11.8 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1070

“Tesis – i İlahi”

Milli Dış Politika hafife alınıyor. “Kıbrıs’ta ezber bozulduğu gibi” denilerek, Kıbrıs’ın elden çıkmasına çanak tutan politikalar, daha doğrusu politikasızlıklar; başarı diye sunuluyor.

“Kürt sorununda da ezber bozulabilecek mi?” denilerek de, üniter devlet politikası terk edilsin isteniyor.

Bunun Türkiye’yi nasıl  bir kaos, karmaşa ve karışıklığa sürükleyeceği hiç düşünülmüyor, düşünülmek istenmiyor! Zannediliyor ki, bu tutum ve davranışlar Türkiye’nin önünü açacak! Dış telkin, istek, icbar / zorlama ve yaptırımlar duracak!

Hayır Beyler! Düşünülenler, olması istenenler; güzel oldukları için değil; Türkiye’nin çatlamasına, bölünmesine imkan verir mülahaza ve düşüncesiyle yapılsın isteniyor!

Bu yapılması istenenler gerçekleştiği takdirde, iç ve dıştaki yıkıcılar bunları; atlama taşı olarak kullanmış oldukları için, artık bir kıymeti harbiyesi  kalmayacak. Çünkü atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olacak.

Yani, Türkiye’de infilak / çok şiddetli maddi – manevi patlama ve dağılma olacak! Öyle şiddetli bir infilak ki, iç – dış sapkınlarla beraber dünya sarsılacak!

Demek ki, Türkiye;  – Türkler ve her menşe ve kökenden gelen Türk  vatandaşları  ile –  ya Türklerindir ya Türklerindir. Bunun aksi düşünülemez. Bunun tersi, bu vatanın asla kimseye yar olmayacağı, olamayacağı gerçeğidir.

Çünkü milli şairimiz Midhat Cemal Kuntay’ın dediği gibi:

“Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hatta
Çekmez kürenin sırtı, o tabut – ı cesimi!”

Bu gerçeği  “İstiklal Marşı”  şairimiz de ne güzel dile getirir:

“Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram?
Çünkü te’sis – i İlahi o metin istihkam.

“Bu göğüslerse Huda’nın ebedi serhaddi;
‘O benim sun’- i bediim, onu çiğnetme’ dedi.”

X

Çiğnetir mi hiç, hem çiğnetmedi. Hem çiğnetmeyecek. Yine Koca Akif’in deyişiyle:                    “Asım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek .
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.”

X

Ne zannediyorlar bu sapkınlar Türkiye’yi?
Türkiye; çevresinde ve dünyadaki devlet oluşumlarının hiçbirine benzemez. Benzemiyor zaten. Hususiyeti farklı. Gerekçeleri ayrı.
Mahiyet ve içyüzü çok yönlü.
Dünya’daki mazlum milletlerin  – müslüman olsun olmasın –  tek iltica – gahı. Yegane sığınak yeri, benzersiz kurtarıcı kalesi. Onların biricik ağabey ve kardeş ülkesi.

X

2212

Türkiye’ye ihanet edeceklerin yakasına; bırakın üstündekileri, önce yerin altındaki şüheda yapışır.  Şehitler  yüzlerine tükürür. Üstündeki  gazilere sıra gelmez bile.

Çünkü Türkiye,  Tufan hükmünde olan zamanın; dehşetli hadisat dalgaları üstünde, selametle yüzen Nuh’un gemisi gibidir. Nuh’un gemisi nasıl ki, Allah’ın inayetiyle, dev dalgalara göğüs gerdi. Zamanı gelince selamet-gahına oturdu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti de şu anda, iç-dış dalgalara göğüs germekle meşgul. Allah’ın inayet ve yardım eli  – inanın –  üstümüzdedir.

Bütün Dünya birleşse, bu sun’-i İlahi / bu İlahi yapıyı yıkamayacak, bozamayacak  inşallah. Çünkü başlarını öyle bir İlahi duvara çarpmış olurlar ki, bir daha kendilerine gelemezler.

Çünkü Anadolu, Alem-i İslam’ın serhaddi .

Çünkü Anadolu, kendine yeni yeni gelmeye çalışan Türk Alemi’nin de, başını çevirebileceği yegane, candan dost ve kardeşi.

Çünkü Anadolu’da, Allah’ın öyle samimi, öyle içten, öyle halis kulları var ki; dün kılıçla yapılan cihangirlik davasını, bugün kalemleriyle yürütüyorlar. Anadolu’da ve dış ülkelerde İla-yı Kelimetullah  / Allah’ın ismini yüceltmek uğrunda, öyle candan bir manevi cihadın içindeler ki, bir göz hatırı için çok gözler sevilir sırrınca, Allah onların yüzü suyu hürmetine; Türkiye’yi ve Türkiye’nin şahsında Alemi İslam’ı muhafaza ediyor, koruyor, kolluyor ve gözetiyor.

Büyük yarınları gerçekleştirecek olan gelecek nesil ve kuşakların hatırı için, zahiren çalkantı içindeysek de, aslında İlahi / manevi bir şemsiye altındayız.

Görünüşte  – özellikle Irak ve Filistin’de olan –  kalp parçalayıcı, yürek dağlayıcı, dehşet verici olaylar;  muvakkat / geçici arızalardır. Görünüşte çirkin ama arkası parlak, hikmetli görüntülerdir.

Neylersiniz ki, İlahi kanun böyle istiyor, böyle işliyor. Yani bahar kıştan sonra, gündüz geceden sonra. “Men sabere zafere.” Velhasıl zafer, sabırdan sonra gerçekleşiyor.

Yani gerekenleri sonuç alana kadar yapmaya devam etmek demek olan sabırdan  geçiyor.

Unutmayalım ki: “İnnallahe meassabiriyn.” / “Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara: 153)

 

 

 

İşte Batı Bu!

“PKK’nın taleplerini içeren bir dosyayı Genişlemeden Sorumlu Üye Olli Rehn aracılığıyla AB’ye iletti. Stockholm’daki açılış sırasında bir PKK’lının verdiği dosyayı alan Rehn, konunun takipçisi olacağını söyledi.” (20 Kasım 2005, Yeniçağ)

X

İşte Batı bu! Terörle mücadele ettiklerini her fırsatta dile getiren Batı; sıra Türkiye’ye gelince, Terörist’e kucak açmakta hiç tereddüt etmiyor. Türkiye’ye karşı iki yüzlülükte doğrusu üstüne yok!

Çünkü Türkiye’nin varlığı, istikbal ve gelecek vadeden gelişimi; Batı’nın gözüne batıyor. Bu onulmaz Türkiye düşmanlığı için, her yolu mübah görmekte hiç beis görmüyor.  Zira, onlara göre: ” Gaye için her şey meşrudur!”

X

Türkiye’yi bölüp parçalamayı, yapmışken tek emeli
İşte bu Batı’dan medet uman gafillere, ne demeli?

X

“AB’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn…AB ile müzakere sürecinde, öncelikli olarak Türkiye’de yaşayan azınlık gruplarının kültürel haklarının iyileştirilmesi gerektiğini dile getirdi…Rehn ‘Türkiye, o bölgedeki insanların ekonomik ve sosyal sorunları ile taleplerini Avrupa’nın kuralları içerisinde çözmelidir…’ dedi.”

X

Türkiye’yi azınlıklar ülkesine döndürüp, istediği an sürtüştürerek; parçala, böl, yönet taktiğine zemin hazırlamak isteyen Batı’ya karşı hüsnü zan içinde olanlar, iyi düşünmeli.

Batı Resmiyeti Türkiye’yi parçalamayı kafasına koymuş, bunu yürürlüğe sokmuştur. Bunun için teröre yataklık etmekte, her türlü desteği vermektedir.

Bilhassa, bir kısım samimi dindar kardeşlerimizin, AB’nin bu açık niyet ve fiillerini görmeleri lazım. Azınlık da azınlık diye tutturup, ter ter tepinen AB’nin tutumu karşısında, şu gerçeği hatırlamaları gerek:

Osmanlı Devleti’nde iki millet vardı. Bir: Kavmiyeti ne olursa olsun “Müslim”. İki: “Gayri Müslim”. Yani Rum, Ermeni ve Yahudiler.

Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de iki çeşit vatandaşı vardır. Bir: Menşei ne olursa olsun Müslümanlar;  yani Türkler ile Türkleşmiş Müslüman unsurlar. İki: Müslüman olmayanlar. Yani Rum, Ermeni ve Yahudiler.

Müslümanın azınlığı olmaz. Azınlık deyince Rum, Ermeni ve Yahudiler akla gelir. Hangi kavimden olursa olsun Müslüman; birinci sınıf vatandaştır.

Kaldı ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, azınlık dediklerimiz, her türlü serbestliğe sahip olup, bizlerden farkları yoktur.

Üstelik Türkiye’de, başta Türkler olmak üzere tüm müslümanlar tek bir milleti, “Türk Milleti”ni oluşturmaktadır. Doğuşlarıyla değil ama oluşlarıyla;  yani aynı dine inanan, aynı dili konuşan, aynı vatanda yaşayan insanlar olarak; birlik ve beraberlik içinde  bir ve bütündürler.

Batı; terkip  / sentez olan, dikkat mozaik değil; Türk Milleti’ni; millet olarak değil de, bir karışım olarak görmekte, bundan cesaret alarak karıştırmak ve parçalamak istemektedir.

X

Milletçe oyuna gelmeyelim, birbirimizi azınlık görmeyelim
Binbir çeşit oyun ve planları, yine tarih çöplüğüne gömelim

X

Peşinde koştuğumuz, uğrunda yanıp tutuştuğumuz  “AB, Türkiye’yi Güneydoğu’da işgalci olarak görüyor.” (Yeniçağ, 20 Kasım 2005)

2358

AB, işgal ile fethi birbirine karıştırıyor. Bu açıdan bakınca tarihe…Herkes bir bakıma 

işgalci olur çıkar. Kimse bulunduğu topraklarda sahiplik iddia edemez. Burası benim diyemez. Öncelikle Kuzey Amerika’nın boşaltılması gerekir.

Her şeyin müsbeti – menfisi, her şeyin doğrusu – yanlışı vardır. Anadolu’nun fethi bir zaruretin neticesi, kaderin bir cilvesidir. İnsanlık tarihinde savaş denen bir gerçek var. Ve savaş geçmişe  hatime çeker, eskiyi silip süpürür.

X

Artık, ya karşılaşılan yeni hal
Veya söz konusu olur, izmihlal

Kaldı ki, Anadolu’nun fethi
Ulvi davanın, bir gereğiydi

Türkler ki, en eski çağlardan beri
Oldular Tanrı’nın, yenilmez eri

 Nereye gittilerse, götürdüler oraya hayat
Hak ve hukuklarını artırdılar, hem de kat be kat

Emin olun ki, bu millete karşı duruş
Başka değil, olur ancak, sonu kahroluş

‘Kürtçülük Şirketi’

Basının önemli bir bölümünün iktidarın arka bahçesinde dolaştığı, gazete patronlarının kulaklarının çekildiği, yazarların atıldığı ve susturulduğu bir ülkede demokrasinin basınını aramak mümkün değildir. Hele yargının ve diğer anayasal güçlerin yürütmenin emrine girdiği bir demokraside kuvvetler ayrılığından söz edebilir miyiz?

Üniversitelerimizde birçok üzücü olay oluyor.  İktidar yanlısı bir sarı sendika kamu kesiminde güçlendiriliyor.  Türkiye Kamu-Sen gibi önde gelen güçlü bir sendika hedef alınıyor ve ondan üye koparılmaya çalışılıyor.  Bunu yapanlar, özellikle İstanbul Üniversitesi’nde PKK’lıları kucaklayan sendikanın önünün açılabileceğini fark etmiyorlar.  Üstelik bir rektör yardımcısının sendika militanı gibi çalışması, hem çok çirkin kaçıyor; hem de Kurumu zedeliyor. 

Geçen hafta İstanbul Üniversitesi, Merkez Binada iki ülkücü öğrenci sınavlarına geldikleri için PKK yanlılarınca saldırıya uğradılar.  Kendilerine atılan şişe parçalarıyla yaralandılar.  Basının büyük bir bölümü dün her olayı sağ-sol diye etiketliyordu.  Bugün ise ‘karşıt gruplar’ tekerlemesi başladı.  Öğrenci olaylarında dikkati çeken, aşırı solun önemli bir bölümünün PKK sempatizanlarıyla ortak hareket etmesidir.  Bu ortaklığın altında Devlet ve Milli Kimlik düşmanlığı yatmaktadır. 

Aslında terörist başının bir mülakatında söylediği  ‘ ben mücadelemi kürt olduğum için değil, sosyalist olduğum için yapıyorum.’ sözleri oldukça düşündürücüdür.  Irkçı bölücülükle uğraşanların önemli bir bölümünün Kürtlükle hiçbir alakası yoktur.  Kürtleri kullanarak adeta bir menfaat şirketi kurmuşlar ve bunun da meyvelerini toplamaktadırlar.  Bazılarının terör örgütünü ve yandaşlarını dine davet etmesi gerçekler ile çelişiyor.  Liberal ve aşırı solda olanların yanı sıra,  islami kürtçülerin varlığı da inkar edilemez.  İslamla ırkçılık asla bağdaşmasa da…

Ülkemizde gerçekler bir tarafa bırakılmış, sanki BDP ve PKK Kürtlerin temsilcileri gibi zannediliyor.  Oysa araştırmalarda bunun tam tersi çıkıyor.  Terörle mücadele edenlerle mücadele edildiği bir dönem yaşıyoruz.  Asker her fırsatta yıpratılmaya çalışılıyor.  Oslo müzakereleri ile örgütün birçok isteği kabul ediliyor.  Silah bırakmamış bir örgütle devleti yöneten iktidar pazarlık yapıyor.  Örgütün siyasallaşmasına bizzat katkıda bulunuluyor.  Sorun demokratik ve kültürel haklarla başladı; ayrı egemenlik, toprak, eğitim- öğretim dili ve özerkliğe kadar geldi.  Şimdi neden anayasanın değiştirileceği daha iyi anlaşılıyor.  Maalesef bu tezgah, anayasa referandumunda da anlaşılamadı.    

Habur rezaletinden sonra 35 vatandaşımızın Haftanin kampı civarında ölüme sürülmeleri ile Devletin itibarını zedeleyenler, devletten yana aşiret ve korucuları zor durumda bırakanlar,  güvenlik güçlerini karakolda ve kışlada savunmaya çekenler,  terörle mücadeleden bahsedemezler.  Irak topraklarındaki üzücü olaya sevinenlerin olması, Uludere Kaymakamının yaralanması, şov yapan BDP’ li milletvekillerinin meydan okuyan suç dolu tavırları, açılım meraklılarını caydırmamışa benziyor! 

Bütün bu çirkinlikler olurken, bir Bakanımız Türk ve Kürt ırkçılığından bahsediyor.  Türk, ırkçılık yapmış olsaydı;  başta Türk’ ü ırkçılıkla suçlayanlar hayat bulamazdı.  Biri diğerinin antitezi imiş!  BDP ortadan kalkarsa MHP de ortadan kalkarmış!  Oysa MHP, Türk Dünyası durdukça ve Türk kimliği yaşadıkça,  ihanet odaklarına rağmen,  Milli Mücadele’nin devamı, Milli Bağımsızlığın ve Egemenliğin teminatı olarak dimdik ayakta kalır.  Tam tersine dış destekler ile kurdurulan naylon partiler, dün olduğu gibi yarın da çözülür, bölünür veya böldürülür ve siyaset meydanını terk edip giderler!      

Ülkene Sahip Değilsen!

Türkiye’de çok hızla gelişen olaylar yine aynı hızla Türk halkına izah ediliyor ve yaşam kaldığı yerden akıp gidiyor. Tıpkı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, İlker Başbuğ’un tutuklanması üzerine Demirelvari bir şekilde söylediği “Mahkeme kararı olmadan kimse suçlu ilan edilemez. Herkes hukuk karşısında eşittir. Soğukkanlı yaklaşılmalı” ve sonrası gibi.

Bir millet düşünün ki; ülkesinde siyasal anlamda iktidar değil. Siyaseten iktidar olmayınca; bürokrasi, yargı ile sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda da iktidar olmanın imkanı yok.

Memleketimizin içinde ve dışında meydana gelen olaylara “Türk’e göre” bakmak gerekirken, Türk’e; Türk olmayan ve “Türk’e göre” olaylara bakmayanlar tarafından bilgi veriliyor. Ve garipleştirilmiş Türk; bu nedenle aval aval etrafı seyretmeye devam ediyor. Bu sebeple emekli genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un silahlı örgüt kurmak ve hükümeti devirmeye teşebbüs etmek suçundan tutuklandıktan sonra söylediği “Takdir Yüce Türk Milletinindir” sözünün kanaatimce taşıdığı hiçbir ağırlık yoktur. Eğer ortada gelişmeleri takdir edecek bir millet varlığı olsaydı, durum hiç böyle cereyan eder miydi?

Bir ülkenin % 86’sı Türkoğlu Türk olsun, kalan % 14’ün yarısı yani yüzlük dilimin % 7’si de kendini Türk milletinin bir parçası olarak görsün ama kendi toprağında siyaseti, bürokrasisi, sanat ve kültürü, yargısı, ekonomisi ile iktidar olamasın;  ne acı değil mi? Günümüzün siyasal iktidarının milletimizin adını “Türk” olarak anmaması bunun en büyük delilidir.

Memleketin sözde sahibi olan ancak fiiliyatta paryası haline gelmiş Türk evladının, elinde kalan hukuki hükümranlığına da “Yeni Anayasa” denilen ucubede son vereceklerdir. Yazılı metinde, karşısına memleketin ortağı olarak bir güruhu çıkartacaklar ve Türk’ün sessiz kalışı veya örtülü ya da açık desteği ile gayri Türkler memleketin sahibi haline hukukende gelecektir. Zilliyet hukukiyet kazanacaktır. Ve tapu kaydı mutlaka gayri Türkler lehine değiştirilmelidir.

Siyaseten iktidar olmayı beceremeyen Türkler; bunun doğal sonucu olarak bilim dünyası ve medya başta olmak üzere hemen hemen her sahada gücünü yitirmiştir.

Medya işgali kademeli olarak yıllar öncesinden tamamlandığı için başta bölücülük olmak üzere her konuda görüş belirten gayri Türklerle doludur. İşin garibi de bu tipler çoğu zaman kendilerini Türk yerine koyup görüşlerini açıklamaktadır. Bölücülerin, küreselcilerin, İslamcıların ve de cemaatçilerin pervasızca ağız birliğini açık ettikleri günleri hep birlikte yaşıyoruz. Örneğin malum cemaatin seçkin temsilcileri Hüseyin Gülerce, Ali Bulaç ve Faruk Mercan’ın televizyon ekranlarında kürtçenin ana dil olarak kabulü ve öğretilmesi konusundaki istekleri gibi…

Sanat dünyası ise Türk’e söverek prim yapanlarla doludur. Kabiliyetli Türk çocuklarının önü malum mihraklar tarafından kesilerek toplumun karşısına çıkmaları, şöhret ya da popüler olmaları engellenmektedir. Aksine televizyon programlarındaki basit sorular ve sonradan yapılan montajlarla, Türk milletinin sözde aptallığı ve cehaleti vurgulanmakta ve Türklere bu önemli coğrafyanın yönetiminin bırakılmayacağı medya sopası ile anlatılmaktadır.

Üniversiteler ise tam bir işgal altındadır. Ülkemizin karşı karşıya olduğu sorunlarla ilgili olarak bilim adamlarının sesi hiç çıkmamaktadır. Türk aydını olmayı başaramamış sözde aydınlar ise menfaat pususuna yatmış durumdadır.

İş dünyası ise “paranın dini, imanı, milliyeti” olmaz prensibi ile hareket ederek daima kazananın ve kazanmanın yanındadır. Yani hep “kazan kazan” cıdırlar.

Devletin ekseninin kayması; siyaseten gayri Türk unsurların iktidarda olması ve bu nedenle asimilasyona yatkın olan Türk milletini de güçlüden yana devrilmeye itmektedir. Bu sebeple aslını inkar eden insan müsveddeleri ortalıkta cirit atmaktadır. Hatta iş Selahaddin Eyyübi’nin kürtleştirilmesine kadar varmıştır. Aslında bunlara en iyi cevabı 1778’de ölmüş olan ünlü Fransız yazar Voltaire vermiştir: “Türklerin sırtına yüklediğimiz iftiralarla koskoca bir kitap olur”. Peki ondan sonra geçen 330 küsur yılda Türk’e karşı yapılanlarla ne olur? Bu soruya verilecek cevap, insanı tebessüm ettiriyor.

Komünistler tarafından toplumların uyutulması için bir afyon vazifesi gördüğü iddia edilen din;  bu gün gerçekten kapitalist ve emperyalist amaçları bünyesinde toplamış olan küreselciler tarafından, Türk milletine karşı bir “uyutma” aracı olarak kullanılmaktadır.

Bayrak şairi Arif Nihat Asya’ya sormuşlar “Eğilir, bükülür, katlanır, istenilen şekle kolayca sokulur bir cam yapmışlar, duydunuz mu?” diye, üstad cevap vermiş “Desenize, camı da kendimize benzettik.”

Eğer iktidar değilseniz sizi de aynen bugün olduğu gibi eğerler, bükerler, katlarlar ve istenilen şekle kolayca sokarlar.

Onun için; Türk ordusu ile ilgili gelişmelere, meşhur davalara, bölücülüğe, üniversitelere, gazete ve televizyonlara, ekonomik gelişmelere, eğitim ve öğretim hayatımıza; mensup olduğumuz Türk Milletinin penceresinden bakmak zorundayız. Eğer böyle yaparsak olayların bizle ilgili olan kısımlarındaki gerçekliği yakalayabiliriz.

Gerçekliği yakalayınca da, Türk Milletinin hayatiyetini sağlayabilmek için iktidar olmak gerekliliği sonucuna varırız. Şimdi Türklerin bu konuda karar verme zamanıdır. Daha fazla geç olmadan, Türk Milleti siyaseten iktidar olmalıdır. Bunu düşünmeyen, planlamayan ve bu yolda çalışmayan, feragat ve fedakarlık göstermeyen, “ben” odaklı davranan herkes, kim olursa olsun yanlış yapıyor demektir. Özellikle Türk Milletinin umudu olacak siyaset anlayışını yönetenler hiç yanlış yapmamak zorundadır. Bu nedenle günümüz mazeret üretme zamanı değil, Türk Milleti adına gerçeklerle yüzleşme ve gereğini yapma zamanıdır. Çünkü tarih yanlış yapanları hiçbir zaman affetmeyecektir.

 

Doğru ve Güvenilir Olmanın Önemi

Yüce dinimiz İslam’ın, insanlar arasında karşılıklı güveni sağlamak, toplumun huzur ve mutluluk içinde devamını temin etmek için ortaya koyduğu en önemli ahlâkî değerlerden birisi de doğruluktur.İslâm ahlâkında olduğu gibi, evrensel ahlâk anlayışında da doğruluk ve güvenilirlik, insan onurunun ve huzurlu bir toplum düzeninin vazgeçilmez şartlarından biridir. Çünkü doğruluk; gerek fert, gerekse toplum için zorunlu olan bütün ahlâkî nitelikleri kendinde toplamaktadır.

Doğruluk; insanın inancında, özünde, sözünde, niyetinde, sözleşmelerinde, ticaretinde kısaca bütün fiil ve davranışlarında doğru, dürüst, hakkı gözetir, âdil, ihlâslı ve samimi olma hâlidir. Hile, yalan, batıl, ikiyüzlülük, riya ve sahtekârlığın zıddıdır. Doğruluk kavramı, Kur’an ve sünnette sıdk, ihlâs, istikâmet ve hak kavramları ile ifade edilmiştir. (Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay.  Sh.127)Doğruluğu ifade eden kelimeler Kur’an-ı Kerim’de son derece yaygın olarak geçmektedir.

Kur’an-ı Kerim, doğruluğun Allah’ın sıfatlarından olduğunu bildirmektedir: “… Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”(Nisâ, 4/87, 122)

Ayet-i kerimelerde Kur’an-ı Kerim’in bir isminin de “Sıdk” yani doğruluk olduğu haber verilmektedir: “Kim, Allah’a karşı yalan uyduran ve kendisine geldiğinde, doğruyu (Kur’an’ı) yalanlayandan daha zalimdir? Cehennemde kafirler için kalacak bir yer mi yok? Dosdoğru olan (Kur’an)’ı getiren ile onu tasdik edenler var ya, işte onlar Allah’a karşı gelmekten sakınanlardır.” (Zümer, 39/32-33)

Yüce Allah’ın insanlığa yol gösterici olarak gönderdiği Peygamberlerin en başta gelen özelliklerinden birisi de doğruluktur.Çünkü doğru söylemeyen bir peygambere insanların güvenmesi, onun söylediklerine ve getirdiklerine inanması beklenemez. Nitekim Allah’ın elçilerinden hiç birisinin doğruluktan ayrıldığı, yalan söylediği görülmemiştir. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği şöyle teyit etmektedir:  “…Peygamberler doğru söylemişler, derler.”(Yâsin, 36/52)“Kitapta İbrahim’i de an. Gerçekten o, son derece dürüst bir kimse, bir peygamber idi.” (Meryem, 19/41)

Bilhassa Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in en önemli özelliği doğruluğu ve güvenilir oluşu idi. Mekkelilerin, O’nun yalan söylemeyeceğine, kimseyi aldatmayacağına, hiçbir şekilde hile ve haksızlık yapmayacağına dair güvenleri tamdı. Bu yüzden henüz peygamberlik görevi verilmeden önce Hz. Peygamber (s.a.s)’e, “el-Emin” diye hitap etmişlerdir.

Müslümanları diğer insanlardan farklı kılan en mühim özellikleri doğruluk ve dürüstlükleri ile her konuda güvenilir olmalarıdır.  Kur’an-ı Kerim, Allah’a iman edip, doğruluğu hayatına düstur edinen mü’minleri cennetle müjdelemiştir:“Şüphesiz “Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: “Korkmayın, üzülmeyin, size (dünyada iken) vad edilmekte olan cennetle sevinin!”(Fussilet, 41/30-31)

Doğruluk, mü’minlerin hayatın her anında uymaları gereken yüksek ahlâkî değerlerden biridir.Bunun için Allahu Teâlâ, Resûlüne ve O’nun yolunda olan tüm Müslümanlara,“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar…” (Hûd, 11/112)buyurarak hayatın her alanında tam anlamıyla doğruluğu emretmiş, Peygamber(s.a.s.) de bu ayetin kendisini ihtiyarlattığını haber vermiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), doğruluğun önemini şöyle belirtmiştir: “Size doğru olmanızı emrederim. Çünkü doğruluk iyi olmaya, iyilik de cennete götürür. İnsan doğrulukta sebat ederek nihayet Allah katında ‘sıddîk'(doğru) diye yazılır. Sizi yalan söylemekten de men ederim. Çünkü yalan kötülük işlemeye, kötülük de cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye sonunda Allah katında ‘kezzâb'(yalancı)diye yazılır.”(Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103-105)Peygamber Efendimiz (s.a.s.), kendisinden güzel bir nasihat isteyen kişiye, “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol”(Müslim, Îmân, 13) buyurarak doğruluğun her türlü hayır ve iyiliğin kaynağı olduğunu bildirmiştir.

O halde, Yüce Rabbimizin emrettiği, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in de örnek olarak gösterdiği gibi; özümüzde, sözümüzde, ticaretimizde kısaca bütün davranışlarımızda dürüst, güvenilir ve dosdoğru olmaya çalışmalıyız. 

Kocaeli Yurdunu Satamazsınız!

 

İl Genel Meclisi’nde, İstanbul Fındıkzade’de bulunan “Kocaeli Yurdu” nun satılması ve edilecek para ile yeni Vilayet Binası yapımı görüşülmüş.

Ne hazin bir olay!

O yurt, Kocaeli Yüksek Öğrenim Derneği’nin çabalarıyla hayata geçti.

28 Mart 1972’de “Kocaeli Yurdu” hizmete girdi.

Bu yurdun temelinde KYÖD’lü gençlerin kumbaralarla kent halkından topladıkları paralar da vardır.

1986 yılında, zamanın valisi İhsan Dede, bu yurdu satışa çıkardı!

Yasal engeller nedeniyle satamadı!

Sonra yurt, başka ellere geçti ve Kocaelili gençler yurtsuz kaldı!

KYÖD yönetimi 1994 yılında bu yurdun yeniden bu kentin çocuklarının barınmasına açılması için işletmesini üstenmeye talip oldu, vermediler.

Şimdi, satacaklar!

O yurtta en küçük emekleri olmayanlar, bu kent çocuklarının hakkını satışa çıkarıp Vilayet Binası yapacaklar!

Kocaeli halkına sordunuz mu?

Kocaelili üniversite öğrencilerine sordunuz mu?

Kendi vicdanlarınıza sordunuz mu?

KYÖD Yönetimi ve tüm KYÖD üyelerini, o yurtta barınmış ve bugün orta yaşlı insanlar olarak bu kentte yaşayan tüm insanlarımızı, Başkanı ve üyeleri KYÖD üyesi olan Kocaeli BAROSU’nu,

Kocaeli Ticaret ve Sanayi Odalarını, Kocaeli esnafını, sanatkarlarını, Meslek Odaları’nı, Sendikaları ve derneklerimizi; özellikle İZLİDER ve İzmitliler Derneklerini,  bu kentin duyarlı tüm insanlarını bu haksızlığa karşı çıkmaya, bu kente ve bize hizmet etmekle yükümlü kent yöneticilerine; “Velinimetinize saygılı olun!” demeye çağırıyorum!

Efendiler;

İstanbul ve Ankara’ya bakın, hemen her ilin öğrenci yurdunu göreceksiniz.

Türkiye ekonomisine en büyük katkıyı yapan KOCAELİ’nin bir öğrenci yurdunun bile olmaması sizi üzmüyor, düşündürmüyor, hatta mahcup etmiyor mu?

Kocaeli Yurdu’nu bakım ve onarımdan geçirip “KOCAELİ ÖĞRENCİ YURDU” tabelasını asın, bu kentin çocuklarını barındırın.

Bir daha düşünün, yüz defa, bin defa düşünün!

Tarihin sayfalarına utançla girmeyin!..

Ayaktakiler; Yunus Özen, Ahsen Okyar, H.İbrahim Kahraman, Erdal Baykara Oturanlar; Mustafa Küpçü, Ali Kahraman

Ayaktakiler; Yunus Özen, Ahsen Okyar, H.İbrahim Kahraman, Erdal Baykara Oturanlar; Mustafa Küpçü, Ali Kahraman

Türkiye Nereye Gidiyor?

“Türkiye  nerde? Nereye gidiyor?” diye soruyor, her aklı başında kimse, diyor Sn. Altemur Kılıç haklı olarak.

Nasıl demesin ki, daha dün sen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak resmen: “Sorun Kürt sorunudur!” dersen; tabii ki, teröristler sokakta sana davetiye çıkarır ve derler ki: “Öyle ise hadi bakalım geç karşımıza, gel otur şöyle masaya, konuş bizlerle bir güzel! Ve çöz sorunu, bizim istediğimiz şekilde!”

Böylece, verildi Türkiye adeta ateşe! Oldu mu sokaklar birer mahşer…Sanki saldırıya uğradı Türkiye aniden…Bu nasıl Hürriyet ve Demokrasi anlayışıysa, her şey mübah sayılıyor nerdeyse…

Mesela, yakıp yıkmak cinsinden herşey serbest! Nitekim, otobüsler ateşe veriliyor! Şehirlerin orası burası kundaklanıyor! Trenlere sabotajlar düzenleniyor! Askere mayın tuzakları kuruluyor! Sağlık ocağı yakılıyor! Polis noktasında yangın çıkarılıyor! Askerler, Polisler şehit ediliyor!

Ve bütün bunlar yapıldığı ve yapılmakta olduğu yetmiyormuş gibi, vatanı bölmek istemenin işareti sayılan, sözde bayraklar sallandırılıyor! Parmakla zafer işaretleri yapılıyor! Terörist başına methiyeler düzülüyor! Açıkça devlet otoritesine karşı çıkılıyor! İsyan, kalkışma ve başkaldırının nabız yoklamaları yapılıyor!

O nasıl demokrasi zemini ki, açıkça Türkiye’den ayrılmak isteği imzaya açılıyor! Devlet içinde devlet oluşturmanın denemesi yapılıyor! Asiler, şehit muamelesi görüyor! Resmi araçlar çekinmeden bunlara tahsis ediliyor! Ve bütün bunlar, gizli saklı değil, alenen ve açıkça işleniyor! Hem de devletin gözünün içine baka baka…

Türkiye Cumhuriyeti, güçlüyken güçsüz gösteriliyor! Kudretliyken zayıf imajı veriliyor! Büyük iken küçüklüğüne hamlediliyor!

Bütün bu, devleti zaaf içinde göstermeler yetmiyormuş gibi; üstelik bir de denirse ki:

“Kürt olan Kürdüm, Laz olan Lazım, yani kökeni şu veya bu olan şuyum, buyum diyebilmeli!”   Denirse ki: “Türkiye mozaiktir! Farklılıkları kabul etmek zorundayız!”

Denirse ki: “Üst kimliğimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır!”

Artık ayıkla sen, dur da pirincin taşını. Öyle ifadeler ki, doğru görünüşlü yanlışlar zinciri. Hani deveye sormuşlar: “Boynun neden eğri?” Cevap vermiş: “Zaten nerem doğru ki?” İşte o hesap…

X

Bu hükümler; durumu kavrayamayışın birer ifadesi.

Bu yargılar, geriye dönmek isteyişin dışa vuruşu.

Asırların oluşturduğu “Terkip” halinden vazgeçip, bir anda kayboluşa namzet olacak “Karışım”a dönüşün bir başlangıcı.

Oluşa razı olmayıp çözülüşe yöneliş.

Yeniye gelişi bırakıp, eskiye gidişe talip oluştur.

2355

Terkip / Sentez hükmünde olan “Millet” oluşu terkedip; karışım hükmündeki ilkel kabile yapısına özenmektir.

İhtilaf, anlaşmazlık ve kaosu; birlik, beraberlik ve istikrara tercih etmektir.

Kısaca, uyuyan fitneyi uyandırmaktır.

Tabii olanı, yapay hale getirmektir.

Asırların birikimi olarak; doğuştan çok, müşterek oluşlarda birleşenlerden ibaret  olan “Millet” mefhumu; AB hayali uğruna feda edilip, bertaraf  edilmek isteniyor.

X

“Etnik milliyetçilik yapmayacağız.” derken ırkçılığın taaa içine düşülüyor! Batı’nın da oyununa gelip; onun istediği noktaya odaklanmış olunuyor!

Sanki Batı’nın, gizli – açık yaptıkları, görmezlikten ve bilmezlikten geliniyor!

Terör, çok basite indirgeniyor!

Çok safça değerlendiriliyor!

Teröre çok sığ olarak bakılıyor!

 En kötüsü de, terör etnik noktadan ele alınıyor!

AB’nin istekleri, bir bir yerine getirilince, sorunlar çözülecek sanılıyor!

Maalesef bu gaflete düşülüyor!

X

Şu hiç akıldan çıkarılmasın ki:

Parçalanıp bölünmedikçe Türkiye, dinmez Batı’nın kini

Olmuş bu istek, Avrupa’nın ondan kopmaz en samimi dini

Bizim İçin Her 5 Ocak Bayramdır

Adana’nın düşman işgalinden  kurtuluşunun 90. Yılında  bu kutsal toprakların  kurtuluş mücadelesinde kanlarını dökerek  şehit ya da gazi olan kahramanlarımıza şükran ve minnet borçluyuz….  

Adana’nın ,vatanın düşman işgalinden kurtuluşunda ve Cumhuriyetimizin kuruluşunda  önemli ve ayrı yeri vardır.. Yüce önder Mustafa Kemal Atatürk  “Bende Kurtuluş savaşının ilk duygusal girişimi bu memlekette, bu güzel Adana’da ortaya çıkmıştır.” Diyerek Adana’nın, kurtuluş mücadelemizde bir dönüm noktası olduğunu dünyaya haykırmıştır.     

Yurdumuz genelinde olduğu gibi Adana ve çevresinde de bağımsızlık mücadelesi kolay olmamıştır. Büyük bedeller ödenmiştir.  90 yıl önce al bayrağımıza kanının rengini veren, hakları ödenmez vatan evlatlarının ortaya koydukları kutsal mücadele sayesinde, bizler bu gün rahat huzurlu ve özgür yaşıyoruz. Adana ve yörelerinin kurtuluş mücadelesinde büyük fedakarlıklar göstererek düşmanla amansız mücadeleler eden Tekelioğlu Sinan, Emin Ağa, Kılavuz Hatice, Tayyar Rahime, Kara Afat, Selahaddin Adil, Osman Çamurdan, Hacı Ağa, Şehit Ökkeşoğlu Efe, Adile Onbaşı (Kara Fatma), İbo Osman gibi daha nice kahramanları rahmetle anıyoruz.

5 Ocak 1922 tarihinde Fransızlar Çukurova’dan tamamen (getirdikleri Ermenileri de beraberinde götürerek) çekilmişlerdir…

“Asırlardır uğruna nice erlerin cenk tutuşup, hiç çekinmeden kanını akıtıp canını verdiği aziz bir vatanın toprakları üzerinde yaşıyoruz. Hiç şüphesiz bu savaşların en vahimi I. Cihan Harbi esnasında ülkemizin dört bir yanında alçılan cephelerde yaşanmıştır.

Vatanımızın her karış toprağı gözü dönmüş, tabiri caizse aç kurtlar gibi topraklarımıza saldıran itilaf kuvvetlerince paylaşılmıştı. Batıda Avrupa destekli Yunanlılar, doğuda Rus destekli Ermeniler, güneyde ise Fransızlar; çoluk- çocuk, genç- yaşlı, kadın erkek demeden insanlarımızı acımasızca kırıp geçiriyor, topraklarımızı elde etmeye çalışıyorlardı. Ancak ne cengâver askerlerimiz ne de vatansever insanımız canından aziz bildiği topraklarını namert eline teslime niyetli değildi. Yıllarca büyük zorluklarla, fedakârlıklarla savaştığımız cepheler nihayet kapanmış ve vatanımız gözü dönmüş aç kurtlardan temizlenmişti. Her il farklı tarihlerde düşman işgalinden kurtulmuş ve o tarihi ise kurtuluş günü olarak ilan etmişti. İşte bu illerimizden biri de 5 Ocak 1922’de Fransız işgalinden kurtulan Adana’dır. Takvimlerin bir bir sayfalarını dökmeye başladığı her yılın 5 Ocak günü, düşman işgalinden kurtuluş günü olarak Adana’da törenlerle kutlanır.

Takvimler 1940 yılını göstermektedir… O yılın 5 Ocak günü Adana’nın düşman işgalinden kurtuluşunun 18. yıl dönümüdür ve şehrin her yanında düzenlenen etkinliklerle bu mutlu gün kutlanıp, aziz şehitlerimiz yâd edilecektir. O dönemlerde Adana Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olan Arif Nihat Asya’ya bu mutlu günün kutlamaları ile ilgili bir görev verilir ve o görev sonucundadır ki; “Ey, mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü / Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü / Işık ışık, dalga dalga bayrağım / Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.” dörtlüğüyle başlayan meşhur BAYRAK şiiri yazılır. Edebiyatımızın seçkin şiirlerinden biri olan bu nadide eserin nasıl yazıldığını bizzat şairi şöyle anlatıyor:

“Bayrak şiirini 35 yaşımdayken yazdım. Adana Erkek Lisesinde edebiyat öğretmeniydim. Hatay, Gazinin gayretiyle Türkiye’ye bağlanmıştı. Türkiye yeni bir sevinç içindeydi. Bu sevinci Adana da büyük coşkunluklarla yaşıyordu. Adana’nın Fransız işgalinden kurtuluşu, bildiğiniz gibi 5 Ocak 1922’dir. Bu bakımdan her sene 5 Ocak gününde Adana’da büyük şenlikler yapılır. Adeta yer yerinden oynar. Şehrin bir saat kulesi var, bir de Ulu Cami minaresi. İşte o saat kulesiyle Ulu Cami minaresi arasına her senenin 5 Ocak kutlamalarında kocaman bir bayrak asılır. On beş izcinin kolları üzerinde taşınan bir bayrak.

Hatay Türkiye’ye bağlandığı için 1940 yılının 5 Ocak kutlamalarının daha bir güzel, daha heyecanlı olması isteniyordu. O bakımdan Adana Maarif Müdürlüğünden bizim okula bir yazı geldi. Yazıda mealen deniyordu ki: “5 Ocak kutlamasında… o güne uygun şiirin liseniz öğrencilerinden biri tarafından okunması…” Lise müdürü bu konuda beni vazifelendirdi. Ben de öğrencilerim arasından üç dört kişi seçtim.

-Gidin kütüphanelerde araştırın, güzel bir şiir bulun. Pek duyulmamış bir şiir olsun. Meşhurların da kitaplarını karıştırın, adı pek duyulmamış şairlerin de. Çocuklar gittiler. Birkaç gün sonra geldiler. “Efendim bulamadık” dediler. “Bulamadık olur mu?” diye öfkelendim. “Gözünüzü dört açarak bir daha araştırın” dedim.

Çocuklar çıkıp gittiler. Üç dört gün sonra elleri yine boş geldiler. E peki ne olacak? Kendi kendime dedim ki “Arif bu şiiri sen yazacaksın!” Bir gün sonra da 5 Ocak. Adana’da Ocak mahallesinde oturuyorum. O zamanlar bugünkü evlerde günün her saatinde elektrik yok. Geceleri petrol lambası yakıyoruz. El ayak ortalıktan çekilince petrol lambasının yorgun ışığı altında bayrağımıza sığınarak kalemi elime aldım. Şafak sökerken Bayrak şiiri hazırdı. O gece, şiiri nasıl yazdımsa, öylece kaldı. Üzerinde ikinci bir defa oynamadım.”

Şehitlerimizin kanlarının üstüne yansımış ay yıldızlı bayrağımıza atfen yazılan şiirin hatırası, şairinin ifadeleriyle bu şekildedir. Mehmed Akif Ersoy’un İstiklal Marşımızı yazması nasıl ilahi bir tecelli ile olmuşsa Bayrak şiirinin yazılmasının da ilahi bir tecelli ile olduğu kanaatindeyim. Bu nadide eseri edebiyatımıza kazandırdığı için şairimize çok müteşekkiriz.

Yüce Mevlam, bayrağımızı vatanımızın üzerinde payidar kılsın, kıyamete kadar da düşman ayakları altında çiğnetmesin. Yazımın sonuna gelirken belirtmeden geçemeyeceğim bir hususta Arif Nihat Asya’nın vefat gününün 5 Ocak olduğudur. Hayatının sonunda böylesine bir tevafukta yaşanmıştır. Şairimiz Arif Nihat Asya’ya Allah’tan rahmet diliyorum.

Ey, mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü!
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver !
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar.
Yurda ay yıldızın ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün.
Kızıllığında ısındık,
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün.
Gölgene sığındık.

Ey, şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalan;
Barışın güvercini, savaşın kartalı…
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yeryüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!

Arif Nihat Asya /1940

 

Türkiye’de Gelinen Nokta: Bölünmek mi?

“Eski ‘Hak – Par Genel Başkan Yardımcısı’ Diyarbakır Kürt-Der sözcüsü ve İsviçre vatandaşı İbrahim Güçlü, AB’nin Türkiye’ye yaptığı dayatmalar sayesinde ‘Kuzey Kürdistan’ olarak adlandırdığı Güneydoğu’da ayrı devlet istediğini söyledi.”

X

İşte AB’nin ve AB Uyum Yasaları’nın Türkiye’yi getirdiği nokta. Demokrasi diyerek, Hak-Hukuk diyerek vatanım bölünecekse, insanım birbirine düşecekse, ben öyle Demokrasi’yi de, Hakkı Hukuku da istemem.

İsim ve Resim’den ibaret Demokrasi; Adalet külahını başına takmış, ihanet şebekelerinin yüzlerini maskeleyen, perdeden başka bir şey değildir.

X

Olmayacak vatanda, neyleyeyim ben, Hürriyet’i ve Demokrasi’yi?
Musallat ediyorsa, vatanın başına bela kesilecek asiyi

X

“Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın sembolündeki Atatürk’ü Kocatepe’de temsil eden figürün çıkarılması Yunanistan tarafından memnuniyetle karşılandı. Yunan gazeteleri… Yeni sembollerin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda kullanılmaya başlanmasının da kendileri için anlamlı olduğunu yazdılar.

“To Vima Gazetesi ‘Eski bröve (sembol)’de Mustafa Kemal’in Küçük Asya Savaşı (Kurtuluş Savaşı)’ndaki figürünün yanı sıra sancaklar ve silahlar vardı. Yenisinde Atatürk ve sancaklar yok. Belki de anlamlı bir değişiklik söz konusu’ dedi.”

Kocatepe; Yunan yenilgisini ve Yunan Devleti’nin düşman oluşunu hatırlatıyordu. Aynı zamanda Türkler’in Sevr’i nasıl yırttıkları, Batı oyunlarını nasıl bozduklarını, hiç yoktan nasıl bir yeni devlet çıkardıklarını hatırlatıyor ve Batı resmiyetinin yüzüne, bir şamar olarak iniyordu. Bu milli hareketin önderi olan M. Kemal’in görüntüsü, Batı’yı rahatsız ediyordu.

Nitekim bu yüzden olsa gerek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Cumhuriyet’in kurucusunun resimlerinin indirilmesini talep ettiler.

İşte böyle bir ortamda – ne kadar iyi niyetlerle yapılmış olsa da-  K.K.K. nın sembolündeki bu değişiklik zamanlamasının 29 Ekim’e rastlaması tepkilere  yol açmış, kimilerini gerçekten üzmüştür. Böyle tavizlerle Batı’yı ve onun piyonu olan Yunan’ı yumuşatacağımızı sanıyorsak, çok aldanırız.

Eğer Batı’nın saygısını istiyorsak; güçlü ve kararlı, birlik ve beraberlik içinde olmaya bakalım. Yoksa aç canavara muhabbet; ancak onun bize karşı iştahının biraz daha kabarmasına vesile olur başka değil.

X

“İbrahim Güçlü, ‘Türkiye’de Kürt milletinin egemenlik hakkı gasp edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan sonra Kürtler’in değerlerine, topraklarına el koydu’…” (Yeniçağ, 20 Kasım 2005)

2352

X

Türkiye’de Türkler, Kürtler ve diğer kavimler; Türklerle et ile tırnak gibidir. Hangi kavimden olursa olsun, hangi dili ayrıca kendi aralarında konuşursa konuşsunlar; hepsi de Türk Milleti’nin ayrılmaz parçasıdır. Sentez ve terkiptirler. En ufak esişte, ayrılabilecek karışım değildirler. Özellikle aynı dinin mensubudurlar.

Zaten bu ayniliklerden ötürü Türkiye’dedirler. Türkiye’yi vatan tutmuşlar, vatan bilmişlerdir. Çünkü  “Türk”  kelimesinde ırk manası yoktur. Ama O’nun lokomotifliğinde bir ve beraber olmuş; aynı dinle, aynı dille kaynaşmış olup, aynı vatanı paylaşmaktadırlar. Bu böyle biline.

Kaldı ki, – binlerce yıl evvel bu topraklarda oluşumuz bir yana-  İslami hüviyetimizle, İ’layı Kelimetullah uğrunda, saflarımızda her müslümana yer vererek fakat kendi liderlik ve bayraktarlığımızla Anadolu’yu fethetmiş, Bizanslılara karşı zaferler kazanmış, bu toprakları Hilal’in emrine ve onun mensuplarına sunmuşuz.

Kısaca demek lazımsa, bu yurt bu vatan; Türk Milleti’nin önderliğinde kazanılmış, yeni bir hüviyetle yeni bir devlet olarak, tarih  sahnesinde yerini almıştır. Yani Türkiye  – hatta çevresiyle birlikte- Türk Milleti’nin kılıç hakkıdır.

Kimileri, kimin hakkını kime peşkeş çekmek istiyorlar? İyice bir düşünsünler. Düşünsünler de akıllarını başlarına alsınlar. İçinde bulundukları ve birer parçası oldukları Türk Milleti’nden kendilerini soyutlamasınlar. Kendilerini bu milletten ayrı ve gayrı  görmesinler. 
Unutulmasın ki, Türkiye halkı bir ve bütündür.
Resmi ve Eğitim dili Türkçe’dir.

Devlet; devlet olmanın  şiarı sayılan hiçbir şeyde ortak ve ortaklık  kabul etmez. Ve zaten etmemeli. Çünkü:

“Arus – ı  saltanat şerik kabul etmez.” derken Koca Osmanlı
Aksi; Cumhuriyet Türkiyesi’nin sonunu kılmaz mı kanlı?

X  

NOT: 21 Aralık 2005 tarihinde kaleme alınan bu makale; son olaylar vesilesiyle Türkiye’nin bölünmenin eşiğinde olduğu şeklinde (!) ipe sapa gelmez yazıların kaleme alınması ve irade edemeyecekleri temennilerin söylenmesi cür’etine şahit olduğumuzdan ötürü, tekrar ele alınarak neşri uygun görüldü.

 

İslam’da Savaş

İslam’da savaşların iki ana sebebi vardır.
Bunları yazının ilerleyen bölümlerinde izah edeceğim.
Savaş; barış – huzur ve adaleti sağlamak için yapılır.
Sömürü katliam ve yağma için savaş yapmak caniliktir.
İslam’da cinayet yasaktır.
Batı dünyasındaki insana bakış açısı, savaş barış ve medeniyet anlayışı
İslami anlayış ile çok farklıdır.
Birisinde düşene bir tekmede sen vur zihniyeti hâkimdir.
Diğerinde ise yardımlaşmak ve paylaşmak düsturu esastır.
İlk haçlı seferlerinden başlayıp ta günümüze kadar haçlıların yaptığı savaşlara bir göz atın.
Tarihin derinliklerinde kaybolmaya gerek yok
Bu güne bir bakınız.
Bunların girdiği yerlerin hiç birinde barış ve huzur var mıdır?
Bunların girdiği yerlerde hava barut, toprak kan kokar.
At gaz ve misket bombalarını insanlarla beraber diğer canlılarda ölsün.
Ölmeyenlerde ömür boyu sakat kalsın.
Bunların medeniyet anlayışı milli şairimiz Mehmet Akif merhumun ifadesiyle
‘tek dişi kalmış canavar’
Dönelim başa yanı esas mevzuumuza
İslam’da savaşların iki temel sebebi vardır.
1 – Nefsi Müdafaa:
O günkü Mekke müşrikleri ile günümüz batılıların Müslümanlara bakışı bir birinden farklı değildir.
Bedir, Uhud, Hendek savaşları niçin yapıldı?
Müslümanlar sizin şerrinizden kurtulmak için evlerini yurtlarını bağ ve bahçelerini
Terk ederek hicret ediyorlar.
Sizin kininiz ve öfkeniz yine bitmiyor.
Sahi bu Müslümanlar size ne yaptılar.
Ordu toplayarak Medine’ye yürüyorsunuz.
Peki, Müslümanlardan ne bekliyorsunuz?
Kılıçlarınızın önüne kafalarını uzatmaların mı?
Bu insanlar Müslüman oldukları için yaşamaya hakları yok mu?
Bu durumdan da anlaşılacağı üzere
İslam’da savaşların birinci sebebi savunma yani nefsi müdafaa savaşıdır.
2 – İslami tebliğ için.
Müslümanlar için hayat sadece bu dünyadan ibaret değildir.
Birde ahiret dediğimiz sonsuz bir hayat vardır.
O hayatta insanları bekleyen bazı tehlike ve nimetler söz konusudur.
Cennet ve cehennem gibi.
İşte tebliğ insanları bu tehlikelere karşı uyarmak nimetlerden haberdar etmektir.
Doğru bilginin önündeki engelleri kaldırmaktır.
Bu dini bir görev olmanın yanında insani bir sorumluluktur.
Bir tehlikeden haberi olup ta onu gizlemek medeni insanlara yakışır mı?
Tebliğe yani bilgilendirilmeye engel olunması savaş sebebidir
Yöneticiler buna engel olmazlarsa savaş olmaz
Savaş bilgilendirmenin önüne konulan engelleri kaldırmak için yapılır.
Bir soru.
Siz kimler için hayatınızı tehlikeye atarsınız?
Hele bu işin ucunda ölüm varsa
Sonsuz bir hayatta insanları ebedi mutluluktan mahrum ederek ebedi azaba mecbur etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Bu devlet bile olsa
İnsanların ebedi nimetlerden mahrum olarak sonsuz bir azaba mahkûm olmamaları için ucunda ölüm olan tehlikeyi göze alıyorlar.
İslam’daki şehitlik kavramının diğer bir sebebide budur.
Yoksa onları zorla Müslüman yapmak değil
Cehenneme bile gideceksen cehaletin yüzünden gitme
Özgür iraden ile git.
Anlamayanlar anlamayacaklar.
Oda onların sorunu.
Müslümanların savaşlarında bile bir medeniyet vardır.
Düşman tarafından diye her şeyi yakıp yıkıp yok etmezler.
Yaşlılara çocuklara din adamlarına hulasa savaşmayanlara dokunulmaz.
Hatta esirler bile öldürülmez
SAVAŞSIZ YARINLAR TEMENNİSİYLE..