11.8 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1071

Aydın Menderes’in Ardından

Aydın Menderes ile aynı yaşta olduğumuzu ölümünün ardından öğrendim.

Aydın Menderes’in babası Adnan Menderes Türkiye de başbakanlık yapmış ve 10 sene sonra seçim yoluyla indirilemeyeceğini anlayan güçler, darbe yoluyla indirerek rahmetli Menderes’i idam etmişlerdir. Geride Yüksel Menderes, Mutlu Menderes ve Aydın Menderes isminde üç evlat bırakmıştır. Yüksel Menderes intihar ederek, hayatına son verdiği söylenir. Mutlu Menderes’in de bir trafik kazasında öldüğü iddia edilir. Aydın Menderes de bir trafik kazası geçirmiş ve felç olmuştur. Uzun bir süre böyle yaşadıktan sonra acıların insanı 23 Aralık 2011’de vefat etmiştir.

Aydın Menderes’i daha yakından tanımak için Tercüman Gazetesinde 14.02.2007 tarihinde yazdığı MİLLİYETÇİLİK yazısını aynen yayınlıyorum.

MİLİYETÇİLİK Türkiye’de yükselen değerdir. Kimisi buna çok kızıyor, kimisi ise memnun oluyor. Ama herkes milliyetçiliğin yükseldiği hususunda ittifak halindedir. Bu yazımızda milliyetçiliğin özünün ne olduğu, niçin ve kime karşı yükseldiğini anlatmaya çalışacağım. Ancak bundan önce Başbakan Erdoğan’ın milliyetçilikle ilgili sözleri üzerinde durmak istiyorum.

Başbakanın yakışıksız sözleri

Başbakan milliyetçilik konusunda önce şunu bilmelidir. Türkiye’de milliyetçilik sadece bir tek siyasi partiyle sınırlı değildir. Milliyetçilikle ilgili yakışıksız sözlerden etkilenecek çok büyük bir nüfus ve seçmen kesimi mevcuttur. Ayrıca bu tabir Atatürk Milliyetçiliği olarak Anayasaya girmiştir. Çıkarılana kadar oradadır. Gereğini yerine getirmek zorunludur. Hele hele Cumhurbaşkanlığı’na aday olan bir kişinin bu hususları çok iyi bilmesi ve gereken duyarlılığı göstermesi icap eder.

Milliyetçilere “kafatasçı” demek yakışıksız bir beyandır. Türkiye’de ırkçılık tabanlı bir milliyetçilik yoktur; hiç olmamıştır. Hiç kimse bu yıllardır çiğnenip bayatlamış sakızı yeniden piyasaya sürmemelidir. Bu tür yakışıksız tabirler Başbakan’ın lügatine acaba nasıl giriyor? Acaba eşi, dostu danışmanları bunları söylemesine niçin engel olmaya çalışmıyor? Başbakan’ın “milliyetçilik demek, millet için çalışmaktır” tanımlaması ise bırakın bir Başbakanı, sıradan bir siyasetçiyle bile uymayacak kadar sığ ve içeriksiz bir tanımlamadır.

Milliyetçiliğin Özü

HAZAR denizinin kuzeyindeki Oğuz Yabgu Devleti’nin Subaşı Selçuk Bey burayı bırakıp ildaşlarıyla birlikte Horasan’a gitmeye karar verdiği vakit bu yürüyüşün dünya tarihini ne kadar muazzam bir şekilde etkileyeceğini bilmesi mümkün değildi. Önce Selçuklu Devleti kuruldu, bu devlet Horasan’dan akın, akın gelmekte olan yeni Oğuz Boylarını Anadolu’ya sevk etti. Malazgirt bunun önünü açmıştı. Arkasından Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu. Bu devletin ve Türklerle birlikte Anadolu’da var olan bütün Müslümanların ilk misyonları Haçlı Seferlerini durdurmak oldu.

İslam Dünyasının kalkanı artık Anadolu’daydı. Osmanlılar bir dönem bu kalkanı Viyana kapılarına kadar taşıdılar. Bugün için Anadolu’nun Müslümanların elinde olmuş olması son bin yıllık dünya tarihinin millet haline getiren temel öge de işte bu tarihi misyondur. Anadolu’da bugün Müslümanlar olmasaydı, İslam Dünyasının durumu ne olurdu sorusu bile son derece ürperticidir.

Yükselen Milliyetçilik dışa karşı

TÜRKİYE’DEKİ bütün topluluklar bu misyonu iliklerine kadar benimsemişlerdir. Osmanlı’nın oluşturduğu bu dünyadan kopan ya da kopartılan topluluklar ise helak olmuşlardır.

Batı bize “Ege’ye balıkçı teknelerimizi bile çıkaramayacaksınız. Kıbrıs’ı ve D. Akdeniz’i bize bırakacaksınız, Güney Doğu Irak’ın kuzeyinde kurulacak devletin olacak, D.Anadolu’nun bir bölümü Ermenistan’a bırakmaya hazır olun, Trabzon’daysa Rum – Pontus Devleti yeniden kurulacak ” diyor. Askerimizin başına çuval bile geçirebiliyor. Şu günlerde Dışişleri Bakan’ı Gül, Amerika’da kapı kapı gezip görüşecek adam arıyor, bulamıyor. İstiskale uğruyor. Bu şartlarda hangi ülkede milliyetçilik yükselmezse o toplum rahatsız ve özürlüdür demektir.

Milletimiz yıllardır Filistin’de ve Lübnan’da yaşananları ve dört yıldır Irak’ın hangi kesimden olursa olsun dökülen masum insanların kanları, kanlarını bir türlü içine sindiremezken bir de AB ve Amerika’nın Türkiye’yi horlayan, yok sayan ve onu yeniden parça parça etmek isteyen davranışları milletinizi çok haklı ve büyük bir infiale sevk etmektedir. Türkiye’de yükselen Milliyetçiliğin herhangi bir etnik topluluğun diğeri üzerinde baskı kurmak istemesiyle hiç ilgisi yoktur. Zira böyle bir istek mevcut değildir. Kimse bu gerçeği çarpıtmamalıdır.

Bugün milliyetçilik yükseliyor sözünü bir tehlikeye işaret etmek için söyleyenler aslında böyle bir dalganın Batı’nın Türkiye ile ilgili kötü emellerine mani olacağı için karşı çıkmakta olduklarının farkına varmalıdırlar. 

Siyasî Rol Almanın Halleri Ya da Görücüye Çıkmak

Siyasî geleneğimizde rol almanın tarzları ve halleri vardır. Ülkemizde siyasî alanda boy göstermek, bürokratik konumunu korumak, aydın olma gücünü ve etkinliğini sürdürmek için rol almanın hallerine atıf yapmak adet haline gelmiştir.

Güce atıf yaparak kendini ifade etmenin ve var olmanın ürettiği algı ne yazık ki ülkemizde belli konular üzerinden sürdürülmektedir. Özellikle modernleşme geleneğimizin resmi tarihi olan Tanzimat’tan beri siyasî alanda görücüye çıkanlar bir gelenek oluşturmuştur. Milleti özgürleştirmek, her olayda azınlıkların dini merkezlerine koşmak ve onların gönlünü hoş edecek faaliyetler yapmak veya vaatlerde bulunmak, etnik ayrımcılık üzerinden kimlik pazarlığına çıkmak, birilerine kimlik bahşetmek ve kendi kimliğini aşağılamak rol almanın ve görücüye çıkmanın temel unsurlarıdır. Etkin ve egemen güçlere selam göndermek isteyen, diğer bir deyişle siyasî, bürokratik ve fikrî alanda görücüye çıkan her kişinin değişmez konuları bunlardır.

Olur-olmaz, gerekli gereksiz, vezinsiz kafiyesiz biçimde anılan konulara atıf yapmanın yükseldiği, belirtilen çerçevede aktörlerin boy gösterdiği dönemlerin ardından siyasî alanda rol kapmak baş gösterir. Kıyımlar yapılır, acılar yaşanır.

Ülkemizde “Yeni Dönem, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Yeni Osmanlıcılık” edebiyatının yapıldığı son dönemde “sürekli olarak özgürlüklerden bahsetmek, tarihle yüzleşme adına kendi tarihini ve kimliğini aşağılamak, kilise açmak, etnik ayrımcılık üzerinden kimlik pazarlığına çıkmak moda olmuştur. Siyasî, bürokratik ve fikrî alanda boy göstermenin unsurları haline gelen bu konular her gün aşırı ve içeriksiz dil ve üslupla topluma yedirilmektedir. Tarihî tecrübe açısından meseleye bakarsak şunu söyleyebiliriz: Bu millet, yeni acılar yaşayacaktır. Çünkü belirtilen çerçevede döşenen raylar bu treni başka yere götürmez. Bunun sonucu kargaşa ve acıdır. Böyle bir tabloyu yaşadığımız her dönem, kargaşa ve acılara tanık olmuştur.

Aşağılamanın her çeşidi yapılmaktadır. Ermeni çetelerini masum göstermek için adeta bu milletle dalga geçilmekte ve milletin zihni ve vicdanı aşağılanmaktadır. Bazı siyasilere, bürokratlara ve aydınlara göre Ermeni çeteleri hiçbir şey yapmamış, sıradan olaylara bahane edilerek Türkler Ermenileri öldürmüştür. Bu çerçevede yer alan dolaylı sözlerin altında derin bir istihza yatmaktadır. Adeta bize şunlar söylenmektedir: Ermeniler Van’da arıcılık yapıp, bal üretip, fakir fukaraya dağıtırken Van halkı bu durumu yanlış anlamış saldırıya geçmiştir! Ermeni çeteleri ve taraftarları aslında Erzurum’da kardan adam yapıyor. Kartopu oynuyorlardı. Bazen elim sende diyerek şaka yapıyorlardı. Erzurum halkı oyunu kavrayamadı, onlara saldırdı! Ermeni çeteleri ve taraftarları Çorum’da fırınları ve ocakları leblebi kavurmak için yakmışlardı. Çorum halkı durumu yanlış anladı ve saldırdı. Zaten Talat ve Enver Paşa Ermeni çetelerinin çalışkan, becerikli bir kesim olduğunu hiçbir zaman anlayamadı. Hastalıklı bakışları nedeniyle durumu başka bir şekilde gördüler, tarlalardan çiçek toplayan, meyve devşiren Ermenileri algı yanılmasıyla silah taşıyor sandılar. Onlara saldırdılar ve onları yok ettiler!!!

Söz konusu tutum ve tavır milleti aşağılamak ve onunla istihza etmektir. Çarpık bir mantıktır ve bu mantık her olayda aynı dille sürdürülmektedir. Söylenmek istenen şudur: Ermeni çeteleri ve taraftarları masumdur. Dersim’de hiçbir günahı olmayan insanlar öldürülmüştür. Mevcut iktidara kadar PKK terör örgütüyle mücadele edenler aslında günahsız insanları öldürülmüştür. Oluşturulmak istenen algı kalıbı ise şudur: Türk Milleti tarihte katildi, şimdi de katildir. Basın-yayında sürekli olarak telkin edilen budur. Öyleleri var ki yıllardır attığı başlıklar üç konunun dışına çıkmaz: Ermeni sorunu, Kürt sorunu, Patrikhaneler-kiliseler. Bazı siyasîlerin her konuşmasında aynı başlıklar yer alır. Bazı bürokratlar işini gücünü bırakmış aynı konularla ilgilenmekte ve sırf kilise açmak için yeni mekânlar icat etmektedir. Bütün bunların nedeni siyasî alanda var olmak, gücünü korumak için etkin ve egemen güçlere, kuruluşlara mesaj vermektir. Selam göndermektir.

Siyasî iktidarın içinden yükselen ihtiras buharları ve bazılarının siyasî mahfillerde kimlik verme, kimlik dağıtma vaadi ‘görücüye çıkma’ denemesidir. “Özgürlük (.!.), dini azınlıkları hoşnut etmek ve onların her türlü faaliyetine alan açmak, etnik ayrımcılık üzerinden kimlik üretmek, kimlik pazarlamak gibi konular” bundan sonra benden sorulur mesajı, bir selam gönderme alıştırmasıdır. Çünkü ülkemizde konum edinmek, adam sayılmak, uluslararası kurum ve kuruluşlarda boy göstermek belirtilen hususlarla bağlantılıdır.

Gelenek haline getirilen, 2001’den itibaren ise çığırından çıkarılan bu algı, yapı-sökümüne uğratılıp dağıtılmazsa bu millet tarihte yaşadığı acıları yine yaşayacaktır. Selam gönderme ve itibar kazanmanın bu halleri, batılı merkezi güçlerin yeniden planlamak için kullandığı araçlardır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerini ‘demokratikleştirdiğini söyleyen gücün ve ortakların’ akıttığı kan aynı mantığın uzantısıdır. Ülkemizin etrafını boşaltan ve bu milletin arkasını dolanan kesimlere göz kırpan, milli kimliği pazarlık konusu yapan bir algının ileri demokrasi iddiası, acıların ve sancıların yaşanacağının dolaylı ifadesidir. Allah sonumuzu hayreylesin.  

 

Mustafa Zihni Hızal (1919 – 1964)

“Gördükçe yurdumda akan kanları – Istırap çektikçe mazlum milletim  

Ey yarınki neslin kahramanları – Budur sizlere en son vasiyetim

Görmeden karışsam eğer nisyana – Hasretle ruhumda duyduklarımı

Mezarımdan söküp vurun düşmana – Ölürken sıkılan yumruklarımı”  

Şair San’an

44 yıl önce elim bir uçak kazası sonucu kaybettiğimiz değerli babam, M. Zihni Hızal’ın hayat hikayesi ve fikirlerini 1964 yılında çeşitli dergilerde kaleme almıştım.  Arada geçen bunca zamana rağmen onun ileri görüşlerinin bir kat daha önem kazandığını gördüm. Milliyetçi, dindar Türk kamuoyuna Kafkas davasını tanıtıp benimseten, fitne ve karışıklık ortamında daima birlik ve beraberliği savunan merhumun hatırası ve fikirlerini tekrar saygı ile anıyorum.

Mustafa Zihni Hızal ismini, memleketimizde komünizme ve batının yozlaşmış, halkına yabancılaşmış görüşlerine karşı mücadele eden, milli cephe aydınları iyi tanır. Onu, Rusya ve Çin baskısı altında kalmış Türk – İslam ülkelerine mensup aydınların da yakın dostudur.

3 Şubat 1964 Pazartesi gününün o dondurucu karanlık gecesinde,  kar fırtınası içinde, 25 yıldan beri ecelini kovaladığı uçağı ile birlikte Hakk’a yürüdü. Hiç şüphesiz ki, onun aramızdan bu beklenmedik ayrılışı, yalnız  Kafkasya ve diğer baskı altındaki milletler için değil, Türkiye’deki anti komünist milliyetçi cephe için de büyük bir kayıp olmuştur.

O yalnız başarılı bir pilot, ailesi ve dostlarını derin acılar içinde bırakarak göçüp gitmiş bir aile reisi değildi. Ona Allah’ın ihsan ettiği sahabe ahlakı, yakınları arasında büyük bir saygı uyandırmıştı. Fedakar ve vefakardı. Kimseyi geri çevirmez, herkesin derdine koşar, Hakkı ve sabrı tavsiye ile elinden gelen yardımı esirgemezdi. Her zaman gariplerin yanında olmuştu. İdealist, vatansever, yürekli bir yazar, inanmış bir dava adamı idi. Dimdik, şahsiyet sahibi bir mücahitti. Olağanüstü bir enerjiye ve hamle gücüne sahipti, cesur, Hak’tan başkasına dağlar gibi sert ve eğilmezdi. İnandığı ülküsünde tek başına kalsa bile sonuna kadar gidecek bir iman kuvveti taşıyordu.

Merhum inandığı İslam davası uğrunda bütün din ve insanlık düşmanı sapık hezeyanlara karşı son anına kadar mücadeleyi bırakmadı. Dahil olduğu her meseleyi, her şeyden önce İslam ahlak ve nizamı ile ölçerdi.

Allah’ın rızasını kazanmayı en büyük mükafat saydığı içindir ki, Hak ve Adaletin gerçekleşmesi yolunda sessiz, nümayişsiz, hiçbir menfaat gözetmeksizin tevazu ile çalışırdı.” Şan ve şeref kimin olursa olsun fayda Vatanındır!” işte onun şiarı buydu.

Zamanımızda, yalnız Türkiye’yi değil aynı zamanda bütün Dünya’yı, maneviyat buhranının sebep olduğu sosyal hastalıklar, uluslararası fesat şebekelerinin bozguncu faaliyetleri vasıtasıyla sarmaktadır. Manen ve maddeten insanlığı yozlaştırmak ve köleleştirmek gayesinde olan bu şer kuvvetlerine karşı mücadele edenler Dünya’daki Allah’ın sınavını kazanacaklardır. Merhum da bu mücahit ve bahtiyar insanlardandı. Özgürlük adına  yozlaşmaya, sömürü ve menfaatperestliğe ödün veren kapitalizme karşı olduğu gibi, insanları köleleştiren, rakama indiren şahsiyetsiz sosyalizmin de mücadele etmişti. O daima Allah’ın yarattığı insana saygı duydu, insanlık onurunu, Hakk’a yol alan gerçek özgürlüğü müdafaa etti. Yazıları hatırı sayılır bir uyarma meydana getirmiştir.     

O büyük hayaller taşıdı. Büyük fikirler ve düşünürlerle arkadaşlık etti. Hep yücelerde gezindi. Mesleği icabı ölümle haşir neşir olduğu için kıldığı namazı son namazı gibi kılar, Dünya hayatını cephede gibi yaşardı. Her davadan önce ruhun kurtuluşu davasına inanmıştı. Her mihnete ve belaya karşı Allah’a verdiği vefa sözüne sadık kaldı. İnsanların verdikleri söze önem vermedikleri bir zamanda o daima sözünün eri olarak yaşadı. Arkadaşlarında da aynı vefayı görmüşümdür hepsi de Allah yolunda vatan ve millet için canını sebil etmiş serdengeçtilerdi.

Oğlu ve dava arkadaşı olarak manevi yakınlığı olan bir insan sıfatı ile hayat çizgisinden, yetiştiği çevreden ve ideallerinden bahsetmek isterim.

Merhum 1919’da Düzce’de Dünya’ya geldi. Babası Mehmet Refik Annesi Müslimet hanımdır. M. Zihni ilk ve Ortaokulu Düzce’de bitirmiş, Eskişehir Hava Lisesinden 1939’da mezun olmuştur. 1951 yılına kadar askeri pilot olarak Türkiye’nin çeşitli illerinde bulunmuş, bu tarihten uçak kazasına kadar Türk Hava yollarında kaptan pilotluk yapmıştır. Amir ve arkadaşları tarafından bütün mesleki hayatı boyunca mükemmel ve usta bir pilot olarak sıfatlandırılmıştır. Birçok tehlikeli kazalar geçirmişse de soğukkanlılığı, cesareti ve mahareti sayesinde kurtulmuştu. Ne çare ki son seferinde Allah’ın takdiri ne ise o oldu.

Dış ülkelerden Mısır, Suudi Arabistan, Sudan, Ürdün, İsrail, Lübnan, Kıbrıs gibi Orta-doğu ve çeşitli Avrupa ülkelerine görevli olarak seferler yapmıştır. Bu vesile ile değerli dostlar edinmiş, her gittiği yerde kendini sevdirmesini ve saydırmasını bildiği için çevresi olmuştur. Muhataplarına son derece saygı göstermiş, karşılığında da saygı görmüştü.

1962 Temmuzunda “Sovyet Rusya Mahkumu Milletlerin Kurtuluş Birliği” (Paris Bloku) adlı teşekkülün kongre ve konferanslarına resmi davetli olarak Kuzey Kafkasya delegesi olarak katılmıştır. Paris Bloku Sovyet esaretinde yaşayan Rus olmayan milletlerin milli kurtuluş davalarını savunan ve bu milletleri Hür Dünya’da temsil eden milli merkezlerin Paris’te akdettikleri bir konferans neticesi vücut bulmuş bir teşekküldür. M. Zihni Hızal bu konferansta Kuzey Kafkasya davasını, liyakatla savunmuştur.

Hür Dünya’ya iltica etmiş baskı altındaki  ülkelere mensup liderlerle ve çeşitli antikomünist dernek ve teşekküllerle devamlı bir haberleşmesi vardı. Kendi gayret ve çalışması ile kendini yetiştirmiş, İslam – Türk Tarihi – kültürü ve Kafkasya konusunda değerli bir kütüphane toplamıştı. Otodidakt (kendi kendini yetiştirmiş) ilme iştiyakı büyük insanlardandı. Kuzey Kafkasya (Hürriyet ve İstiklal Davası) adlı eseri kaleme alırken beni cesaretlendirmiş ve yol göstermişti. Babamın kütüphanesi olmasa idi o eser de olamazdı. Fikir ve ruh olarak ben de onun bir eseriyim.

Nerede emperyalizme karşı milliyetçi vatan ve mukaddesatı savunma gayesi ile meydana gelmiş bir teşekkül varsa Hızaloğlu’nu orada görürsünüz. Türkiye’de milliyetçileri destekleyen Son Havadis, Yeni İstanbul, Yeni İstiklal, Serdengeçti, Düşünen Adam, İslam, Hilal, Mücahit, Ölçü, Hürsöz, Türk yurdu, vb basın organlarında birçok yazıları çıkmıştır.

Ayrıca basılmış eserleri:

Şeyh Şamil (Şimali Kafkasya İstiklal Mücadeleleri) Ankara 1958

Kuzey Kafkasya’da Sovyet Rus Vahşeti (1944 Faciası) Ankara 1964

Demokrat Parti tarafından kapatılan “Türk Milliyetçiler Derneği”nde faal bir rol oynamıştır. 1962 yılında merhum cesaret, gayret ve teşebbüsü ile Ankara’da Kuzey Kafkasya Kültür Derneğini kurmuştur. İhtilal ortamında bir çoklarının korku içinde imzalarını inkar ettikleri, ateist, solcu, Rusçu zihniyete kaydıklarını görünce merhum Allah’a sığınmış, gerçek dostlarına dönmüştür:

“O münafıklar müminleri bırakarak kafirleri dost tutarlar, onların yanında izzet (şeref ve galibiyet) arıyorlar. Bulamazlar çünkü bütün izzet Allah’ındır. (Ve Ona inananlarındır.) (Nisa suresi 139)

20.4.1963 tarihinde Ankara Türk Ocağında ” Kuzey Kafkasya Hürriyet Savaşları” konusunda arkadaşları ile bir konferans tertiplemiş ve 1944 faciasını geniş bir dinleyiciler kitlesine anlatmıştır.

O, inandığı ülkü uğruna sonuna kadar mücadele etmiştir. Sonuçta Hakk’ın zafer kazanacağına inancı tamdı. En büyük ideali Rus ve Çin esaretindeki Türk – İslam ülkelerinin bağımsızlığına kavuşması ve Türk bayrağının yanı sıra Batı ve Doğu Türkistan, İdil-Ural, Kuzey Kafkasya, Azerbaycan, Gürcistan bayraklarının dalgalandığını görmekti. Komünizmin yıkıldığını, parçalanmış dahi olsa Orta – Asya Türk cumhuriyetlerinin kısmen bağımsızlığa adım attıklarını görmek şüphesiz onu ümitlendirirdi.

Kuzey Kafkasya’da akan kanların dinmemesi ise onu çok üzerdi. Baltık milletlerinin ve Ukrayna’nın batı desteği ile bağımsızlığını kazanmaları, yer altı servetleri dolayısı ile Müslüman milletlerin işbirlikçilerin eli ile tahakküm altında tutulmalarına da kahrolurdu. Ama artık ” sabah yakındır.”  Sadece bir nesil sonra Rusya Federasyonunda Müslümanlar çoğunluğu alacaktır. Her sene sayıları azalan Ruslar ümitsiz bir paranoya içinde İslamiyetin yükselişini seyrediyorlar. Çin de bir gün elbet layığını bulacaktır. İsrail ve Siyonizm de bütün Dünyaca teşhis edilecek ve İslam alemini test eden bu bela uyanma sebebi olacaktır.

Türk- İslam Aleminde parçalanma ve birbirine düşme felaket sebebi olmuştur. Birlik ve beraberlik ise yükselişi sağlayacaktır. Bu inanç aşılamadan ve çağı idrak etmeden hiçbir ciddi adım atılamaz. Bu da ancak “yetiştiriciler” eli ile ruhun kurtuluşunu ve yükselişini sağlamakla mümkündür. Genç nesillere idealist bir yolda ışık tutan, örnek olan Mücahit Hızal’a Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın. 

Fikir Ve Görüşlerinden Parçalar: Kafkaslının Kalbindeki Hasret

“Bugün için kuvvete sahip vahşi zalim, kuvvetsiz mazlumu ve hürriyeti çiğnemektedir. Hakikat mahzundur. Fakat bizler yarına ve her şeyden önce Yüce Allah’a inanıyoruz. Kafkaslının kalbinden bu imanı çıkarmak ve onun gözlerinde gizlenen derin hasreti ve kederi silmek imkansızdır..” (Şeyh Şamil, Ş. Kafkasya istiklal mücadeleleri s.74 Ankara 1958 )  

Madde ve İnsan

“Çağımızda teknoloji alanında görülen baş döndürücü gelişmeye mukabil ortaya çıkan sosyal, iktisadi ve siyasi buhranlar ruhi ve ahlaki çöküntüler, bazı düşünürlere insanlık kendi eli ile kıyameti mi hazırlıyor dedirtmiştir. Medeniyetin meşaleleri delilerin ve canilerin elinde.. Zekanın intiharı diyebileceğimiz bir hal.. Zeka Hakk’ı bilme noktasından hareket etmeliydi;

Her maddi gelişme ahlaki bir disiplin içinde olmalıydı. Toplumları tehdit eden düzensizliğin, başıboşluğun ve bütün sapıklıkların kaynağı işte budur.” (Madde ve İnsan adlı yazısından İslam Mecmuası 4. cilt sayı: 9 1961 ) 

Modern Putperestlik

“Tarih boyunca Dünya’nın birçok ülkelerinde, şahısların putlaştırılması şeklinde sapkınlıklar görülmüştür. Komünizm materyalist mistik mahiyeti haizdir. Bu zelil akideye inananların peygamberleri (!) havarileri(!) azizleri(!), hezeyanname halinde kitapları, telkin ve iğfal vasıtaları vardır. Allah, “Biz şeytanı inanmayanların evliyası yaptık” buyuruyor. Ateist oldukları halde Marks, Engels, Lenin, Stalin gibi putlaştırılmış liderleri veya ikonalarına taparlar. Şüphe yok ki diktatörlük ve korku riyakarlığı doğurur.” (Komünist Mistikleri ve Modern Putperestlik, Mücahit Dergisi s.17-18 1959) 

Müşterek Cephe:

“1. Türkiye’de Kafkaslılar fikir ve işbirliği çerçevesinde yaşadıkları ülkede dindaşlarının ilgi ve sevgisini kazanarak ulvi gayelerini gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Nefret çekerek bir yere varılamaz.

2. Bu vatanda azınlık olanlar yalnız gayrimüslimlerdir. Onlar hukuken eşit haklara sahip vatandaşlardır. Bir takım isimler altında yapılacak azınlık milliyetçiliği ülkemiz için vahim sonuçlar doğurur. Ayrılıkçılık sadece bu vatanın düşmanlarına yarar. Yolumuz ruhi kardeşlik ve müşterek düşmana karşı müşterek cephedir. Hakk’a uyan Halkın iradesi en sonunda galip gelecektir. Türkiye’nin bütünlük ve bağımsızlığına zarar verecek her çeşit cereyanla mücadele etmek vatanseverliğin icabıdır. Hür ve kudretli bir Türkiye Rus ve Çin esaretindeki Türk- İslam alemi için başlıca ümittir.

3. Kafkaslılar kendi aralarında kabilecilik, bölgecilik gibi ilkel bir zihniyetten kaçınmalıdırlar. Mahkum milletlerle ve insan haklarına saygılı hür dünyanın hassasiyet sahibi insanları ile yeni bir dünya kurulması için birlikte çalışmalıdır.

4. Ancak yüksek bir inanç, ahlak ve kültür seviyesinde birleşme gerçekleşebilir. Cehalet, imansızlık ve nefsaniyet en büyük düşmanımızdır.

5. Toplumun ahlakını bozucu kozmopolit cereyanlarla ve her çeşit soysuzlaşma ile mücadele etmeliyiz. Ahlakını kaybetmek vatan kaybetmekten daha büyük bir felakettir.

6. Milli ülkü yolunda techizatlı, kaliteli bir kadro yetiştirmeli ve bu kadro ile neşriyat yapmalıyız. Dernekler milli günlerimizi ve milli kahramanlarımızı anmak üzere toplantılar tertiplemelidir.

7. Müslüman olmakla iftihar ederiz. En yüce idealleri, ferdi, milli ve insanlık ölçüsünde gerçekleştirmeyi hedefleyen İslam bizim için en yüce değerdir. Ateist bir milliyetçilik, inanç, ahlak ve istikametten mahrum basit bir ırkçılıktır; yalnızlığa mahkum, çaresizlik içinde bir sürüklenmedir. Dinini ciddiye almayanlar, Müslüman olmaktan utananlar, ahiret kapısı önündeki zavallılıklarını unutmuş görünüyorlar.” (M.Z. Hızal’ın not defterinden 1962)

(45 sene önce yazılmış bu satırlar dine kayıtsızlığın başıboşluğunda solculuk ayağı ile kandırılan nasipsizleri anlatıyor. Basit bir sürü içgüdüsü ve azınlık ırkçılığından başka bir amaçları olmayan, geçmişin felaketlerine aldırışsız, gelecek ile ilgili ufukları dar bir güruh İslam düşmanlığı hezeyanları içinde bir müddet solcularla kol kola gezdikten sonra Moskova’ya yöneldiler. Hala aynı gaflet devam edip gidiyor. Boşuna dememişler, “gafiller sofrasında ihanet aş olur” diye..)

Mücadele İçin Yaratıldığını Unutma:

“1.Allaha ibadet ve Hakikate hizmet üzere ol

2. Nefsini islah et, kendini bil, kendine hakim ol  

3. İşini ciddiye al

4. Mücadele için yaratıldığını unutma

5. Mukaddes Vatanımıza ve milletimize karşı sorumluluğumuzu unutma” (Mektuplarından)

Müslüman Türk Kızına Öğütler

“Değerli kızım!  Sana şerefli gayeler ve yüksek idealler tavsiye ederim. Gayesiz insan için hayat anlamını kaybeder. Hakka giden yolda sabırlı ve iradeli olmalısın. Akıllı, merhametli, Allah korkusu olan insanlara yaklaş, onlardan feyz al. Bil ki gerçek özgürlük Hak ve Hakikate ram olmakla mümkündür. Allahın insana bahşettiği özgürlük kalbin tercihini kolaylaştırır, sorumluluk getirir. Baskı, riyakarlık doğurur. Allaha kul olmak nefsine ve şeytana kul olmaktan insanı korur. Ana babaya saygı, kardeşlere ve yakınlara sevgi, muhtaçlara yardım Allah’ın emri ve insanlığın icabıdır.. Hakk’ın çiğnenmesi karşısında ruhun ıstırapla sarsılmalıdır. Hamiyet işte budur.

Bilmek kadar hissetmek de güzeldir. Senin için hissetmenin anlamı ruh asaletinin icabı manevi bir idraktir. Temizlik, intizam ve sadelik işte senin muhitin. Milletinin  istikbali sana bağlı olduğu gibi, hali hazır seviyesi de seninle ölçülür. Her davranışında, düşünce, gaye ve hissiyatında öyle bir şahsiyet belirt ki, her an milletini temsil edebilesin.” (İslam Mecmuası s.27 Ankara 1959)

Kafkas Davasını Türkiye kamuoyuna benimseten M. Zihni HIZAL hayatında ve vefatında bu yolda değerlendirilmiştir:

“Çok az konuşan arkadaşımız, söz Kafkasya’ya, intikal etti mi, cepheden yeni dönen bir kahraman heyecanı içinde konuşur. Şeyh Şamil’i, onun zuhurunu, onun hem nefsiyle, hem düşmanlarla yaptığı esatiri mücadeleyi, Kafkaslar üzerinde yükselen bu iman şahikasının Moskof orduları ile vuruşa vuruşa nasıl eridiğini… sonra onun şer’i meclis kararı ile. ihtiyarlar dul kadınlar öksüz ve yetim çocuklardan başka kimsecikler kalmayan sevgili yurdunu. Güzel Kafkasya’yı naçar kalarak ardına baka baka terk edişini…. Kafkasya’nın kendisi gibi eğilmeyen dik sarp, yalçın ulu dağlarını, yeşil vadilerini, halkı kıyama davet ettiği camilerini, öksüz minarelerini, nice nice generalleri dize getirdiği, Allahın huzurunda secdelere kapandığı bu mukaddes toprakları bu topraklar için can veren henüz bıyığı yeni terlemiş Kafkas delikanlılarını, gelinlik kızları…

Sonra 19 yerinden ağır yaralar alan Şeyh Şamilin Peygamber topraklarına inişini son vazifesini son nefesini verişini.. Bir kasırganın dinişini.. Bir güneşin batışını.. Bütün bunları heyecanlı hüzünlü bir hava içinde konuşur, dertleşirken adeta zaman mekan, imkan şartlarının üstüne çıkar, Zihni adeta Şeyh Şamilin hüviyetine bürünür, ben de Anadolu içlerine Moskof sarkmasını önlemek için silaha sarılan ecdadım Bayraktar Osman Ağa olurdum…” (Osman Yüksel Serdengeçti Şeyh Şamil adlı eserin ön sözünden s.5)

Savaş Pilotu

“Saint Exupery  Savaş Pilotu eserinde insanı sürekli bir savaş duygusunun içinde ele alır, insanın tabiatla savaşının çağdaş destanını yazar. İnsan bu savaşta olağanüstü şartlar içindedir. İnsan ona göre bir pilottur. Tabiat göktür, tipidir, fırtınadır dağdır. İnsanın tabiatla arasında gidip gelen alınıp verilen savaş aracı da uçak. Dün sabah böyle bir ruh hali içinde kalkmıştım. Birden gözlerim Esenboğa uçak kazasının haberine ve o haberi ölüm gibi çevreleyen resimlere kaydı. Tabiatla savaş Exupery’nin eserlerini kıskandıracak çetinlikteydi. Ve uçak bir tepeye çarpmıştı. En gergin çatışmadan en korkunç şoka geçilmişti. Ve üç dipdiri, canlı genç insan şimdi ölüydü. Bu üstün ve evrensel savaşın ışıklı ölülerinden ikincisi bizim Zihni Ağabey..

Zihni Ağabeyi anlatmak, Kafkaslı bir soydan geliyordu demek onu bizden bir parça yükseltir. Kafkas şartlarını düşünürüz de ondan. Ama yetmez. Dağlılardandı demek onu bir parça aydınlatır. Yani Şeyh Şamil’in ülkesinden ve insanlarındandı. Ama yetmez. Kartal bakışlıydı demek bir parça gözümüzün önünde canlandırır onu. Dimdik dururdu, onun hiç eğildiğini görmedim demek onu anlatmaya doğru atılan ilk adımlardır. Ama neye yarar bunlar dış çizgiler..

Susardı, fakat susuşu bulunduğu toplulukta bir elektrik ampulü gibi yanar ve bütün konuşmaları aydınlatırdı. Konuşmaya başladı mı herkes gerçek konuşma vaktinin geldiğini bilir ve susardı. Herkes onun sözlerini bir hüküm gibi kabul ederdi. Doğruydu, dosdoğru. Yalan onun bulunduğu odaya bile giremezdi.

Zihni Ağabey Kafkasyalı Müslümanların Rus elinden kurtulması için bu davayı anlatmak üzere gece gündüz çalışan bir mücahitti. O davasını yalnız dar bir bölgecilik ve ırk meselesi ve tarihi bir kin olarak görmüyordu. İslam idealiyle içi ve dışı dolu bir idealistti. İslam’a inanır ve onu yaşar tam bir Müslüman ve mümindi. Kendi yurdu Müslüman kartallar diyarı Kafkas davasını İslam davasından ayırmazdı, onun ayrılmaz bir parçası sayardı. Yazdığı Şeyh Şamil isimli eserinde, gerek kendisinin gerek arkadaşlarının çıkardığı dergilerde yayınlanan yazılarında İslam davasıyla, Rus zulmü altında inleyen Müslümanların davası iç içedir aynıdır.

Sağken farkında değildik. Şimdi anlıyorum ki, Zihni Ağabey tevazuunun keskinliğinden bunu belli etmemeyi başarmış. Nerede bir sağcı oluş, bir sağ düşünce görmüşse oraya koşmuş, orada bir mum gibi sessizce yanmış..”

“Şüphe yok ki o tam bir şehittir, ondaki inanç, o şuur, o uyanıklık ve o inancın savaşını yazma azmi ve gücü, onun her anında bir şehitliği saklıyordu.

Allah onu layık olduğu rahmetinin güneşine çekmiştir. “

“Onun ruhunun bir kartal gibi Kafkas dağlarına uçtuğunu ve orada arkadan gelecek ruhçu savaş pilotlarının öncüsü ve bekçisi olarak karlı dağlar üstünde süzüldüğünü duyar gibi oluyorum.” Değerli fikir adamı ve şair Sezai Karakoç (Yeni İstanbul 7.2.1964)      

Toprağa Düşen Kartal

“… O tam bir Müslüman olduğu içindir ki, fikri yakınlıkları cismani yakınlıklara tercih etti. İslam’ın men ettiği her türlü tefrika ile (ayrılıkçılıkla) sonuna kadar mücadele etti. “memleket çocukları bir gün onun şimdi meçhul kalmış hizmetlerini de öğrenecekler, sessiz şamatasız, fakat son derece verimli çalışmanın ne demek olduğunu anlayacaklardır.” (Tanınmış fikir adamı: Prof. Dr. Erol Güngör Yeni İstanbul 9.2.1964)

O Samimi Bir İdealistti (Tanınmış Tarihçi Ord. Prof. Zeki Velidi Togan, Sohbetlerinden) 

Taşıdığı Büyük Aşk ile Bizi Sürüklüyordu. (Tanınmış fikir adamı Necip Fazıl Kısakürek, sohbetlerinden)

Milliyetçi Cephenin Kaybı

“.. M. Zihni Hızal yalnız iyi bir pilot değil aynı zamanda vakur ve pek değerli bir milliyetçi, yazar ve konferansçı idi.

– Hakk’a güvenmek en büyük kuvvettir, kulun kula güvenmesi hüsranı davettir. Derdi. Acaba niçin bu kadar şuurlu ve ateşli bir milliyetçi idi. 1919 felaketler yılında doğmuştu. Aslı Kuzey Kafkasyalı idi. Asırlarca Rus istilasına göğüs geren kahramanların soyundandı. Bunun için Rus tehlikesinin rengi ne olursa olsun Türk milleti için büyük bir tehlike olduğunu iyi anlamıştı. Bu konuda kitaplar yazmış, konferanslar vermişti. Milliyetçilerin saflarını bir kat daha sıklaştırması gerekmektedir. Çünkü kendilerini aydın, ilerici, sanan, kızıl soysuzlar sinsi sinsi Vatana ve millete hiyanetlerini arttırmaktadırlar. Türk milliyetçi cephesi pek değerli bir Er kaybetti. Bir Er ki generale bedeldi. Allah rahmet eylesin.” (Kadircan Kaflı Tercüman gazetesi 16.3.1964) 

Milli Haklarımızın Savunucusu

“Merhum M. Zihni Hızal bey yakın doğu ve Orta -Asya ülkeleri nezdinde milletimizin siyasi hakları için hiç yorulmadan mücadele eden vatansever bir kardeşimiz idi. Onu kaybetmek bizim için ağır bir darbedir. Allah rahmet eylesin” (K. Kafkasyalı, Ramazan Traho, mektubundan München 10.11.1964)

Kafkas Davasının Cesur Savunucusu

“Şeyh Şamilin açtığı mücadelenin izinden yürüyen M. Zihni Hızal Kafkas davasının en cesur savunucularındandı. Tutsak Türklerin problemlerini gayet iyi bilen, olgun kültürlü, ateşli yürekli bir hatip, komünist düşmanı, milletine ve vatanına sadık tam bir Kafkas çocuğu idi. Pilotluk gibi ciddi bir mesleği olan M. Zihni dili ve kalemi ile millet ve din düşmanları ile mücadele ederek esaret altındaki Türklerin özgürlük ve bağımsızlık davalarını Dünya’ya duyurmaya çalışmıştır. O öyle müessif bir kaza ile değil müdafaa ettiği dava yolunda alnından vurulmaya layıktı. Allah gani gani rahmet eylesin” (Toprak  s.27 1964 Doğu Türkistanlı Mücahitlerden Hızırbek Gayretullah)

Şehid Hızal

 

“O bir güneşti ki mahreki iman – Vatan sevgisi idi ruhunda taban (parlayan)

Gerçek aydındı o bencil değildi – Faziletin özü örnek bir insan 

Esir dindaşların alamı (önderi) idi – Alev alev kalbinde yanan volkan

Allah mayasını temiz yaratmış – Toplumda sanki adim-ül akran (akransız)

Meleklerle yoldaş iken göklerde – Nüzulüne indi Haktan bir ferman

Ecib İlahi Ğufran (Emrine icabet ettim bağışla ya Rabbi) (1383 Hicri Ebcet hesabı ile vefat tarihi)

“O bir uruc (yükseliş) idi, Hak ona döndü – Seyri tamam oldu Rabbine döndü

Arş okşadı ferş (yer) kucakladı – Kar şehrayin yaptı (donattı) onu sakladı

Tarihe sordum kim o ? dedi derhal: O Mustafa Zihni, O ŞEHİD HIZAL (1383 Hicri ebcet hesabı ile düşürülen tarih) (Tanınmış İslam alimi Hasan Basri Çantay, İslam mecmuası mart 1964 s.78 )

Ağıt (Hızaloğlu Mustafa Zihni Bey’e)

“Anadolu semalarında garip – Ulvi bir davanın ruhuna sahip

 Bu şevkli cismini semaya saldın – Nesli Kafkasya’dan gelmiş kartaldın

 Şamil’in yolunda giden mücahid – Kalır mı yerde o mukaddes şehid

 Bayraklaşan ruhsun Tanrı da şahid – Bu şevkle cismini bekaya saldın

 Gerçi cismin topraklara gömülü – Lakin ruhun rahmetle örtülü

 Bir aziz şehidsin Cennet bülbülü – Bu şevkle ruhunu Mevla’ya saldın

(Yücel İPEK Birleşik Kafkasya Dergisi sayı: 6 shf: 40 İstanbul 1965 )

Takvim Başlangıcı Değişimin Başlangıcı Değildir

Zaman akıp gitmekte. Bir takvim yılı daha geride kalırken insanlar bir dönemi bırakıp yepyeni bir döneme başlamış gibi davranmayı seviyorlar.

Oysaki zaman kesintisiz bir şekilde akmakta, bizim önceden belirlediğimiz nirengi noktalarını hiç dikkate almaksızın kendi hükmünü icra etmekte.

Einstein‘in teorisine göre zaman, mekân ve hareket izafidir. Zamanın izafi olması yani herkese göre değişmesini Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde sanatkârane tarzda ifade eder: “Ne hasta bekler sabahı/ ne kanlı şehidi mezar/ ne de şeytan bir günahı/ seni beklediğim kadar.”

Zamanın hiç geçip gitmediği anlar ve zaman dilimleri de yaşamış olmama rağmen, yaşım ilerledikçe bu anları da içinde barındıran senelerin daha hızlı geçtiğini düşünmeye başladığımı fark ettim.

Bir ay kadar önce 17 yaşında evden kaçan bir genç kızı dinlemiştim. “18 yaşımı doldurduğumda her şey değişecek” diye düşünüyordu. 18 yaşını doldurunca her istediğini özgürce yapabileceğini, eve istediği saatte dönebileceği, istediği gece kulübüne gidebileceğini, bunları yapabileceği için de çok mutlu olacağını düşünüyor, anlatırken de gözleri büyük bir umutla ışıldayarak bakıyordu.

Onun gibi düşünen nice gencin, 18 yaşını doldurduktan sonra da, yaşantısının köklü bir şekilde değişmediğini hayatın kendi hükmünü icra etmeye devam ettiğini bilmiyordu.

Özgürlük ve mutluluk nüfus cüzdanımızdaki veya takvimdeki bir dönemi geçirmekle yakalanamazdı. Önce kendimizi değiştirerek, geliştirerek ve daha sonra sevgimizle, fedakârlıklarımızla kendi manevi yatırımlarımızla yakalamak mümkün olabilmekteydi.

Hatta bu da yetmiyor “değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabullenmek” veya sabretmek gerekmekteydi. Esasen olgunlaşmak denen şey de bundan ibaretti. O genç kız bunları görebilecek çağda değildi.

Büyüdüklerini düşünenlerin durumu da pek farklı olmasa gerek. Bizler de 18 yaş hedefi benzeri beklentiler içindeyiz. Herkes 2012’nin iyi geçmesini, mutluluk ve huzur getirmesini dilemekte. Herkes için iyi, herkes için huzurlu ve herkes için mutlu bir yıl olmasının imkânsız olduğunu bilmemize rağmen.

Huzur ve mutluluk… Bizim için, ailemiz için, dostlarımız, ülkemiz ve de insanlık için hep isteyeceğimiz, dualarımızda talep edeceğimiz temel arzular.

Stephen Covey‘in kavramlarıyla ifade edelim, her kişinin bir “ilgi alanı” ve bu ilgi alanının çok az bir kısmını kapsayan “etki alanı” vardır. İlgi alanımız içine giren her konuda isteklerimizin olmasını bizim belirlememiz mümkün değil.

Takımımızın maç kazanmasını sağlayamaz, ülkemizin bir bölgesindeki çatışmayı, çevremizdeki insanlardan bir kısmının vefasız, ahlaka ve insanlığa aykırı davranışlarını önleyemeyiz. Buna rağmen bu gibi vakalar bizi üzer. Bu durumda manevi sığınaklarımızın olması ve dualarımız bizi ruhi çöküntülerden kurtarır.

Ancak etki alanımızda olan durumlarda sözlü dualarımızdan ötesini yapmamız gerekir. Eskilerin “fiili dua” dediği şeyi yani Yaratandan olmasını dilediklerimizin olması için kendi etki alanımızda yapabileceklerimizi, yapmamız gerekenleri yapmak.

Mesela “herkes beni anlamıyor” diye en yakın çevremize bile küsmek yerine, “acaba ben Onları anlamak için ne yapabilirim” düşüncesiyle dinlemek. Yani “önce anlamaya çalışmak” bizim etki alanımızda yapabileceğimiz bir değişikliktir.

Bizi sevmesini istediğimiz kişileri sevmeye çalışmak, birilerinin bizim yetenek ve becerilerimizi görüp bize imkân sağlamasını beklemek yerine, proaktif davranarak yetenek ve becerilerimizi değerlendirebileceklere ulaşmanın yollarını aramak. Kabiliyetlerimizi geliştirmek, başkalarından farklı olabildiğimiz alanlar yaratmak için gayret ve çalışma içinde olmak. Etki alanımız içinde yapabileceklerden sadece bir kaçı.

Hayali beklentiler ve başkasının davranışlarına endekslenmiş kişilik yapısıyla huzur ve mutluluğa erişmek mümkün değil.

***

Takvim dönemlerini, ütopik (hayalî) beklentiler yerine, şirketlerin yıllık bilançolarının hazırlandığı dönemler gibi değerlendirmek daha verimli ve faydalı olur. 2011 yılında yaptığımız doğru davranışlarımız ile yanlış davranışlarımızı gözden geçirebiliriz. Yanlışlarımızdan ders çıkarabilir, tekrar etmesini önleyebilirsek yıllık bilanço işe yarar.

Bu söylediklerim sadece kişi temelli bir değerlendirme değil. Şirketler, kurumlar ve siyasiler için de geçerlidir.

Eşini, kardeşini, evladını, ana- babasını, arkadaşını kıran ve üzenler için “O’nun yüzünden oldu” yerine, “ne yapsaydım bu duruma gelmezdik?” muhasebesini yapma zamanıdır.

Bu sene zarar eden şirketler, dışarıda oluşan olumsuz şartları bahane etmek yerine “aynı şartlarda büyüyen gelişen rakiplerim neler yaptı da benden iyi durumda?”  diye düşünmek ve “Onların yaptıklarından da daha iyisi ne olabilir, nasıl yapabilirim” diye düşünme zamanıdır.

Muhalefet partileri halka daha iyi olduklarını göstermenin yollarını ararken, iktidar geçen yıl yaptığı yanlışları yapmamak, doğrularında sebat etmek durumunda.

Özellikle iktidarın davranışları hepimizin ilgi alanında. Çünkü bu ülkede yaşıyoruz. Ancak bu alanda etki alanımızdan yani iktidarı denetleme görevimizden asla fedakârlık etmememiz lazım. Seçimden seçime değil, her kararını denetlemeliyiz. Zira kusursuz insan ve kusursuz idare yoktur.

Demokrasi, halkın kendi etki alanını genişlettiği rejimlerdir. Bazı kişiliksiz yazarların ifade ettiği gibi “güçlü tek adam yönetimleri bize yarıyor” kolaycılığına kaçarak demokrat ve gelişmiş bir ülke mümkün olamaz.

2012’nin, iradelerimizi hiçbir kişiye ve kuruma devretmediğimiz bir yıl olmasını diliyorum.

 

Mesnev -i Şerif

Güneş renklere kaynaklık ettiği gibi, Kur’an Güneşi de bin bir hakikatin yumağıdır. Mesnevi-i Şerif, Kur’an Güneşi’nin ışığında yer alan renk renk, çeşit çeşit hakikat nurlarından ancak yedide birine ayine olmuştur. Yani Kur’an Güneşi’nin ancak yedide biri Mesnevi-i Şerif’te manen yer almış, Mesnevi’ye yansımıştır.

Mesnevi, Kur’an hakikatlerinin ancak yedide birini yansıtan bir Kur’an ayinesi görevini yerine getirmiş. Yani yedi şekil, usul ve metodla tahlil ve analize tabi tutulabilen Kur’an’ın muhteviyat ve içeriğini; bunlardan sadece birinin yardımıyla ele alıp açıklama yoluna gitmiştir. Böylece kudsi / kutsal bir şeref almış. Sadece Mevlevilerin değil kalp ehli olan nicelerinin ölümsüz bir mürşidi / irşad edicisi / yol göstericisi olmuştur. Bunun içindir ki, sırf bugünü değil; yarınlarda da, hem Türkiye, hem tüm dünyada müştaklarını / kendisine yönelenleri aydınlatmaya devam edecektir.

Nitekim, Mesnevi; bugün ABD’nde en çok okunan tercüme eserler arasındadır. Tabii ki o günkü insanların ihtiyacına cevap veren Mesnevi’nin, bugünkü insanların manevi ihtiyaçlarına cevap verecek uzantıları vardır. Ve bu eserde Kur’an hakikatlerinin yedide biri yer almakta; günümüz insanlığına manen, kalben, dimağen muhtaç olduğu ışığı bol bol vermektedir.

Bu da gösteriyor ki, insanlık kemale ermiş / olgunlaşmış. Bütün Kur’an hakikatlerini içine sindirebilecek bir seviyeye yükselmiştir. Dün ilkokul seviyesinde olan insanlık; bugün yüksek tahsil yapacak düzeydedir. Ve bilelim ki, Mekke’de doğan Kur’an Güneşi’nin hakikatleri bugün tekrar ve manen Türkiye ufuklarından doğmuş. Gittikçe yükselerek dünyayı ışıklandıran bir hal almıştır.

Çok yakın bir gelecekte dünya; hemen hemen tümüyle bu ışığa ma sadak olacak. Ondan istifade etmesini bilecek. Yararlanacak. İnsanlık Türkiye’den doğan Mana Güneşi’nin ışığında beklediği huzuru inşallah bulacaktır. Ve artık Kıyamete kadar bu nur, bu ışık az veya çok aydınlatmaya devam edecektir.

Bu yüzdendir ki, Gönüller Sultanı Hz. Mevlana’nın Hakk’a yürüyüşünün her sene-i devriyesi başta Konya olmak üzere Türkiye ve tüm Dünya’da büyük bir coşku ile kutlanmaktadır. Yine bu sebepten ötürüdür ki:

“İran – Tahran şehrinde özel bir klinikte Dr. Psikolog Monali Nasari, ‘Mevlana sevgisi ve Mesnevi denince ilk sözünüz ne olabilir?’ sualimize konuşurken ağlayan ve hislenen bir sesle ‘Mevlana aşkı, bende çocuk yaşlarda başladı ve Mesnevi’yi o çağlarda tanıdım. Bizim, Tahran’da 18 kişilik bir ekibimiz var, mutlaka her Pazartesi bir araya gelir ve Mesnevi’yi okuruz. Fakat nasıl okumak? Müzakereli ve tam 6-7 saat, saatin nasıl geçtiğini bilemeyiz. Hz. Mevlana’nın bir çok rübaisini ezberden okumaktayım. Ayrıca İran’da Hz. Mevlana’nın eserlerinin okunduğu üniversite ve özel okullar var’ diyordu.” (Halil Uslu, Yeni Asya 23 Aralık 2005, s.15)

X

“Ve inneke lea’la hulukin azim.” (Kalem Suresi, ayet: 4)

2368

“Ve sen, elbette pek yüce bir ahlak üzeresin.”

Diyor ayet Peygamber-i zişanımız için.

Ya o şanlı Peygamber ne buyuruyor:

“Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.”

Ya ondan asırlar sonra gelen Manevi takipçisi ne diyor:

“Bi edeb mahrum mand ez lutfi Rab.

Ez Huda cuyem tevfik edeb.”

Yani: 

“Edebsiz kişi Allah’ın lutfundan mahrumdur. Onun için Allah’tan edeb ve tevfik istiyorum.”

Nitekim: “ABD’den gelen profesör ve doktor grubu, Hz. Mevlana’nın (biraz evvel zikrettiğimiz) birsözünü sohbetin gündem maddesi yaptılar.” (Halil Uslu, a.g.m.)

Ya Yüce Ayet’in, Şerefli Hadis’in ve Hz. Mevlana’nın yolunda olan ecdad-ı izamımız / büyük ecdadımız ne demiş:

“Edeb Ya Hu!”

Ve bu sözü en güzel hatla yazdırarak duvarları süsletip, onu baş tacı etmiş.

X

İşte Osmanlı’yı Osmanlı yapan da, bu sır idi be dostlar!

Rakı

Yusuf Has Hacip, 1069 yılında özenle hazırladığı, ” mutluluk veren bilgi ” anlamındaki ” Kutadgu Bilig ” adlı yapıtını, Karahanlı Devleti hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sunar. Kitapta  işlenen konular; din, felsefe, siyaset, sağlık, gökbilim, sosyal yaşantı, devlet, ordu ve tarım gibi geniş bir alanı kapsar. Kutadgu Bilig’in geniş nitelikli bir ansiklopedi ve çağına tanıklık eden bir önemli yapıt olduğu, günümüzde uzmanlarca kabul edilmektedir.

Hakan Tabgaç Buğra, bu çalışmayı çok beğenir ve Yusuf’a ” has haciplik ” rütbesini verir. Bu paye ülke yönetimindeki en yüksek üçüncü mertebedir. Vezir yardımcılığıdır.

Ulusal  içkimiz rakı’nın serüvenini,  bu kitapta verilen bilgilerden izleyeceğiz. Orta Asya’daki atalarımız içki içmeyi çok severlermiş. En fazla rağbet edilen içki ise,  genç ve diri kısraklardan elde edilen sütlerin mayalanmasıyla elde edilen ” kımız ” imiş. Bu içki günümüze kadar ulaşmıştır. Halen Türki Cumhuriyetleri’nde tüketilmektedir.

Halen, Altay Türkleri arasında da devam eden ve baharın gelmesinin, doğanın canlanmasının başlangıcı olarak kabul edilen 21 Mart’ta kutlanan    ” Cılgayak Bayramı ” vardır.

Bu bayramın baş yemekleri, kurutulmuş etten yapılan yiyeceklerle ballı yoğurt ve hamur işleridir. Bu şölenlerde mutlaka içki içilirdi. Bu içki ise iki kez damıtılan kımızdan elde edilirdi ve adına ” arak ” denirdi.

Günümüzde de halen Türk dünyasında bu içki üretilip içilmektedir. Hatta ilk yudumlar alınırken ” – Bakalım kim pes edecek? Kazak mı, arak mı? ” diye başlanıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda, 17. yüzyıla kadar daha çok şarap tercih ediliyordu. Ancak mayalanmış üzüm suyunun iki defa imbikten geçirilerek damıtılmasıyla şişelere damla damla düşerek dolan bu yeni içki, tiryakiler tarafından çok beğenildi. Kısa bir süre sonra İstanbul’da içimi yaygınlaştı. Arapça ” terleten ” anlamındaki ” araki ” ismini rakıya bıraktı.

Galata meyhanelerinde rakı tüketimi giderek artınca, rakı vergiye bağlanır. Ünlü seyyah Evliya Çelebi’nin,  ” Seyahatname “sinde içki satan ve içenlerin kimlere haraç ödediği anlatılmıştır.

Günümüzde rakı içmek,  belli bir ritüel ve belli bir adaba tabidir. Rakı sofraları envai türlü mezelerle donatılır. Rakı sofrasının, en önemlisi ve vazgeçilmezi  dostluk ve sevgiyle pekişen sohbetler, söyleşilerdir.

Rakıyı sarhoş olmadan,  keyif alarak içmek, kararını bilmek, ayrı bir ustalıktır. Rakı sofrasını süsleyen rengarenk mezelerin arasında su katılmış rakı bembeyaz rengiyle hoş bir görüntü meydana getirir. Aslında rakıya halk arasında “aslan sütü” denmesinde, sulandırılmış rakının süt rengini almasının etkisi vardır. Ancak bunun gerçek nedeni, eski Osmanlı meyhanelerinde rakının aslan kabartmalı kaplarda sunulmasındandır.

Günümüz teknolojisinde çok çeşitli rakı üretilmektedir. Alkol dereceleri farklı ve anason oranı değişik rakılar piyasaya sürülmektedir. Tiryakilerin değişik damak zevklerine göre hazırlanan ve satışa arz edilen ürünler, artık özel sektör tarafından beğenilere sunulmaktadır.

Rakı genelde, dostların arkadaşların bir arada olduğu sofraların içkisidir. Bu masalarda yapılan sohbetlerin anlatılan hikayelerin ve anekdotların tadına varabilmek, zevkini alabilmek için sarhoş olmamak gerekmektedir. Rakı içmenin âdabı da, hem dostlarımızın hem de kendimizin bu millî içkimizi kararımızı bilerek  tüketmemizdir. 

 

 

Sağlıklı Yaşama ve Sağlıklı Yaşlanma – 3

Sağlık sıfırlara rakam kıymeti veren matematikteki (1) gibidir. Yani önünde (1) i olmayan sıfırların bir kıymeti olmayacağı gibi sağlığın olmadığı her bir kıymetimizin de öneminin azalacağını, kalkacağını unutmamalıyız. Tıbbi olarak ise sağlık sadece bir hastalığın olmayışı değil BEDENEN, AKLEN, SOSYAL YÖNDEN tam bir iyilik halinde olmak ve huzur içinde olmaktır.

Bedenimizdeki hastalıkları basitçe şu şekilde gruplandırabiliriz.

  1. Enfeksiyon Hastalıkları
  2. Metabolizma Hastalıkları
  3. Kalp-Damar Hastalıkları
  4. Tümör Hastalıkları
  5. Genetik-Doğumsal Hastalıklar

Daha önceki sağlığımızla ilgili yazılarımızda sağlıklı yaşama ve yaşlanma için etki edebileceğimiz ve etki edemeyeceğimiz durumların olduğu bilgisini paylaşmıştık. Genetik mirasımıza mudahil olamayabiliriz. Kaldı ki tıp ilmindeki gelişmeler hızla bu alanda da bazı imkanları insanlığa kazandırmaktadır. Sağlıklı yaşama ile ilgili birinci yazımızda yeterli fizik hareketliliğine dikkat çekip bu konuda temel bazı bilgiler vermiştim. İkinci yazımızda ise yeterli ve dengeli beslenme hususlarını değerlendirmiştik. Bu üçüncü yazımızda ise hijyen-yeterli ve uygun temizlik konusunu genel hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağım.

Temizlik etkili olabileceğimiz sağlık etkenlerinden olup özellikle enfeksiyon hastalıkları ve insan ilişkisinde en önemli hususlardan biridir. Bir enfeksiyon hastalığının olabilmesini şöyle bir formülle değerlendirebiliriz. Şöyle ki hastalığın olabilmesi patojen enfeksiyon etkeninin sayısı, etkenin hastalık yapıcı gücü ile doğru orantılıdır. Vücut direncimiz ile ise ters orantılıdır. Temizlik patojen etkenin sayısını azaltan,  hatta uygun şekilde yapıldığında hastalık yapıcı gücünü de kaldıran bir unsurdur.

Enfeksiyon zinciri dediğimiz bu halka, temizlik ve uygun hijyen şartları ile kırılarak bu gruptaki hastalıkların önüne geçmemizi sağlar. Temizlik hususundaki doğru alışkanlıklarımız, enfeksiyon etkenlerinin vücudumuza gelişi ve girişini azaltan veya ortadan kaldıran hususlardır. Bunlar

  • El ve vücut temizliği
  • Su, gıda ve temas içinde olduğumuz çevrenin yeterince temiz olması
  • Yaşadığımız çevrede oluşturduğumuz atık ve kirliliklerin doğru şekilde uzaklaştırılması
  • Enfeksiyon konakçılarının azaltılması ve yaşadığımız çevreden uzaklaştırılması gibi konular olup sağlığımız ile direkt veya dolaylı olarak etkilidirler. Aşağıdaki iki resim uygun olmayan ve uygun olan bir el temizliğinden sonraki bakterilerin fotografıdır. Gelişi güzel bir el yıkama olayından sonra kişinin elindeki bakteriler yeterince azalmamakta ve şahıs kendisi ile çevresi için enfeksiyon hastalıkları yönünden  bir risk taşımaktadır. Halbuki doğru ve yeterli sabun ile su kullanılarak yapılan el yıkamadan sonra ise ellerimizdeki bakteri sayısı çok azalarak tehlike olmaktan çıkmaktadır.

Yine aynı şekilde öksürerek veya hapşırırken içinde bulunduğumuz ortama ciddi miktarda enfeksiyon etkeni verebilmekteyiz(resim 1). Ama bu durumlarda bir mendille tedbirli davranmak(resim 2) hiç olmazsa kolumuz veya elimizin tersiyle ağzımı kapatarak bulunduğumuz ortamı çok daha az kirletebiliriz. Gereksiz el sıkışmaları ve öpüşme alışkanlıklarımızı da azaltarak hem kendimizin hem de yakın çevremizin bazı hastalıklara daha az yakalanmasını veya hafif atlatmasını sağlayabiliriz. Günlük yaşadığımız kapalı ortamların havalandırılması gibi basit tedbirlerle de enfeksiyon halkası zincirini zayıflatıp kırabiliriz.

Bu kişisel temizlik hususları yanında içtiğimiz su ve içeceklerin, yediğimiz yiyeceklerin yeterince temiz olması bizim birçok hastalığa yakalanmaktan koruyacaktır. Aynı şekilde içinde yaşadığımız çevrenin kirletilmemesi veya olabildiğince az kirletilmesi de enfeksiyon zincirini zayıflatan-kıran önemli bir husustur. Atıklarımızın yaşadığımız çevreden uzaklaştırılması ve zararsızlaştırılması da yine enfeksiyon zincirini kıran diğer bir önemli husustur.

Kocaeli halkının temiz su arıtma tesislerinden geçirilen suları kullanma imkanı; su ile geçen enfeksiyonlara yakalanmama bakımından takdir edilecek bir husustur. Yine aynı şekilde Kocaeli’ nin evsel atıklarının arıtılarak zararsızlaştırılması hususu da diğer önemli bir konudur. Şöyle ki Kocaeli halkının evsel atıklarının şu anda % 92 si arıtılabilmektedir. 2012 sonunda ise köylerimizin evsel atıklarının önemli bir bölümü de arıtılma imkanına kavuşacak ve bu oran % 95 leri geçecektir. Bu durum ülkemiz için örnek bir durum olup birçok Avrupa şehirlerinden bile daha iyi olduğumuz bir çevre konusudur. Kocaeli Sağlık Müdürlüğünden aldığım bilgiye göre evsel atıklar ile bulaşan enfeksiyon hastalıklarından hiç biri bu sene ihbar edilmemiştir.

Sağlıklı ve mutlu günler dileğiyle……

Aile İçi Etkili İletişim

Çağdaş bir toplum olabilmek ve sorunlara demokratik çözümler getirebilmek için bireylerde sağlıklı iletişim becerileri geliştirilmelidir.

İletişim Engelleri Çocuğu Olumsuz Etkiler

Anne baba çocuğu dinlerken bedensel olarak da dinlemelidir.Sen dili, çocuğun olumsuz davranışlarını  değiştirmesinde etkili olmaz. Anne baba tarafından suçlayıcı ve yargılayıcı sen mesajları alan çocuk, zamanla kendisini savunmaya ve anne babasını yargılayarak karşı çıkmaya başlar. Ben dili, kabul edilmeyen davranışın tanımlandığı ve ne tür duygular uyandırdığının açıklandığı dürüst ve sorumlu bir kızgınlık ifadesidir. Ben dili; Anne Babanın o anda kendilerinde oluşan gerçek duygularını ifade etmeleridir. Duyguların ifade edilişinde suçlama ve yargılamanın yoktur. Sen dili, suçlama ve yargılama içerir. En Etkili ben iletileri anne-babanın gerçek duygularıyla uyumlu olan iletilerdir. Çocuğunuzun kendine güvenli  olmasını mı istiyorsunuz? Önce siz ona güvenin. Sözleriniz ya da davranışlarınızla çocuklarınıza onları sevdiğinizi ne kadar sık belli edersiniz?Çocuklarınızla, geneldeki ilişkileriniz, tutumunuz sevginin göstergesidir.

Çocuğun Davranışını Anlamakta Güçlük Mü Çekiyorsunuz? Kendinizi Çıkmazda Hissedip Çaresiz Mi Kalıyorsunuz?

Etkili anne baba olmak sabır gerektirir. adım adım ilerleyin.

Çocuğun hatalarını söylemek yerine güçleri ve olumlu taraflarını ifade edin.

Sevginizi Dile Getirin.

Yetersizlik sergileyen bir çocuk, beceriksiz değildir.Kendi yeteneklerine inancını yitirmiştir.

 Anne Baba Olarak Çocuğunuzu ve Kendinizi Ne Kadar Tanıyorsunuz?

Aile değerleri çocukların seçimlerini etkiler. Örneğin; Müziğe değer ve önem verilen bir ailede çocuğun seçiminin bu yönde olma ihtimali yüksek olacaktır.
Çocuklar sevilmek, şefkat ve ilgi görmek ister. Çocukların sorumlu kişiler olarak yetişmelerine yardım etmek, çocuklar açısından en iyi yoldur. Kontrol etme, baskı yapma, aşırı koruma ve acıma duyguları çocukların saygı kavramlarını mahveder.Çocukların hatalarını bulmaktansa, beğendiğiniz olumlu davranışlarını destekleyin.Övmeyin, yüreklendirin.

Temel Aile Gereksinimleri

* Değerli olma Duygusu
* Güven Ortamı
* Yakınlık ve Dayanışma Duygusu
* Sorumluluk Duygusu
* Zorluklarla Mücadele Ederek Onların Üstesinden Gelme Becerisi
*Öğrenme, Mutluluk ve Kendini Gerçekleştirme Ortamı
* Sağlıklı Manevi Yaşamın Temellerini Oluşturma Ortamı

Çatışma Konusunda Aktif Dinleme Kullanılmalıdır.

Çocuğun davranışının altında yatan nedeni anlayabilirsek olumsuz davranışı değiştirmek için de ne yapabileceğimizi çok daha kolay buluruz.

ÇALIŞAN ANNE VE ÇOCUK İLETİŞİMİ

•1) İş sonrası çocuğunuzla birlikte yüz yüze sohbet ederek, birlikte oyun oynayarak nitelikli zaman geçirin.

•2) Yeterli zaman ayıramadığınızı düşünüp suçluluk duygusu içinde çocuğunuza veremediğiz zamanı, hediyelerle telafi etmeye çalışmayın.

•3) İşten eve dönüşte özlemle çocuğunuzun her istediğini yaparak, aşırı hoşgörülü tutum sergilemeyin.

•4) 0-3 yaşları arasında çocuğun ev ortamında olmasının önemi sebebiyle aile büyüğü tarafından (anneanne, babaanne) yada onun  kontrolünde titizlikle seçilmiş bakıcıyla büyütülmesini tercih edin.  

•5) Mümkünse 3-6 yaşından sonra kurum bakımını tercih edin.

•6) Okul çağında, mümkünse çocuğunuzun okuldan dönüşünde evde olun.  onu haberleşmeden uzun süre evde yalnız bırakmayın.

•7) Okula başlama, çocuğun hayatında önemli bir gelişmedir okula uyum sağlaması, çalışma alışkanlığının kazanması için ona destek olun.

 Çocuklar, başarılarının ilgiyle izlenmesini isterken, başarısızlıklarında da yardım bekler.

8) Çocuğunuza işten dönüşünüzde , sizden beklediği ilgiyi gösterebilmeniz için  gün boyu zamanınızı iyi planlayıp enerjinizi doğru harcayın.

9) Okul çıkışında ( olanalaklarınız doğrultusunda) etüt veya okuma salonu, sanat atölyesi, spor alanı olan çocuk klüplerini tercih edin.

10) Ergenlikte çocuğunuzun büyüdüğünü artık size geçmişteki kadar gereksinim duymayacağını düşünmek oldukça yanlıştır. 
     * Hızlı bedensel gelişmesini anlayıp kabul etmesi için desteğinize, anlayışlı sohbetinize ve dertleşmeye ihtiyacı vardır. 
     * Etkin bir dinleyici olun. 
     * Çoğu zaman çözüm değil, dinlenmek ve anlaşılmak ister.
     * Kız ve erkek arkadaşlığı konusunda bilgi verin.

 
     * Okul çıkışında, spor ve / veya kültür sanat etkinliklerine yönlendirin.

 

 

 

Yılbaşını mı yoksa Mekke’nin fethini mi kutlayalım?

Hıristiyan aleminin bayramı olan yılbaşı geleneği sadece Hıristiyan dünyasında değil, İslam dünyasında da adeta bayram havasında kutlanıyor. Türkiye’de bu kutlamalar içerisinde yerini almakta, büyük savurganlıklar yapılmakta. İçki alemleri düzenlenmekte, gelenek ve göreneklerimize uymayan adetlerle yıl başı karşılanmakta.

İslam Alemi’nin yılbaşı Hicret ile başlamakta. (Miladi 16 Temmuz 622-Hicri 1 Muharrem). Bundan kısa bir süre önce İslam aleminin yıl başıyla ilgili hiçbir şey yapılmadı. Gündemde bile yer almadı. Buna karşılık Hıristiyan aleminin yılbaşı için özel önlemler alınmakta, milli ve manevi değerlerimize uymayan adetlerle yılbaşı karşılanmakta. Yeni bir yıla girişte aslında düşünmeliyiz ve geçen yılın muhasebesini yaparak kazandıklarımızı ve kaybettiklerimizi değerlendirmeliyiz. 2011 yılını geride bıraktık. Ömrümüzden koca bir yıl gitti. Kendimizi kısa bir muhasebeye çekelim. Acaba 2011 yılında neler yaptığımızın muhasebesini yapalım ve 2012’yi daha başarılı geçirmek için şimdiden plan ve programlar yapalım.

Yılbaşını değil Mekke’nin fethini kutlamalıyız

Hıristiyan alemi tarafından sözde İsa (A.S) ın doğum günü olarak kabul edilen yılbaşı, Hz.İsa’nın yanına uygun bir şekilde kutlanmalı. Ama Hıristiyan alemi ve sömürgeci dünya ülkeleri bugünü bahane ederek insanları tüketime itmekte, düşünme yerine alkolle insanları robotlaştırmakta.

İslam alemi yılbaşını kutlama yerine, İslam medeniyeti için çok anlam ifade eden ve 1 Ocak’ta İslam alemi için de bir milat olan Mekke’nin fethini kutlamalı. Mekke hicretin sekizinci yılında 1 Ocak’ta 630 yılında fethedildi. Şimdi de gelin Mekke’nin fethine kısaca bir göz gezdirelim:

Mekke nasıl fethedildi?

Hudeybiye antlaşmasına göre; Huzaa kabilesi Resulullah’a Bekiroğulları kabilesi de Kureyş kabilesi himayesine girmişti. Fakat Bekiroğulları kabilesi ansızın Kureyşlilerden Saffan bin Umeyye, Ikrime bin Ebu Cehil, Süheyl bin Amr, Huveytib bin Abduluzza, Müfrez oğlu Hafz ve bir kısım Kureyşli müşriklerle Huzaa kabilesi üzerine saldırmışlar ve onlardan 23 kişiyi öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Huzaa kabilesinden Amr bin Salim Huzai 41 kişilik toplulukla Peygamberimize geldiler ve olayı Resülullah’a anlattılar. Resulullah Kureyşlilere ya bu saldırıda öldürülen 23 kişinin diyetinin ödenmesini yâ da Kureyşlilerin Bekiroğullarının himayesini bırakmasını istedi. Kureyşli Müşrikler bunları da kabul etmediler. Fakat yine de anlaşmayı bozdukları için içlerini korku bürüdü. Ve tekrar anlaşma yapmaları için Ebu Süfyan-i Medine’ye yolladılar. Ebu Süfyan Peygamberimizden ve Sahabelerden özür dilediyse de kabul görmedi ve Mekke’ye eli boş olarak döndü. 

Mekke fethediliyor

Peygamberimiz büyük bir ordu hazırlayarak gizlice Mekke şehrini kuşattı. Aniden basılan Mekkeli Müşrikler neye uğradıklarını şaşırmışlar ve savaş hazırlığını bile yapamamışlardı. On iki bin kişilik büyük İslam ordusu hiç bir büyük olaya karışmadan kolayca Mekke şehrini fethetmişlerdir. Hicretin sekizinci yılında Resülullah (s.a.s.)”e boyun eğen Mekke bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya başladı. Allah-u Teâlâ”nin mübarek kıldığı İslâm dininin merkezi olan bu belde şirkten putperestlikten ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış yeni bir hayata kavuştu.

Daha önce bağımsız bir şehir devleti olan Mekke”nin fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da değişmişti. Mekke ihtiyaçlarını temin edebilmek için ihtiyaç duyduğu yoğun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bağımlı değildi. Zira İslâm devleti elde ettiği gelirleri ihtiyacı olan yerlere adil bir şekilde taksim ettiği için Mekke”nin ihtiyaç duyduğu her şey İslâm devleti eliyle sağlanıyordu. Ayrıca eski ticarî faaliyetler Mekke için artik hayatî olma özelliğini yitirmişti. Mekke Hac zamanlarında çok değişik bir manevî atmosfer altında hareketli ve canlı günler yaşıyordu. Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyeti de sahne oldu. Ayrıca Mekke yeryüzündeki bütün Müslümanların kalplerinde yaşattıkları ve oraya ulaşıp Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârlıkları göze aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini kıyamete kadar sürdürecektir.

 

Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk ile Fransa’nın kabul ettiği ‘Soykırımı İnkâr Kanunu’nu konuştuk

Teklif Senato’dan da geçer ve kanunlaşırsa, Türkiye’nin 50 yıldır süren AB macerası son bulur. Sarkozy’nin amacı da budur.’

Oğuz Çetinoğlu: Türkiye’nin uyarı ve itirazlarına rağmen Fransa Meclisi, soykırım iddialarını inkâr etmeyi suç sayan kanun teklifini 22 Aralık 2011 tarihinde kabul etti. Oylamaya 577 milletvekilinin sadece onda biri katıldı ve tasarı oy çokluğuyla kanunlaştırıldı.

Bundan sonra olabilecekler hakkında görüşlerinizi lütfeder misiniz Sayın Hocam?

Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk: Eğer teklif Senato’dan da geçer ve yasalaşırsa, Türkiye’nin 50 yıldır süren AB macerası son bulur. Türkiye’de eksen kayması olur. Türk halkı da AB’nin iki yüzlülüklerinden kurtulmuş olur. Sarkozy’nin amacı da budur. Çünkü Sarkozy, sözde Ermeni soykırımını bahane ederek Türkiye’nin AB yolunu Almanya Başbakanı Merkel ile birlikte tıkayan iki siyasetçiden biridir.

Çetinoğlu: Çok net bir değerlendirme oldu. Teşekkür ederim.

Fransa’nın daha önce de Türkiye aleyhinde karar ve uygulamaları olmuştu. Hatırlatmanız mümkün mü?

Karluk: 8 Haziran 2004 tarihinde sosyalist parlamenter Didire Migaud Fransa Meclisine 1673 sıra numarası ile bir inkâr kanunu teklifi sunmuştu. Teklif, sözde Ermeni soykırımını inkâr edenlere bir yıla kadar hapis ve 45 bin Euro para cezası verilmesini öngörüyordu. 2006 Ekim ayında soykırımın inkârını suç sayan teklif Parlamento’nun alt kanadından geçmiş, fakat Senato gündemine alınıp oylanmadığından kanunlaşmamıştı. 5 Temmuz 2010 tarihinde 30 sosyalist senatör, bekleyen kanunu bir kenara bırakarak, aynı içerikli yeni bir inkâr kanun teklifi hazırlamıştı. 19 Mayıs 2010 tarihinde de Komünist Parti’den Senato Başkan Yardımcısı Guy Fischer benzer bir teklif hazırlamıştı.

Çetinoğlu: Düşünce hürriyetini kısıtlayan bu tür teklifler, Avrupa hukuk mevzuatına uygun mu?

Karluk: Fransa Meclisi’nin kararı Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 11’nci maddesine aykırıdır.

Çetinoğlu: 11. madde ne diyor?

Karluk:  11. madde; ‘Herkes, ifade özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları dikkate alınmaksızın, görüş sahibi olma ve fikir ve bilgilere erişim ve yayma serbestîsini içerir. Medyanın özgürlüğü ve çoğulculuğu gözetilir.’ Diyor.

Karar ayrıca Fransız ihtilalinin sloganı ve Fransa devletinin dayandığı temelleri oluşturan  ‘liberte – hürriyet‘, ‘egalite – eşitlik‘ ve ‘fraternite – kardeşlik‘ prensipleriyle de ile de bağdaşmamaktadır.

Çetinoğlu: Fransız Meclisi’nin kabul ettiği kanunun uygulaması nasıl olacak?

Karluk: Kanuna göre, ikinci bir kişiyle konuyu tartışan her hangi bir Türk’ten, bunu bir panelde anlatan bir uzmana, konuyu araştıran bilim adamı ve tarihçilerden siyasetçilere, basın yoluyla yayan gazetecilere kadar, ‘Ermeni soykırımının olmadığını‘ açıklayan herkes yargılanabilecektir. Yasayla, 1881 tarihli Basın Kanunu’na da atıfta bulunularak, inkârın basın yayın yoluyla yayınlanması da yasaklanmaktadır.

Çetinoğlu: Biz; ‘sözde soykırım’ demek suretiyle, soykırımın olmadığını belirtiyoruz. Kanun çıktıktan sonra Fransa’da ‘Sözde soykırım’ ifâdesini kullanmak da suç mu?

Karluk: Evet! Medyada yer alabilecek ‘sözde soykırım‘ ifâdesi Fransa’da suç sayılacak, yayın kuruluşu da kanun karşısında sorumlu tutulacaktır.

Çetinoğlu: İsviçre’de de benzer şekilde kanun çıkartılmıştı

Karluk: İsviçre’de 2003 yılında İsviçre Parlamentosu’nun alt kanadı olan Ulusal Konsey, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir tasarıyı kabul ederek Ermeni soykırımını resmen tanımış ve 2005 yılında Ermeni olaylarının soykırım olmadığını söyleyenlere ceza öngören kanunu da kabul etmişti.  

Çetinoğlu: Yusuf Halaçoğlu ve Doğu Perinçek’i mahkûm eden kanun

Karluk: O tarihte Türk Tarih Kurumu Başkanı olan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, 2004’de Türkgücü Derneği tarafından Winterhur’da düzenlenen bir konferansta Ermeni iddialarının aksini savunan bir tebliğ verince İsviçre makamları Halaçoğlu hakkında tutuklama kararı çıkarmıştı. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ise, 2005’de Lozan’da yaptığı konuşma sebebiyle İsviçre mahkemesince yargılanmış ve 2007’de 90 gün ertelenmiş hapis cezasına ve 3.000 İsviçre Frankı para cezasına çarptırılmıştı.

Çetinoğlu: Sözde Ermeni soykırımı konusunda Fransa’nın daha önce de Türkiye aleyhinde karar ve uygulamalarından söz etmiştik. Galiba devamını anlatacaktınız. Araya başka konular girdi…

Karluk: Fransa, Türkiye’yi tarihte yapılmayan sözde Ermeni soykırımı ile suçlayan ve bu konuda parlamentosundan kanun çıkaran ilk ülkedir. 29 Ocak 2001 tarihinde onaylanan bir cümlelik kanun şöyledir: ‘Fransa, Ermenilerin 1915 yılında maruz kaldığı soykırımı tanır.’  

Çetinoğlu: Kanun tek cümlelik olsa da uygulamalar dosyası hayli kabarık değil mi Hocam?

Karluk: Fransa, Osmanlı Devleti’ni tarihe gömen Sevr (Sevres) Anlaşması’nın imzalandığı Paris’in Sevr banliyösündeki Porselen müzesinin önüne Ermeniler tarafından 8 Mart 2001 tarihinde Ermeni Kin Anıtı açılmasına izin veren ülkedir. Bu sözde kin Anıtı’nın üzerinde ‘1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından katledilen 1.5 milyon Ermenin anısına‘ yazılıdır.

Fransa’da bir banliyödeki müzenin önüne sözde Ermeni soykırım anıtı dikilmesinin sebebi şudur: ‘Biz Ermeniler Türkiye Cumhuriyetini kuran Lozan Anlaşmasını tanımıyoruz. Bizler Sevr Anlaşması’nın halen yürürlükte olduğunu kabul ediyoruz. Çünkü Sevr’de büyük Ermenistan vardır.’ Ermenistan, Türkiye’nin doğu sınırlarını tanımamakta ve Ağrı dağını kendi toprağı olarak görmektedir.

Fransa, 24 Nisan 2003 tarihinde Paris’te Kanada Meydanı’na Komitas Sogomonyan adına bir sözde Ermeni kin anıtı dikilmesini de onaylamıştır. Azerbaycan, Fransa’nın hiçbir yerinde Karabağ’da Ermeniler tarafından yapılan soykırımı ile ilgili bir anıt dikemez. Türkiye’de Fransa topraklarında Gaziantep’te, Kahraman Maraş’ta yapılan Fransız ve Ermeni katliamları için de anıt açamaz.

Çetinoğlu: Fransa’da şehit edilen diplomatlarımız var…  

Karluk: Fransa, Türkiye’nin Paris Büyükelçisini koruyamamış ve büyükelçi İsmail Erez’in 1984 yılında Ermeni terör örgütü Asala tarafından şehit edilmesine engel olamamıştır. Fransa, beş diplomatımızın Ermeni Asala teröristlerince şehit edildiği bir ülkedir.  

Çetinoğlu: Fransa’nın kendisi de soykırımla suçlanıyor.

Karluk: Ruanda, 1994 yılında yaklaşık 800.000 kişinin öldürüldüğü  soykırımda Fransız yetkililerin de rolü bulunduğunu iddia etmiştir. Yaşanan katliamla ilgili bir rapor hazırlayan Ruanda Adalet Bakanlığı’nın gündeme getirdiği iddialar çarpıcıdır. Suçlanan kişiler arasında, 1996’da ölen Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından François Mitterand, eski başbakanlardan Dominique de Villepin ile Edouard Balladur, Alain Juppe ve Hubert Vedrine de bulunmaktadır.  

Fransa’yı soykırımı katılmakla suçlayan Ruanda hükümeti, raporda 33 Fransız siyasî ve askerî yetkilinin adalet önüne çıkarılmalarını istemiştir. Fransa’nın soykırımdaki rolünü araştırmak için Adalet Bakanlığı bünyesinde kurulan bağımsız komisyon tarafından yayımlanan 500 sayfalık raporda, ‘Fransız desteğinin siyasî, askerî, diplomatik ve lojistik doğasının bulunduğu‘ ifade edilmiştir.  

Ruanda Devlet Başkanı Paul Kagame, 6 Ağustos 2008 tarihinde Fransa’nın Hutu rejimi ile bağı olduğuna ilişkin ellerinde güçlü kanıtlar olduğunu öne sürmüştür. Fransa Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Romain Nadal, ‘Bu rapor, Fransız siyasetçiler ve askerî yetkililere karşı kabulü mümkün olmayan suçlamalar içermektedir’ demiştir.  

Fransa eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand  ‘O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil‘ şeklinde açıklamada bulunmuştur. (Le Figaro, 12 Ocak 1998) Sarkozy, 2006’da Cezayir’e yaptığı bir ziyarette ‘Babalarının yanlışları için oğulların özür dilemesi beklenemez‘ sözleriyle Fransa’nın Cezayir’de işlediği insanlık suçlarını tanımayacağını söylemişti.  

Fransa ayrıca Cezayir’de gerçekleştirdiği soykırımın hesabını henüz vermemiştir.

Cumartesi akşamı TRT 1 de yayınlanan yönetmen Terry George’ın 2004 yapımı Otel Ruanda’yı seyretmemiş olanlar mutlaka bu filmi seyretmeliler ki, Fransa’nın Ruanda’da yaptıklarını anlayabilsinler.

Çetinoğlu: Sözde Ermeni soykırımı ile ilgili olarak diğer ülkelerdeki gelişmelerden de söz eder misiniz?

Karluk: Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen şimdiye kadar 20 ülkenin parlamentoları  sözde Ermeni soykırımı iddialarını tanımıştır: Uruguay (1965, 2004, 2005), Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (1982), Arjantin (1993, 2003, 2004, 2005, 2006, 2007), Rusya Federasyonu (1995, 2005),  Kanada (1996, 2000, 2004), Yunanistan (1996), Lübnan (1997, 2000 ), Belçika (1998), İtalya (2000), Vatikan (2000), Fransa (2001), İsviçre (2003), Slovakya (2004),  Hollanda (2004), Polonya (2005),  Almanya (2005), Venezüella (2005), Litvanya (2005), Şili (2007) ve İsveç (2010). Bu 20 ülke arasında tek Müslüman ülke Lübnan’dır. Birleşik Krallığı’nın bir parçasını olmasına karşılık Galler,  20 Nisan 2007’de Bask Parlamentosu, 23 Kasım 2007’de Mercosur Parlamentosu ile Avustralya’nın Yeni Güney Galler eyaleti sözde Ermeni soykırımını kabul etmiştir.

Çetinoğlu: Avrupa Parlamentosu’nda durum nasıl?

Karluk: Avrupa Parlamentosu 18 Haziran 1987, 15 Kasım 2000, 28 Şubat 2002 ve 28 Eylül 2005 tarihlerinde, Avrupa Konseyi de 24 Nisan 1998 ve 24 Nisan 2001 tarihlerinde Ermeniler lehine karar almıştır. Bu kararlar dururken Türkiye’nin AB üyesi olamayacağını defalarca yazmama rağmen hiç kimse bu konuyu ciddiye almamıştır.

Çetinoğlu: Sözde Ermeni soykırımının 100. yıldönümü de yaklaşıyor. Neler yapmalıyız?

Karluk: 2015 yaklaşırken hükümetin gerekli önlemleri şimdiden almasında yarar vardır. Bu konuda alınacak en etkin önlem, kanun çıkarmaya niyetli ülkelerdeki Türk diasporasının etkili ve kalabalık mitingler düzenleyerek ülke yöneticileri üzerinde siyasî baskı kurmak olmalıdır. Bu mitingler bir merkezden koordine edilmeli, gerekli maddî ve organizasyon desteği bürokrasiye boğulmadan sağlanmalıdır. Gerekirse bu konuda yeni bir yapılanmaya gidilmelidir.

Paris’te beş yıl yaşamış bir Türk vatandaşı olarak ilk defa Fransa’daki Türklerin etkili bir şekilde demokratik haklarını kullandıklarına ve Parlamento’nun önüne Ermenilerin toplanarak propaganda yapmalarına engel olduklarına tanık oldum. Çünkü daha önce bu şekilde Paris’te bir miting düzenlenmemiştir.

Diğer etkili bir önlem ise, Fransa’dan alınan nişanların Sarkozy’ye yazılacak bir protesto mektubu ile birlikte iade edilmesidir. Bu iadelerin yapıldığını da Fransız basın yayın kuruluşlarına mail, posta ve diğer kanallar ile ulaştırmaktır.  

Bu kapsamda Eskişehir’de Fransa’dan Legion d’Honneur nişanı alanlar,  bu nişanları Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’ye iade ederek öncülük etmelidirler. Hiç kimse ‘ben Fransa’dan Legion d’Honneur nişanı almadım‘ diyerek yan çizmemeli, aldıkları nişanları basın yayın kuruluşlarının önünde Fransa’yı protesto ederek iade etmelidirler.

Yaşar Kemal de 18 Aralık 2011 tarihinde İstanbul’da kendisine sunulan Legion d’Honneur Grand Officier’i (büyük subay) nişanını geri vermelidir. Bu nişan Yaşar Kemal’e onur kazandırmaz. Çünkü Yaşar Kemal, bana göre Orhan Pamuk’tan çok daha başarılı bir yazar olmasına rağmen, Orhan Pamuk gibi Türk ulusunu soykırım yapmakla suçlamamıştır.

Yaşar Kemal geçen hafta bu ödülü reddetseydi, Fransa’ya çok önemli bir ders vermiş olacaktı. Tıpkı Nelson Mandela’nın Türkiye’ye verdiği ders gibi.  

Güney Afrika’nın eski Devlet Başkanı Mandela 1992 yılında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü reddetmişti.  

Çetinoğlu: Fransa’nın düşünce hürriyeti kavramını katleden kanunu kabul etmesiyle ilgili olarak gerekli yerlere gerekli mesajları verdiniz.

Türk kamuoyuna da mesajınız var mı Hocam?

Karluk: Fransız Le Monde gazetesinde devam eden parlamentoların bu tip kararlar almasına karşı, aşağıdaki linki tıklayarak oy kullanılmasını teklif ediyorum. 

Oylamada ikinci sıradaki ‘pas favorable‘ ile başlayan şıkkı seçilmelidir.

Ben oyumu kullandığımda ankete katılanların % 85,2’si parlamentoların bu tip karar almalarına karşı oy kullanmışlardır.

http://www.lemonde.fr/a-la-une/sondage/2011/12/20/vous-meme-etes-vous-favorable-ou-pas-favorable-a-l-adoption-par-le-parlement-d-une-loi-condamnant-la-negation-du-genocide-armenien_1620917_3208.html

‘Bu röportaj; Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk’un, 25 Aralık 2011 Pazartesi günü, Eskişehir’de yayınlanan Sakarya Gazetesi’nde yer alan makalesinden yararlanılarak hazırlanmıştır.’

Prof. Dr. RIDVAN KARLUK:

Ana Dili: Türkçe

Uyruğu: TC

İş Adresi: Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Dekanı,  Yunus Emre Kampüsü, Eskişehir

Bilim Kolu: Uluslararası İktisat

İlgi Alanları: Türkiye ve dünyadaki bütün sosyal, siyasal ve ekonomik konular

Öğrenim Durumu

İlkokul:   Eskişehir İnkılap İlkokulu, 01.06.1959

Ortaokul:   Eskişehir Maarif Koleji (Hazırlık) Eskişehir Atatürk Lisesi (Orta Kısım), 11.06.1963

Lise:   Eskişehir Atatürk Lisesi (Lise), 15.06.1966

Lisans:   Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, İktisat ve Maliye Bölümü, 01.06.1970

Yüksek Lisans:   İngiltere’ de Lisansüstü Araştırma, 01.06.1975

Doktora:   Doktora, Eskişehir İTİA, 01.06.1975

Doçentlik:   Doçent, Eskişehir İTİA, 01.06.1979

Profesörlük:   Profesör, Anadolu Üniversitesi, İktisadi Gelişme ve Uluslararası İktisat Anabilim Dalı, Uluslararası İktisat Bilim Dalı. (Uluslararası İktisat Teorisi ve Politikası, Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar, Türkiye Ekonomisi, Avrupa Birliği ve Türkiye), 01/01/1992

Bildiği Yabancı Diller

1)   Fransızca: Okuma: İyi derecede Yazma: İyi derecede Konuşma: İyi derecede

2)   İngilizce: Okuma: Mükemmel Yazma: Mükemmel Konuşma: Mükemmel

Akademik Unvanlar

Doçent: Doçent, Eskişehir İTİA (Türkiye’de İhracata Yönelik Dış Ticaret Politikası ve İhracatın Yapısal Analizi), 01.01.1979

Profesör:   Profesör, Anadolu Üniversitesi, İktisadi Gelişme ve Uluslararası İktisat Anabilim Dalı, Uluslararası İktisat Bilim Dalı. (Uluslararası İktisat Teorisi ve Politikası, Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar, Türkiye Ekonomisi, Avrupa Birliği ve Türkiye), 01.01.1991

İdarî Görevler

01- 1970-1971: Maliye Bakanlığı, Memur Adayı 

02- 1971-1972: Sayıştay Denetçi Yardımcısı 

03- 1972-1982: Eskişehir, İTİA: Asistan, Öğretim Görevlisi, Dr., Doç. Dr. 

04- 1982-1983: Başbakanlık, Devlet Planlama Teşkilatı , AET Daire Başkanı ve AET Başkanı (Genel Müdürü) 

05- 3 Temmuz-6 Ağustos 1983: Belgrad’da yapılan 6. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) Türk Heyeti Üyeliği 

06- 1983-1985: İktisadi Kalkınma Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliği 

07- 1983-1985: İstanbul Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Danışmanı 

08- 21 Ağustos 1984: Viyana’ da yapılan 4. Birleşmiş Milletler Sınai Kalkınma Örgütü (UNIDO) Türk Heyeti Üyeliği  

09- 1985-1990: Başbakanlık, Devlet Planlama Teşkilatı, OECD Nezdinde (Paris) Türkiye Büyükelçiliği Planlama Müşavirliği Yurtdışı Görevi 

10- 1990-1991: Devlet Planlama Teşkilatı, Müsteşar Müşaviri 

11- 1991-1992: Başbakanlık Başmüşavirliği (Türk Cumhuriyetlerinin Ekonomik Yeniden Yapılandırılmasından Sorumlu) 

12- 1993: DPT, AET Özel İhtisas Komisyonu Başkanı

13- 1995- : Sanayici ve İşadamları Vakfı (TÜSİAV) Bilim Kurulu Başkanı 

14- 1996- :Milletlerarası Ticaret Odası, Uluslararası Ticaret ve Yatırım Politikaları Türkiye Temsilcisi

15- 1998-:Kırım Gelişim Vakfı Kurucu Üyesi ve İkinci Başkanı

16- 1999-2001: İİBF, İktisadî Gelişme ve Uluslararası İktisat Anabilim Dalı Başkanı 

17- 2001: DPT, Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri Özel İhtisas Komisyonu Üyeliği

18- 2001-: ICC, IFO World Economic Survey Türkiye Temsilcisi   

19- 10.4.2002: Geleceğin Avrupası Türkiye Toplantısı Üyeliği, İstanbul 

20- 05.06.2002: Avrupa Birliği, Türkiye Platformu Üyeliği, İstanbul ve Brüksel  

21- 2000-2003: Eskişehir Sanayi Odası, Avrupa Birliği Komisyonu Üyesi 

22- 2003-2004 DPT, 3. Türkiye İktisat Kongresi Seçici Bilim Komisyonu Üyeliği. 

23- Ekonomistler Platformu Üyesi, 05.07.2001 

24- 2006-İİBF, İktisadî Gelişme ve Uluslararası İktisat Anabilim Dalı Başkanı, 01.01.2006-01.01.2009

25- İktisat Fakültesi Dekanı, Şubat 2010, 18.02.2010 

26- Üniversite Senato Üyeliği, 18.02.2010 

27- Üniversite Yönetim Kurulu Üyeliği, 18.02.2010 

28- İktisadî Gelişme ve Uluslararası İktisat Anabilim Dalı Başkanı, 26.02.2010 

29- Uluslararası Eskişehirli Sanayici, İş Adamları ve Girişimcileri Derneği Danışma Meclisi üyesi, 20.06.2010

İlmî çalışmaları: 

Yönettiği yüksek lisans tezi: 21

Yönettiği doktora tezi: 13

Milletlerarası hakemli dergilerde yayınlanan makaleleri: 5

Milletlerarası ilmî toplantılarda sunulan ve bildiri kitaplarında yayınlanan bildirileri: 35

Milletlerarası hakemli dergilerde yayınlanan bildirileri: 8

İlmî toplantılarda sunulan ve bildiri kitaplarında yer alan bildirileri: 88

Kitaplar ve kitaplarda bölümler: 47

Gazetelerde yayınlanan makaleleri: 1266

Hakemsiz dergilerde yayınlanan makaleleri: 138

İlim ve sanat kuruluşlarında üyelikleri: 13

Aldığı ödüller:

Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk; idarî görevleri ve akademik çalışmaları süresince 4 adet bilimsel araştırma ödülü aldı. 

Prof. Dr. S. Rıdvan KARLUK

Prof. Dr. S. Rıdvan KARLUK

Prof. Dr. S. Rıdvan KARLUK

Prof. Dr. S. Rıdvan KARLUK

Prof. Dr. S. Rıdvan KARLUK

Prof. Dr. S. Rıdvan KARLUK