13.6 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1072

Ben öğretmenim…. Bundandır yüreğimin akışı..

YIL 1923…

Dönemin Maliye Bakanı Hasan Fehmi Ataç, TBMM’de Mustafa Kemal Atatürk’e sorar.
-Paşam, vekil maaşlarını düzenleyeceğiz, ne kadar verelim?
Mustafa Kemal Atatürk’ün cevabı şu an öğretmenlerin sıkıntılarını anlamak istemeyen birçok insana tokat gibidir…
– Öğretmen maaşlarını geçmesin.

Öğretmene verilen değeri anlatmak açısından çok önemli bir diyalog’ dur.

 Her geçen gün içi boşaltılan öğretmenlik mesleği sıradanlaştırılıyor.

 O kadar hızlı ve sistemli yürütülüyor ki bu, önüne geçmek için gösterilen çabalar yetersiz kalıyor.

Öğretmene verilecek  para pul’ dan daha önemli olan öğretmenin mesleki onurudur.

Cumhuriyeti kuran vekillerin ”analarının ak sütü gibi helal olan maaşlarını ” öğretmen maaşıyla mukayese ederek belirlerken, bugünün milletvekilleri ise maaşlarını OECD ülkelerinin milletvekili maaşlarıyla mukayese ederek belirlemektedirler.

Buna rağmen öğretmene bakışları ise asla kabul edilecek bir zihniyet değildir…

Bu zihniyet sahipleri fedakar öğretmenlerimiz için ”gidip-gelmekten başka ne iş yapıyorlar, beğenmeyen bıraksın ” ….üç kuruşluk maaş iyileştirmesi için ”Öğretmenlere kişilik kazandırmaya çalışıyoruz’ diyerek öğretmenlik mesleğini aslında kişiliksizleştiriyorlar.

Oysa hepimiz biliriz ki, Osmanlı’nın dağılmasında en önemli sebepler arasında eğitim bulunmaktadır.

Yine hepimiz biliriz ki Cumhuriyet Dönemi’nin hızlı başarısının sebebi de eğitimdir.

Peki o zaman eğitimin ana unsuru olan öğretmenlerin içinde bulundukları durumu görmemezlikten gelmek acaba neyi görememektir?

Daha mesleğe adım atmadan önce sıkıntıların içinde buluyor öğretmen kendini.

Efendim, istihdam sorunu varmış, işsizlik varmış, yeterli kadro yokmuş…

Tarih öğretmeni Fikret Ercan, müzik öğretmeni Uygar Şenocak; ücretli öğretmenlik yapan 23 yaşındaki Ali Kürkçü, Nuray Özer, Muhammet Aytekin Çiftçi genç yaşta

intihar eden hayatı solan öğretmenlerimizden birkaçı…. Bu ülkenin öğretmenlerini intihar ettirecek kadar hayatından bıktıran sorunu kim umursuyor?

Kim bunların sorumlusu?

Belki dünküler, belki bugünküler… Zihniyeti ”Atatürk gibi olamayanlar”dır bence bunun sorumluları..

”Allah tarafından eğitici bir model olarak yetiştirilen peygamberler bir yandan da toplumun değişiminde ve mesajın topluma aktarılmasında çok önemli bir görev yapmışlardır”…

 ”Musa peygamber eğitimde duygusal zekâyı en belirgin kullanan peygamberlerden birisidir. Hazreti peygamber ile birlikte toplu eğitimi en yaygın kullanan peygamberdir (Araf 7/104-136, Maide 5/20-21)”.

Yani peygamberlik mesleğidir öğretmenlik… Kutsaldır…

Artık….

Atanması yapılmadığı için özel sektöre yönelen Ceyda Cansu Denker’in dramı yaşanmasın bu ülkede Dershaneden aylık 300 lira teklifi alan ve bunalıma giren genç öğretmen kendini evinin balkonundan boşluğa bıraktı”

Eğitim, herkesin boşboğaz konuştuğu bir konu olmaktan çıkmalı; öğretmenlik, herkesin yapabileceği bir iş olarak algılanmamalı.”

Kaliteli, iyi yetişmiş ve yaşam koşulları düzgün olarak hazırlanmış öğretmenlerle bu ülkenin geleceği aydınlanır. Yüksek karakterli, üretken nesiller yetiştirilir…

Bu yüzden mevcut zihniyetin değişmesi gerekir.

İyi niyetli olmak gerekir..

Gayretli olmak gerekir..

Tüm olumsuzluklara rağmen, mesleğini fedakârca yapan onurunu satmayan, sorunlarını öğrencilerine yansıtmayan fedakâr meslektaşlarımı kutluyorum…

Çileyi çeken bilir…

Ben mesleğin son deminde köşesinde oturan, tuzu kurulardan değilim….Yüreğinde mesleğini yaşatanlarla çileye talip olanlardanım…

Nerede bir öğretmenin yüreği sızlarsa, yüreği sızlayanlardanım…

Bundandır yüreğimin akışı…

Saygılarımla…

 

 

Millete Adalet Vekiline Kalkınma

Siyasette AK olur mu?

Bu konuya dönmek üzere buraya bir nokta koyalım.

Tam bir uyanıklık,

Müthiş bir zeka ürünü.

Gece yarısı baskınıyla kendi geleceklerini garantileme

Anadolu’da buna yangından mal kaçırma denir.

Millet olarak üzüldük,

Gücendik,

Kırıldık,

Cemil Beye, Meclise ve İktidara yakışmadı.

Hayallerimizde kırıldı.

Emekli milletvekili maaşlarına % 100 zam.

Pekâlâ, millete ne verdiniz.

Yani % kaç

Mevcut milletvekillerinin büyük çoğunluğu önümüzdeki dönem mecliste olamayacaklar.

Şimdiden yarınlarını garantiye alıyorlar.

Milleti unutuyorlar.

Unutmamak gerekir ki,

Bu aziz millet kendisini unutanları unutmaz.

Kendilerini unutulmaz ya da vazgeçilmez zannedenler dönsün bir arkaya baksınlar.

Üzüldük.

Millet olarak Fransa’nın ermeni aşkını Türk düşmanlığını konuşup tepki gösterirken.

Bir de baktık ki millet ve memleket sevdalısı vekillerimiz

Gece yarısı operasyonuyla malı götürmüşler.

Üniversite mezunu gençlerimizin 670 lira asgari ücretle çalıştığı bu ülkede.

Oda iş bulabilirse,

25 -30 senesini devlete hizmet edip pirim ödeyerek emekli olan

30 senedir prim ödediği halde yaşı tutmadığı için emekli olamayan

Emekli olanında 800 TL maaş aldığı bu cennet vatan ülkemizde

Emekli vekillerimizin maaşın yüzde yüz zamla 8.000 TL olması,

Yiyin beyler yiyin,

Afiyet mi olur başka bir şey mi olur onu Allah bilir.

Bu milletin ahı bir tutarsa korkarım kabız olursunuz.

Sahi AK PARTİ 10 yıllık iktidar döneminde millete bir kez olsun % 100 zam verdi mi?

Sn başbakanımız 3 sene sabredin dedi.

Sabrettik.

Olmadı.

Bir üç sene daha sabrettik.

Olmadı.

Olsun memleket düze çıksın biz millet olarak bir üç sene daha bekleriz

Nasıl olsa sıra bize de gelir.

Vekillerimiz bizi unutmaz dedik.

Sonra birde baktık ki.

Büyük hayallerle desteklediğimiz iktidarımız.

Meclise gönderdiğimiz vekillerimiz

Milleti memleketi unurtmuş kendi dertlerine düşmüşler,

Tabi millet nasıl olsa salako ya da davaro

Gelinen nokta bu olmamalıydı.

Maalesef 10 senenin sonunda millet hayal kırıklığına uğramıştır.

Ne hayallerimiz ne ümüklerimiz vardı.

Evet, siyasette AK olur mu ? diye sormuştum.

Millete adalet, vekiline ve zenginine kalkınma olarak anlarsan olur.

Onun dışında siyasetin en AK’ ı gridir.

Grinin de kendi içerisinde ton farkları vardır.

Dünyanın en büyük 16. Ekonomisi olduk.

Zenginlerimiz servetlerini beşe ona katladılar.

İyide bunun millete çalışana yansıyan bir tarafı olmadı ki

İhracatın 100 milyar doları aşması asgari ücretle çalışan için ne mana ifade eder ki.

Bir gecede geleceklerini garantileyen vekillerimiz.

15 aydır memurlar için sendikal düzenlemeyi neden meclisten geçiremediler.

Ya da geçirmediler.

Burada tabii ki sendikaların da ne işe yaradığını sorgulamak lazım

Memur sendikalarına bir çağrım olacak.

Ya bu haksızlıklara engel olun memurun hakkını koruyun.

Vermiyorlarsa da alın.

Hacminizin yanın da kütlenizi de ortaya koyunuz.

15 ayda çıkmayan kanunu bir günde çıkartırınız.

Ya da istifa ediniz.

Demek ki iktidar sizi ciddiye almıyor.

Yoksa şikeciler kadar memur ve memur sendikalarının bir değeri yok mu?

İktidarın gözünde bir değerimiz olsa idi vekillerimiz bir günlerini de memurlara ayırırlardı.

Memurlar, emekliler, esnaf

Kısacası millet bu gün biraz kızar konuşur ama yarın unutur

Millet bir unutur iki unutur

Sonra kendilerini unutanları unutur.

Tüyü bitmemiş yetim hakkı buna denir.

İçimizdeki Beyinsizler

0

Kimi gazeteler, son olayları anlatırken, öyle bir üslup kullanıyorlar ki, şaşmamak mümkün değil.

Geçmişte ve günümüzdeki olayları, öyle bir anlatıyor, tasvir ediyorlar ki, sanki ortada mazlumlar ve onlara zulmedenler var!

Hiçbir devlet, vatandaşını incitmek, vatandaşına zarar gelsin istemez. Vatandaşını rahatsız etmek, dara sokmak, güç duruma düşürmek; kısaca hiçbir devlet; vatandaşın kılına dokunmak istemez. Başkasını da dokundurtmaz.

Hiçbir aklı başında devlet, vatandaşıyla karşı karşıya gelmez. Onunla sürtüşmeyi temenni etmez. Onun nefretini kazanmak gibi bir gaye gütmez.

X

                    Devlet, bindiği dalı hiç keser mi?

                    Çünkü devlet vardır, varsa milleti

 

                    Duvarları olmayan binaya, gerekir mi hiç çatı?

                    Öyle nahoş bir mekanda, sürebilir mi saltanatı?

     

                    Ama vatan, millet ve devlet aleyhinde

                    Bir faaliyet gösteren, varsa sinsice

 

                    Böylelerine takılacak, şüphesiz kelepçedir

                    Denir mi buna, devletin halka bu ettiği nedir?

 

                    Hele bir de varsa serde, ülkeyi bölmek emeli

                    Demezler mi buna, sen ne yapıyorsun behey deli?

 

                    Üstelik, dışardan üflenişe, oluyorsa ma sadak

                    Giderek, kalmaz mı ülkenin parçalanmasına ramak

 

                    Olayın, acıklı zahir görünüşüne, esefle baktırarak

                    Doğru mudur, duygu sömürüsü ile halkı devletten soğutmak?

 

                     Sebebin sebebine bakmadan, yürütülen fikir

                     Başka değil, dış güçlere ancak, cesaretler verir

 

                     Basiret odur ki, takılıp kalmaz zahire

                     Düşünüp taşınıp bakar olur, hep ahire

 

                     Türkiye’nin talihsizliği, işte burada

                     Kendi devletini suçlayanlar, hep ortada

 

                     İçinde bu kadar haini olan, başka devlet yok

                     Batı’da, insanımızı ayartmak için servet çok

 

2349

 

                     Ne boş hayaller uğruna, yazık ki, tutuluyor eteği düşmanın

                     Düşünülmüyor ki, geçmez eline bir şey, sonunda pişman olanın

 

                     Gerçi, unutur bu millet; kendisine ihaneti bile

                     Eder havale Allah’a, o ne güzel İlahi terbiye

 

                      Yalnız, bir şeye öyle inanırım ki, kesinkes

                      Allah bu milletle beraber, bilsin bunu herkes

 

                      Nasıl dilleri varır, bu devlete iftiraya?

                      Tutulmuşçasına, önü alınmaz bir sar’aya!

                  

                      Alınmak isteniyor bugün, Milli Mücadele’nin rövanşı

                      Çok şükür uyandı millet, bu kin dolu, düşmanca tavra karşı

 

                      İçimizdeki beyinsizler yüzünden, ey ulu Allah’ım!

                      Varsa da herkes gibi, benim de, bir ömür boyu günahım

 

                      Hiç olmazsa değilim, vatanı peşkeş çekenler gibi asla

                      Son vatan parçasından, etme bizi mahrum, onlara kıyasla

 

                      Gerçekten inanıyorum ki, bu vatan aziz ve mübarek

                      Kursaklarında kalacak emelleri, bilmeleri gerek

Yerli “Sarkozy”ler

İstiklal Marşımızın şairi, milli heyecan ve endişe sahibi, faziletli aydın, haysiyet ve gurur abidesi Mehmet Akif Ersoy’u 75. Ölüm yıldönümünde saygı ve rahmetle anarız. O, bayraksız, vatansız, milli kimliksiz, devletsizliğe talip bir Müslüman değildi. Vatanından uzaklaşıp gittiği Mısır’da da rahat edemedi ve ülkesine döndü. Milli egemenlik ve bağımsızlığı ona buna peşkeş çekmeye hazır olanlara hep düşmandı. Şimdi yaşamış olsaydı, etnik ırkçılık yapanlara şiddetle karşı çıkardı. Türk’e karşı ırkçılık peşine düşüp Batının oyununa gelenlere, hilâle karşı haçın mücadelesini verenlerle işbirliği yapanlara yine gereken dersi verirdi.

Önümüze yıllardır ısıtılıp ısıtılıp bir sorun getiriliyor: Ermeni Sorunu, hayali ve tamamen siyasi bir soykırım iddiası… Bu durumda gelin beraber çalışalım, arşivlerimizi açtık demek anlamlı değildir. Her milli davada olduğu gibi taraf olduğumuzu kavrayarak yayınlarla kamuoyu yaratmalıyız. Davamıza önce kendimiz sahip çıkalım; ona buna havale etmeyelim. Karşı tarafın elinde ciddi ve ilmi herhangi bir koz yok. Mütareke yıllarında İstanbul işgal altında iken bile, arşivlerde bir şey bulamadıkları yabancı sefir ve görevlilerin ifadeleri ile sabittir. Yıllardır Ermeni sorunu, Ermenilerin sorunu olmadı; onları kullananların sorunu oldu. Dün Osmanlı’ya bugün de T.C’ne karşı… Kürtçülük de farklı değildir.

Fransa ve Sarkozy tarihi görevlerini sapmadan yerine getiriyorlar. Asıl sorun içimizdeki yerli Sarkozy’lerdir. Türk’e tarih boyu yapılan soykırımları ortaya koyabildik mi? Milli kimliğe karşı terör yaşıyoruz. Genç nesilleri milli davalarla yeterince bilgilendirdik mi? Soyut bir “Dünya Barışı” uğruna kendimize karşı tarafsız kaldık.

Korkaklığı, kararsızlığı, pısırıklığı marifet saydık. Dış baskılarla Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nu Tarih Kurumu Başkanlığı’ndan aldık. Erivan’a milli maça gittik ve Cumhurbaşkanımızın civarına da Asala militanları oturtturuldu. Bursa’daki Ermenistan-Türkiye milli maçında bayrak krizi yarattık. Ambargoya rağmen ünlü bir firmamız bisküvi ve çikolata sattı. Kars’a garip anıtlar diktik. Sınır kapısını açmaya kalktık.

Azerbaycan’ı kırdık ve Batılı müstemlekecilerin ekmeğine yağ sürdük. Dün Ermenilere kötü muameleyi engelleyemediği iddiası ile davalar yürüttük. Dış baskılarla 1603 dolayında kamu görevlisini mahkûm ettik. Boğazlıyan Kaymakamı Milli Şehit Kemal Bey gibi 60 vatan evlâdını astık. Bu mu soykırım? Oysa soykırım, devlet tarafından sistemli ve planlı uygulanan bir yokediştir. Devlet geleneğimizde ötekileştirme, soykırım ve dışlama yoktur. Tersine, sistemin içine alma, değer verme ve fonksiyonel kılma vardır.

Bazıları kendi soykırımlarını örtebilmek için bizi öne çıkarttı. Açılım ve saçılım adı altında olmadık tavizler verdik. Ülkeyi adeta açık arttırmaya çıkardık. Bazı sözde devlet adamlarımız kavramı bile bilmeden asimilasyon (eritme)dan bahseder oldu. Oslo protokolünü terör örgütü ile müzakere ve kabul ettik. O kadar tahrik ettik ki; bir hanım milletvekili devlet içinde devlet olmak için “otonomi” isteyiverdi.

Bir Başbakan Yardımcısı bazılarına TBMM’de anayasal hakları vermekten bahsetti. Çok kültürlülüğü, çok etnikliliği, birden fazla egemenliği öne çıkaran, tek devlet ve milleti, milli kimliği, fertlerin eşitliğini reddeden bir konuşma yaptı. İktidar partisinin grup başkanvekili, ülkenin demokratikleşebilmesi için Türk kimliğini dışlamak gerekir dedi. Bu örnekler o kadar çok ki…

Yerli Sarkozy’ler dururken yabancısına fazla yüklenmeyelim.

Türkkan’ a Sitem

Kocaeli Milletvekilimiz Lütfü Türkkan, milletvekili maaşlarına yapılan gece yarısı zammını savunarak, eline geçen maaşla geçinemediğini kalem kalem açıklamış!
Türkkan çok haklı!
Yaptığı harcamalara bakılırsa milletvekili maaşı ile yetinmesi çok zor!
Zor da; kendisini “zorla” mı milletvekili yaptılar?
Türkkan, Ankara’da oturduğu “möbleli daireye” 2500 TL. ödüyormuş!
Asgari ücreti vatandaşın eline bu kiranın dörtte biri ancak geçiyor!
Ortalama bir emekli vatandaş bu kiranın üçte biriyle geçinmeye çalışıyor!
Siz, bu vatandaşların “vekili” değil misiniz?
Bu vatandaşların sorunlarını çözmek için “gönüllü” olmadınız mı?
Milletin “aslı” geçim sorunları içinde iken “vekilinin önceliği” olabilir mi?
Lütfü Bey;
Vatandaşın doğalgaz, elektrik, su, telefon, ulaşım, eğitim ve gıda harcamalarını da mutlaka biliyorsunuz!
Özellikle emeklilerin geçim sorunu içinde yıllardır hükümetten “intibak yasası” beklediğini de biliyor olmalısınız!
“Sorunlarınızı biliyorum, çözmek için sizden yetki istiyorum” demediniz mi?
Ha, “Benim partim iktidar değil ki” diyeceksiniz; haklısınız da, “milletin aslının sorunlarını çözmeden bu para bize haramdır” da mı diyemezdiniz?
Sekreterleriniz, danışmanlarınız, şoförleriniz, yolluk ve harcırahlarınız yetmiyorsa, “istifa edin!”
O parayla geçinebilecek olanlar milletvekili olsun!
Mustafa Kemal Atatürk’e sormuşlar; “Vekil maaşlarına ne kadar zam yapalım?” diye. Yanıt şu; “Öğretmen maaşlarını geçmesin!”
Bugün, öğretmenlerin eline ne geçiyor?
Geçinebiliyorlar mı?
Emekliler, dul ve yetimler, memurlar, işçiler, işsizler, öğrenciler, esnaf ve zanaatkar geçinebiliyor mu?
Milletin aslının sorunlarını çözmeden “vekilinin” sorunlarını çözmek, hak mıdır, adalet midir?
Bu eleştirinin asıl muhatabı, “AK Parti milletvekilleridir!”
Ama, onlar “sus pus” dururken, onların adına da savunmak size mi düşer Lütfü Bey?

 

Toplumsal Şike

Türk futbolunda yaşanan deprem nedeniyle, bir insana ve onun içinde bulunduğu topluma hiç yakıştıramayacağımız olayları konuşuyoruz.

Ancak “şike”nin sadece futbolumuzda olduğunu söylemek meseleye baştan yanlış teşhis koymak demektir.

Türkiye’nin ve Türk milletinin neredeyse karşılaştığı her hadisede şikenin varlığı, ipuçları ile kendisini ele vermektedir.

Bir yandan PKK ve KCK’ya karşı binlerce asker,  polis, öğretmen, doktor, kaymakam, savcı ve sivil vatandaşı şehit vererek mücadele edeceksiniz, diğer yandan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç çıkacak kürtlere her türlü hakkı vereceğiz diyecek. Burada anlaşılmaktadır ki; Türk milleti aleyhine bir şike mevcuttur.

Diğer yandan vatandaşınızı asgari ücretle, emeklinizi de açlıkla süründüreceksiniz, öte yandan milletvekillerinin emekli aylıklarını Türkiye ölçeğinde kabul edilemez rakamlara yükselteceksiniz…

Yine adalet, hukuk reformu, yargı bağımsızlığı gibi lafları cart curt edeceksiniz ondan sonra da kişileri kurtarmak için “Yüce Meclis”ten kanun çıkartacaksınız.

Türkiye’de daha bu şike olayları moda olmadan ve bendeniz 2007 yılında MHP’den milletvekili adayıyım diye yazılarıma son verilmeden önce, Zaman Gazetesi’nin 23 Temmuz 2006 günkü nüshasında yani altı yıl önce “ŞİKE NASIL ÖNLENİR” diye bir yazı yazmışım. Sanki müneccimlik yapmışım. İsterseniz gelin onu bir okuyalım.

“Türkiye’deki şikenin önlenmesi için uygulanacak iki yöntem var. Birincisi kurallar koymak ve bunları harfiyen uygulamak. Ancak bugüne kadar bırakın futbolu, hiçbir sahada bunu başaramadık.

Eğer siz kural koyamıyorsanız ve koyduğunuz kuralı uygulayamıyorsanız, yapılan hiçbir yanlışı önleyemezsiniz. Lafta yazılı pek çok kuralımız var. Bunların ihlaline maalesef sessiz kalıyoruz.

Suç ve ceza arasında kuvvetli bir ilişki vardır. İşlenen suçlara muhakkak ceza verilmeli, suç karşılıksız kalmamalıdır. Yani suç, cezasız bırakılmamalıdır. Failleri tarafından işlenen suçlar cezasız kalırsa anarşi doğar. Herkes kendisinde, o suçu işlemeyi bir hak olarak görmeye başlar. Ülkemizde şike olayları,  görmesi gereken cezalarla karşılaşmayınca; ipini koparan şikenin envai türünü yapar oldu. İşler o noktaya vardı ki, şikenin altını eşeleseniz, toplumsal dengeleri bozacak noktalara varırsınız. Herkes her şeyi biliyor, ama üç maymunu oynuyor.

Şike olayları ve diğer sportif hukuki sorunları çözmek için ihtisası spor olan mahkemeleri  kurulmalıdır. Yargıçları spor konusunda uzman olmalıdır. Kurallar bu mahkemelerce herkes için adil ve objektif bir biçimde uygulanmalıdır. Kanun koyucu, kuralları titizlikle ortaya çıkarmalıdır. Kuralların konulmasında ve uygulanmasında, şike gibi işlenen suçların cezalandırılmasında taviz verilmemeli ve bu konuda toplumsal mutabakat sağlanmalıdır. Eş dost, ahbap çavuş ilişkisi ile büyük, güçlü ayrımına derhal son verilmelidir. Şikeyi yapanın gözyaşına bakılmamalıdır. Aksi halde bugünkü tablo kaçınılmaz bir sonuçtur.

İkinci husus ise, insan eğitimi ile onun bir alt dilimi olan karakter eğitimidir. Suça eğilimli bir insan ve toplum yetiştirirseniz olacağı budur. Allah’tan korkmayan, vicdanını dinlemeyen bir insan için hangi kuralı koyarsanız koyun ya da hangi cezayı verirseniz verin, suç işlemesinin önüne geçemezsiniz. Şikeyi baz alarak tüm suçlar için bu genellemeyi yapabilirsiniz. Ülkemizde kanunlar ve mahkemeler var. Ancak suç işlemeye karşı artan bir eğilim de var. Futbolda yapılan şikeleri, bu işten soyutlayamazsınız. Burada devreye insan faktörü giriyor. İnsanı; yanlıştan uzak duran, ahlaklı ve İlahi adaletin varlığından haberdar bir tarzda yetiştirirseniz ve bu ölçüler üzerine yaşatırsanız, şikeyi önlemede bir mesafe kat edebiliriz.

Bu hususlara ilaveten şunu da söylemek gerekir:  İşlenen suçlara karşı verilen cezalar, hiçbir neden yok iken affedilmemelidir. Son yıllarda ‘Rahşan affı’ olarak hafızalarda kalan affın olumsuz sonuçları hepimizin malumudur. Bildiğimiz gibi şike vardır. Yapılan şikeler cezasız kalmaktadır. Ya da karşılıklı mutabakatla üstü örtülmektedir. Bu sorunu çözmek için kararlılığımız ve ortaya koyduğumuz bir irade yoktur. Arada sırada Donkişotlar çıkar, yel değirmenleri ile savaşmaya kalkar, kaçınılmaz son olan mağlubiyeti yaşarlar. Oysaki her zaman anlattığımız gibi çözüm çok basit.”

Gördüğünüz gibi çözüm çok basit ama, Türk milletinin karşılaştığı “şike”lerin yüzyıllardır ya farkına varamadığımız ya da bir türlü kabullenemediğimiz için sürdüğü bir süreci hep birlikte yaşıyoruz. Günler aylar geçiyor, ancak Türk Milletinin karşılaştığı siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, sportif “şike”ler bir türlü bitmek bilmiyor.

Türk Milletini ikna etmek, ne yazık ki; kendi Türk olmayıp ama kendini Türk yerine koyanlara veya Türk’ün düşmanı bile olsa objektif bir kişiliğe soyunan üçüncü kişilere kalıyor. Tıpkı cemaatin sözcüsü sıfatı yapıştırılan Hüseyin Gülerce’nin, ana dilde eğitimin yani özellikle kürtçenin devamında arapça ve çerkezce ile diğerlerinin anayasal güvence altına alınması gerektiğini ifade etmesi gibi.

Ey Türk! sana yapılan şikeleri ne zaman görecek ve gereğini yapacaksın? Bilmek, duymak ve görmek istiyorum.

 

Hz. Mevlana’yı Anış

                         Hatırlatırken kendisini Mevlana,

                         Kim muhatap olmuyor ki, her an O’na.

 

                         Aslında hitap ediyor hep Mevlana,

                         Asırlar ötesinden tüm insanlığa

 

                         Öyle memba ki gürül gürül daim aktıran

                         Yüzyıllar ötesinden, kendisine baktıran.

 

                         Ne yazık ki olmuyor bazılar hiç aldıran!

                         Oysa Mevlana tükenmez ne bol bir şadırvan.

 

                         Sesleniyor ta ötelerden sevgiyle,

                         Aldırmıyoruz bu ulvi sese niye?

 

                         O müşfik, sevecen zatı bir güzel dinle!

                         Değil yalnız bize, insanlığa hediye.

 

                         Sesleniyor dünlerden aşkla bugünlere,

                         Tüm gücünüzle hiç durmadan sevin diye.

 

                         N’olur diyor koşun güvenle otağıma,

                         Olun etrafımda halka, sevgi bağıma.

 

                         Balıklar gibi düşün, tefekkür tuzağıma,

                         Balıklar gibi takılın, muhabbet ağıma.

 

                         Alalım birlikte yol Tanrı diyarına,

                         Hazırlık yapalım, o en büyük Yarın’a!

 

                         Yoksa diyor: “Ey insanlar!” o Koca Mevlana:

                        “Pişman olacak insan, pişman olduğuna da!”

 

                         Gerçekleşir sözü, işte o zaman Peygamberin:

                        “Yarın diyen helak oldu!” yok mu bundan haberin?

 

                          Yarın diye diye, yarını olmayan Yarın’da;

                          Ne işin vardı a kul böyle yar’ın kenarında?

 

                         Oldu Mevlana tercüman, Sevgililer Sevgilisine.

                          Başına getirdi aklı, insanın delisine bile!

 

                          Ah Koca Mevlana, hem yandın hem yandırdın.

                          O sevgi denizine durmayıp daldırdın.

 

1399

                          O deryadan içirip doyası kandırdın.

                          Bizlere nice uzun mesafe aldırdın.

 

                          Bizi de al, artık nurlu katına.

                          Bindir sevgiden, süvari atına.

 

                          Gelin dostlar, dalalım hep birlikte,

                          Tevhit denen o birlik denizine.

 

                          Sakın demeyelim asla birbirimize

                          Birlik dirlik, acaba bizim neyimize?

 

                          Katılırken katarına dünya bile, diyerek Mevlana

                          Yakışır mı torunlarına, hiç katılmamak bu kervana?

 

                          Öyleyse, ne güne duruyoruz; sevelim sevilelim

                          Sendeyiz seninleyiz; bekle bizi Mevlana diyelim

 

                          Mevlana’mızın nesli, nesilmiş gerçek.

                          Az olur hakkında ne kadar söylesek

 

                          Peygamber değil ama Mevlana; var kitabı

                          Boşa demedi Mevlana Cami, bu hitabı.

 

                          Eğiliyoruz önünde, saygıyla, ey Mevlana!

                          Açarak ellerimizi, senin için Mevla’ya.

X

                          Bilmedik kıymetini, yeterince dünyada!

                          Acep var m’ola senin gibisi hatta ayda?

 

                          Dikip yetiştirdiğin fidanlar, sardı dünyayı.

                          Haberler geliyor, hiç geçmiyor ki, günü ayı.

 

                          Sen rahat ol her zaman mezarında ebedi

                          Yerinin boş kaldığını kimse diyemedi.

X

                          Denizi anlatacaktım güya,

                          Meğer bu olmayacak bir rüya!

 

                          Testiyi daldırdım iyice denize,

                          Ancak o kadarcık sunabildim size

 

                          Meğer, ne de zormuş ey yarenler hemen;

                          Denizi sığdırmak testiye tamamen.

Milli ve Manevi Değerlerimize Sahip Çıkmalıyız

Bir milletin bekası millî ve manevî değerlerine sahip çıkmasıyla mümkündür. Çünkü bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve dayanışma içerisinde yaşamalarını sağlamaktadır. Millî ve manevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip kültürel değerlerini kaybeden toplumlar tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir. Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler; dinî ve millî değerlerini yok etmeye, örf, adet ve geleneklerini unutturmaya çalışmaktadırlar.

Yüce Allah, dinî ve ahlâkî prensiplere sahip çıkmamızı, O’nun bizim için seçip beğendiği hayat tarzından başka bir yol aramamamızı emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar, sizi parça parça edip, O’nun yolundan ayırır. İşte bunları Allah sakınasınız diye emretti.”(En’âm, 6/153)

Millî ve manevî değerlerine, örf, adet ve geleneklerine bağlı olan toplumlar, sahip oldukları bu değerler sayesinde ayakta kalabilmişlerdir. Dinî ve ahlâkî değerleri ihmal ederek, sadece maddî güce dayanarak varlığını sürdürmeyi amaçlayan toplumlar ise, yok olup gitmişlerdir. Bunları Yüce Allah bizlere Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde bildirmekte ve bunlardan ibret almamızı istemektedir.

Manevî değerlerimiz; dinimizin iki ana kaynağı olan yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in sünnetine dayanmaktadır. Bunlardan sonra da Peygamberimizin varisleri durumunda olan âlimlerimizin ictihadları, güzel ahlâk ve davranışları ile İslam’a samimi bir şekilde bağlanıp gönül veren, asırlarca bu dine hizmet eden ecdadımızın Kur’an ve sünnete uygun örf ve adetleridir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Müslümanları kendi inanç ve yaşayışlarına, dinî ve ahlâkî değerlerine uygun olmayan uygulamalardan sakındırmış, onların yerine İslam’ın ilke ve prensiplerine uygun düşen yeni uygulamalar getirmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret ettiklerinde, Medinelilerin cahiliye döneminden beri eğlendikleri iki günlerinin olduğunu öğrenince bunları, Ramazan ve Kurban Bayramları ile değiştirmiştir.(Ebû Davud, Salât, 245, I, 675)

Kur’an-ı Kerim’in birçok ayet-i kerimesinde insanın dünyaya imtihan için gönderildiği (Mülk, 67/ 2; Enbiyâ, 21/35), başıboş bırakılmayacağı (Kıyâme, 75/36),  zerre kadar iyilik ve kötülüğün bile karşılıksız kalmayacağı (Zilzâl, 99/7-8) bildirilmiştir. Kur’an, bir Müslümanın nasıl bir hayat sürmesi gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunmuş, bizlere Allah’a ve Peygamber’e itaat etmemizi (Enfâl, 8/46; Nûr, 24/54) emretmiştir. Bundan dolayı, biz Müslümanlar, inanç ve ibadet konularında olduğu gibi ahlâkî konularda; beşerî münasebetlerimizde; nişan, düğün ve cenaze vb. merasimlerimizde; eğlence ve kutlamalarımızda da kısaca; hayatımızın her anında yüce dinimizin belirlediği ölçülere uymak mecburiyetindeyiz. Nereden gelirse gelsin, kime ait olursa olsun, Allah ve Resûlü’nün tasvip etmediği adet, tören, kutlama, eğlence gibi davranış biçimlerinden uzak durmalıyız.

Başka din ve kültürlere ait olan adetleri iyi-kötü, faydalı-faydasız, zararlı-zararsız ayırımı yapmadan alıp hayatımıza tatbik etmek, manevî değerlerimize ve toplumsal hayatımıza telafisi mümkün olmayan zararlar vermesi kaçınılmazdır. Bu durum bizi millet olarak bir arada tutan, sevgi ve saygı temelinde bizi birbirimize bağlayan kendi örf ve adetlerimizin unutulmasına, zamanla yok olup gitmesine yol açacaktır. Halbuki biz kendi halimizi bozmadıkça, Allah bizim durumumuzu değiştirmeyeceğini haber vermektedir: “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)

Başka milletlerin adetlerini körü körüne taklit edenler, onların yaşayışlarına özenerek onlar gibi olmaya çalışanlar zamanla kendi milletinin değerlerine yabancılaşır, özendiği kimselerden olur. Allah Resûlü (s.a.s.) bu durumda olanları şöyle uyarmıştır: “Kim bir kavme (millete) benzerse, o kimse onlardandır.” (Ebû Davud; H.No: 4031)

Her yeni bir işe, yeni bir güne Allah’ı anarak başlamalı, her işte O’nun rızasını gözetmeliyiz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Allah’ın adıyla başlamayan önemli hiçbir işte hayır yoktur”(Ahmed b. Hanbel, 2/359) buyurmuştur. Öyleyse yeni bir yıla girerken Allah ve Resûlünün hoşnut olmayacağı davranışlardan sakınmalıyız. Geçip giden ömrümüzün muhasebesini yapmalı; hatalarımızı, eksik ve noksanlarımızı gözden geçirerek yeni yıla daha şuurlu ve hazırlıklı girmeye çalışmalıyız.

Alınması Zor Bir Örnek; Mehmet Akif

0

Her devlet kuruluşunda ya da tarihin akışını değiştiren olayda bir maddî cephe bir de manevî cephe vardır. 1071 için Sultan Alparslan ile Buharî, 1299 için Osman Gazi ile Şeyh Edebali, 1453 için Fatih ile Akşemseddin neyse 1919 için de Mustafa Kemal ile Mehmet Akif odur. Tıpkısının aynısı Pakistan için; Muhammed Ali Cinnah ve Muhammed İkbal.

Hele İkbal; Yaşar Nuri‘nin deyişiyle İslam’ın vicdanı olan Muhammed İkbal, Mehmed Akif ile çağdaştır da. İlki 1877/1938, ikincisi 1873/1936.

Akif‘in 63 yıllık ömrü Şehsuvaroğlu‘nun tabiriyle ‘Hayatı Eserinden Büyük‘ bir mücadele şaheseridir. “Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?” dese de rahmetle anılmak ebediyetine çoktan Türk Milletinin gönlünde nail olmuştur.

“Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek / Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek!” düsturundan 1 santim sapmaksızın yaşadı. Dünyanın süsünü – eteğini, makamını – mansıbını dünyadayken boşadı. Parayla hiç işi olmadı. Tek hakikat namına, Akif‘in o beğendiği meslek adına söz odununu üniversite yıllarımı en çok etkileyen Necip Fazıl‘ın duruşuna vurmuşum. Ki her cihetten ses geldi. Fakat Akif‘e ses verecek var mı?

Musallada bile ‘kötü‘ bildiğimize ‘iyi‘ dememeyi alışkanlık bildik. Zulüm ne zaman ve kimden gelirse gelsin karşısında durma saplantısına tutulduk. Akif‘in paltosunu infak ederek karda kışta paltosuz dolaşmasını, kasırgavari bir günde İstanbul‘un diğer yakasındaki randevusuna gelmeyen dostuyla dostluğunu sonlandırmasını emsal almak nefse ağır geliyor. Ama NFK’in ihtişamlı şiirlerinden anma gecelerinde keyif almak hoş.

Onu anlamak da, anlatmak da kolay değil. Kolay yazmıştır, aruzu halk diline indirgemiştir ama onu okumak ve idrak etmek de kolay değildir. O “Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlayalım / Elemim bir yüreğin kârı değil” derken insanlardan magazini, dedikoduyu, işkembe doldurmayı bırakıp dertlene dertlene derde derman aramaya çağırıyordu. Ne var ki o dem “Sesine ses verecek bir seda yok”tu.

Ve ondan herkes korkar; solcular, sağcılar, laikler, dinciler.. Solcular İslamcılıktan gözleri kamaştığı için ondaki yeniklikçi münevver tipini; sağcılar muhafazakârlığı geleneksel hatalar olarak algıladığı için onun arayışını; laik kesim (kendini Atatürkçü zanneden) hayatı yobaz / antiyobaz kategorizasyonuyla duyumsadığı için onun sakallarından zihninin aydınlığını; dinci kesim (kendini Abdülhamitçi zanneden) hayatı kâfir / antikâfir ikilemiyle tanımladığı için onun ayet sunuşundan ayetlerin yorumları olan şiirlerinin çıkış yolu önerilerini görmezden gelmişlerdir.

Ulu Hakan‘cılar onun Abdülhamid istibdadına bakışını bilmezler. Daha 1913‘te kurulan Millî Müdafa Cemiyeti‘nin ilk üyelerinden olduğundan bîhaberdirler. Teşkilat-ı Mahsusa adına Almanya‘dan Mısır‘a, Arabistan‘dan Sudan‘a Cihan Harbi öncesinde ve süresince ne iş gördüğünü tahmin bile edemezler. Ve Millî Mücadele‘de ilk işinin Ankara‘ya geçerek kürsü kürsü, mevize mevize Kastamonu‘dan Konya‘ya, Afyon‘dan Eskişehir‘e İstiklal Harbi‘nin maneviyat altyapısını nasıl hazırladığını bilseler de unutmuş numarası yaparlar. Ve mebus olduğunda bile cephe cephe dolaşan milletvekili olarak anıldığını..

“Ey millet uyan! Cehline kurban gidiyorsun
 İslam’ı da ‘batsın!’ diye tutmuş yediyorsun!”

O cumhuriyetçi bir aydındı. Müslümanların Müslümanlaşması için kafa yordu. Vehn hastalığına tutulmayan, yaşadığını yazan – yazdığını yaşayan bir mücadele numunesiydi ömrü. Kiminin Mısır‘a, kiminin Moskova‘ya ve kiminin de Paris‘e gönderimi de genç Cumhuriyetin eski taktik hamleleridir.

Anadolu’nun Ortak Ruhu (Kuvay-ı Milliye Ruhu)

“Milli davamız bizim hayatımızdır. Hayatına suikast edilen en zayıf mahlukatın bile bu kasıta karşı isyan ve nefretle son nefese kadar kendini müdafaaya çalışmasından daha tabii bir şey yoktur. Kaldı ki bizim milletimizin azminde imanında, mücadele kabiliyet ve kudretinde zerre kadar zaaf yoktur.” Gazi Mustafa Kemal (Atatürk’ün söylev ve demeçleri İstanbul 1945 shf:229) 

Batı Avrupa’nın ve askeri alanda onu taklit eden Rusya’nın Doğu ülkelerini ve Osmanlı İmparatorluğunu zorlaması sanayi devrimi sonucu silah ve teknik üstünlüğünü ele geçirmesi sayesinde olmuştur.

“Batının bütün dikkat ve enerjisini teknoloji üzerine yoğunlaştırması, Onun zenginlik ve kuvvetinin mütemadiyen artmasını temin etmiştir.”

“Teknoloji nötr bir kuvvettir, savaş dahil her çeşit gaye ile uyuşur.” (Tarihçi açısından Din.A.Toynbee Dr.İ.Canan shf: 267,294)

Teknik üstünlük ve imkanlar bir kere elde edilince bencil ihtiras ve asırlık kinler şaha kalkmıştı. Avrupa’nın hakim güçleri dünyayı paylaşmaya, menfaatlerine göre haritaları yeni düzene göre çizmeye koyuldular.

Osmanlı Türkleri, küffarı hakir gören gururlu ve hakim bir milletti. Yenilgiler ruhlarda büyük isyanlara sebep oldu. Halk, İslam’ın temiz ruhundan uzaklaşıldığı için felaketler geldiğine inanıyor; devlet adamları acilen askeri alanda Avrupa’yı taklit etmekte çare arıyorlardı. Avrupa ise Türkleri imha veya Asya bozkırlarına gerisin geriye sürme niyetini artık gizlemiyordu. Osmanlı devletini yıkmak için her çeşit fitne, yıkıcı ve bölücü fikirler, etnik milliyetçilik teşvik ediliyordu. Türklerde Türk ırkçılığı, Araplarda Türk düşmanlığı, Müslüman unsurları da birbirine düşürme hedefi ile gündeme getiriliyordu. Osmanlı aydınları zihin karışıklığı ve bunalım içine düşerken devlet, dini terakkiye (ilerlemeye) engel sayan İttihat ve Terakki komitecilerinin eline geçti. Onlar da düşüncesizce savaşa girerek devleti batırdılar. Mehmetçiğin kemikleri buzlu dağlarda, yakıcı sahralar ve çöllerde yığıldı kaldı. Komitecilerin hatalarını millet canı ve kanı ile ödemek zorunda kalmıştı. Her şeyin dibe vurduğu bir anda  Anadolu halkı ruhundaki asaletle ve son bir gayretle silkindi; Dini, Vatanı, namusu ve şerefi için ölüme hazırlandı. Ölümden öte yol yoktu. Ya istiklal ya ölüm diyerek  vatanın her köşesinde teşkilatlanmaya başladı.

Anadolu halkı İmparatorluğun bakiyesi ve yadigarı olan bir toplumsal dokuya ve mirasa sahipti. İslam kültür ve gelenekleri, ortak iman ve ahlak, ortak vatan, aynı düşmanlara karşı mücadele, tarihi süreci içinde bu çilekeş insanları karşılıklı vefa ve saygı duyguları içinde kardeşleştirmişti. Ortak sevinçler, ortak acılar, birlikte yaşama iradesi ve milli bir bilinç doğurmuştu. Ayni ruh köküne bağlı bu kardeşler vatan toprağını ölümüne savundular. Hindistan, Afganistan ve Türkistan’ın gönlü büyük Müslümanları ellerindeki son imkanlarını, kadınlar ziynet eşyalarını toplayarak Anadolu’ya gönderdiler. Asırlardır İslam’ın bayraktarlığını yapan bu asil milletin ve bu kalenin yıkılmaması için kalplerinin bütün samimiyeti ile Allah’a dua ettiler.

Anadolu’nun bütün renkleri, halka önderlik yapabilecek asker ve memurlar, din  adamları, yüz yıllardan beri süzülüp gelen insani tecrübeleri taşıyan tarikat önderleri, aşiret reisleri aralarındaki her türlü meşrep ve mezhep farklarını bir tarafa bırakarak, sadakat ve vatanseverlik duyguları içinde bir araya geldiler.

“T.B.M.Meclisi Son Osmanlı Mebusan Meclisinden gelen 100’e yakın üye ile, yeniden seçilen 200’den fazla üyeden kurulmuştu. Bu inançlı ve kararlı insanlar en karanlık günlerde birkaç kelime ile sarsılmak üzere olan milli imanı canlandırmışlar, orduları zafere koşturmuşlardır. Mütevazi milletvekilleri bu dar yarı karanlık binada ve salonda tarihin en ağır bir felaketini önleyerek, zulüm baskı ve istibdada, esirlik ve aşağılık duygusuna parlak bir şekilde karşı koymuşlardır.” (Aynı eser s. 39 )

Mustafa Kemal Anadolu halkını İslam ortak paydasında birleşmiş “Anasır-ı İslamiye “(İslam unsurları) olarak görüyordu. Sivas M. Vekili Kafkaslı, Marşan Emir Paşa’nın, “Anadolu halkının, her çeşit etnik aidiyetin ötesinde İslam’a ve Vatana sadakat üzere birleşmiş bir Millet olduğu uyarısı üzerine konu ile ilgili tekrar vurgulama yapma ihtiyacı duymuştur:

“Efendiler! Meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricası ile bir iki noktayı arz etmek isterim. Burada maksut olan yüce meclisinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiye’dir. Samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh bu yüce heyetin temsil ettiği, hukukunu hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller yalnız bir İslam unsuruna münhasır değildir, anasır-ı İslamiye’den mürekkep bir kitleye aittir.”

 “..Bu mecmuayı teşkil eden her bir İslam unsuru bizim kardeşimiz ve menfaatları tamamı ile müşterek olan vatandaşımızdır. Bu muhtelif İslam unsurlarının vatandaş olarak, birbirlerine karşı hürmet ve birbirlerinin her türlü hukukuna, ırki, ictimai, coğrafi hukukuna riayetkar olduklarını tekrar ve teyid ettik” (Atatürk’ün söylev ve demeçleri İst.1945 s. 7o-71)

Nutuk’ta Batının Müslümanlar arasına sokmaya çalıştığı etnik milliyetçiliğin tehlikesine tekrar tekrar dikkat çekilmiştir:

“Milli vahdeti (birliği) ihlal için anasır-ı İslamiye arasına fitne sokmaya ve birbirleri ile kıtale (savaşa) sevk etmeye çalışıyorlar.” (Nutuk cilt 3 s. 1oo2 İst 1959)

Türkiye bugün yine ateş çemberindedir. Düşmanlarımız yine bir takım karanlık hesaplar peşindedir. Durup tekrar düşünmek ve milletçe tedbirler almak zorundayız. Terör ve bölücülük, toplumun bazı kesimlerinde manevi değerlerin önemsenmemesi, aşırı zenginliğin şımarıklığı, aşırı fakirliğin ümitsizliği neticesinde her çeşit suçun katlanarak artması, alkol, uyuşturucu bağımlılığı, içten çürüme ve yozlaşmanın yayıldığını göstermektedir. Milli bağlılığımız ve imanımız tekrar deneniyor. Avrupa çifte standartlarla  Avrupa birliği adı altında bazı taleplerde bulunuyor. Bize  yakışan Avrupa ile onurlu bir komşuluk ve adaletli bir ortaklıktır.  Politik hesaplarla istenmeyen kapılarda kendisini oyalayanları bu gururlu millet asla affetmeyecektir.

Batı önce kendi sömürgeci, soykırımcı korkunç geçmişi ile hesaplaşmalıdır. Devletimizin kurucusu milletini şu sözlerle uyarıyor:

“Milletimizin büyük bir kabahati Avrupa’nın namusuna fart-ı itimat etmesidir (fazla güvenmesidir). İşte bu kabahatten naşi kendi kıymetini, mahiyetini, fezailini (erdemlerini) unutma derecesine düşmüştür.” (Nutuk cilt 3 s:1187)

Değerli fikir adamı Sezai Karakoç’un teşhisi üzere:

“Kurtuluş, milletimizin kendine dönmesindedir; kendi kimlik ve medeniyetinde, kendi ruh kökündedir .”

Devletimizin kuruluş felsefesinde ortak paydamız olan ve milletimizi bir arada tutan İslam dini ve ahlaki değerler ihmal edilirse, bindiğimiz dalı kesmiş olmaz mıyız?

“Denizde size bir sıkıntı dokunsa, Allah’tan başka taptıklarınız kaybolur gider. Fakat O sizi korkudan kurtarıp karaya çıkarınca yine döneklik edersiniz. İnsan nankördür.” (İsra suresi 67)

“Yoksa Allah’ın sizi tekrar denize iade ettirerek şiddetli bir fırtına gönderip nankörlüğünüze karşı boğmayacağından emin mi oldunuz..” (İsra suresi 69)

Batı elde ettiği teknik ve askeri gücü ile Dünyanın geri kalan her yerini istila etti. Hiçbir toplumun kendisi olarak kalmasına izin vermed. Karşı gelenleri yok ettiler, hristiyanlaştırdılar, dillerini ve kültürlerini zorla değiştirdiler. Nüfusu kalabalık milletlerin gençlerini, okullarında beyinlerini yıkayarak kendilerine benzettiler. Batıya karşı bir ölçüde askeri başarı elde edenler bile, onlara benzemedikçe Batının  peşlerini bırakmayacağı korkusu içinde idi .

“2O. Asrın ortalarında batılı olmayan dünyanın tamamı Batı medeniyetini benimsemede bir hayli yol almıştı. Ancak Batılı toplumlara beklenmedik bir şekilde çöken manevi buhran, batılılaşmış dünyanın tamamında şok ve sarsıntılara sebep oldu..”

 “Buhranın verdiği ıstırap batılılara karşı kin doğmasına ve hayattan çıkarılmış olan dinin tekrar ahlaki ve manevi hayata girmesine sebep olacaktır.” (Tarihçi açısından Din Prof.A.Tonybee Dr.İ.Canan s.2o6,211)

Gerçeğin yanlış yorumlara hapsedilmesi tabiidir ki ilelebet sürmeyecekti. Batıdaki teknik ilerlemeye mukabil maddeciliğin getirdiği ahlaki çöküntü, Dünya savaşları, maddi ve manevi yıkımlar bilimin ilerlemesi sonucunda kainatta ve canlılarda akıllara durgunluk veren İlahi düzenin ortaya çıkması ve böylece ateizmin iflası, insanların tekrar Allah’a iltica etmelerine yol açtı.

Dinsizliğin bencil ihtiras ve ahlaksızlığı, sorumsuzluk ve başıboşluğu körüklediği ortadadır.

Hiç kimse Dünyanın merkezi imiş gibi hareket etme hakkına sahip değildir. Egoizmin her çeşidi -milli egoizm de dahil- iki taraflı mutsuzluk ve felaket getirir. “Ötekileri” aşağılayan, tahakküm eden, köleleştiren ideolojilerin ve rejimlerin uğradığı akibet ibret vericidir.

Dinden sıyrılmış ulusalcılık, ırkçılık, hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığı içeren bir zihniyettir. Dayatmacı tavrı ile halkın demokrasi özlemlerine düşmandır.

Mevlana: “Kusur dinimizde değil bizim Müslümanlığımızdadır” demişti. Kişiler gibi milletler de özeleştiri yapmaktan çekinmemelidir. Sağlıklı güçlü bir kişilik hem kendini hem de çevresini doğru algılar. Meziyetlerini ve hatalarını bilir. Kendini ne üstün ne de aşağı görür. İnsan olarak ilerlemeye, milletine ve insanlığa hizmet yolunda varlığını gerçekleştirmeye çalışır.

Dinimizi yüksek bir kültür seviyesinde anlamalı, yaşamalı ve anlatmalıyız.

“İnsani değerlerle yoğrularak bilgilendirmek önemlidir.”

“Doğayı koruyarak, fakirleri kollayarak, dengeli tüketim, helal kazanç ve bereket ve mutluluğu hedefleyen bir medeniyet tasavvuru sunmalıyız. Aksi halde bu hesapsız ve edepsiz tüketim, bencil ve hırslı gidiş, kendini yok edecek bir gidiştir.

“Geçmişte Müslüman liderler zaman zaman halklarına şöyle derdi: “-Batılılaşmalıyız!”  Ama 2O.yüzyılın son çeyreğinde  bir Müslüman lider bunu söylese yalnız kalır. Gerçekten de politikacı, resmi yetkili, akademisyen, iş adamı veya gazeteci kim olursa olsun herhangi bir müslümanın batı değerlerini ve kurumlarını övme amacı ile böyle bir şey söylediğini işitmek zordur. Bunun yerine kendi medeniyetleri ile batı medeniyeti arasındaki farklılıkları, kendi kültürlerinin üstünlüğünü ve Batının hücumuna karşı kültürlerinin bütünleşmesini sağlamanın gerekliliğini zikrederler. Müslümanlar Batının gücünden ve bu gücün kendi toplumları ve inançları karşısında yarattığı tehlikeden korkarlar, öfke duyarlar. Batı kültürünü materyalist, yozlaşmış ve ahlaki çöküntü içinde bulurlar. Ayrıca ayartıcı olarak görür ve bu nedenle de kendi yaşam biçimleri üzerindeki etkisine direnme ihtiyacının ne kadar önemli olduğunu vurgularlar.” (Aynı eser s.315)

“İslam ve demokrasi adlı kitabın kadın yazarı Fatıma Mernissi, Batıyı şöyle tasvir ediyor:

-Batı militarist ve emperyalisttir. Sömürge terörü aracılığı ile diğer milletleri sarsıntıya uğratmaktadır”. “İthal ürünleri ile ve televizyon filmleri ile potansiyellerimizi yok eder ve hayatlarımızı istila eder. Bizi parçalayan, piyasalarımızı kuşatan, en küçük kaynaklarımızı ve insiyatiflerimizi denetleyen bir güçtür.” “İslam kendini bu boyunduruktan kurtarmak için kendi mühendislerini ve bilimcilerini geliştirmek, kendi silahlarını yapmak ve kendini Batıya olan askeri bağımlılıktan özgürleştirmek zorundadır.” (Aynı eser: s.316 )

Maddi ve manevi bağımsızlığımız için, sözde değil özde milli bir politika ile nesiller boyu çalışmamız gerektiğini bilelim.

İnsanları nasıl gaye ve ümit yaşatırsa, milletleri de idealler yaşatır. Toplumları canlandıran bu idealler bazen dini bazen milli bazen de sosyal yönde olur ve onları ileri götürür.

İnsanın her şeyden önce yüksek karakterli, sözüne güvenilir, sevgi ve saygı uyandıran bir kişi olması önemlidir. Milletine ancak böyle kişiler yararlı olur. Millet ise bu yüksek değerlere itibar eden medeni bir toplum hedefine yönelmelidir. İnsan özgür ve milli iradenin önü açık olmalıdır.

Bir çınar devrildi, bir imparatorluk yıkıldı. Kökleri sağlam bu çınardan bir dal filiz verdi. Ona bakmak, büyütmek ama kökleri hiç unutmamak hepimizin görevidir.