15.4 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1074

Fransa’da ödenen kimin faturası?

Fransız Meclisi’nde 38 üyenin onayı ile kabul edilen yasaya göre; “Ermeni soykırımı yoktur” diyene hapis ve para cezası getiriliyor!

Bu yasa teklifi daha önceki yıllarda da getirilmişti!

Fransa’da hemen her seçim öncesi bu ve benzeri yasa teklifleri gündeme gelir!

İlginç olan şu ki; bu kez bu yasa teklifini veren “Cezayir asıllı” BOYER adında bir milletvekili!

Daha önceki yasa teklifleri sırasında da Türk hükümeti; “Siz de Cezayir’de soykırım yaptınız” dediği zaman, Cezayir’lilerden “bizi bu işe karıştırmayın!” diye tepki gelmişti!

Neden acaba?

1954’den itibaren Cezayir halkı Fransız sömürgeciliğine karşı başkaldırdı. Bu mücadelede, pek çok Cezayirlinin bir elinde Türk bayrağı, bir elinde Mustafa Kemal Atatürk’ün kalpaklı fotoğrafları vardı!

Türk Kurtuluş Savaşı’nı örnek alıyorlardı.

Emperyalist bir ülkeye karşı özgürlük mücadelesiydi verdikleri.

Peki, o zaman iktidarda bulunan Demokrat Parti-Menderes Hükümeti ne yaptı?

“Fransa’nın yanında yer aldı!” ( 1954) Bu olayları “Fransa’nın bir iç sorunu” olarak niteledi!

Türkiye, 13 Aralık 1952’de Birleşmiş Milletlerde, Arapların Tunus olayları nedeniyle Fransa’nın kınanması için verdikleri teklifin reddedilmesi için de Fransa lehinde oy kullanmıştı!

Çünkü, ABD ve Fransa öyle istiyordu!

Türk halkının büyük çoğunluğu bu korkunç gerçeği, bu utancı bilmez!

Batı emperyalizmine uşaklık edenlerin farkına varmaz!

Arada bir oynanan artistik oyunlara bakar!

Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda 250 binden fazla “Müslüman Cezayirli” katledildi! İki milyon Cezayir köylüsü topraklarını terk etmek zorunda kaldı!

Tehcir ve kitlesel katliam yapıldı.

Buna karşın DP-Menderes hükümeti, Müslüman kardeşlerinin değil, katil sömürgecinin yanında yer aldılar.

Şimdi, o Cezayir halkının bir üyesi, o gün ölenlerin torunu, “Fransız Vatandaşı” olmanın verdiği bir ayrıcalığı kullanarak bugünkü yasa önergesini hazırlıyor ve kendince dedelerinin intikamını alıyor!

Evet; Fransa’nın yaptığı yanlıştır, haksızlıktır, hatta ahlaksızlıktır.

Ama kural şu; “Uluslar arası siyasette ULUSAL GÜCÜN kadar söz sahibisin!”

Sen; Fransa NATO’nun askeri kanadına dönmek isterken “VETO” iradeni kullanamazsan,

Sen; Danimarka eski başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olmasına karşı çıkıp sonra ABD Başkanı öyle istedi diye çark edersen, çarkına okurlar!

Hani bir fıkra vardır; lokantanın girişinde kocaman bir afiş: “İstediğini ye iç, hesabı torunun ödesin” Adam içeri girmiş, doyasıya yemiş, tam çıkarken garson seslenmiş; “Beyefendi hesabınız?” Adam şaşırmış; “Hani torunum ödeyecekti?” Garson yanıtlamış; “Bu sizin değil, dedenizin hesabı efendim!”

Bugün Fransa’da ödediğimiz de Menderes’in faturasıdır!..

 

 

Yahya Kaptan

0

 

Yahya Kaptan; 1891’de, Makedonya-Köprülü’de doğmuştur. Balkan, 1. Dünya ve İstiklal Harplerinde kahramanca savaşan ve büyük yararlılıklar gösteren tarihi bir kişiliktir. Milli Mücadele yıllarında Kocaeli’de kurulan Kuva-i Milliye Teşkilatının Reisidir. Tavşancıl’da, 8 Ocak 1920’de, 29 yaşında iken şehit edilmiştir. Tavşancıl Tepesi’nin İzmit Körfezi’ne bakan kısmında anıt mezarı vardır. İzmit’te bir mahalleye ismi verilmiştir.

Dokuz yaşında iken Makedonya’da amcasına saldıran bir Bulgar’ı öldürüp dağa çıkmış, çete reisi olmuş ve Balkan Savaşında Bulgar Komitacılara karşı mücadele etmiştir. Kurduğu çete Balkanlar’da çete kültürü oluşmasına taban teşkil etmiştir. O yıllarda çete reislerine “Kaptan” denilmekte ve lakabı oradan gelmektedir.

I. Dünya Savaşı öncesi İttihat-Terakki Liderlerinden Enver Paşa’ya bağlı kurulan Teşkilât-ı Mahsusa’ya katılmış, Sırp Çetelerine karşı mücadele etmiş ve Osmancık Taburu ile Irak’a gönderilmiştir. Burada İngilizlerle savaşmış ve I. Dünya Harbi sonunda Osmanlı Orduları merkeze çekilince, İstanbul’a dönmüştür.

İttihat-Terakki’nin ünlü silahşörü Yakup Cemil ile beraber “Enver Paşa’ya tavır aldıklarından” 19 Ağustos 1916’da tutuklanıp askerî mahkemede yargılanmışlardır. Yakup Cemil 11 Eylül 1916’da Kâğıthane’de kurşuna dizilmiş, Yahya Kaptan ise sürgün cezasına mahkûm edilerek Irak’a gönderilmiş ve 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’a dönmüştür.

Eski İttihatçıların kurduğu Karakol Cemiyeti’nin Yenibahçeli Şükrü Bey liderliğindeki Menzil Grubuna katılmış ve Kocaeli Yarımadasında “Anadolu’da başlayan Milli Mücadeleye insan ve malzeme sağlamak için” çalışmaya başlamıştır. Sivas Kongresi ile tüm milli güçlerin tek çatı altında toplanmaya başlanması ve Heyet-i Temsiliye’nin kurulmasından sonra, Kuva-i Milliye’ye geçmiştir. Ankara’da TBMM açılınca “İstanbul Bekirağa Bölüğünde tutuklu olan Halil Kut Paşa ile birçok vatanseverin” baskın yapılarak kaçırılması, saklanması ve Anadolu’ya geçirilmesinde rol oynamıştır.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Mustafa Kemal “İzmit Mıntıkasında Heyet-i Temsiliye’ye bağlı silâhlı müfrezeler teşkil edilmesini istediğinde” İzmit Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarafından, Yahya Kaptan tavsiye edilmiştir. 4 Ekim 1919’da Mustafa Kemal’e “Bendeniz size iki gün önce İzmit’ten tavsiye edilen Yahya’yım, telgraf başına emirlerinizi almaya geldim, yarın akşama kadar Kuşçalı Telgrafhanesindeyim” diyerek telgraf çekmiştir. Aynı gün Mustafa Kemal Paşa’dan “Bulunduğunuz havalide kuvvetli bir teşkilât yapınız, Adapazarı Kaymakamı Tahir Bey vasıtasıyla bizimle irtibatı devam ettiriniz, şimdilik hazır bulununuz” emrini almış ve Kuva-yı Milliye’nin çekirdek kadrosunu Tavşancıl’da oluşturarak yanındaki dört arkadaşını köy korucusu tayin etmiştir.

Tavşancıl İhtiyar Heyeti’nden aldığı mazbatalarla Gebze Jandarma Deposundan, dört tüfek ile ellişer fişek almıştır. Şile-Yeniköy Rum Çete Reisi Deli Yanni’nin onarım için Tavşancıl’a gönderdiği silahı da tamir ederek beşinci silâhı edinmiştir. Arkadaşı Enis Bey’i “Tavşancıl Köyünden Mehmet ve İhsan isimli iki kardeşle beraber” köy-köy dolaştırarak adam toplamış ve kendisine bağlı Milis Kuvvetlerinin artan ihtiyacını karşılamak için Ahırkapı Cephaneliğini basarak silah ve cephane temin etmiştir. Darıca Gümrüğünü basarak elde ettiği 75 çuval unu Tavşancıl İstasyonundan trenle Anadolu’ya yollamıştır. Yeniköylü Rum Çeteleri Şile Değirmençayırı’na bağlı bir köye saldırınca, durumu öğrenen Yahya Kaptan müfrezesiyle birlikte harekete geçmiş ve Dereliköy mevkiinde çeteyi kıstırıp imha etmiştir. Darıca’da şekavet eyleyen İstelyanus Çetesi Taşköprü’ye bağlı bir köye saldırınca, harekete geçmiş ve takip neticesi bu çeteyi de imha etmiştir.

Karakol Cemiyeti’nin Tavşancıl ve Hereke Bölgeleri sorumlusu olan, Gebze ve havalisinde önemli görevlerde bulunan ve Tavşancıl’ı üs edinen Yahya Kaptan; aynı zamanda bölgenin Kuva-i Milliye kumandanıdır ve İstanbul’u gizli yollarla Anadolu’ya bağlayan koridor, tümüyle kontrolüne verilmiştir. İtilâf Devletleri’nin işgalci askerleri, Yunan ve İngilizlere müzahir kişi ve güçler (İngiliz Muhipler Cemiyeti vb.), Ermeni ve Rum Çeteleriyle beraber; Karakol Cemiyeti’nin iç çekişmeleri ve İstanbul Hükümeti’nin Jandarmasına karşı da mücadele etmiştir.

Başarılı çalışmaları ile Sadık, Tahir ve Taşköprü Nahiyesinde teşkilatlı Büyük Arslan Çetesini komutasına almıştır. Küçük Arslan Çetesi Yahya Kaptan’ın emrine girmemiş ve Gebze Jandarma Yüzbaşısı Nail Bey’in himayesiyle Müslüman-Türk köylerine baskınlar yapmıştır. Bu çete Rum Köylerine yaptığı baskın ve yağmalamaları Yahya Kaptan’ın üzerine yıkmış, bunun neticesi Rumlar tarafından yapılan şikâyetler üzerine işgal kuvvetleri İstanbul Hükümeti’ni sıkıştırmıştır. Dahiliye Nazırlığı, Kartal Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Binbaşı Necati Bey’den “adam öldürme, bucak müdürünü dövme ve köylerde yağmalama olaylarından dolayı” Yahya Kaptan’ın teslim edilmesini istemiştir.

İstanbul Hükümeti “Ahali-i İslamiye’yi silahlandırarak Hükümet ve Gayrı Müslimler üzerine saldırıya tahrik ettikleri gerekçesiyle” Gebze Kaymakamı Ferit, Belediye Doktoru Fahrettin (Fahri Can) ve Müftü Hüseyin Hüsnü Efendiyi görevlerinden almış ve Aralık 1919’da Yahya Kaptan hakkında “Kuvâ-yı Milliye namı altında eşkıyalık yapan azılı bir hıyanet çetesinin reisi iddiasıyla” tutuklama kararı çıkartmıştır.

Heyet-i Temsiliye ile Yahya Kaptan arasındaki bağlantıyı bozmak için de Gebze-Darıca-Hereke hattına giden telgraf tellerini kestirmiştir. Yahya Kaptan’ın tenkilini sağlamak üzere Umum Jandarma Komutan Vekili Hilmi Bey “Üsküdar Jandarma Kumandanı Nazmi Bey emrinde 4 zabit 50 jandarmadan teşkil edilen” bir müfreze görevlendirilmiştir. 5 Ocak 1920’de Bandırma vapuru ile Galata’dan hareketle geceleyin Hereke İskelesi’ne ulaşan müfreze, İstanbul Muhafız Alayından görevlendirilen “Yüzbaşı Nahit Efendi kumandasında 90 neferden oluşan” müfreze ile beraber; Tavşancılı kuşatmıştır. Yahya Kaptan’ın karargâh olarak kullandığı ev sarılarak aranmış ve ele geçirilerek 8 Ocak 1920’de Şehit edilmiştir.

Mustafa Kemal 7 Ocak 1920’de “Yahya Kaptan’ın etrafının sarıldığını bildiren” telgrafı aldığında, aynı gün telgrafla İzmit 1nci Tümen Komutanı Rüştü Bey’den “İstanbul’dan gelen Müfreze Komutanına Yahya Kaptan’ın Kuva-i Milliye mensubu olduğunun bildirilmesini ve tutuklanmasının önlenmesini” istemiştir. Aynı gün “Kuva-i Milliye ile müfreze arasında çatışma ihtimali olduğu, müfreze komutanına emrin iletileceği” cevabını almıştır. Mustafa Kemal 11 Ocak 1920’de, 1nci Tümen Komutan Vekiline “İstanbul’dan gelen Müfreze Komutanına, tebligatta bulunup bulunmadığını” sormuş, üç gün sonra “Çarpışma olmadığı ve yalnız Yahya Kaptan’ın teslim olduktan sonra köy dışında kesici bir âletle öldürüldüğü anlaşılmıştır. Kafatasının olmaması bunu doğrulamaktadır” cevabını almıştır. O günkü resmi telgrafların bazıları “yakalandıktan sonra bir grubun ona saldırmak istemesi üzerine çıkan çatışmada kaçmaya çalışırken vurulduğunu” belirtmektedir. Mustafa Kemal’in Yaveri Cevat Abbas’ın bildirdiğine göre; yakalandıktan sonra köy meydanındaki çeşmeden abdest alıp su içtiği sırada, Teğmen Abdurrahman Efendi tarafından şehit edildiği ve ele geçiren müfrezenin içindeki bazı kişiler tarafından başının kesildiği yönündedir.

Mustafa Kemal telgraf çekmesine rağmen şehit edildiği haberini alınca çok üzülmüş, olayın en ince ayrıntısına kadar araştırılması için, 20 Ocak 1920’de Karakol Cemiyetinden Galata’lı Albay Şevket’e talimat vermiştir. Yapılan incelemelerde şikâyetlerin doğru olmadığı anlaşılmıştır. Mustafa Kemal bu hadise sebebiyle İstanbul Hükümeti’ni sıkıştırmış, Cumhuriyetin ilanından sonra da olayın peşini bırakmamış ve sorumluların bulunması için uğraşmıştır. Çalışmalarını takdir ettiği Yahya Kaptan’a Nutuk’ta 20 sayfa yer ayırmış ve iki yetim kızını himayesine almıştır.

Yahya Kaptan’ın Şehit edilmesiyle İstanbul Hükümeti işgal kuvvetleri nezdinde rahatlamış, ancak bölgede meydana gelen şok etkisiyle;

– Karakol Cemiyeti üyeleri arasında başlatılan soruşturma zafiyet doğurmuş,

– 19 Ocak 1920’de Büyük Aslan Çetesi’nin silâhlarıyla ele geçirilmesi ile, Kuva-i Milliye sarsıntı geçirmiş,

– Karşısında zayıf bir güç gören Yunan Komutanlığı daha fazla yayılmak düşüncesiyle bölgeye birlik sevk etmiş ve iaşesini karşılamak için halkın; ekini ve bağ ve bahçe ürünleri ile hayvanlarına el koymuş, hatta gasp etmiş,

– Bölge ve İzmit sahipsiz kalınca, 26 Nisan 1920’de İngilizler tarafından resmen işgal edilmiş,

– Başlangıçtaki münferit olaylar kitlesel eylemlere dönüşmüş, keyfî işkence, tecavüz ve öldürme olayları artmış,

– Tahkikat Komisyonu’nun Yunan Birliklerinde yaptıkları incelemeler sonuçsuz kalmış ve Kuva-i İnzibatiye, 25 Haziran 1920’de lâğvedilmiş,

– 31 Temmuz 1920’de Yunan Manisa Tümeni’nin 16’ncı Piyade Alayı Derince’ye çıkmış ve bu birliğin bir tabur kadar kuvveti Gebze’yi işgal etmiş,

– İngilizlerin bölgeyi işgal etmesinden sonra tutunamayacağını anlayan Kuva-i Milliye Müfrezeleri geri çekilirken, düşman eline geçerek kullanılmasını engellemek için “Hereke İskelesi ve Gebze Demiryolu Köprüsünü” tahrip etmiştir. Bu tesislerin onarımı “millî kuvvetler tarafından yeniden ele geçirildiğinde” büyük sıkıntı yaratmıştır.

Sonuç itibariyle Yahya Kaptan; milli mücadelenin zor şartlarında bileğine, yüreğine ve zekâsına güvenildiği için yola çıkılan yiğit insanlardan biridir. Hiç kimseye keyfi olarak eza-cefa etmemiş ve sadece vazifesini yapmaya çalışmıştır. Ancak Heyet-i Temsiliye ile iyi ilişkiler kurduğu ve emirleri doğrudan Mustafa Kemal Paşa’dan aldığı için hakkında kıskançlık ve öfke oluşmuş ve Milli Mücadele karşıtı güçlerin hedefi haline gelmiştir. Daha ana kucağına muhtaç, baba ocağına hasret bir çocukken dağa çıkarak çete savaşlarına katılmıştır. Balkan, 1. Dünya ve İstiklal Harplerinde Vatan için canını ortaya koymuş ve Kocaeli Yarımadasında resmen görevlendirildiği 4 Ekim 1919’dan, şehit edildiği 8 Ocak 1920 tarihine kadarki üç ayda; üstün hizmet ve başarılar göstermiştir. Ne yazık ki “İşgal Kuvvetlerinin, Azınlık Çetelerinin ve çapulcuların korkulu rüyası olan” Yahya Kaptan; bir muhbirin ifadesiyle yakalanmış ve uğruna savaştığı ülkenin jandarması tarafından hunharca şehit edilerek başı gövdesinden ayrılmıştır.

Türk Tarihi’nin şanlı sayfalarında imzası bulunan, İstiklal Harbinin önemli kahramanlarından birisi olan ve bu topraklarda hür ve bağımsız olarak yaşayan her Kocaelili için büyük önem addeden “Yahya Kaptan”ı saygı ve şükranla anıyor, kendisine Cenab-ı ALLAH’tan rahmet niyaz ediyor ve hayat hikayesinin Müslüman-Türk Milleti’ne ders olmasını diliyoruz. Ruhu Şad, Mekânı Cennet olsun.

KAYNAKÇA:

1. Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk,

2. Prof. Dr. Zeynep KORKMAZ, (ATAM) Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, Yahya Kaptan,

3. Şener AKSU, Atatürk ilkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi, Yahya Kaptan,

4. Prof. Dr. Osman AKANDERE, Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi, Milli Mücadele yıllarında Marmara Bölgesinde faaliyet gösteren, müfrezeler, milis kuvvetleri ve çeteler.

 

 

Hz. Mevlana Hakkında (3)

0

 

Hz.Mevlana’ya  – dilleri nasıl varıyorsa, haşa –  casusluk, ajanlık gibi ithamlar da yazık ki, yapılmıştır. Hem de güya o sahanın ehil kişilerince. Gerçekten anlamakta zorlanıyor insan. O koca koca adamlar, nasıl böyle bir hataya düşerler. ‘Aman Yarabbi’ diyesi geliyor insanın.     Değerli okur! Bu hususta yanlış yorumlar, yanlış bilişler, eksik anlayışlar söz konusu.

İyi bilelim ki, Vesika / Belge her şeydir. Fakat yine unutmayalım ki, Vesika / Belge aynı zamanda her şey demek değildir.

Hani bilirsiniz, yanılmıyorsam Napolyon’un şöyle bir sözü vardır: “Bana birisine ait bir kelime getirin, onu ipe götürmek mes’ele değil!” Vesika / Belge çok önemli bir hüccet ve kanıttır. Lakin gerçeğin küçük bir parçasıdır. Onu bir kenara atamayız. Ama onun için, tek başına her şeyi ifade eder, her şeyi ortaya koyup, çözer de diyemeyiz.

O konuda bütün belgeler ortaya konulmadıkça, soruna çok yönlü bakıp, her bakımdan incelemeye tabi tutulmadıkça, sıhhatli bir sonuca varılmaz. Fakat bu demek değildir ki, vesika; gerçeğe hiç ışık tutmaz.

Belge, Aysberg / Buz Dağı’nın deniz yüzeyinde görünen kısmını ifade eder. Bilirsiniz, Buz Dağları’na Kuzey ve Güney kutuplarında rastlanır. Deniz altında kalan kısmı, suyun üstünde görünen kısmından binlerce defa daha büyüktür.

Aysberg / Buzdağı’nı sadece görünenden ibaret sanmak çok yanıltıcıdır. Çünkü Aysberg; dağın göğe doğru uzanan son çıkıntısı kadardır. İşte belge de denizdeki Aysberg gibidir. Gerçeğin ancak çok küçük bir bölümünü gösterir. Asıl büyük kısmı ise su altında olup, bizce meçhul / bilinmez kalır.

Öyleyse Belge, ne tamamen bir kenara itilmeli, ne de her şeyi sırf onun açısından ele almalı. Kaldı ki, tarih olaylarını tekrarlatmak imkansızdır. Mevcut kalıntılarla yetinmek zorunda kaldığımız için, çok temkinli olmalıyız.

Yoksa, körlerin Fil’i tarif ettikleri duruma düşeriz. Çünkü, körlerin her birinin Fil’i tarifi; bir bakıma doğru, diğerlerine göre çok yönlerden yanlıştır. Ancak hepsinin yaptıkları tarifler, yerli yerine oturtulduğu takdirde, Fil’in tarifine, en çok yaklaşılmış olunur.

Bu yüzden bazen kesin keslikten kaçınmalıdır. Bundan dolayı tarihteki bazı gerçeklere tam olarak kavuşamayacağımızı bilmeli. Tarihteki kimi hakikatlere ancak yaklaşılabilineceğini unutmamalıyız.

Tarihsel olayları anlama ve yorumlamada düşülen en büyük hata şudur: Olayları bugünkü ortamda oluyormuş gibi yoruma tabi tutmak! Oysa her olayı, kendi zaman ve zemininde ele almak gerekir. Kendimizi hayalen, o zamana götürmeli. O günün şartlarında sorunu ele almalı. Hükmümüzü ona göre vermeliyiz.

Yoksa bugünkü demokrasi ortamına bakıp memnun olurken, “Niye Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi zamanında demokrasi yoktu?” dersek. Bu şekilde onu tenkide kalkıp, eleştirirsek. İşte bu, abesle iştigal etmek olur. Yani boş bir uğraştan öteye geçmez.

O halde, Hz. Mevlana hakkında hüküm verirken çok titiz davranmalı. Öncelikle onun manevi şahsiyeti ve kimliğini nazara almalı. Kutsal irşat ve yol göstericiliğini asla göz ardı etmemeli. Kalbinin sırf  insanlık aşkı için attığını, zinhar hatırdan çıkarmamalı.

Velhasıl onun hakkında hüküm verirken, ince eleyip, sık dokumalı. Çünkü Hz. Mevlana, şu anlamdaki sözlerle, fikir ve düşünce çerçevesini çok net biçimde belirtiyor ve diyor ki:

“Ben, sağ kaldığım sürece Kur’an’ın kölesiyim.

Muhammed Muhtar’ın yani O seçilmiş Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum.

Benim sözümde bundan başkasını yani Kur’an’a aykırı ve Hz. Muhammed’e ters düşen sözü kim naklederse,

Ben, ondan da bizarım, davacıyım. O sözlerden de bizarım, şikayetçiyim.”

 

Gerçek Suçlular Nerede?

 

Bir gün Sayın İsmet Sezgin, Flash TV’de, Ülke sorunları ve çözüm önerileri konusunda heyecanla anlatıyor bizi de heyecanlandırıyordu.  Bir soru geldi;  “Sayın Sezgin politikaya yeni giren birisi gibi heyecanla anlatıyor, peki kendisi, lider sultasını kaldırmak için ne yapmıştı? Yolsuzluk onların zamanında yok muydu? vb.” Cevap tatminkar olamadı tabii.

Gerçekten Sayın Sezgin’in teşhisleri de, önerileri de çok doğruydu. Esasen İsmet Ağabey zamanında da bazı gerçekleri, açık yüreklilikle, cesurca ifade edebilmiş, samimi bir politikacıdır. Dürüstlüğünden şüphe etmem. Ama bakınız insanlar soruyor işte. Bütün bunlar olurken siz yönetimde değil mi idiniz? Tek seçici rollerini yıllarca üstlenenler sizin de liderleriniz değil miydi? Yıllarca çatısı altında bulunduğunuz, başkanlığını yaptığınız yüce parlamento, o seçim kanunu, o partiler kanunu neden değiştiremedi?

Amacımız İsmet Ağabeye yüklenmek değil, onun demeci ile gelen çağrışımları ortaya koymaktır. Genelde eski politikacılara bakınız. En güzel teşhisler onlardadır. En güzel kurtuluş reçeteleri onlardadır. Gerçekten samimi olarak kendileri de inanarak çözümler önerirler. Sanki bu gelinen noktaya onlar uzaydan pat diye indiler. Suçlu gelmiş geçmiş politikacılar, yöneticiler değildir, suçlu halkımızdır.

Aslında bu doğrudur. Yıllardır futbol takımı gibi parti tutan, her seçim döneminde belki bu defa değişirler inancı ile aynı kadrolara prim veren, yol veren halkın kendisidir.  Ve her defasında, onlar, politikacılar kendileri de gerçekten inanarak çözümler üretirler. Teşhisleri doğrudur. Çözüm önerileri doğrudur. Ama sonuç alamazlar.  Zira hemen unuturlar.

Kusura bakmasınlar, mevcut ve eski politikacıların, tecrübeden kaynaklanan doğru teşhislerine elbet katılırız.  Ama,  çözüm önerileri bize inandırıcı gelmiyor. Çözümler doğru bile olsa, onlar bunu yapamazlar, yapamadılar, yapmadılar!..

Demokrasiyi kendileri ile özdeş görenler, onlar yoksa demokrasi de yoktur diyebilme cüretini gösterenler, kendilerini siyasetin demokratik hayatın kaçınılmaz, eşi bulunmaz tek alternatifi görenler, yapılan tüm iyi şeyleri kendilerinden, kötülükleri başkalarından kaynaklanıyor inancında olanlar, böyle olmadığını bildikleri halde böyle göstermeye çalışanlar, onlar çıkıp yolsuzlukları kendilerinin ortaya çıkardığını, tüm suç unsurlarının üzerine kendilerinin gittiğini  rahatlıkla söylerler. Oysa bütün bunlara gırtlaklarına kadar bulaşmışlardır. Bunlar bize inandırıcı gelmiyor.

Bir grup daha bize inandırıcı gelmiyor. Televizyonlarda boy gösteren, yorum getiren, çözüm üreten  bazı Öğretim Üyeleri!..Peki bu uygulamacılar sizin öğrencileriniz değiller mi? Demek ki onlara öğretmemişsiniz. Bir Belediye Başkanımızın, yıllar önce yapılan ŞEHİRCİLİK KONGRESİNDE kürsüden konuk ve konuşmacı öğretim üyelerine seslenerek,     “..kötü şehirleşme de, gecekondulaşma da, çürük yapılaşma da sizin eserinizdir. Bütün bunları yapanlar ve denetleyenler hepsi sizin öğrencilerinizidir. İşte eseriniz..”. dediğini anımsıyorum.

Mecliste, bürokraside, kamuda ve özel kuruluşlarda her türlü melanetin sahipleri, Ekonomist, Hukukçu, İdareci, Yönetici, Mühendis vb unvanlarla yetiştirip salıverenler, işte sizin öğrencileriniz, sizin eserleriniz. Onlara mesleklerini de iyi öğretemediniz. Vatan millet sevgisini de, ahlakı da!.. Diyeceksiniz ki;  biz onlara mesleklerini öğrettik. Doğrudur. Etiği olmayan hukuk ne işe yarar? Etiği olmayan iktisat ne işe yarar?  Etiği olmayan iletişim ne işe yarar? Ülkeyi bu hale getirmeye yaradığı kesin.

Ne zaman ki, mesleki değeri ne olursa olsun ahlaki değeri olmayanları sistem içinden atmaz ise, mesleki değerin ancak ahlaki değerle birlikte bir şey ifade ettiği kabul görmez ise ve çözümsüzlüğü yaratanlar çözüm üretmeye talip olursa, daha başımıza çok işler gelir. Ve gerçek suçluları asla bulamayız.

 

Hz. Mevlana Hakkında (2)

0

 

Kimileri düşüncesizce, Mesnevi’de geçen Kabak hikayesinin müstehcenliğine, açık saçık oluşuna dil uzatmakta.  Böyle bir anlatışa Mevlana’nın nasıl olup da yer verdiğine, şaşıp kalmakta. Bu yüzden ona ver yansın etmektedirler.

Hiç Koca Mevlana, ne yaptığını bilmez mi aziz okur? Hz. Mevlana bilir ki, halk; bir bakımdan çocuk hükmündedir. Çocuk ise duyduğundan çok gördüğüne inanır. Bu sebeple Mevlana, anlattığı hikayelerle; mesajını dolaylı bir şekilde vermek istemiştir.

Üstelik bunlardan bazıları hayali / sanal hikayelerdir. Mesela kabak hikayesinde, gayri meşru cinsel ilişkiyi yani zinanın kötülüğünü ve iğrençliğini tasvir edip betimlemiştir.

Böylece yanlış ve ahlaksız bir yola girişin – ister erkek ister kadın olsun – onları hem dünyada hem de ahirette nasıl pişman edeceğini, nasıl mahcup kılacağını, nasıl zararlı çıkaracağını somut olarak gözler önüne sermek istemiştir.

İşte, bu işin sonu; kendisine sanal bir şekilde gösterilen biri; böyle bir neticeden dehşetle irkilir, korkuyla sarsılır, ibretle doğrulur. Bırakın zina etmeyi; artık bu işi yapmayı; aklından bile geçirmekten ürker ve zinadan kaçar ve bundan daima uzak durmaya çalışır.

İşte bunun içindir ki, Hz. Mevlana, önce böyle sanal bir tasvir yapar. Daha çok gördüğüne inanan halka bu şekilde seslenir. Halkın o nefsani yönünü peşinen frenler.

Tasvirin arkasından yaptığı açıklama ile de aydına hitap eder. Çünkü aydın kişi, fikre daha yatkındır. Anlayışı daha çoktur. Tasvirsiz de olsa demek isteneni anlar.

Demek ki, Hz. Mevlana  – özellikle –  sanal hikayeciklerle aynı anda hem halka hem de aydına hitap etmiş, aynı anda aynı sanal örnekle her iki kitleye ders vermesini bilmiştir. Böylece Hz. Mevlana, sanki bir taşla iki kuş vurmuş gibidir.

Kaldı ki, Mevlana’nın yaşadığı dönem, bir fetret bir geçiş devridir. Bir ara dönemdir. Bir boşluk evresidir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin otoritesi yok denecek kadar azdır. Moğol baskısı vardır. Irz, namus, mal, can emniyeti hak getire. Ahlaksızlık kol gezmektedir.

İşte böyle bir ahvalde Hz. Mevlana, halkı ahlaksızlığa düşmekten alıkoymak için, somut hikayeciklerle ahlaksızlığa giden yolun önüne set çekmiştir. Bu şekilde ahlaksızlığa giden yolun önünü kesmiştir.

Hz. Mevlana’nın böyle müstehcen / açık saçık bir hikayeyi yazmak zorunda kalması, halkın nasıl bir ahlaki boşluk ve cendere içinde yüzdüğünü göstermektedir.

İşte bu durum, Hz. Mevlana’yı adeta sert tedbirler almaya zorlamıştır. Ahlaksızlığın insanı nasıl rezil ettiğini peşinen göstermek; o yola düşmeden insanları uyarmak, aklını başına getirmek istemiştir.

Tıpkı Nasrettin Hoca’nın suya göndermek üzere olduğu çocuğa: “Oğlum, testiyi sakın ha kırma!” diyerek ona bir tokat atması; bu duruma şaşarak şahit olanların: “Hocam! Henüz ortada kırılan dökülen bir şey yok! Niye tokatladın çocuğu?” demeleri karşısında ise, gün görmüş Hocamızın çok düşündürücü bir cevap vermesi gibi: “Testi kırıldıktan sonra, tokatlasan ne yazar, tokatlamasan ne? Kırmadan önce tokatladım ki, dikkatli olsun. Böyle bir duruma hiç meydan vermesin.”

İşte Hz. Mevlana’nın böyle sanal bir hikaye anlatmasının temelinde, bu gerekçe vardır. Ve Mevlana, bunda da, yerden göğe kadar haklıdır.

 

Ortadoğu’dan Ders Alabilmek

Sosyal Bilimlerde tek bir tanım olmaz. Konulara ve kavramlara değişik yaklaşımlar olur, bu yaklaşımlar da birbirini tamamlar.
Türk kavramı, Türk yaşama tarzını (kültürün milli boyutunu) yaşayan, paylaşan, kendini Türk Milletine geniş anlamda (Türk dünyası) veya dar çerçevesiyle Türkiye Cumhuriyetine mensup hisseden, ister soy, ister kültürel olarak mensubiyetinin farkında olan, Türk Kültürünün unsurlarını benliğinde yaşatan ferdin adıdır.

Anayasanın 66. Maddesinde de herhangi bir antropolojik ve sosyolojik tanıma ihtiyaç duyulmadan hukuki bir çerçeve çizilmiş,  “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”  denmiştir. Bu tanımın ne etniklikle, ne de ırkla bir ilgisi yoktur. Tam tersine ırkî ve etnik özellikler dışında kültürel ve siyasi bir birliktelik ve kucaklayıcılık güdülmüştür. Bunun etnik çağrışım yapması, ancak şuur altına yerleşmiş Türk düşmanlığıyla ilgili olabilir.

Aslında bu satırların yazarı olarak şahsen Anayasanın 66. Maddesinde yazdığı için ve sadece bu hukuki gerekçeyle kendimi Türk olarak hissetmek durumda değilim. Şahsen hem soy, hem de kültürel olarak Türk olmaktan gurur duyarım. Türk Milletine mensubiyet duygusu hisseden herkese de aynı gözlükten bakar ve kimseyi de dışlama ihtiyacı duymam. Ancak son yıllarda küresel gücün ve küreselleşmenin etkisiyle Ortadoğu’da sınırların değiştirilmesi, ekonomik kaynaklara el konulması çabalarıyla millete mensubiyet yerine,  etnik veya bir mezhebe mensubiyet öne çıkarılmıştır.

Dar etnik mensubiyet, milletleşmeye karşı emperyal amaçlar güden ülkeler ve bilhassa tek patron ABD tarafından kullanılmaktadır. Önü açılan milli devletler kuşatılıp bunaltılıp tavize ve dönüşüme zorlanmaktadır. Orta Doğu’da Arap Baharı olarak isimlendirilen Nato dolayısıyla ABD destekli ayaklanma hareketleri, eski ABD Dışişleri Başkanı Condolisa Rice’nin de belirttiği gibi ülkelerin toprak bütünlüklerini ve ekonomik kaynaklarını hedef almıştır.  Arap Baharı ile kışkırtılan ülkelerdeki yönetimler zaten ABD’den yanaydı, küresel patron yeni ve taze uşaklar aradı.

ABD uzun bir süredir yeni bir strateji uyguluyor kendisine değişik şekilde karşı olan gurupları, toplulukları hedef almak yerine, onların içinde kendine bağlı fraksiyonlar,  hizipler yaratıyor.  Bu hizipler işaretle ayaklandırılıyor, silahlandırılıyor,  kullanılıyor ve ekonomik kaynaklar yeniden bölüşülüyor.  Libya’da bu yapıldı.  Irak’ta da devlet yönetimi kalmadı, ülke fiili olarak üçe bölündü.

Şimdi sırada Suriye var,  ondan sonra İran’ın üzerine gidilecek ve sıra Türkiye’ye gelecek.  ABD İslâma karşı değil, ama menfaatlerine uyumlu Müslüman arıyor, bu bir nevi dönüştürme ve devşirmedir.  Orta Doğu’da İsrail’in güvenliği esastır diyor. Petrol ve su kaynakları üzerinde oynuyor.

Geçen hafta MHP Fatih ilçesinin bir açık oturumuna katıldım. Sayın Hüsnü Mahalli ve Prof. Dr. Sayın Özcan Yeniçeri ve bir öğretim üyesi çok faydalı açıklamalar yaptı. Suriye’deki sorun,  Beşar Esat’tan yana olup olmamak değildir. Orada ne demokrasi var, ne de doğru dürüst insan hakları. Suriye Türkmenlerinin karşılaştıkları sorunları da biliyoruz ama ABD destekli olarak Esat yönetimine karşı çıkmak, Irak’ta olup bitenleri unutmak demektir. Mevcut yönetim yıkılırsa Türkmenler yeni birtakım haklar kazanamayacaklardır.

O bakımdan, gerek Türkmenlerin gerek Türkiye’nin tavrını buna göre belirlemesi, Türkiye’nin ABD Büyükelçiliğinin şubesi konumuna düşmemesi gerekir. Bugün bunun tersi oluyor. Türkiye itibar kaybediyor, süper güçten de istediklerini alamıyor, kullanılıyor. Komşularıyla bırakın sıfır sorunlu olmayı, sorunlar yaratıyor. Bu güdümlü dış politikanın neresi başarılıdır?

 

Dünya’nın Ortak Bir Akl-I Selime İhtiyacı Vardır

(Yaşama saygı uygarlığın özüdür. A. Schwatzer)

Batı uygarlığı sebep olduğu felaketlerden sonra 21. yüzyılın başında insanı yeniden keşfetmiş ve insani değerleri toplumsal dönüşümün dinamiği olarak görmeye başlamıştır. Maddi sermaye yanında, manevi sermaye insanın mutluluğu için daha çok önem kazanmıştır.

İslam uygarlığında Allah’ın yarattığı insan, yaratıkların en şereflisi olarak saygıya layıktır. Hz. Ali: “Müslüman senin din kardeşindir, diğer insanlar ise  senin hılkatte (yaradılışta) kardeşindir.” buyuruyor.

Artık gelişen dünyamızda milletler arasında sınırlar yerine köprüler gündemdedir. İletişim araçlarının olağanüstü gelişmesi bağları sıklaştırmıştır..   Ünlü Polonyalı vatansever Adam Mitskiyeviç: “Milletler bütün insanlığa hizmet ettikleri, büyük bir fikri, yüksek bir duyguyu savundukları nispette büyüktürler.” diyor.

Demokrasi, insan haklarına saygı, seçme ve seçilme liyakatı, ruhsal terbiyenin getirdiği toplumsal bir olgunluk ortamında gelişip meyvalarını verebilir. Her toplum layık olduğu idarecileri bulur.

Bütün Dünyanın bir ülke, bütün insanların da kardeş olduğu bilinci içinde büyük belalar ve felaketlere uğramadan önce Süper güçler akıllarını başlarına toplamalıdırlar. Her gücün gücü oranında ahlaki sorumluluğu vardır. İnsanlar tercih ettikleri eylemin ve eylemsizliğin sonuçlarından sorumludur. Bu devletlerin siyasi tercihlerini de içine alan bir sorumluluktur. İnsanlık dışı uygulamaları Dünya çapında sona erdirmeyi amaçlayan yeni Dünya İdeali budur. Ahlaki ilkelere aldırmayan Süper güçler ise Haydut Süper Devletler olarak Dünya milletleri tarafından lanetlenirler.

Büyük akılcı filozof Kant’ın deyişi ile: “Ebedi Barış ya insanlığın akıl yolunda birleşmesi ile gelecek, ya da çok büyük felaketler sonunda kapıyı çalacaktır..”

Dünya’da ekolojik dengenin bozulması, devamlı savaşlar ve terörün bütün ülkeleri tehdit etmesi, maddi ve manevi hastalıkların yaygınlaşması, süper güçlerin suret-i haktan görünerek zayıfları ezmeye ve sömürmeye devam etmesi küresel bir felaket halinde ilerlemektedir.

Yüce Allah uyarıyor ki: “İnsanların kazandıkları günahlar, yaptıkları yanlışlar yüzünden karada ve denizde fesat (bozulma) ortaya çıkmıştır. Allah yaptıklarının vebalini onlara tattıracaktır, ta ki içinde bulundukları isyandan dönsünler.” (Rum suresi  41)

 

 

Bir Barış Gönüllüsü: ABD !..

 

Türk halkı tarafından dost mu, düşman mı veya müttefik mi olduğu yeterince anlaşılamayan Amerika Birleşik Devletleri üzerinde durmak ve onu iyice tanımaya çalışmak gerekir  diye düşünüyorum.  Çünkü bu devletin hem ülkemizi hem yakın coğrafyamızı hem de dünyayı derinden etkileyen politikaları ve buna bağlı olarak yaptırımları bulunuyor. Eğer biz böyle bir ülkeyi ve onun devlet anlayışını yakından incelemeye almayarak  “es”  geçersek, birçok sıkıntının gönüllü taliplisi olur bir pozisyona düşeriz.  Bu da kendi kendimize yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri olur.

Benim doğduğum yıl olan 1963’ün 22 Kasım’ında halen aydınlatılamayan bir suikast sonucu öldürülen John Fitzgerald Kennedy’nin,  ABD başkanlığı döneminde söylediği bazı sözlerle,  günümüzde izlenen ABD politikaları arasındaki ilgi ve yakınlık,  aradan yarım asır geçmesine rağmen tazeliğini ve güncelliğini koruması bakımından oldukça ilginçtir.

J.F. Kennedy “Her millet bilsin ki; özgürlüğün varlığını sağlamak için, her ücreti ödeyecek, her güçlüğe göğüs gerecek,  her dostu destekleyip her düşmana karşı koyacağız…  Bütün bunlar, ne ilk günde,  ne bu yönetim boyunca hatta ne de bu gezegen üzerindeki ömrümüz boyunca tamamlanamayacaktır. Fakat başlayalım.” demektedir.  İsterseniz bu güne dair boşlukları da siz doldurun.  Çünkü Kennedy’nin vurgu yaptığı süreç,  günümüzde de devam etmektedir.  Ve inançları gereği bu dünya da tamamlanmazsa ahrete de intikal edecektir.  Yani anlaşılan iki dünyada da çekeceğimiz bulunmaktadır.

Bu ifade bize benzerlerinde olduğu gibi bir kez daha göstermektedir ki;  ABD’yi yöneten gücün uzun soluklu politikaları vardır ve ABD bunları tavizsiz bir şekilde uygulamaya çalışmaktadır.

J.F. Kennedy’nin  “Barış Gönüllüleri”  üzerine ABD Kongresi’ne gönderdiği 01 Mart 1961 tarihli özel mesaj bizi de ilgilendirmesi bakımından kanaatimce önemlidir.

Kennedy bu mesajda;  ABD hükümeti veya özel kurumlar (!) tarafından yabancı ülkelerin bilgili insan gücü ihtiyaçlarını karşılamaya yardım için Amerikalı kadın ve erkeklerden oluşan devamlı bir  “Barış Gönüllüleri”  örgütünün kurulmasını kongreye tavsiye eder.

Dünya üzerinde yeni gelişmekte olan halkların, açlığın penceresinden,  cehaletten ve fakirlikten kurtulmaları gerekmektedir. Ancak bahsedilen ülkelerde bunun başarılması için çeşitli projelerin işlenmesine yardım edecek, hızlı gelişen ekonomilerin gereklerini karşılayacak;  köylerinde, dağlarında, kasabalarında çalışacak kadın ve erkek yoktur. Bu insanlar “Barış Gönüllüleri” olarak sağlanacaktır.  Sanki bu ülkeler ABD’nin gönüllülerini çağırıyormuş da(!), onlarda koşarak gidiyorlar…

Kennedy’nin mesajında bu konuda yapılacak işler anlatılmakta ve bütün hallerde “Barış Gönüllüleri”nin;  hizmetlerine ve bilgilerine gerçekten ihtiyaç duyulan ve istenen ülkelere gidileceği belirtilmektedir.

Mesajın devamında “hizmetin uzunluğu,  projenin cinsine ve ülkeye bağlı olarak,  iki yıldan üç yıla kadar değişecektir.  Barış Gönüllüleri daha çok fiziksel zorluklar altında hizmet edecek ve gelişen ülkelerin halkı arasında ilkel şartlar altında yaşayacaklardır.”

Buraya dikkat edin “her barış gönüllüsü için hizmet,  büyük bir maddi fedakarlık demek olacaktır. Hiçbir ücret almayacaklardır. Barış Gönüllülerinin hizmet etmeye geldikleri arasında basit ve gösterişten uzak yaşamaları gerekmektedir.” denilmektedir.  Acaba bizde ki “hizmet ehli” mi tarif edilmektedir.

Kennedy;  sorunun sadece bir Amerikan sorunu olmadığını, diğer halklarında enerjilerini ve bilgilerini Barış Gönüllülerinin herhangi bir şeklinde harekete geçirerek, büyük bir uluslararası çabanın ilk adımını atmalarını ümit ettiklerini belirtiyor. Dünyayı etkileyen ve büyüleyen “cemaat” gibi mi?

ABD’nin;  2011 yılının son günlerinden geriye dönüp 50 yıllık geçmişine baktığımızda hedeflerine ulaştığını görüyoruz. Süslü püslü demokrasi,  insan hakları,  özgürlük ve barış kavramları, zamana ve mekana göre onlar adına doğru bir şekilde kullanılarak, ABD tarafından amaçlanan gayelerin bir çoğu elde edilmiştir.

Benim dikkatinize çekmek istediğim nokta,  ABD’yi iyi inceleyerek yakından tanımamızın gerekliliği ile “Barış Gönüllüleri” projesi ile Türk İnsanı üzerinden Türk – İslam coğrafyasında yürütülen “Cemaat Hizmetleri”nin benzerliğine vurgu yapmaktır.  Ayrıca ABD’ye düşman olmaya gerek yoktur.  ABD ile Türk Milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin menfaatlerini koruyacak ve mütekabiliyete dayanan ilişkiyi her zaman sürdürebilir kılmak menfaatimiz icabıdır. Ancak neyin ne olduğunu bilmezsek her zaman oltanın ucundaki yeme kolayca takılan bir balık oluruz. Allah’ta bizi bundan korusun.

 

İslam’da Selamlaşmanın Önemi

Yüce Dinimiz İslam, Müslümanları kardeş ilan etmiş (Hucurât, 49/10), bu kardeşliğin sevgi ve saygı esasına dayalı olarak sürdürülmesi için de onlara karşılıklı bir takım vazifeler yüklemiştir. İlk insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem (a.s.)’den kıyamete kadar inananların birbirleriyle karşılaştıklarında yerine getirmekle mükellef oldukları görevlerden biri de selâmlaşmadır.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in bildirdiğine göre ilk selâmlaşma Hz. Âdem (a.s.) ile melekler arasında geçmiştir. Allah Teâlâ Âdem (a.s.)’i yarattıktan sonra şöyle buyurdu:“Git de şu oturan meleklere selâm ver ve sana nasıl karşılık vereceklerini iyice dinle. Çünkü bu hem senin, hem de senden sonraki soyunun birbirini sevgi ve saygı ile selâmlaması olacaktır. Bu emir üzerine Âdem (a.s.), meleklere gidip ‘Es-selâmüaleyküm’ dedi. Onlar da ‘Ve aleykümüs-selâm ve rahmetullah’ diye cevap verdiler.” (Riyazü’s-SalihînTerc. C. 2, S. 227)

Selâm sözlükte, insanların birbirleriyle karşılaştıklarında kullandıkları yakınlık, dostluk, saygı ifade eden söz, yaptıkları işaret veya hareket; emniyet, huzur, selamet, esenlik, sağlık, sağlamlık manalarına gelmektedir.

Selâm, Allah Teâlâ’nın 99 güzel isminden biridir. Allah’ın sıfatı olarak selâm, insanlara ârız olan her çeşit ayıp, kusur, eksiklik, hastalık, acizlik, ölüm gibi şeylerden sâlim kalan; her türlü bela ve tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran; zulmetmeyen, güven arayanları güvene erdiren; Cennetteki bahtiyar kullarına selâm eden manasındadır. Bu anlamıyla selâm Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:“O… selâmdır, mümindir, müheymindir…”(Haşr, 59/23)

Selâmlaşmak, mü’minlerin birbirleriyle tanışıp kaynaşmalarına; aralarında sevgi, saygı ve samimiyetin artmasına; kin, düşmanlık, küskünlük ve dargınlıkların da ortadan kalkmasına vesile olur. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) selâmlaşmanın mü’minlerin birbirlerini sevmelerine ve cennete girmelerine vesile olduğunu haber vererek şöyle buyurmuştur: “Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız; yaptığınız takdirde birbirinizi sevebileceğiniz bir şey size söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” (Müslim, İman, 93)Bir başka hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyuruyorlar: “Ey insanlar, selâmı yayınız, yemek yediriniz, akrabalarla alakanızı ve onlara yardımınızı devam ettiriniz. İnsanlar uyurken siz namaz kılınız. Bu sayede selâmetle cennete girersiniz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 42)

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde, Müslümanın Müslüman üzerindeki beş hakkından bahsederken,“Karşılaştığında selâm ver…”(Tirmizî, Edeb, 1; İbnMâce, Cenâiz, 1)buyurarak selâmlaşmanın Müslümanların birbirlerine karşı haklarından olduğunu bildirmiştir.

Selâm vermek sünnet, selâm almak ise farzdır. Sünnet olan, yürüyenin oturana, binitlinin yayaya, küçüğün büyüğe selâm vermesidir. Hutbede, yüksek sesle Kur’ân okurken, ders okuturken, ezan ve kamet esnasında selâma cevap verilmez. Tuvalet ve banyo gibi yerlerde bulunan kimselerle içki ve kumar gibi bir günahı işlemekte olan kimseye bu günahı işlediği esnada selâm verilmesi uygun değildir. (Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay.Sh. 587 )

Sadece tanıdığımız kişilere değil, tanımadıklarımıza da selâm vermeliyiz. Zira Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), İslam’ın hangi ameli daha hayırlı? diye soran bir sahabeye“Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermen” (Ebû Dâvud, Edeb, 142) diye cevap vermiştir.Bu hayırlı amelden en kârlı çıkanlar ise selâm vermede önce davrananlardır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde; “İnsanların Allah yanında en makbul olanı, önce selâm verendir”(Riyazü’s-SalihînTerc. C. 2, S. 234) buyurmuştur.

Müslümanların, aralarında selâmlaşmaları ilâhî bir emirdir. Bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı selâmla karşılık verin. Şüphesiz Allah her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.”(Nisâ, 4/86)

O halde, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in, “Asıl cimri, selâmlaşmada cimrilik edendir” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, S. 268) buyurduğu cimrilerden olmamaya çalışmalı, selâm vermeyi ve selâm almayı asla ihmal etmemeliyiz.

Kim Cemil Meriç Olmak İstemez?

Cemil Meriç bugün yaşasaydı 95’ine girecekti. İşte bu doğum yıldönümü dolayısıyla okuduğu İstanbul Pertevniyal Lisesi’nde bir proğram tertiplendi. Ben de bu panele konuk oldum. Müstakbel Cemil Meriçleri gördüm birden bire karşımda. Ne güzel bir duygu. Gerçekten bu öğrencilerimiz birer Cemil Meriç olsalar onlar için ne düşünecektik. İşte örnekleri;
“Kültürel Bir Muhafazakar.. Siyaseten Liberal.. Fikir Özgürlüğü Savunucusu.. Türkiye’de düşünce Mektebinin Kurucusu.. Çığır Açan bir düşünür.. Batıyı Çok İyi Bilen Bir Aydın.. Hep Sorgulayan ve Cevabını Bulmaya Çalışan Bir Münevver.. Gerçek Ülkü ve Ülkeyi Gören Adam.. Fikrin Görgüsünü, Örgüsünü ve Kurgulamasını Yeni Nesillere Öğreten Yazar.. Tek Tipe ve Tornadan Çıkmaya Direnen Alim..”
İnsanları Mağaradan Çıkarmaya İddialı Bir Aydın
Bu kadar yeter mi? Yetmez, siz yetersizlik ilan etseniz bile taban bulmaz, yansımaz. Devamı şöyle bu deyim ve deyişlerin; “Düşüncenin Gökkuşağı.. Bir Fikir Dağı ve Düşün Denizi.. Tefekkürün Hasbi Kalemi.. Bir Huzursuz Adam.. Bu Ülkenin Aydını.. Söylenmiş Cümlelerin Hasretini Yayan Bir kelime Avcısı.. Haysiyetimizin Son Mezar Bekçisi.. Sözün Sultanı.. Ufukların Musahibi.. Bulutları Delen Kartal.. Kelimelerin Rengi.. Eleştirel Bir Milliyetçi.. Melez ve Çoğul Kimlikli.. İnsanları Mağaradan Çıkarmaya Uğraşan Mimar.. İslamın Liberal Mirasını Sürdüren Edip ve Eleştirel Bir Milliyetçi!”
Bu yakıştırmalara Cemil Meriç ise şöyle cevaplıyor “Beni Kimim?” diyenlere?.       ” Hayatını Türk İrfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisiyim-Jurnal 18 Haziran 1974″ Peki buraya nasıl geldi derseniz ? Hemen vakit kaybetmeden Cemil Meriç Kronolojisine bakmak icap ediyor.
Genç Hüseyin Cemil İçin İdam Talebi
Balkanlardaki ihanet, savaş ve parçalanmalar sonucu bölgeden Hatay’a gelip yerleşen Meriç Ailesinin Çocuğu Hüseyin Cemil Reyhanlı’da(Hatay) doğuyor- 12 Aralık 1916. Bu tarihi bir yıl öne ve sonraya alanlar olsa da yaşadığı dönem itibariyle Hüseyin Cemil dünyanın en sancılı gelişmelerini birlikte yaşıyor. Bölge Fransızlar tarafından işgal edilmiş bir manda yönetimiyle idare ediliyor ve Suriye’ye bağlı. Baskı had safhada. Hüseyin Cemil okumaya hevesli ama müstemleke yöneticileri hiç buna müsaade eder mi? Aydınsanız hangi şartta, ülkede ve düzende olursanız olunuz münevverin kaderi böyle.
Zihinlerin felçe uğradığı ve esir alındığı bir dönem o yıllar. Hüseyin Cemil Hatay’da tutuklanıyor. Suç aletleri ise okuduğu kitap ve dergiler. Bunun cezası ölüm olduğundan idam ile yargılanıyor. Ancak bir şans olsa gerek bölgede yapılan kamuoyu yoklaması ile Hatay Türkiye’ye bağlanıyor. Hüseyin Cemil iki ay önce beraat ediyor ve hemen İstanbul’da alıyor soluğu.
O Öğretmenlerin Böyle Talebesi Olunur!
Hüseyin Cemil’in daha önce bir İstanbul deneyimi vardır. Yarım kalan eğitimi için Pertevniyal Lisesi’nde 12. Sınıfa kabul edilir. O günlerde(1936) Hüseyin Cemil Meriç’in Pertevniyal Lisesi’ndeki Hocalarının tümü deve dişi gibi alimler. İşte birkaç örnek; İhsan Kongar dünya çapında bir felsefeci, İstanbul Ansiklopedisi ve çok sayıda eseri olan Reşat Ekrem Koçu Tarih Öğretmeni, Edebiyat denince akla gelen Türkçe Hocası Keyise İdalı ve Fransızca Hocası, Ankara’nın has ve bağımlı aydınlarından Nurullah Ataç.
Kumkapı ve Kadırga Öğrenci Yurtları’nda kalan Hüseyin Cemil bu sıralarda iki yakın dost edinir; Nazım Hikmet ve Kerim Sadi. Her ikisi de marksisttir. Bu dostlukları Hüseyin Cemil’in iyi Fransızca’sıyla Gaston Jaze’den 400 sahifelik Maliye kitabını, ardından da Stalin’den “Pratik ve Teori”yi tercüme ettirir. İlk yazısını (1933) Hatay’daki yeni Gün’de yayınlayan Hüseyin Cemil Meriç artık yazı hayatının damardan girildiğini fark ediyor. Honore De Balzac ve Victor Hugo tercümeleri alakayla karşılanır. İstanbul Edebiyat Fakültesini bitirmesi de yazı ve edebiyat hayatında önemli bir etken olmuştur. Artık sektörden biridir, ailenin fertleri arasına girmiştir.
Düşünmek ve Kelimeler Vazgeçilmezlerden
Hayatının ilk devresinde eğitimini sürdürürken Türkçülük akımının etkisindedir. Sonra  “bilgilenme” dönemine giriyor ki marksizm en fazla bu zaman diliminde etkilemiştir. Sonunda yuvaya dönecek olan Cemil Meriç esas çığlıklarını yerli düşünceye döndüğü zamanda atıyor. Doğu ve Hind Edebiyatı’nı hıfzetmiş bir Osmanlı aydınıdır o günlerde. Diyalektik yöntemi de benimsemiştir. Bir farkla zamanın etkisinde kesinlikle kalmamaya kararlıdır. Ve deyişlerine başlar;
-Düşünmeyi düşünün, düşünmeyi başkalarının düşündüğünü düşünmek biçiminde değerlendirin.
Düşünmek ve kelimeler artık Cemil Meriç’in vazgeçilmeziydi. Meriç’e göre bu gemi 1789’dan beri su alan bir vaziyette yüzmesini sürdürüyor. Münevverlerin horlanmasına göğüs germeyi başardı. Ama sessiz, nümayişsiz, fakat etkili bir biçimde. Böyle olunca da bürokrasinin hep gadrine uğradı, eşi Fevziye hanım hasta iken izin verilmemesine bile kızarak devletine küsmedi. Hep marjda kaldı.
Devrimlerin yenilik getirmesiyle görevini yerine getirebileceğine inandığından, “Yeni olmak eskiyi bilmekten geçer. Medreselerin bir davası, kökü, çiçeği ve dalı vardır. Üniversitelerin ise yok. İdrak mahrum, şuurlar iğdiş edilmiş bir ameliyathane, büyücü kazanı üniversite.” diyen Cemil Meriç batıdan hukuk kopya etmenin de yenilik olmayacağını savunuyor.
Fikirlerin Kuduz Köpek Gibi Kovulduğu Yer Neresi?
Mazi oryantalistler kadar araştırılmalı, öğrenilmeli, derin sudan geçerken at değiştirilmemeli. Değiştirilirse topluma ters düşmemeli. Cemil Meriç Kelimeleri hep yerine oturtuyor. Millet yerine siz Ulus diyemezsiniz. Ulus kelimesi, Millet’in içindeki birikimi siliyor!. Kurtuluş da öyle, bu kelimenin İstiklal Savaşı derken, Kurtuluş Savaşı demeniz mümkün değil. İstiklal arka planı olan, dolu bir kelime ve kurtuluş çıpcılız. Kelimelerin esiri olunmamalı. Yerine oturmalı.
Aydının yabancılaşması veya aykırı olması da Cemil Meriç’in ilgi alanında. Gerçekten  memleketsever eleştirilerin Türkiye’den Cemil Meriç ile birlikte önemli üç örneği vardır Kemal Tahir ve Atila İlhan. Üstad hiç öteki demedi tümünü yani bütünü kucakladı. Hisar Dergisi’ndeki Adalet Ağaoğlu’nun Yaz Sonu romanını  konu ettiğinde sordum kendisine Göztepe’deki Parka bakan apartmanın giriş katındaki dairesinde: “Üstad neden Adalet Hanım’ın romanına  bu kadar sahip çıkıyorsunuz. Yaz Sonu belki en zayıf eseridir.” Cevabı ilginçti benim için. Ötekileştirme yoktu ya hayatında “Evladım, insanları da, özellikle aydınları da kazanmak gerekir. Adalet Ağaoğlu önemli bir kabiliyettir.” Dedi. Cemil Meriç’e göre bütün ülkeler ve kültürler çok katmanlı ve melezdir. Kamplaşmalar da tuzaklardır. Fikrin kuduz köpek gibi kovulduğu bir ülkede düşünce, sanat, irfan, bilgi yeşerecek ortamı bulamaz. Diyalogdan korkmayınız.”
Hem Doğu ve Hem de Batı Dillerini Bilmek
Gözündeki retina çatlağı kendisini iyice rahatsız etmeye başlamıştı(1954). Türkiye’deki tedaviler yeterli olmayınca Paris’e gitti. O yıllarda trahom yaygındı. Paris Quinze Vingts Hastanesi çok ünlüydü o yıllarda. Türkiye’den de tedavi olmak için çok hasta vardı ve randevu için şartları zorluyorlardı. Kuyruklar oluşmuştu hastanede. O sırada koridordan odasına geçmekte olan profesör konuşulanlara dikkat kesbediyor. Cemil Meriç’in arkadaşları da orada yardımcı oluyorlar. Ameliyatı yapacak Profesör, Cemil Meriç’i odasına çağırıyor ve randevu veriyor. Arkadaşlarına ise “Fransızcayı bizim gibi kullanan bir Türk’e randevu vermeyip de ne yapacaktım.” diyor.
Cemil Meriç ameliyat oluyor ama netice yine pek olumlu değil, artık adım adım ama olma yolunda ve 35 yaşındadır, Cahit Sıtkı Tarancı’nın hatırlattığı gibi yolun da yarısı alınmıştır.. Tarihimizde trahomdan etkilenip görmeyenler için oluşturulan “körler çarşısı”nda bir kültür yaşar. Zembilciler, hasırcılar, kilim ve halı dokuyucuları, hafızlar olarak kültür tarihimize kayıtlıdırlar. Sanatçı olanlar da bir hayli fazladır. Aruz ile yazılan şiirler hafız hocanın öğrencileri tarafından da ezberlenerek kitaplaştırılmıştı. En son örneği ise Kilisli Hafız Kamil Kıdeyş’in Divan-ı Kamil’idir.
Düşünmeyi Düşünmek Gereği
Paris’te o yıllarda Türkiye’den gelmiş çok talebe vardır. Adeta gerçek bir lobi oluşmuştur. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş da o yıllarda Paris’tedir. Şöyle diyor; “Ben asistandım. Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş hocamız ise Doçent’ti. Faruk Kadri Bey bizi hep toplar, yaptığı yemekleri paylaşır ve derin sohbetler gerçekleştirirdi. Cemil Meriç o günlerde Paris’e ameliyat için gelmişti. Güzel Fransızcasıyla randevu alabildi. Sohbetlerimiz sırasında ise Faruk Kadri Timurtaş Cemil Meriç’in birikimini bildiği için provoke eder, sorduğu sorularla hepimizin ufkunu açardı. Cemil Bey de cevaplardı.”
Göztepe’deki evine zaman zaman giderdim. Diyalog kurmanın gereğini öğretti bize. Okumanın keyfini tattırdı gençlere.  Düşünmenin, kafa yormanın olmazsa olmaz olduğuna inandırdı benim kuşağımı. Bir defasında gittiğimde Kayserili Murat Yerlikhan derslerinden arta kalan zamanını geçirdiği Cemil Meriç’in evinde Üstad’a kitap okuyordu. Sırdaş Yayınevini kurmuştuk dört arkadaşımla. Kendisinden yayınlanmak üzere bir eserini istedim. Kabul etti. Ziya Gökalp konusundaki çalışmasını bizim için hazırlamıştı, ancak Sebil Yayınevi’ne kısmet oldu ortaklar arasındaki uzlaşma sağlanamayınca.
Bahtiyar Yarınların Mimarları Olabilmek
12 Ciltlik bir külliyat bıraktı geride. Kitaplarını ve yazılarını Beylerbeyi’ndeki komşusu İzzet Tanju daktiloya çekiyordu. Üniversitelilerimiz kendisine hem kitap, hem dergi, gazete okurdu. Yeni öğrendim Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin 700 sahifelik İslam Tarihi’nin tümünü kültür tarihçimiz, o günün talebesi Davut Gürlek okumuş kendisine. 11 bin cilt eser vardı kütüphanesinde. Hangi kitabın nerede olduğunu bilirdi. Can kulağıyla duyuyordu. Bilgileri ayıklıyor, kritiğini yapıyor, topluyor ve beynine taşıyordu. Her şeyi beyine taşıyan bu Osmanlı Münevveri, devrilmeyen kütüphane beyin kanaması geçirince felç oldu.
Cenazesi de kalabalık değildi(1987) vefat ettiğinde. Ancak ülke genelinde bir tepki ve öfke aydını ortaya çıkardı, düşünen, düşünmenin gereğini yapan, cesur ama mülayim, memleket severlik duyguları ağır basan. Hiç bir cemaate dayanmayan ve cemaati de olmayan Cemil Meriç her kesim ve kültürden okuyucu buldu, eserlerini görüşü ne olursa olsun her yayınevi bastı.
Bizlerin konuşma ihtiyacındaki bir öğretmenimizdi. Heyecanlı, ön yargısız, taşkın ama sabırlı, kabına sığmayan, peşin hüküm ve kurtarıcılardan arınmış, herkesi kendi düşünce çizgisine çekebilen bir düşünürdü Cemil Bey. Şair ve Yazar Hilmi Yavuz’a bir kitabını gönderiyor. İki yazar da birbirini tanımıyor. Cemil Meriç bu kitabına şöyle yazıyor Hilmi Yavuz’a ” Hakikatleri ifşa etmek gibi bir arayışa davet ediyorum. En büyük ihtiyacımız diyalog. En büyük düşmanımız peşin hüküm. Ciddiyet ve irfanına güvenilir aydınlar gerek. Türk aydınları zahiri ihtilafları unutup hakikati dostça, dürüstçe aramaya çalışsalar, bahtiyar yarınların mimarları olabilirler.”
Üç Silah Kelime, Bilgi ve Düşünmek
O gün bugün Hilmi Yavuz Cemil Meriç okuyucusu. Aleksandre De Grosta da şöyle anlatıyor Cemil Meriç’i; “O’nun fikirleri, sosyal adalet, dini serbestiyet, ilerleme inancı, özgürlük aşkı, milliyetçiliği kapsayan eski moda bir liberalizm ile derin bir bağlılıkla elele giden  İslam’ın kültürel mirası üzerine oturur.”
Lügat adam, ansiklopedik aydın, doğu ve batıyı bilen, kendini sürekli yenileyen, analizci ve sentezci Cemil Meriç aydınların yabancılaştığı denizde oluşan anafora kapılmadı. Bilgi, kelime ve düşünmeyle her şeyi yendi.
Böyle olunca da kim Cemil Meriç olmak ister ki? Yazar Nihat Genç’ten başka kabul edenler lütfen elini kaldırsın. Pertevniyal Lisesi’nde bunları anlatmaya çalıştım. Hiç bir öğrencimizin adı ne Cemil ve ne de Fevziye idi sorduğumda. Peki isimlerinin manasını biliyorlar mıydı? 75 yıl sonra bugün o talebelerin oturduğu sıralardaki öğrenciler Cemil Meriç isminin manasını ve görevinin ne olduğunu artık biliyordu. İşte bundan dolayı bir araya gelmiştik Cemil Meriç’siz 25 yılın ardından.
Yeni Cemil Meriç’ler ortaya çıkıp, eskisinin pabucunu dama atmadıkça daha çok anma programı yapacağız. Ne dersiniz?!