23.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1076

Depresyondayım; Çünkü Ev Hanımıyım!

0

Ev Hanımlığı Nedir ?

Dünyanın en zor mesleğini, sosyal haklar olmadan, maaşsız, ikramiyesiz, üstelik de sürekli ukalalık yapan, para kazandığını yüzüne vuran bir adama ve muhtemelen şımarık çocuklara karşı icra etmeye çalışan kadın türü…

veya teknolojinin ileri medeniyetler seviyesine erişmediği dönemlerde kullanılan; çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, elektrikli süpürge ve gündelikçi kiraz hanımın yaptıklarını toptan yapabilen çok fonksiyonel, mümtaz bayan şahsiyet…

Peki Depresyon nedir?

Depresyon üzerimizdeki sorumlulukları artık kaldıramadığımız bir ruh halidir.

Bu ruh haline seyirci kalıp kendiliğinden geçmesini beklemek, çoğu zaman bu tablonun daha da derinleşmesiyle sonuçlanır.

En kötüsü, kişi bazen kendisini o kadar çaresiz, o kadar aciz  hisseder ki, her şeyi çözümsüz görür.

Ölümü düşünenler olur. Hatta ölümü bir çözüm veya kurtuluş olarak algılama yanılgısına dahi düşebilirler.

Depresyon bir mutsuzluk ve umutsuzluk halidir. Kimi zaman sinsi sinsi ilerler. Kimi zaman aniden bastırır. Her ne şekilde gelirse gelsin ısrarcıdır. Bir kez birisinin hayatına girdi mi kolay kolay gitmeyi istemez.

Depresyon karanlıktır. Her geçen gün hayatı bir parça daha karartır. İnsanı içine çeker. Hayata ilginizi kaybetmeye başlarsınız. Daha önceleri yapmaktan keyif aldığınız uğraşlarınız size çok uzak gelmeye başlar. Yaşadıklarınızdan ya eskisi gibi keyif almıyorsunuzdur, ya da içinizden bunları yapmak bile gelmiyordur. Adeta hiç bir şey size zevk vermiyor gibidir.

Depresyon dengeleri bozar. İştahınız ya tümden kaybolmuş gibidir veya iyice artmıştır. Ama artık eskisi gibi değildir. Kısa süre içinde ciddi kilo kayıpları veya ciddi kilo alımları olabilir.

Uykular da eskisi gibi değildir. Uykusuzluk sık rastlanan bulgulardan biridir. Bazıları geceler boyunca uykuya dalma mücadelesi verir. Bazıları bir kez uykuları kaçtıktan sonra bir daha dalamamaktan muzdariptir. Bazılarının ise uykuları öyle bir artmıştır ki, yataktan çıkamaz, çıkmak istemez.

Depresyon içimizdeki hayat enerjisinin düşmanıdır. Bizi enerjisiz bırakır. Aynı işi yapıp daha çok yorulanlar, bir zaman sonra hiç iş yapamaz hale gelebilirler. İnsan kendisini yavaşlamış ve bitkin hisseder. Günlük ev işleri gözde büyümeye başlar. Yemek dahi yapmak istemeyen ev hanımları olduğu gibi, işindeki verimliliğini kaybetmeye başlayan beylere de sıkça rastlanır.

Depresyon bir süreçtir, bir günde gelip geçen bir ruh hali değildir. O süreç içinde insanın kendisine olan inancını ve güvenini yıkmaya başlar. Olaylara olumsuz tarafından bakmaya ve öyle algılamaya başlarız. Bazıları kendini değersiz hisseder. Bazıları ise, günlük yaşamda karşılaştıkları en küçük bir olumsuzluğu genelleştirerek, kendilerini şanssız veya beceriksiz olarak etiketlerler. Konsantrasyon da bozulabilir. Okuduğunu anlayamayanlar veya konuşulanları takip edemeyenlere sıkça rastlarız. Düşünceleri belli bir konu üzerinde yoğunlaştırabilmek güçleşir.

Depresyondaki kişi sıkıntıdadır. Sosyal ilişkileri de eskisi gibi değildir. Bazıları içine kapanır, arkadaşlarından ve çevresinden uzaklaşmaya başlar. Kimseye tahammülü yoktur. Bazıları ise sinirli hatta saldırgan olmaya başlar.Çevresindeki insanları çok kolay kırabilir.

Kadınların Depresyona Girme Belirtileri

  • Sürekli olarak hüzünlü kaygılı ya da “boşluk” hissi ile nitelenen duygu durumu
  • Ev içinde eşiyle paylaşamadığı şeyleri ailesi ve arkadaşlarıyla paylaşmaya çalışması
  • Ruhsal ve psikolojik olarak çökme, sürekli kötü bir şey olacak duygusuyla yaşamaya başlama
  • Sosyal yaşamdan uzaklaşma, günlük aktivitelere ilginin azalması
  • Huzursuzluk çabuk irkilme ve aşırı ağlama
  • sık sık ağlama isteği,
  • kişisel bakımda özensizlik,
  • umutsuzluk,
  • kimsenin kendisiyle ilgilenmediği düşüncesi,
  • alkol ya da madde kullanımına başlama,
  • suçluluk duyguları,
  • karamsarlık,
  • yoğun kaygılar,
  • kendine güvenin azalması,
  • konsantrasyon güçlükleri,
  • dikkatini toplama hatırlama ya da karar vermede zorluk,
  • sinirlilik,
  • uzun süren üzüntü,
  • tekrarlayan ölüm ve intihar düşünceleri,
  • enerji azalması, yorgunluk, “yavaşlama” hissi
  • uykuda düzensizlik (aşırı ya da çok az uyku),
  • iştahın aşırı artması ya da azalması,
  • neşesizlik, hayattan keyif almama,
  • tahammülsüzlük,
  • cinsel istekte azalma veya ilgi duymama
  • içine dönme,
  • sürekli geçmişe yönelik pişmanlıkları ve hataları düşünme,
  • kendini değersiz görme, yorgunluk,
  • kendini boşlukta ve işe yaramaz hissetme.

İçinden çıkılmaz bir hal alan ruhsal durumunun daha da kötüye gitmemesi için kadının izleyeceği en önemli yol, bir uzman yardımıyla içinde bulunduğu durumu aşmaya çalışmasıdır.

Kadınların Depresyona Girme Nedenleri

Evliliğe Bağlı Nedenler

  • Kıskançlık ve sahiplenme duygusu
  • Baştaki heyecanın azalması ya da bitmesi
  • ‘Senin ailen benim ailem’ tartışması
  • İletişim bozukluğu
  • Kadınlara ailede ve toplumda daha fedakar bir rol verilmişken erkeklere baskınlık hatta kadınları suistimal etme hakkı verilmiştir. Evlilik her zaman kadına yardımcı bir durum değildir.

Doğuma Bağlı Nedenler

  • Doğum sonrası depresyon
  • Aşırı yorgunluk ve uykusuzluk
  • Vücuttaki bozulmalar
  • Sosyal hayatın kısıtlanması
  • Artan sorumluluk duygusu

Sosyal Roller

  • Sosyal psikologlara göre, özsaygımız ve stresimizin büyük çoğunluğu, anne, baba, çalışan, patron, sevgili, öğrenci gibi rollerimizden daha doğrusu ne yaptığımızdan kaynaklanır.
  • Bu sosyal rollerimiz aynı zamanda bize statü, sosyal kabul ve kendine güven sağlıyor. Üzücü olmakla birlikte bugün çocuk yetiştirmek ve ev hanımı olmak, modern toplumda statü oluşturucu bir rol sayılmıyor.

Biyolojik Nedenler

  • Kadınlarda depresyonun daha sık görülmesinin nedeninin üreme biyolojisindeki farklılıklardan kaynaklanabileceği düşünülür (bazı hormonların seviyesi gibi).
  • Aynı zamanda kadın ve erkek beynindeki bazı farklılıklardan da kaynaklanıyor olabilir. Duygusal uyarılar kadın ve erkek beyninde farklı değerlendiriliyor olabilir.

Düşünsel Çarpıtmalar

  • Ya hep ya hiç düşüncesi : Olayları siyah ya da beyaz olarak kategorize edersiniz. Eğer performansınız azalırsa kendinizi tamamen başarısız bulursunuz.
  • Aşırı genelleme: Tek bir olumsuz olayı sonu gelmez bir yenilgi kalıbı olarak görürsünüz.
  • Akıl süzgeci: Tek bir olumsuz detayı seçip onun üzerine yoğunlaşmak.
  • Olumluları değersizleştirme: olumlu şeyleri bu sayılmaz diyerek yok sayma
  • Sonuçlara atlama: Sonuç olarak bir şeyin olumsuz olduğuna dair yorumlar yapma
  • Düşünce okuma: Birisinin hakkınızda olumsuz düşündüğünden eminsinizdir bunu doğrulama gereği bile duymazsınız.
  • Kehanet hataları: Hislerinize dayanarak olayların kötü gideceğine inanmak
  • Büyütme ya da ufaltma: Olumsuz şeyleri büyütme güzel olanları ise küçültme.
  • Duygusal ilişkilendirme: Hissettiğiniz şeylerin gerçek olduğunu düşünmek
  • ”Olmalılar”konumu: “Yapmalıyım” larla kendinizi motive etmeye çalışırsınız ancak engellenmiş hissedersiniz motivasyonunuz azalır. Sonuç suçluluk duygularıdır.
  • Damgalamak ve yanlış damgalamak: Bu aşırı genellemenin uç bir örneğidir. Hatanızı tanımlarken sonuna da yani ben başarısız bir insanım diye ekleyiverirsiniz.
  • Kişiselleştirme: Sizin sorumluluğunuzda olmayan bir çok olaydan dolayı kendinizi suçlarsınız.

Kadınlar Hayatta En Çok Ne İster?

Harun Reşit kendisine karşı ağır bir suç işlemiş generale bağışlanması için bir şart koşar… “Hayatını bağışlarım ama bir şartım var , der.

‘Kadınlar hayatta en çok ne ister?’ budur bilmek istediğim…

Bu sorunun yanıtını getir ,kurtar kelleni der.”

General sorar soruşturur bu çetin sorunun yanıtını aramaya başlar ve

Kaf dağındaki bir cadının bunu bildiğini öğrenir….

Günlerce gecelerce at koşturur, cadıyı bulur ve sorar:

-Kadınlar hayatta en çok ne ister?

Korkunç cadı yanıt için öyle bir şart ileri sürer ki yenilir yutulur

cinsten değil…..

-Evlen benimle!!!!….. O zaman öğrenirsin ancak istediğini…

Bu ölümcül teklifi kabul eder General ve doğru yanıtı alır almaz koşar Harun Reşit’e ve

-Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister!. der..

Harun Reşit Generalin hayatını bağışlar ancak cadıyla da evlenmek için söz vermiştir.

Neyse evlenirler. İlk gece General bir bakar ki  o korkunç cadı dünyalar güzeli bir afete dönüşmüş karanlık odada…

Konuşur cadı :

-Benim kaderim böyle…. Günün sadece yarısı güzel olabilirim, diğer yarısı çirkinim der.

Ne dersin? Geceleri seninleyken mi güzel olayım, yoksa gündüzleri dışarıdayken mi?

General düşünür ve :

– Sen bilirsin kararı kendin ver der. İşte o an korkunç cadı sonsuza dek güzel bir kadın olarak kalır….

Sonuç olarak;

– Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek isterler.

– Özgür iradesiyle hareket eden bir kadın her zaman güzeldir.

Hac İntibaları

2011 yılının benim için önemi, Hac farizasını yerine getirme fırsatını bulmamdı. Kutsal topraklara gidilir de, hiç eli boş gönlü boş dönülür müydü? Yola ilk çıktığımda kulaktan dolma bir takım bilgi zerrecikleri, bir sürü zan ve bir o kadar da araştırma isteği yanımdaydı. Ta ki uçağımızın Medine semalarında inişe geçtiği ana kadar.  Her şey bir zandan ibaretti. Gecenin siyah örtüsünü Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’nın(s.a.v) Haremi, mescidi kendi ışıltısıyla aydınlatmıştı.  Yeryüzündeki büyük mücevheri seyretmemiz için uçağımız adeta ağırdan alıyor, bize bu eşsiz manzarayı sunuyordu.

Gündüz gözüyle Mescidi Nebevi güneşle taçlandırılmış bir ışık ve temizlik bahçesiydi. Orada, Peygamberimizin (s.a.v) ebedi uykusuna yattığı mevkide bir hafta sular gibi çabucak geldi geçti.

O bir haftadan geriye kadın muhafızların Türkçe “otur teyzem, otur!” komutları, herkesin birbirinden geçecek yol isterken “tarik, tarik” deyişi ve Türklerin Arapça en elzem cümleleri olan “kem riyal?” (Kaç riyal?) sorusuna Arapların  “yirmi riyal, otuz riyal” diye Türkçe cevap vermeleriydi. İnsanlar savaş, kavga dövüş olmadığı zamanlarda birbirleriyle ne kolay anlaşabiliyorlar.

Medine’de vaktimizin çoğu Ravza ve civarında geçtiğinden biz Türkler birbirimizle çok fazla ilgilenmiyorduk. Ama ne zaman ki Medine’den Mekke’ye vardık ve otelimize yerleştik, işte orada kendimizi, birbirimizi daha yakından tanımak, teşhis etmek mümkün oldu. Bizler, Hacdaki Türkler, yemek yemeyi ne kadar da önemsiyor ve ne kadar çok ekmek yiyorduk! Şaşırmamak elde değildi. Diyanetin verdiği kahvaltı ve akşam yemeği ellili altmışlı yaşlarda olan hacılar için aslında gayet yeterliydi. Ne meyvesiz, ne tatlısız kalıyorduk. Buna rağmen ekmeğe olan düşkünlük bir başka türlüydü. Fakat bunun milli bir alışkanlık olduğunu, aşağı yukarı her birimizin vücut yapısı adeta haykırıyordu Kâbe’de. Bizler, fazla uzun olmayan ama belleri kalın güçlü kuvvetli insanlarız. Bunu tavaf ederken diğer milletlerin fertleriyle karşılaşınca anladık. Afrikalı hacılar atletik yapılı, Pakistanlılar da bir miktar yağlanmışlar. Onların da göbeklisi çok. Hintliler mülayim insanlar. Lakin Afgan hacılar hem zayıf hem de mücadeleci bir vücut geliştirmişler. Tavaf esnasında bir onların, bir de biz Türklerin arka saflarda kalmaya hiç tahammülleri yok. İlginçtir, tavaf dönüşleri hep birlikte yapılıyor ve neresinden baksanız daire çizen bir yürüyüş. Bunun önü ne, arkası ne ola? Fakat bir omuz darbesiyle öne geçmenin, acele etmenin hikmetine pek varamadık.

Asya’nın ortalarından gelmiş hacılarımız vücut yapıları itibariyle muntazam, hareketlerinde belki de tabiatla biraz daha içli dışlı yaşıyor olmanın getirdiği hoş bir esneklikleri var. Asabi değiller. Onlar gibi Endonezyalıların tavırları da takdire şayandı. Sessiz, gürültüsüz, kibarlar. Hanımların bazısı Haremi Şerif dâhilinde namaz vaktini beklerken çoğu ellerinde Kur’an, okuyarak bekliyorlar. Aralarında dudak boyasıyla gelenler gördük. Bakımlı, temizler ve galiba Huzur’da en güzeli olmak istiyorlardı.

Otelimize geri dönecek olursak, milletçe bir vasfımızı daha fark etme imkânı bulduk. O da, bir Türk’ü, oturduktan sonra asla yerinden kaldıramazsınız. Az ileri gitmelerini bile isteyemezsiniz. Bakın, bu vasfımızı çok önemsiyorum. Çünkü bu huyumuz yüzünden olsa gerek Almanya’ya gider, orada oturur kalırız. Amerika’ya gider, hemen kendimize bir yer buluveririz. İş sahibi, ev sahibi, dükkân sahibi olanlarımızın başarısında bu hasletimizin izlerini gördüm. Türk bir yeri gözüne kestirdiyse orası onundur. İki iki daha dört. Şuradan ispatlıdır ki, kendi oturduğu yerle yetinmez, arkadaşı için de en yakın sandalyeyi ayırmıştır, üstüne çantasını koymuştur ve “sahibi var!” deyiverir.

Milletime ait bir başka hususu otelimizin asansöründe ve çamaşırhanesinde müşahede ettim. Yemeklerden sonra aynı dakikalarda odasına çekilme arzusuyla asansör önlerinde biriken kalabalığı kimse dağıtamıyordu. Asansör sayısı belli, taşıyacağı yük belirtilmiş fakat herkes hep birden içeri girmek istiyor. Bunun mümkün olup olmayacağı basit mantık işiyken, devreye giren akil adamlar kadınların ayrı, erkeklerin ayrı asansörleri kullanması önerisini getirdiler. Fakat ne mümkün! Biz kendimizi arka plana asla attırmayız. Öncelik bizim! Fakat hangimizin? Otelin teras katına koyduğu çamaşır makinelerinin başında da aynı şahsi gayretkeşlikler. “Çamaşırını kimin ipine astın? Bunlar benim mandalım” gibisinden incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler. İşte işler orada tatsızlaşıyor, gereksiz laflaşmalar, bulunduğumuz kutsal beldenin havasına çok da olumlu, huşu dolu nefesler katmıyor.

 İstanbul kafilesi olarak bize verilen hocalarımızın çoğu Arapça ve İngilizce biliyorlardı. Bunun faydasını Arafat’tan dönerken, taksi kiralamalarda ve otobüs şoförleriyle iletişimimiz sağlanırken gördük. Orada Hacılara hizmet veren şoförlerin bir kısmı Arap, bir kısmı Pakistanlıydı. Oteldeki kat görevlisi gençlerse daha çok Etiyopya’dan veya diğer Afrika ülkelerinden.

Gerek Medine-i Münevvere’de gerekse Mekke-i Mükerreme’de insanın buluşçu, icatçı yanını harekete geçiren bir uygulama bizi hayli düşündürdü. Zaman zaman tebessüm ettiğimiz de oldu. Malum, Hac mevsimi dolayısıyla çok büyük bir kalabalık var ve her millet, kendi kafileleri için ama nedense özellikle bayanlara “kaybolmasınlar diye!” başörtülerine değişik fiyonklar, bez çiçekler takmışlar. Bu yetmezmiş gibi ait oldukları hac organizasyonunun veya kendi telefonlarının numaraları, (aynı bizde eskiden devletin tekelinde olan şeker çuvalları üstündeki yazılar gibi) başörtülerinin arka tarafına kalın rakamlarla basılmış. Afrika’nın hangi ülkesiydi bilemiyorum, ülkelerinin haritasını renkli olarak giysilerine dokumuşlar. Turuncu yeşil mavi veya siyah turuncu yeşil. Hep bir içecek markasını çağrıştıran renklerdi. Bir Endonezya kafilesinin bayanları örtülerine kocaman birer mor zambak figürü takmışlar. Aynı onlar gibi bizim Anadolu şehirlerimizden gelen kafilelerin örtülerine de buna benzer kurdeleler, sümbüller, güller takıştırılmış. Fikir pek güzel, pek renkli amma bizim hanım hacılarımız gelmiş altmış beş, yetmiş yaşına. Pembe kurdeleler, turuncu fularlar, salkım söğütler misali yanlarından yörelerinden sarkınca insan üzülüyor. Yakalarında taşıdıkları kırmızı ay yıldızlarıyla onları nerede olsa tanırlar. Ve nitekim Harem-i Şerif’te birçok Pakistanlı çift, ay yıldızımızı görüp bizle tokalaştılar. Sarılıp öpenler de çabası.

Mekke ve Medine’de o mahşerî kalabalıklar içinde İslam dininin ne kadar kucaklayıcı ve ne kadar kaynaştırıcı olduğunu bir kez daha görmek insanı sevindiriyor. Ne var ki her gördüğümüz bizi aynı derecede sevindirmedi. İslam bunca kucaklayıcı, bunca “diğergâmlaştırıcı” özelliğe sahipken, Peygamber Efendimizin mübarek Hutbe’sini irad ettiği yere, Cebelirahme’ye vardığımızda, tepeye tırmanırken merdivenler üstüne sıra sıra yatmış, ağlaşan ve hatta yerlerde kıvranan bir sürü kız çocuğu gördük. Sekiz on, on iki yaşları civarında. Hacıbaba hacıbaba diyerek yalvaran bu çocuklar bizlerden para dileniyorlardı. Hazreti Muhammed (s.a.v)’in dininde dilenmek, hele ki onun doğduğu topraklarda dilenmek, dilendirmek… Bunları görmüş olmak bizlere yeterince giran geldi. Ne tuhaftı ki çocukların kolları hep aynı yerden kopmuş.

Oysa Zemzem Tower adıyla anılan o heyula binalar öbeği bu bahsettiğim Rahme tepesine on-on beş kilometre mesafede.  Bu dilenciler çoğalarak Kabe’nin duvarlarına kadar gelirlerse, onlara meşru başka faaliyet alanları açılmazsa, bu alayişli binalarının heybetine gölge düşer. İslam topluluklarında yoksulluğun, dilenmenin yeri, mazereti olmasa gerek.

Zemzem gökdeleni üzerine bizim Türk hacılarının aşağı yukarı ortak kanaatleri hep aynı: Ne gereği vardı ki/ Kâbe’ye fazla yakın./ Kâbe’yi aşağıda bırakmış…

Ben, teknolojik her gelişmenin İslam ülkelerinde yaşanmasını arzu ederim. Bu dinin insanları modern hayatın her nimetinden istifade etmelidir. Lakin bilinçli kullanımla. Şuurla, hak ederek, isteyerek ve bu dine hakikaten layık olarak. Evet, Kâbe’ye çok fazla sokulmuş. Yalnızca gökdelen mi? Hayır! Çevresindeki otel inşaatları da öyle. Çok fazla yakın. Sanki koskoca Mekke şehrinde hiç yer kalmamış gibi.

Şuur deyince Harem-i Şerif’in içinde aşağı yukarı her bir revakın altında, başlarımız üzerinde beşer onar metrede bir,  saat asılmış. Beş vakit namazın birebir yaşandığı bu mübarek yerde saatin, vaktin önemi çok büyük. Eda edilen bir vakit namazının ardından hemen gelecek namazın ne zaman olduğunu bu saatlere bakıp öğrenebiliyoruz. Çok güzel. Ama saatlerin, İslam toplulukları için en önemli şey olduğunu Kur’an açık seçik beyan etmiş zaten. Bu saatler boşuna mı? “Bir işi bitirdiğinde hemen başka bir işe koyul” diyen ayet, İslam topluluklarına  “asla boşa geçirilecek bir saniyeniz yok” demek istiyor. Kâbe’deki saatlerin çokluğu bana bu ayeti hatırlattı. Bir tek o mu? Zemzem gökdeleni önündeki saatli meydanda uyuklayan, uzanarak uykular çeken, yan yatarak diğer namazı bekleyenleri görünce yine o ayeti hatırladım.

Başarılı bir organizasyonla, Diyanetin çatısı altında gidilen Hac seferinde İstanbul kafilesiyle kazasız belasız sağ salim döndük. Bizlerden hiç kaybolan olmadı. Zaten kaybolmamıza imkân yok. Zira bir bakışta anlaşılıyor Türkler. Üçü beşi bir araya gelmiş hemen oracıkta oturmuş bir şeyler yiyen birileri varsa hiç tereddüdünüz olmasın, onlar bizdendir. Yemek bahsine fazlaca değinmemden alınacaklar varsa onlara bu meselenin iyi, güzel yönünü de anlatmalıyım. Bizler çok yiyoruz ama yiyeceklerini başka milletlerin insanlarıyla paylaşan yegâne milletiz. Bunu da teslim edelim.

Anlaşıldığı kadarıyla Suudiler batı ülkelerinin yiyecek markalarına kapılarını açmış. Kızarmış tavuk dükkânlarından tutun her türlü pasta, şekerleme bulunabiliyor. Büyük sayılabilecek alışveriş merkezlerinde rastladığımız ürünlerin çoğu ithal ürünler. Zemzem Gökdeleninde yer alan yiyecek mağazalarında her milletin damak zevkine hitap eden yemekler bulunabiliyor. Ama öğle saatlerinde önünde uzun kuyruklar olan dükkân, Türklerin kebapçısı! Yetmiş iki milletin âdemleri o kuyrukta.

Simit, şu bizim ucuz ve lezzetli çıtır simit eğer Zemzem kulesinde satışa sunulabilse her halde bundan bütün dünya hacıları lezzetdar olur. İnşaallah diyelim.  Mekke, o yatırımcıyı bekliyor.

Bunca kalabalığın yemesi, içmesi düşünülmüş. Tabii olarak Suudiler tuvaletleri de ona göre bolca tutmuş. İhtiyac duyana bu tuvaletlerde duş imkânı da var. Suyun kıt olduğu bir belde diye bildiğimiz Mekke’de su bol, gani. Tuvaletler sürekli yıkanıyor. Tuvaletlerin olduğu yerde abdest alma yerleri de yeterli. Tek sorun temizlik görevlilerinin hortumlarla temizlik yaparken suyu oturma yerlerine de sıçratmaları ki abdest almak üzere dikkat etmeden oturan biri ıslanmış olarak kalkıyor. Hele ikindi üzeri bu temizlik görevlileri işi iyice coşturup gelenin geçenin ayaklarına tazyikli suyu veryansın ediyorlar. Kimi hacılar da ayaklarını suya tutup iyiden iyiye temizliğini yaptırıyor.

Medine’de olsun Mekke’de olsun satılan şeyler üç aşağı beş yukarı hep aynı. İnci dizileri, metal yüzükler, süs eşyaları, göz sürmesi, seccadeler… Alıcısına göre birkaç kalite ayırabiliyor insan. Yalnız bir şey dikkatimi çekti. Daha doğrusu gözlerimi rahatsız etti. Satılan seccadelerin bir düşük kalitesi var ki bizim paramızla iki liraya alabilirsiniz. Hayır, ucuz etin yahnisinden bahsetmiyorum. Seccadelerin üzerine dokunan resimlerden söz edeceğim. Hep alışık olduğumuz o Kâbe resmi, nasıl yamuk nasıl gelişigüzel dokunmuş. Kim dokumuş? Nerede dokunmuş? Araştırdığınızda Uzakdoğu ülkelerinden birinden ithal geldiği belli. Renkler berbat, çizim kötü, ne simetri var ne bir güzellik kaygısı. Bu topraklara, bu dine kim reva görmüş bu dokumaları? Sonradan hatırladım, bizim kendi ülkemizde de buna benzer imalat çok. Demem şu ki insanlar üç beş kuruş kazanabilmek için ibadet güzelliğini, ciddiyetini, daha açık ifadesiyle ibadette samimiyeti bırakmışlar. Alaca bulaca seccadeler hem dikkati dağıtıyor, hem ruhlara kasvet veriyor. Her sektörün mühendisleri var. Seccade gibi olmazsa olmaz bir dokumanın hiç mi ince fikirlisi, izan sahibi bir sorumlusu yoktur?

Aynı nasır bağlamışlığı Kâbe sürmesinde de gördük. Nerde o eski sürmedenlikler? Uydur kaydır imalat anlayışının ne yazık ki kurbanları bizleriz. Alanları hep gördük.

Çarşıları gezdik. Büyük pasajlarında dolaştık. En beğendiğim şey, bütün satıcıların Türkçe konuşuyor olmasıydı. Bir tanesi bir şey almadığımı fark edince “Sen ne alacaktın annem?” dedi. Afrikalı hacıların rağbet ettikleri yaldızlı termoslarla sarı çaydanlıklardan başka pek bir şey göremedim. Takılar. Evet, hanımlar için renkli takılar güzeldi. Bir de parfümleri. Çarşılar koku satan mağazalardan geçilmiyor. Zaten dünyamıza bugün için en fazla  koku mağazaları lâzım! Güzel koku cennetten işarettir derler.

Yollar, caddeler trafik levhalarıyla işaretlenmiş. Gayet güzel caddelemişler, işaretler de tamam. Fakat nedense trafik bir türlü akmak  bilmiyor. Arap şoför kornaya basmayı çok seviyor. Yoldan kafile halinde karşıya geçmeye çalışan hacılara da kızgın bakışlar attıkları olmuyor değil. Arapça bilsem “ama ne yapalım, her nimetin bir külfeti” diyeceğim. Diyemiyorum.

Hac yolculuğu meşakkatten ibaret demişlerdi daha yolun başında. Varsın meşakkat Kâbe yolunda olsun. Karınca misali gezindik durduk. İnsanlığımızı yeniden hatırladık. İnşallah unutmamak üzere.

 

Hünkar Çayırı’na İstanbul Lobisi göz dikti

Gebze’nin kültür ve  turizm  değerleri ile ilgili  yazılar yazmaya devam ediyorum.   Çağ açıp çağ  kapayan Fatih Sultan Mehmet ve  İstanbul’un  fethi için   Kocaeli ve Gebze’nin çok ayrı bir yeri ve önemi var.
İSTANBUL LOBİSİ GÖZ DİKTİ
Hünkar Çayırı’na İstanbul lobisi göz dikti. Ele geçirmek için büyük mücadele veriyorlar. Hünkar Çayırı, Köy Hizmetlerinden, Devlet Malzeme Ofisi’ne devredildi. Devlet Malzeme Ofisi buraya satmak istiyor, burayla ilgili gelişmeler enteresan boyutlarda. Devlet Malzeme Ofisi’nin burayı konutlaştırmaya çalıştığı iddia ediliyor. Gebze’yi ve Kocaeli’yi devre dışı bırakarak buralar ele geçirilmeye çalışılıyor. Ayrıca hemen TOE fabrikasının bulunduğu yere büyük bir holding liman yapmak girişiminde bulunuyor. Burada Askeriye Hünkar çayırının kenarına hafriyat dökerek buraya işgal etmiş durumda. Bu bölge mutlak korunmalı ve Fatih Parkı yapılması için önemli çalışma yapılması gerekiyor. Fatih Sultan Mehmet’in otağının bulunduğu Hünkar çayırını gösteren bir tabelanın bulunmayışı da gerçekten çok üzücü. Yetkileri bu noktada göreve davet ediyoruz İstanbul lobisi buraları ele geçirmeden gerekli önlemlerin alınması gerekiyor. Buraları peşkeş çekmemeliyiz. Büyük bir tehdit ve tehlike altında FATİH’E VEFASIZLIK HAD SAFHADA.
Gebze Belediyesi tarafından 2010 yılında Fatih ilk kez anılmıştı burada. Bu sene daha geniş çaplı anılması için başta Kocaeli Valisi Ercan Topaca’ya büyük görev düşüyor. Vali Topaca geldiğinde buraya sahip çıkacağını açıklamıştı. Geleli yıllar olmasına rağmen Vali Topaca’nın burayla ilgili ciddi bir proje geliştirememiş olması üzücü. Beklentiler hala devam ediyor. Vali’den buraya sahip çıkmasını bekliyoruz.    

* İstanbul’un fethi Kocaeli’nden başlar.
Tarihçi Kemal Paşazade, Sultan II. Murad’ın Gelibolu karşısına geldiğinde orada düşman gemilerini Boğazı tutmuş olduğunu görünce, Kocaeli üzerinden hareket etmeye karar vermiş. Paşalardan Kara Rahman oğlu Hamza beyin Kocaeli halkı ve çevresini gazaya çağırmış. Büyük bir donanma oluşturularak Gelibolu ağzındaki Haçlı donanmasını dağıtılmış.
Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethi yolunda Kocaeli’yi bir köprü olarak kullanmış. Edirne’ye bir an önce erişmek mecburiyeti altında Sultan Mehmet hızla Bursa’ya geldiği zaman, Aşık Paşazade ve Neşri’deki önemli bir kayda göre; “Diledi kim Gelibolu’dan geçip Edirne’ye gide, eyittiler: devletlu Sultanum şimdiki halde Gelibolu boğazını Haçlı gemileri gelip bağlamıştır. Hünkarı alıp Kocaeli’ne, İstanbul’un üstün yanındaki Akçahisar’a getirdiler; babası geçtiği yerden geçip Akçahisar’ın karşısına kondu” Venedikliler Çanakkale Boğazını kapatmışlardı yani Gelibolu’ya geçmek mümkün değildi. Çünkü o sıralar savaşacak kuvvette bir Osmanlı donanması yoktu. Fatih Kocaeli’den İzmit yolu ile İstanbul Boğazına varacaktı.
* Fatih, Rumeli Hisarının yapımını İzmitlilere  verdi.
İstanbul’un fethi hazırlıkları esnasında Fatih, Rumeli Hisarı’nın yapımını İzmitlilere vermiş ve Mimar Muslihiddin tarafından sürdürülen bu inşaat sırasında, dağlar arasından İstanbul’a bir de şose yol yapılarak bütün işler iki ay gibi kısa bir sürede bitirilmiş. İnşaatta kullanılan kereste Kocaeli ve çevresinden getirildi. Ayrıca fetihte kullanılmak üzere donanma için Kocaeli ve Bursa’dan 30 bin Forsa küreği yaptırıldı.
Fatih, denizciliğe önem verilmesi gerektiğinin farkında idi. Bu nedenle Gelibolu, İzmit ve İstanbul kıyılarında donanma inşasına ve iyi gemici yetiştirilmesine özen gösterdi. Kocaeli’ye verilen bu önem, Osmanlı Devletinde ilk tersanenin İzmit Körfezi Karamüsrsel’de  yapılmasına neden oldu.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra Kocaeli ve ilçeleriyle yakın ilgilendi. Özellikle fetihten hemen sonra Gebze’yi bayındır hale getirmek suretiyle Kocaeli Sancağına bağlı, zamanın ölçülerine göre 150 akçelik bir ilçe seviyesine getirdi.
* Fatih, 3 Mayıs 1481 Perşembe günü 50 yaşında  Gebze’de vefat  etti
Fatih Sultan Mehmet, 27 Nisan 1481 Cuma günü, İtalya üzerine yapılacak bir sefer için 300 bin kişilik bir ordu ile Üsküdar’dan İzmit’e doğru yola çıktığında, Gebze Çayırova yakınlarındaki Hünkar Çayırı’nda mola vermek üzere Otağını kurdurdu. Ancak bu sırada hastalığı artan Fatih, 3 Mayıs 1481 Perşembe günü 50 yaşında burada hayata gözlerini yumar. Daha sonra Fatih’in anısını yaşatmak amacıyla Sadrazam İbrahim Paşa 1659 yılında bir çeşme yaptırdı. Çeşmenin arkası namazgahtır. Hünkar Çayırında bulunan bu tarihi köprü ordunun geçişini sağlamak amacıyla yapılmış.
Evet  Gebze’nin değerlerini bir bir ortaya çıkartmalıyız. İstanbul ve İzmit’in külfetini çeken Gebze bu iki önemli  ilin nimetlerinden  de yararlanması için çalışmalar  yapmalıyız.
Sanayi Merkezi olarak tanınan  Gebze’yi , kültür,turizm,  teknoloji  ve  bilim merkezi olduğunu da dünyaya tanıtmalıyız.

Mevlana, Halis Türktür

Prof. Dr. İSMAİL YAKIT ile ‘Mevlana Haftası’ vesilesiyle, MEVLANA CELALEDDİN-İ RÛMÎ HAZRETLERİ’ni konuştuk.
‘MEVLANA, HALİS TÜRKTÜR.’
Oğuz Çetinoğlu: Hocam, sizinle yakından ilgilendiğinizi bildiğim bir konuyu konuşmak istiyorum: Mevlana Celaleddin-i Rûmî Hazretleri… Önce bir genel değerlendirme yapar mısınız?
Prof. Dr. İsmail Yakıt: Paris’e gidenler bilir. Sorbonne Üniversitesi’nin arkasındaki ‘Pantheon’ adı verilen müzenin üzerinde büyük harflerle yazılı bir cümle vardır. Cümleyi Türkçeye; ‘Vatan sadece büyük adamlara müteşekkirdir.’ Şeklinde tercüme edebiliriz. Pantheon’da gömülü olanlar, dünya çapında isim yapmış ve tarihe mal olmuş Fransız bilim adamları, felsefecileri, şairleri ve yazarlarıdır. İçlerinde siyaset adamı olmayan bu ünlülerden bazıları şunlardır: Voltaire, J.J. Rousseau, Victor Hugo, Emile Zola, Pierre Curie ve Marie Curie ile Alexandre Dumas ve diğerleri… Böylece Fransızlar, kendi çocuklarına vatanın müteşekkir olduğu örnek kişileri tanıtırken, kendi büyüklerine verdikleri kıymeti ve onlara nasıl sahip çıkıldıklarını dünyaya gösteriyorlar.
Bir millet yetiştirdiği büyük adamlara sahip çıkmasını bilmeli ve onlara gereken önemi göstermelidir. Onları ideal birer şahsiyet olarak hem kendi nesline hem de beşeriyete sunmasını bilmelidir. Büyük adamlar veya tarihe mal olmuş önemli kişilere, mutlaka birileri tarafından ilgili olsun olmasın bir şekilde sahip çıkılmıştır. Mesela 1989’da Çin Halk Cumhuriyeti, Cengiz Han’ı ‘millî kahraman’ ilan etmiştir. Keza Araplar da hiç ilgisi olmadığı halde Schakespeare’e sahip çıkmışlar ve onu 1993’de alelacele ‘Şeyh Zübeyr’ yapmışlardır.
‘Kadirşinas milletlerden kadri bilinecek adamlar yetişir.’ Bu sözden anlaşılan, kıymeti bilinecek büyük adamlar ile onu yetiştiren takdir bilir milletler arasında doğru bir orantı olduğudur. Bir millet ne kadar büyük adam yetiştiriyor, büyüklerine sahip çıkıyor, onlara müteşekkir oluyorsa, gelecek nesillerine o nispette önemli emanetler ve mesajlar tevdi etmekle birlikte, milletçe ölümsüzlüğün temellerini güçlendiriyor demektir.
Türk milletinin her ferdinde bulunması gereken bir kadirşinaslıkla Mevlana’yı bir defa daha anmaya vesile olduğunuz için teşekkür ve tebrik ederim.
Çetinoğlu: Mevlana’ya birçok millet sâhip çıkıyor…
Yakıt: Evet! Bugün Mevlâna birçok ülke tarafından paylaşılamamaktadır. Farsça yazdı diye İranlılar O’nu bir İranlı, Belh’de doğdu ve bu yer şimdi Afganistan’da diye O’nu bir Afganlı, babası Tacikistan’ın Vahş şehrinde ders verirken orada dünyaya geldi, diye onu bir Tacik, gerek bir rubaisindeki ifadesinden ve gerekse ilmî bazı araştırmalardan anlaşıldığı üzere onu bir Türk kabul edenler olmuştur.
Çetinoğlu: O’na en uygun kimliği belirler misiniz?
Yakıt: Şurası muhakkaktır ki, bir kimse kendisinin mensubiyetini açıkça ifade ediyorsa veya kendisini hangi milletten hissediyorsa o, kabul ettiği millettendir. Artık bunun üzerinde söylenecek söz olmamalı diye düşünüyorum. Yaptığım araştırmalarla ulaşabildiğim ilmî verilere göre Mevlana, kendisinin Türk olduğunu açık ve seçik söylemiştir. Buna rağmen, yukarıda beyan ettiğim gibi, bazı ülkeler kendilerinden olduğu şeklinde, dünya çapında bir propagandaya girişmişlerdir. Bunun için de özellikle İran, önemli gayret sarf etmektedir.
Çetinoğlu: Gayretlerinde başarıya ulaşabilmiş mi?
Yakıt: İran, kendisine yakın bir coğrafyada yaşamış ve kendi dilini kullanan her büyük adamı sahiplenmiş ve bunun için, kendi kültür tarihi ve edebiyatında yer vermiş olduğu mümtaz şahsiyetleri milletlerarası arenada da kabul ettirmiş bulunmaktadır. Maalesef, Türk dış işlerinde ve kültür politikalarımızda geçmiş Türk büyüklerine sahip çıkma gibi bir geleneğimiz olmadığından İran, meydanı boş bulmuş hemen hemen hepsini sahiplenmiş ve dünya literatürüne tescil ettirmek için oldukça yüklü bir kaynak harcamıştır. Mesela Şah dönemi İran’ın mümtaz misafirlerinden olan Fransız Profesör Henri Corbin, çok yüklü bir ücret karşılığında hazırladığı dört ciltlik ‘İran Tarihi’nde Türk, Özbek, Azerî, Türkmen, Tacik, ne kadar düşünce, din ve tasavvuf adamı varsa hepsini İranlı göstermekte tereddüt etmemiştir. Ünlü İşrak filozofu Azerî Türk’ü Şehabettin Sühreverdi ile bir Özbek Türk’ü olan İbn Sina, sadece İran’a yakın bir coğrafyada yaşadığı ve Farsça risaleleri bulunduğu için hemen İranlı yapılmıştır. Tabîî ki Şah da Corbin’e Hazar Denizine nazır tripleks bir villa hediye etmek gibi bir nezakette bulunmaktan geri kalmamıştır.
Çetinoğlu: Şah dönemi kabulleri günümüzde de geçerli mi?
Yakıt: Bugün İran’da şahlık dönemi bitti, mollalar iş başında ama İran’ın bu politikası değişmedi. Mollalar Mevlâna’yı kimseye vermiyorlar ve O’nu İranlı göstermede azami gayret sarf etmekteler. Bunların bugün en önemli temsilcileri Seyyid Hüseyin Nasr’dır. Kendisi Amerika Birleşik Devletleri’nde George Washington Üniversitesi’nde İslam Felsefesi profesörüdür. Yani benim branşımdan bir akademisyendir. Çalışmaları, İslamoloji’den ziyade İranoloji’dir. Eserlerinin çoğu İngilizcedir. Kendisi milletlerarası konferanslarında hep İngilizce konuşur. İngilizce konuştuğu ve kitaplarını İngilizce yazdığı halde kendisinin İngiliz değil, İranlı olduğunu söylüyor. İnsanların milliyetlerinin konuşup yazdığı dille belirlenmeyeceğine bizzat kendisinin örnek teşkil ettiğini unutarak, Mevlana’yı, Farsça yazdığı için İranlı olduğunu iddia ediyor.
Çetinoğlu: Mevlana’nın mesajlarının evrenselliği sebebiyle bütün insanlığa ait olduğu, O’nun bir milliyete hapsedilemeyeceği de iddia ediliyor.
Yakıt: Bu iddiayı ileri sürenlere şu cevap verilmeli: Peygamberlerin de mesajları evrenseldir. Buna rağmen peygamberlerin mensup oldukları bir kavim vardır. Kur’an bunları alenen söyler.
Mevlana’nın mesajları da evrenseldir. O, insanlığı aydınlatan bir güneştir. Güneşin de aslı vardır. Onda yanan hidrojen gazıdır. Bu gerçek görmemezlikten gelinemez. Pascal der ki; ‘İlmin vatanı yoktur ama ilim adamının vatanı vardır.’ Buradan hareketle Mevlana’nın mesajlarının, düşünce ve fikirlerinin vatanı, milliyeti yoktur ama Mevlana’nın vatanı ve milliyeti vardır. O’nu ortada bırakıp, birilerinin haksız yere sahip çıkmasına göz yummamalıyız. İlmî belgelerle ortaya konulan gerçeklere göre Mevlana Türk’tür.
Çetinoğlu: Sizi bu kanaate vardıran deliller nelerdir?
Yakıt: Mevlâna’nın atalarının yaşadığı ve kendisinin de dünyaya geldiği Belh şehri, ünlü vatan şairimiz Namık Kemal’in ifadesiyle ‘Türkistan-ı kebir’ denen bölgenin kadim bir şehridir. Bu şehrin 10-13. yüzyıllar arası etnik yapısı Türk’tür. Konuşulan dil, her ne kadar elit tabaka arasında yaygın olsa da Farsça değil, Doğu Türkçesi diyebileceğimiz Kaşgar Türkçesi, yani Türkçenin Hakanî lehçesidir.
Mevlâna ailesi, yine Namık Kemal’in ‘Türkistan’ dediği Anadolu’nun eski bir Türklük merkezi olan Konya’ya gelmiştir. Dolayısıyla bu aile, bir Türk şehrinden bir başka Türk şehrine göç etmiştir. Ord. Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’na göre: ‘Mevlâna ailesini, Diyar-ı Rum’a sevk eden, önce Erzincan, sonra Larende (Karaman) ve nihayet Konya’ya getirten sâikin psikolojisi tahlile değer.’
Farsça yazdı diye onu Acem kabul eden bazı gafillerin kültür sosyolojisinden haberdar olmadıkları anlaşılıyor. Kaldı ki, kültür sosyolojisine göre, her asrın bir şekil, form (geştalt) ‘ı vardır. Bu anlaşılmadıkça içindeki zihnî ve fikrî davranışlar anlaşılmaz. O halde yapılacak şey, 12., 13. ve 14. asırlardaki Anadolu’nun kültürel şeklini kavramak ondan sonra bu şekil içindeki fertler ve eserler hakkında hüküm vermektir. Böyle bir tecrübe Mevlâna için henüz yapılmadı.
Çetinoğlu: Mevlâna ailesini Belh’ten göçe zorlayan saik ne idi?
Yakıt: Bazı kaynaklar, Mevlâna ailesinin Belh’ten ayrılış sebebini, Bahaeddin Veled’in ünlü kelamcı ve bağımsız filozof Fahreddin Razî (1149-1209) ile aralarının açılmasını gösterse de bunun gerçek olmadığı, İstanbul Üniversitesi’nin Şarkiyat bölümünü kuran, ünlü Oriyantalist Helmut Ritter’in çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Zira Razî, Bahaeddin Veled’in Belh’ten ayrılışından üç yıl önce vefat etmiştir ve kaynaklarda Razî’nin Belh’e geldiğine dair hiçbir bilgi yoktur.
Sultan Veled’in ‘İbtidanâme’ isimli eserini okuyanlar, dedesi Bahaeddin Veled’in Belh halkına darıldığından ve muhtemel bir Moğol istilasından dolayı terk ettiğini öğrenir. Sultan Veled ayrıca dedesinin, Moğolların Belh’i aldığının haberini yolda öğrendiğini söyler. Tarihî vesikalara göre Moğollar 1218’de Belh’e girdiğine göre, Mevlâna ailesi Belh’ten muhtemelen 1217-1218’lerde ayrılmış olmaktadır.

Moğol hükümdarı Cengiz’in (1155-1227), Harezmşahlar hükümdarı Kutbuddin Mehmet’le arası iyice açılmıştı. Devrin Abbasi halifesi Nasır li-dinillah de Cengiz’i sürekli Harezmşahlar toprağına saldırmaya kışkırtıyordu. Moğollar da kanlı baskınlara başlamışlardı. İşte bütün bunları baba Bahaeddin Veled, gerek kendi ilmî çalışmaları ve gerekse ailesinin hayatı için tehlike gördüğünden göçe karar verir.
Çetinoğlu: O dönemin özellikleri hakkında bilgi verir misiniz Hocam?
Yakıt: Bilindiği üzere Selçuklu devleti bir Türk devletidir ve İran’da kurulmuştur. Devletin bünyesinde hatırı sayılır ölçüde İran unsuru vardı. Ve Türkler, İran unsurlarından etkilenmişlerdir. Bu husus, İranlıların değil, Türklerin özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Türkler tarih boyunca komşu oldukları milletlerin kültürlerinden etkilenmişlerdir.
Çetinoğlu: Türklerin komşu milletlerin kültürlerden etkilenişi bir zafiyet midir, yoksa bir meziyet midir?
Yakıt: Bu konunun, toplum ve insan bilimcileri tarafından derinlemesine araştırılması gerekir. Böyle bir araştırma yapılmamıştır. Söylenecek sözler, şahsî hükümlerdir, ilmî değildir. Bu sebeple satıhta kalır.
Çetinoğlu: Mevlana’nın eserlerini Farsça yazmış olması, Türklere has etkilenme özelliğinin sonucu olabilir mi?
Yakıt: Bir konuyu iyi araştırmak için önce metodolojik problemi aşmamız gerekir. Eğer, tarihî bir kesiti mercek altına alıyor veya tarihî bir şahsiyeti inceliyorsak, metodolojik olarak yapmamız gereken iki şey vardır: O devri veya kişiyi önce kendi şartlarında incelemek, daha sonra günümüz değerlendirmesine tabi tutmaktır. Yani bir şahsı kendi devrimizin mantığı ile değil, o şahsın asrına rücu ederek, o devrin mantığı içinde ele alırsak sağlıklı bir sonuca ulaşılır. Bir diğer ifadeyle, sebepleri tespit için o devre gitmeli, neticeleri değerlendirmek için günümüze dönmelidir. Nitekim o devirde sultanın davetine mazhar olmuş elit bir bilgin ve şairin pek bilmediği Anadolu Türkçesi ile eserler vermesinin pek etkili olmayacağı da aşikârdır. Bunda eğer bir maraziyet varsa, bunu o şahısta değil, o şahsın içinde yaşadığı, yetiştiği toplum ve devlet yapısında, edebî ve felsefî kurumlarda ve zihniyetlerinde aramalıdır.
Çetinoğlu: Mevlana’nın Türklüğü konusuna dönersek Hocam…
Yakıt: Prof. Fındıkoğlu’na göre, Mevlâna’nın Türklüğü, her türlü ırk, soy ve dil ile ilişkili deliller dışında, Hegel’in ‘halk ruhu’ dediği ve sosyologların ‘millî seciye’ ismini verdikleri manevî gerçekler ile de ispat edilebilir. Fındıkoğlu’na göre ‘Sema ve ney, acaba Türkistan-ı kebir’in ezelî maneviyatından kopup Bahaeddin Veled ve oğlu Celaleddin’in vasıtasıyla Türkistan’a gelmiş olan halkvarî Türk estetiğinin incelmiş, billurlaşmış bir dönüşümü müdür?’ Ayrıca tetkike değer bir husus¬tur.
Bilindiği üzere, kültürler arası etkileşimde etki, askerî ve siyasî güç lehine gelişmez. Etkiler, zayıf kültürden kuvvetli kültüre doğru olur. Mesela, Grekler Cermenleri, Romalıları yenmesine rağmen, Romalıların; Türkler, Arap ve İranlıları yenmesine rağmen Arap ve İran kültürlerinden etkilenmiş olmaları tarihî vakıalardır. Nitekim 10. asırda Müslüman olan Türklerin dil ve kültürlerinde önemli değişiklikler meydana geldi. Birçok Türk devletlerinde Arapça bilgi dili, yani bir nevi eğitim dili, Farsça da devlet dili yani resmî dil olmuştur. Türkçe ise köylülerin konuştuğu bir dil olarak kalmıştır. Elbette bu husus Türkçenin gelişmesine ve zenginleşmesine engel olmuştur. Farsça bir şiir dili olarak da oldukça gelişmişti. Tabiri caizse Mevlâna asrında elit bir kişi Allah’a Arapça dua ediyor, devlete dilekçesini Farsça yazıyor, sevgilisine Farsça şiirler kaleme alıyordu. Bu sebeple eğitimini hem Farsça hem Arapça ile sürdürüyor, halka da Türkçe hitap ediyordu. Çünkü yaşadığı dönemin ve kurumların zihniyeti ve uygulaması böyleydi.
Çetinoğlu: Devlet yapısında da etkilenme söz konusu mudur?
Yakıt: Anadolu’yu fethedenler, İran ‘da kurulmuş olan Büyük Selçuklu idaresinde Türkistan’daki oturmuş devlet yapısını aynen uyguladılar. Her ne kadar halkın büyük bir kısmı Türkçe konuşsa da, sözlü edebiyat ana dilde olsa bile, medresenin eğitim dili Arapça idi ve sarayda resmî dil olarak Farsça kullanılıyordu. Buna bağlı olarak edip ve şairler de ürünlerini, klasik şiirin estetiğine bağlı olarak, çoğunlukla Farsça kaleme alıyorlardı. O zaman için Farsça, duygu ve düşüncelerdeki incelikleri, derinlik ve zenginlikleri ifadeye müsait bir olgunluk kazanmıştı.
Çetinoğlu: Konumuz dışında kalmakla birlikte, yeri gelmişken sorayım: Devlet erkânının Farsça konuşması ediplerin Farsça yazması, Türk dilinin gelişmesine mâni olmuş mudur?
Yakıt: Türkçenin yazı dili olarak gelişmesini geciktirmiştir.
Çetinoğlu: Sözlü edebiyatta durum nedir?
Yakıt: Sultan Alparslan’la birlikte gelen Türk boyları arasında Oğuzlar çoğunlukta oldukları için onların dili de eski Anadolu edebî Türkçesinin esasını oluşturmuştur. Bu Türkçe, Türkistan’da gelişmiş olan eski edebî Türk dilinin batıya sarkan bir koludur. ‘Oğuzca’ dediğimiz, hatta ‘Kıpçakça’ ve ‘Türkmence’ de denen Anadolu Türkçesi bu koldur. Yunus Emre, Âşık Paşa, Gülşehrî gibi Anadolu’da doğup büyüyen veya bu kültür içinde yetişen değerler, bugün bile anlamakta pek zorluk çekmediğimiz Anadolu Türkçesini kullanmışlardır.
Çetinoğlu: Mevlâna’nın ‘Oğuz lehçesi’ denen bu Anadolu Türkçesi yazması mümkün değil miydi?
Yakıt: O gün için Oğuz Türkçesiyle şiirler söylemesi ve yazması çok zordu. Zira tasavvufun aydınlar için şiir dili eskiden beri Farsça idi. Çağdaşları hep Arapça ve Farsça yazıyorlardı. Kendisinin konuştuğu Türkçe ise, Harezm bölgesi halkının konuştuğu Hakanîye lehçesi veya Kaşgar Türkçesi idi. Sentaks ve vurgu bakımından Oğuz lehçesinden oldukça farklıydı. Bazı eklerin gövdeye bitiştirilmesi Uygur yazısı geleneğini hatırlatır. Bu lehçede eski Türk yazı dilinde görülebilen pek çok söz ve malzeme vardır.
Mevlâna düşüncelerini şiirle anlatan nadir düşünürlerden biridir. Şiir, Prof. Tarlan Hoca; ‘İlim yarım insandır, şiir bütün insan, ilim bir tahlildir, şiir terkiptir. Her şiir bir tefekkürdür, fikirsiz şiir olmaz. Eriştiği merhalede Mevlâna’nın dili ancak şiir olabilirdi.’ Diyor. O halde şiirini o dönemin şiir dili olarak herkesçe kabul edilmiş bir dille, Farsça yazması gerekiyordu.
Çetinoğlu: Farsça yazmış olması Mevlana’nın zafiyeti olarak görülebilir mi?
Yakıt: Mevlâna’nın içinde yaşadığı devrin vazgeçemediği bir özellik olarak işlenmiş ve gelişmiş bir dil olan Farsça ile şiir yazması, O’nu hiçbir zaman küçültmez. Tarihte pek çok Türk şair Farsça divan tertip etmişlerdir. Mesela, Fuzulî, Nef’i ve Şeyh Galip”in Farsça divanları vardır. Hatta Osmanlı Sultanları’ndan Yavuz Sultan Selim Han, Farsça bir divan yazmıştır. Buna mukabil, İran hükümdarı Şah İsmail de Türkçe divan kaleme almıştır.
Öte yandan 17. asra gelinceye kadar Avrupa milletleri müşterek kültür dili olan Latinceyi kullandılar. Meşhur Alman filozofları İmmanuel Kant ve Leibniz ile İngiliz düşünür Roger Bacon Latince eser verenler arasındadır. Kimse bunları Latin olarak görmez. Latince yazdıkları için millettaşları tarafından yadırganmaz, dışlanmaz.
Onların Latince yazmaları Alman ve İngiliz oluşlarına bir halel getirmemiştir. Keza günümüzde ünlü yazar Kırgız asıllı Cengiz Aytmatov, dünya çapında isim yapmış ve pek çok dile çevrilmiş bütün romanlarını Rusça yazdı. Kimse O’nu Rus yazar olarak görmemiştir. Milletlerarası literatüre; ‘Rus yazar’ olarak değil, ‘Kırgız asıllı yazar’ olarak geçmiştir. Keza günümüzde daha geniş kitlelere ulaştırmak için bütün çalışmalarını, batı dilleriyle yapan pek çok bilim adamı vardır. Kimse bunları İngiliz, Fransız ve Alman veya Amerikalı olarak görmemektedir. Öyleyse Arapça yazdı diye Farabî’yi, Acemce yazdı diye Celaleddin Rumî’yi Türk olmaktan çıkaramayız.
Mevlâna Türkçe yazsaydı, Belh’te konuşulan dil, yani Kaşgar Türkçesi ile yazacaktı. Bir diğer ifadeyle Hakanî lehçesi ile söyleyecekti. Bunu da Devletin resmî dilinin, medresenin eğitim dilinin, şuaranın şiir dilinin, tasavvuf ehlinin sohbet dilinin Farsça olduğu bir ortamda Konya’da kaç kişi anlardı?
Çetinoğlu: Konya’da olduğu için… ‘Türkistan’da olsaydı, Türkçe yazardı…’ Diyorsunuz. Bu ifadenizi, ‘Türkçe edebî eser yazmaya elverişli bulmadığı için değil, bulunduğu bölgenin şartlarına uymak için Farsça yazdı’ şeklinde anlayabilir miyiz?
Yakıt: Evet! Çünkü Türkçenin Hakanî lehçesi ile yazılmış dev eserlerimiz vardır. Mesela Yusuf Has Hacib’in ‘Kutadgubilig’i, Kaşgarlı Mahmud’un ‘Divan-ı Lügati’t-Türk’ü, Ahmet Yesevî’-nin ‘Divan-ı Hikmet’i, Ebu Hayyan’ın ‘Bilig’i (Bu sonuncusunun günümüze ulaşmadığı sanılıyor) bunlardandır.
Ancak bu eserler bu lehçenin konuşulduğu bölgenin ürünleridir. Yani Türkistan’da bir diğer tabirle Türkistan-ı Kebir’de yazılmışlardır. İşte bundan dolayı Mevlâna yazı ve kültür dilinin Farsça olduğu ortamda, anadili Hakanî lehçesiyle yazamazdı. O da geleneğe uyarak Farsça eserler verdi.
Çetinoğlu: Galip Erdem Ağabeyimiz, ‘Milliyet konusunda aidiyet, en önemli ve ortak tanımlama unsurudur.’ Diyordu. Mevlana, milliyet konusundaki aidiyetini açıklamış mıdır?
Yakıt: Bu sorunuzun cevabını Mevlana, bir rubaisinde dile getirir:
‘Bigane meğirid mera zin kûyem. Der kûy-u suma hâne-i hod mîcuyem Düşmen neyem her çend ki düşmen rûyem Aslem Türkest eğerçi Hindu gûyem’
(Beni bu beldede yabancı saymayın. Sizin beldenizde ben evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüşlüysem de düşman değilim. Farsça yazsam bile aslım Türk’tür).
Bu rubaisinden açık ve seçik anlaşılıyor ki, kendisi aslen Türk’tür. Hindu dediği, Hint-Avrupa dil kuşağına mensup Sanskritçenin bir lehçesi olan Lisan-ı Pehlevi yani klasik Farsçadır. Dolayısıyla ‘Farsça yazsam bile aslım Türk’tür.’ Diyerek hem çağdaşlarına hem de bugün onu milliyetsiz bırakan zihniyete, hem de onu farklı milliyetlere yamamak isteyenlere gerekli cevabı vermiştir.
Mevlâna burada kendisini yadırgayanlara da cevap vermektedir. ‘Esasen bir Türk’ün kendi boyundan, kabilesinden, şehir veya memleketinden olmayan diğer bir Türkü yadırgaması, ona yabancı muamelesi yapması tarihî bir hakikattir. Türk daima kendi boyundan olmayanı yadırgamıştır.’
Mevlâna’nın bu rubaisinde Türk kelimesini, Mesnevî’nin bazı beyitlerinde ‘güzel’ ‘yakışıklı’, ‘hoş’ anlamında sembolik olarak kullandığı manada olmadığını, bir yadırgamaya cevap teşkil ettiğinden dolayı Türk kelimesini, bildiğimiz Türk ırkından olduğunu bildirmek için kullandığını görüyoruz.

MEVLANA CELALEDDİN-İ RÛMÎ’DEN SEÇMELER:

*Önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış.
* Ecel verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.
* Kusursuz dost arayan, dostsuz kalır.
* Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.
* Kurdun kuzuyu yemeye niyetlenmesinde şaşılacak bir şey yok.
Şaşılacak olan odur ki, bu kuzu, kurda gönül bağlamış, âşık olmuştur.
* Ne kadar bilirsen, bil söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.
* Hayatta muvaffak olmak için üç şey lazımdır: Dikkat, intizam, çalışma.
* Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.
* Düşüncen gül ise sen gül bahçesisin, diken ise dikenliksin.
* Komşularından av kapmak aslanlara ayıptır, köpeklere değil.
* Dünya âlimin kıymetsiz oyuncağı, delinin de değerli salıncağıdır.
Dostların ziyaretine eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmek gibidir.
*Akıl, bir başka akılla birleştiğinde ışık çoğalır, çıkış yolu belirir.
Nefis, bir başka nefisle birleştiğinde, karanlık artar, çıkış yolu kaybolur.
*Dost matematik gibi olmalı;
Sevinci çarpmalı… / Üzüntüyü bölmeli… / Geçmişi çıkarmalı… / Yarını toplamalı…
Kalbinin derinliklerindeki ihtiyacı hesaplamalı…
Ve her zaman bütün parçalardan daha büyük olmalı…
İşi bitince seni bir tarafa atmamalı…

(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU. İKİNCİ VE SON BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR)

Türkiye Savunmadan Çıkmalı… (Fransız Saldırısına Karşılık Vermeli)

0

Batı emperyalizminin öncülerinden Fransa, tarihte yaptığı katliamları ve soykırımları unutturmak için yeni bir girişimde bulunuyor. Fransız Parlamentosu, “Fransa’nın tanıdığı soykırımları inkâr edenlere” hapis ve para cezasının verilmesi için hüküm içeren yasayı 19 Aralık’ta oylayacakmış. Soykırımı inkâr edenler bir yıl hapis ve 45 bin avro para cezasıyla cezalandırılacakmış. Anlaşılan Fransa’nın bıçkın cumhurbaşkanı, Türklerden alacağı cezalarla batmakta olan ekonomisini düzelmeyi hedeflemekte…

**

Yasa kabul edilirse ne olur?

Bunun anlamı şudur; ister Fransız vatandaşı olsun, ister olmasın; bir kişi konu hakkında fikir beyan ederken “Türkler Ermenilere Soykırım Yapmadı” dediği takdirde, Fransa yasalarına uymamakla suçlanacak ve cezaları kesilecek demektir. Bunun ne kadar gerçekleşeceği zaman gösterecektir.

En çok zorlanacak olanlar bilim insanları ve tarihçilerdir. Örneğin bir tarihçi ya da bir bilim insanı bilimsel bir toplantıda; “Türkler Ermenilere soykırım yapmamıştır, işte size belgeler” diyecek olduğunda; Fransız yasalarına uymadı diye karakola davet edilebilecektir. Bu ne kadar mümkün olur bilemem ama teoride mümkün!

Bu yasanın alt yapısı daha önce; 29 Ocak 2001 tarihinde hazırlanmıştı. Bu hazırlık, “Fransa, 1915 yılındaki Ermeni soykırımını tanır” kararına dayanmaktadır. Bu kararın akılla, bilimle, sosyal mantıkla ilgili olduğunu iddia eden yerli “kriptolar” olabilir belki, ama gerçek çok daha farklıdır.

Şayet bu onay olursa, diğer emperyalist Batı ülkeleri ne diyebileceğini sanıyorsunuz? Örneğin, başta “ağababa” ABD ve çömez “AB” ülkeleri ne diyecekler?

“Mantığı olmayan bir karar” mı diyecekler?

“Bilime, bilimsel akla, diyalektiğe aykırı akılsızca bir karar” mı diyecekler?

Hiç sanmıyorum…

Zira hedefe konulan Türkler, Türkiye… 1919-1923 yılları arasında işgal ettikleri Anadolu’da boğulmak istenen, yok edilmek istenen Türk Milleti idi… Mustafa Kemal’in önderliğinde; başta Fransızlar olmak üzere Anadolu’dan Batı emperyalizmin kovulmasını hazmedemediler… Onun için Türkler var hedeflerinde… “Yok oldu” sandıkları Tükler hâlâ ayaktalar… Ebediyen de var olacaklardır…

Ermeni diasporasının yoğun çalışmaları sonucunda; önce Kanada ve ABD’nin birçok eyaletlerinde alınana kararlarla; 1915 olayları sözde “soykırım” olarak kabul edildi parlamentolarında. Fransa da buna bağlı olarak ülkesinde pek çok heykel, anıt dikerek Ermeni diasporasına destek verdi.

**

Ne yapılabilir?

Türkiye, artık savunmadan çıkıp süratle hücuma geçmelidir.  Başta ABD ve Fransa, İtalya olmak üzere Batı emperyalizminin yaptığı tarihi katliamları belgelerle dile getirmelidir. Batılı emperyal güçlerin sömürdükleri, yok ettikleri insan ve doğal kaynakları dile getirmelidir Türkiye. Onların döktükleri masum insan kanı ve soyunu kuruttukları insanların haklarını dile getirmelidir… Ortadoğu, Afrika ve Asya kıtalarındaki ayıplarını belgelemelidir… Irak’tan Afganistan’a kadar işledikleri cinayetler, katliamlar, ırza geçmeler, insanlık dışı işlemler anlatılmalı, dünyaya yayılmalıdır… Ve Türkiye, hâlâ aynı çirkinliği sergileyip durmakta olan Batı emperyalizmine karşı “cılız” seslerle gün geçirmemelidir…

**

Fransa’nın Ayıpları Yüzüne Vurulmalıdır

İşte bilinen ayıpları;

1- Fransa’nın örtbas etmeye çalıştığı1945’te Cezayir’de uyguladığı soykırım olayları.

2- İkinci Dünya Savaşında ölüm fırınlarına gönderilen 11.000 Yahudi çocuğun dramı…(Kaynak: H.Demir, 13.12.2011, Yeniçağ Gazetesi)

Çoğu kimsenin bilmediği hatta duymadığı bir ayıbı Fransa’nın işlediği cinayettir. Olay şöyledir: Yıl,1941-1944 arası… İkinci Dünya Savaşı tüm hızıyla devam ediyor… Hitler her tarafı işgal ediyor… Fransız emniyet teşkilatı, Hitler’e yaranmak için 4-11 yaşları arasında olan yaklaşık 11.000 (onbir bin) Yahudi çocuğu zorla ailelerinden alıyor ve Polonya’daki Soykırım kamplarına gönderiyor. Akıbetleri malum…

İlginç olanı ise, Hitler, Fransa’dan böyle bir talepte de bulunmamış!!!…

Neden yapmışlar? Diye sorulabilir; faşist Hitler’e yaranmak ve Paris’i işgal ederken Fransız “zevkine” dokunmasınlar diye, herhalde… Bir de o zamanlar da geçerli olan, -günümüzdeki gibi- yalakalık… Fransızlar da Hitlere yalakalık yapmak için olabilir…

Bu mide bulandırıcı işlemi yapan Fransa, kalkıp Türkiye aleyhinde yasa çıkartıyor, iyi mi?

Şu husus akla geliyor; Fransa bu ayıplarını gizlemek için, insanlar gündeme getirmesinler diye “yavuz hırsız” örneği gibi, hem suçlu hem de güçlü çıkmak için, kendi ayıbı yerine başkasını suçluyor… Ermeni soykırım bahanesiyle Türkiye’yi hedef tahtasına oturtuyor. 1915 Ermeni tehcirini “soykırım” olarak iddia edip, suçlamakla kendisine ait bu iğrenç vakaları unutturmak istiyor…

**

Soralım Bay Sarkozy’ ya

Bay Sarkozy gaz fırınlarına yolladığınız yaklaşık 11.000 Yahudi çocuğun günahı ile yüzleşmeye hazır mısınız?

Yahudi çocuklarını Hitler’e savaş rüşveti olarak sunmakla, akıtılan o yavruların kanında boğulmayacağını mı sanıyorsunuz?

Cezayir’de katlettiğiniz masum insanların hesabını vermeye hazır mısınız?

Başkanı olduğunuz Fransa’yı yukarıda ifade ettiğim ayıplarla yüzleştirmeyi düşünüyor musunuz?

Bir soru da bizim “entel-dantel” takımına; “Tarihimizle yüzleşelim” masalı devletimizin temel felsefesini yermeye çalışan, geçmişinden intikam almayı bir amaç haline getiren, devleti dövmeyi marifet sananlar, ne diyorsunuz Bay Sarkozy bu yüzleşmeye yanaşır mı? Yoksa “hayır, yanaşmaz; orası Avrupa, o cambazlığı ancak bizim gibi köşekapıcıları yapar” mı diyeceksiniz?

**

Hatırlatma Yapalım…

Hatırlayınız, daha çok zaman geçmedi aradan, Kıbrıs Rum tarafı İsrail’le Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama antlaşması yapmıştı ya, Türkiye de yüksek perdeden esmiş gürlemişti ya, hatta savaş gemilerini bile göndermişti bölgeye ya… Hatırladınız değil mi?!…

Sonuç ne oldu? Bilen var mı? Petrol arama platosu bile kuruldu, arama devam ediyor… Türkiye’den ses var mı? Yok… Zaten ne demişlerdi Rumlar? “Türkler tehdit eder ama hiçbir şey yapamaz!” İşte bütün mesele bu cümlede saklı…

Bugüne kadar Türkiye’ye zarar verenler hep cezasız kaldı, her şey yanlarına kâr kaldı… Örnek mi? İşte İsrail…  Dokuz tane sivilimizi katletti mi? Etti… Karşılığı? Tısssss… Askerin başına geçirilen çuvallar mı dersiniz, savaş uçaklarının yazılım kotlarını çözen ve intihar süsü verilen ASELSAN elektronik mühendislerin cinayetlerini mi dersiniz… Hangisini hatırlatalım!

Sonuç…

Türkiye’ye zarar veren her kim olursa olsun, zararını karşılığı olan cezası kesilmelidir. Fransa da bilmelidir ki, Türkiye’ye yapılacak bir haksızlık mutlaka mislisiyle karşılığı kendilerine geri dönecektir. Bir ülkeye bir fatura kesiyorsanız ya da size kesiliyorsa bunun bir karşılığı olduğunu herkes bilmelidir. Başta Ankara’da oturan siyasi irade… Aksi halde Türkiye’yi şamar oğlanına döner…

İyi de, Ankara’da oturanların karşı fatura kesebilmelerine siyasi iradesi var mı? Diye soracaklara verecek cevabım yoktur; cevabını kendileri arayıp bulsunlar…

www.r-demir.com