındaki saygısını pek güzel ifade ediyor:
Meşhur sufilerden  Behlül bir dervişe;
-Nasılsın, ne haldesin? Diye sordu. O da:
-Bu dünyadaki bütün işleri,  kendi istediği gibi olan biri nasıl olursa öyleyim. Her sabah güneş benim istediğim gibi doğup batmada. Gece yıldızlar benim isteğime göre parlamada, nehirler benim istediğim yere akmada. Hayat, ölüm, hastalık, sağlık, bunların hepsi tam benim gönlümün muradı üzere. Daha nasıl olayım!  
Behlül:
-Nasıl her şey senin isteğin üzere oluyor bakalım, diye sorunca beriki ş öyle der:
-Değil mi ki bütün bunlar Hakk’ın irade ve isteğiyle olup bitmekte. Ve mademki ben de Hakk’ın takdirine razı olmuş, O’nun isteğini istek edinmişim. O halde her şey tam olması gerektiği gibi.
Çetinoğlu: Sufilerin insan sevgisi ile hümanist felsefe arasında bağ var mı?
Okuyucu: Sufilerin bütün yaratılmışlara karşı engin saygısı vardır. Ancak sıra insana gelince bu saygı gerçek bir sevgi ve hayranlığa dönüşür. Ancak sufi hümanizminin hareket noktaları bakımından klasik hümanist anlayıştan farklı olduğunu söylemek gerekir. Hümanizmde insana duyulan sevgi yine insan kaynaklıdır. Sufi ise insanı bütün varlıklar arasında Tanrının güzelliklerini en iyi yansıtan bir ayna olması bakımından değerli bulur. Yunus’un ifadesiyle prensip şudur:
          Yaratılanı severiz yaratandan ötürü
Çetinoğlu: Mevlana’nın bu konuda akılda kalıcı bir benzetmesi var mı?
Okuyucu: Evet! Mevlana Tanrı’yı güneşe, bütün varlıkları ve insanları ise güneşin ışığını yansıtan aynalara benzetir. İnsan aynadaki ışığı sevmekle gerçekte güneşi sevmiş olur.  Çünkü ışık güneşten ayrı değildir. Bunun tersi de doğrudur: Güneşi seven O’nun ışığını yani yarattıklarını da sevmek durumundadır. Yoksa kendi kendisiyle çelişmiş olur.
Mevlana bu fikri aşk konusuna da başarıyla uygular. İslam edebiyatlarının meşhur hikâyesi Leyla ile Mecnun’da aşk önce tamamıyla insanîdir. Mecnun Leyla’yı sevmektedir. O kadar. Ancak zamanla Leyla kabından taşmaya ve bütün kâinatı kaplamaya başlar. Artık Mecnun’a her şey Leyla gibi görünmektedir. Gece O’nun saçlarıdır: Yıldızlar dişleri, ay yanağı,  güneş gülümseyişidir. Leyla’nın sokağından geçen bir köpek bile onunla ilgisi bakımından sevgili ve sevimlidir. Kısacası Mecnun Leyla’da gördüğü güzelliği artık bütün yaratılanlarda görmeye ve sevmeye başlar. Böylece Leyla gaye olmaktan çok evrensel sevgiye ulaşmanın basamağı olmaktadır. Mevlana’ya göre amaç şaraptır kadeh değil. Leyla da ilahî şaraba vasıta olan bir kadehten ibarettir. Ancak bu kadeh Leyla’ya sınırlı değildir. Görebilen göz için çevremizdeki her şey bizi Tanrı’ya götüren birer vasıta haline gelmektedir.
Çetinoğlu: Bu anlattıklarınızla günümüzün problemleri çözülebilir mi?
Okuyucu: Anlattıklarımın, günümüzün problemlerini çözmede de pratik bir değeri olduğunu düşünüyorum. Günümüzde ana meselemiz, bir yandan kendi farklılıklarımızı ve yerel kültürlerimizi korurken diğer taraftan nasıl evrensel bir barış tesis edebileceğimiz konusudur. Mevlana’nın şu beyti bu konuda fikir vericidir:
   Hem-çü  pergarim  der-pa  der-şeriat  üstüvar
   Pay-ı diğer seyr-i heftad ü  dü-millet  miküned
‘Bir ayağım sımsıkı İslam’ın üzerinde, diğer ayağımla 72 milleti dolaşıyor ve onları kucaklıyorum.’
Bu sözler bize ‘Vaymarlıyım ve dünya vatandaşıyım Yani bir milliyetim var ama aynı zamanda dünyanın adamıyım.’ Diyen Göethe’nin sözlerini hatırlatmaktadır. Demek ki burada hem kendisi kalmak, hem kendini aşmak söz konusudur.
Çetinoğlu: Bu mümkün mü?
Okuyucu: Şekil olarak hayır ruh olarak evet. Âşık Paşa gibi Mevlâna da insanlığın birliğini, dinlerin ve kültürlerin şekil birliğinde aramaz. Ona göre şekil,   çeşitli renk ve desendeki kaplara benzer. Mana ise sudur. Dış gözü kabı, iç gözü ise suyu görür. Aslolan kapta değil suda bir olmaktır. Kısacası herkes kendi dininin şeklî yapısını korumalı ama özdeki müşterek noktalar üzerinde diğer din mensuplarıyla dostça, sıcak alakalar kurmalıdır.
Çetinoğlu: Bu özelliği, Mevlana’nın; ‘dinler üstü bir şahıs’ gibi algılanmasına yol açıyor, değil mi?
Okuyucu: Mevlana’nın fikirleri Kur’an’ın Hûd suresi 118-119. ayetlerindeki esprinin şiire dökülüşüdür. Bu âyetlere göre, Allah dileseydi bütün insanlık bir tek ümmet olur, bir tek imanda birleşirdi. Fakat Allah, insanları kendi seçimlerinde serbest bırakmıştır. O halde diyebiliriz ki günümüzde muhtaç olduğumuz evrensel değerlerin pek çoğunu kendi bünyesinde barındıran İslam sufizmi bu prensipleri dine rağmen değil doğrudan doğruya dinin kendisinden almaktadır.
Görülüyor ki Mevlana, 7 asrı aşkın bir zaman önce, bugün bile ulaşamadığımız bir kozmik evrensel
kültüre, bir kültürler üstü düzeye ulaşmış ve bunun gereklerini de yaşamıştır. Nicholson, Rûmî’nin
-ilahî Komedya’sında İslam Peygamberi’ni cehennemde tasvir eden- Dante’ye üstünlüğünden bahsederken, şöyle der: ‘Rûmî, Dante’nin doğumundan birkaç yıl sonra öldü. Fakat Hıristiyan şair, çağdaşı Müslüman şairin ulaştığı enginlik, merhamet ve hoşgörüden uzaklardadır.’
Çetinoğlu: Mevlana’da insan sevgisini nasıl yorumlamak gerekir?
Okuyucu: Mevlana ve diğer sufilerin ‘Yalnız başkalarını düşünme’ diyebileceğimiz sevgisi ancak nebilere ve velilere mahsus olan karşılıksız ve ayrımsız bir sevgidir. O insana toprak gibi,  güneş gibi, su gibi olmayı öğütler. Toprak, güneş ve su insanlığın ortak nimetleridir. Su hiçbir kirden iğrenmez ve bütün kirleri temizler. Yağmur din ve dil seçmeden bütün tarlalara yağar, güneş her bacadan girer.  
‘Gök kubbe evim, insanlık ailem.’ Diyen Rumi de kendisini insanlığa adayan böyle büyük ruhlardandır.
Mahatma  Gandhi’nin de  dilinden  düşürmediği şu  beyti onun  bu  dünyaya gelişini  özetler  gibidir:   
                   Ma-bera-yı  vasl kerden amedim
                   Ne  bera-yı  fasl kerden  amedim
(Biz fasl’a  yani  bölmeye, parçalamaya   gelmedik, vasl için; yani   ayrılanları  buluşturmaya, düşmanları  dost  etmeye,  uzak  düşenleri  buluşturmaya  geldik.)
Aynı fikre Yunus Emre de şu beyitle tercüman olur:
       Gelin tanış olalım işi kolay kılalım
       Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz
Çetinoğlu: Mevlana ve Yunus öğretilerinin günümüze yansımalarından söz eder misiniz?  
Okuyucu: Evrensel birlik ve sevgi anlayışının günümüze yansımalarını, ‘Diyalog hareketi’ olarak adlandırılan çalışmalarda görüyoruz. Bu çalışmaların ilham kaynağı; Mevlana ve Yunus gibi sufiler olduğu kadar İslam’ın da bizzat kendisidir. Bu hareket farklı fikirleri bir araya getirerek bir hoşgörü zemini oluşturmakta  ve farklı dinler arasında kalıcı bir   barış ortamının oluşmasına  hizmet  etmektedir.  
Dileyelim ki Mevlana sevgisi, bu fikirlerin yayılmasına hizmet etsin. Dileyelim ki doğudan batıya, güneyden kuzeye dünyadaki bütün insanlar tek bir anne ve tek bir babanın -Havva ile Âdemin-  çocukları olduklarını yeniden hatırlasınlar. Dileyelim ki gitgide küçülerek global bir köy haline gelen dünyada kalplerimiz de birbirine yaklaşsın.
Prof. Dr. CİHAN OKUYUCU
1959 yılında Sakarya’nın Hendek ilçesinde doğdu. İlk ve orta tahsilini Hendek’te yaptı. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Fakülteyi bitirdiği yıl Süleymaniye Kütüphanesinde çalışmaya başladı. 1985’te Eski Türk Edebiyatı sahasında doktorasını tamamladı. 1986’da Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçti. 1990’da doçent, 1996’da profesör oldu. 1998’de İstanbul Fatih Üniversitesinde ders vermeye başladı. 2010 yılından itibaren Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde derslerine devam etmektedir.
Acun-Türkçenin Gücü, Türk Edebiyatı dergilerinde ve Zaman Gazetesi’nde yazdı.
Yayınlanmış eserlerinden bazıları:
Roman: İçimizdeki Mevlâna: (2002), Denemeler: Zamana Adanmış Sözler: (2002), Gezi notları: Göz Hakkı Gönül Armağanı: (2002), İncelemeler: Eyüp Sabri Paşa, Mir’ât-ı Haremeyn: (1986), Cinanî / Hayatı, Eserleri, Divanının Tenkitli Metni: (Doktora tezi, 1994), Hilmi, Bahru’l-Kemâl: (1995), Hazînî, Cevâhirü’l-Ebrâr min Emvâc-ı Bihâr: (1995), Ereğlili Türabî Divanı: (2004), Divan Edebiyatı Estetiği: (2005).Mevlana  Konuşuyor (2008)

İnsan ve Hakları

“Hak” kavramı, haksızlığın karşıtıdır.

İnsanın gerçek anlamıyla “İNSAN” niteliğine ulaşabilmesi, yalnızca “insan” olmaktan kaynaklanan bir dizi hakka sahip olmasıyla mümkündür.

Tarım Devrimi ile başlayan “ürün fazlasına ve toprağa el koyma” ve bunun sonucu ortaya çıkan “İŞBÖLÜMÜ ve ÖZEL MÜLKİYET” insanlar arasında farklılıklar yarattı.

Toprağa ve ürün fazlasına el koyanlar, güçlerini korumak ve daha da büyütmek için “DEVLET” kurdular;  yasalar koydular, silahlı güç oluşturdular.

KÖLE DÜZENİ ile daha bir zenginleştiler.

Kölelerin hiçbir hakkı yoktu. Yaşama güvencesi de yoktu.

“İkinci Büyük Devrim” diye nitelendirdiğimiz “SANAYİ DEVRİMİ” ile insanlık tarihinde yeni bir süreç başladı.

Bu kez egemen sınıf, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan kentsoylulardı.

İnsan emeği, insan bedeni hoyratça sömürüldü, yeni sınıfın daha da güçlenmesi sağlandı.

Ama, mülksüz ve emeği ile yaşamak zorunda olan insanlar “insanca yaşamak” için seslerini yükseltmeye, bazı haklar istemeye başladılar.

Yaşama güvencesi,  daha kısa süreli çalışma hakkı, yaşanabilecek bir ücret, eğitim, sağlık, adalet istiyorlardı.

Egemen sınıfın ise bu hakları öyle bir çırpıda vermesi beklenmiyordu. Ama bu temel insani haklar için verilen mücadelelerde çok kanlar aktı…

Dünya, egemen sınıfın kendi arasındaki “güç ve pazar kavgası” olan iki büyük savaşta milyonlarca kurban verdi.

Nihayet, 1948 yılında, Birleşmiş Milletler’de “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” hazırlandı ve üye devletlerce onaylanarak, “Anayasal Haklar” arasına girdi.

Girdi de, dünyada insan hakları sorunları ortadan kalktı mı?

Hayır!

Aksine, “küresel güçler” haline gelen “Çok Uluslu Şirketler” sözde bu hakları kabul ederken, “özde” bu hakları bir bir çiğnediler!

Hakların en kutsalı olan “YAŞAMA HAKKI”  savaşlar ve terörle çiğnendi.

“Faili meçhul inayetler!” hız kazandı.

Doğal kaynaklar insafsızca tahrip edildi ve dünya insanlığı açlığa ve doğal felaketlere sürüklendi.

İnsanlık, tekelci büyük sermaye gruplarının “aptal tüketicileri” haline getirildi!

İnsan hakları, büyük ölçüde Anayasalarda ve yasalarda çürütüldü, gün yüzü gösterilmedi!

İnsan, insan olmaktan kaynaklanan temel haklarına sahip çıkabilmek için önce “özgür insan” olabilmeli!

Özgür insan, başkasına muhtaç olmadan, biat etmeden, kendi emek ve onuruyla yaşayabilen insandır.

Özgür insan, kendisini “kul” ya da “köle” kılmaya çalışan egemen güç ve onun siyasal maşalarının farkına varabilen ve karşısında insanca dikilebilen insandır!

Şimdi, hep birlikte düşünelim; “Özgür insanların dünyasında mı yaşıyoruz?”

Yoksa, kölelik giderek yaygınlaşıyor mu?

Küresel sömürünün farkında mıyız?

“Demokrasi götürmek” yalanlarıyla birbirine kırdırılan ve en büyük zenginlikleri “işbirlikçiler” aracılığı ile küresel güçlere peşkeş çekilen mazlum insanlar bu büyük ahlaksızlığın farkında mı?

Bu ülkede yaşayan insanlar, küresel sömürü ve insanca haklarının ayaklar altına alındığının farkında mı?

Yoksa,  kapısına konulan bir torba erzak ya da kömür uğruna “zincirsiz köleliğe” razı mı?

 ·        Bugün, bu kentin değerli bir insanı ERTEN OKANÇAY’ın ölüm yıldönümü. Saygı ile anıyorum…

Yeni Anayasa Kime Hizmet Edecek?

Yeni anayasa tartışmalarında gözden kaçan bir gerçek var. Türkiye’ ye dışarıdan milli ve üniter yapıyı bozucu, Türklüğü dışlayıcı sürekli tavsiyeler yapılıyor. Buna Barzani ve Talabani bile katıldı. Küresel gücün çıkarlarına göre bir Türkiye şekillendirilmeye çalışılıyor.

Bu sadece Türkiye ile  ilgili değil. Anayasa değişikliği emperyal gücün kıskaca aldığı ülkeler için de geçerlidir. İleride İslamın ve Orta Doğu’nun şekillendirilmesinde ”bak Türkiye bunu yaptı sen de aynısını yap” şeklinde bir dayatma yapılacaktır. Bütün gaflet ve ihanete bulaşmamış dernek ve vakıfların buna yasal tepki göstererek yenianayasa@tbmm.gov.tr  adresine görüşlerini bildirmeleri gerekiyor.

Sadece hedefte anayasa yok. Geçen hafta İstanbul da gerçekleştirilen ve ABD Başkan Yardımcısının da katıldığı ”Yeni Başlangıçlar İçin Ortaklıklar” ve yine İstanbul’ da yapılan ” II. Küresel Girişimcilik Zirvesi ne katılan Orta Doğu ülkelerine ABD güdümlü nasıl bir ekonomik düzen kurmalarının gerektiği adeta dikte ettirildi. Küresel girişimcilik zirvesinde konuşan Prof. Dr. Ekmelettin İhsanoğlu ABD ile İslam dünyası arasında işbirliğinin geliştirilmesinin istendiğini söylemiştir.

Sağdan ve soldan emperyal gücün mutfağına malzeme taşıyanlar adeta yarış halindedir. Bir dönem Sovyet emperyalizmine karşı ülkelerini koruyor gibi görünüp doğrudan veya dolaylı ABD çıkarlarına hizmet edenler bugün uyanmak durumundadır. Türkiye’den Kars ve Ardahan’ın talep edildiği dönemlerde NATO üyeliği peşine düşmüştük. Belki o ortamda bu yadırganacak bir şey olmayabilirdi.

Ancak Sovyetlere karşı Müslümanların kullanıldığı yeşil kuşak hareketi’de kullanılanlar, kullananlara tabi olma hastalığından bir türlü kurtulamadılar. Hala soğuk harp şartlarının ve ABD- Sovyetler mücadelesinin geçerli olduğunu zannediyorlar. Oysa dengeler değişti; tek patronlu dünya bütün dini grup ve ülkeleri eşgüdüm altına alınmaya çalışıyor. İslam ve müslümanlar ılımlılaştırılarak devşiriliyor. Dostluk ve müttefikliği milli çıkarlar tayin ediyor. Yeşil kuşak hareketi ve soğuk harbin ABD’yi içimize ve kurumlarımıza fazlaca nüfuz ettirdiğini bazılarımız hala görmezlikten geliyor.

Aslında sağcıyla milliyetçi arasındaki fark da günümüzde netleşiyor. Birçok sağcı var ki dün de bugün de milliyetçi olamadı. Bir kısım sağcılar, küresel emperyal güce hizmet eden blok da bazı liberallerle, bazı İslamcılarla ve aşırı soldan devşirilenlerle ortak cephe kurmuşlardır. Türkiye’nin ve İslam ülkelerinin Büyük Ortadoğu Projesine yönlendirilmelerine yardımcı oluyorlar! Ne de olsa Müslümanlar kardeştir, kardeşler de herhalde birbirlerine böyle günlerde yardımcı olabilirler!

Toplantıda Devlet Bakanı Sayın Ali Babacan da inciler döktürmüş. Serbest ticaret anlaşmalarının yapılmasının, arttırılmasının vizenin kaldırılarak serbest ekonomik hareketliliğin sağlanmasının, Bölgeyi ve bu coğrafyayı ayağa kaldıracağından bahsediyor. Kısaca serbest piyasa ekonomisi ve liberal bir reçete sunuyor. Oysa Dünyada tam ters bir gelişme var.

Gelişmiş ülkeler piyasaların pek serbest olmasına razı olmuyorlar. AB içinde de korumacı, milli, politikalar öne çıkıyor ve AB sallanıyor. ABD kendi piyasalarını rahatlatmak üzere, eurodaki istikrarsızlık, durgunluk ve hantallığın kendisine yansımasını önlemek için altı büyük ülkenin merkez bankalarına likidite arttırıcı tedbirler aldırmıştır.

Çin Merkez Bankası zorunlu karşılıklarda indirim yapıyor, parasının aşırı değerlenmesini önlüyor ve ihracatı arttırıyor. Kaldı ki Çin’in cari açığı değil, fazlası var. Türkiye ise cari açığı kapamak için sıcak paraya dayanıyor. Karşılığında da varını yoğunu satıyor. Yüzlerce örnek sayın Babacan’ı tekzip ediyor.

Her alanda milli çıkarların ön planda düşünülmesi gereken bir dönemi yaşıyoruz. Bazıları gerçekleri görmese de …