Bir Yazı İki Hikâye…Muhalefete Muhalefet Etmek

55

Evin hanımı yeni satın
aldıkları evde büyük bir tadilat sonrası anlaştıkları dekoratör vasıtasıyla evi
yenilemek ister oldukça yüklü bir bedel ödenerek ev tam istediği gibi dekore
edilmiştir. Her ne kadar perdelere harcanan fazladan bedel canını sıksa da dikkatini
komşularına vereceği davete yöneltmiştir. Çevresi geniş olduğu için iki kez
davet verecek olması bile hoşuna gitmektedir. Tüm bunlara değdi diye düşünerek
hazırlıklarını tamamlamış ve ilk komşu gurubunu ağırlamaya başlamıştır bile.
Eve hayran kalan komşuların arasından böylesine muhteşem bir evin
dekorasyonunun kaça mal olduğunu soran birisinin çıkmasıyla ortam biraz
gerilmiş olsa da özellikle perdelerin fiyatını öğrenince ağız birliği
etmişçesine “ kazıklanmışsın ben olsam o kadar para vermezdim” demelerine
aldırmadan perdelerini savunmaya geçmiş ve perdelerin ev dekorasyonundaki
öneminden tutunda harcanılan bu bedelin az bile olduğundan dem vurarak eğer bu
bedeli ödemeseydi dekorasyonun eksik kalacağını canla başla savunmuştu…

         Canı sıkılsa da pek önemsemedi ve gelecek hafta vereceği
davete odaklanmış yeni hazırlıklarla tatlı bir uğraşının içerisine dalmıştı.
Yine güzel bir günün sonunda misafirlere evi gezdirirken olanca muhteşemliği
ile perdeler komşularının dikkatini çekmiş ve harika olduğunu söyledikten sonra
yine o can alıcı soruyu sormuşlar. ”kaça yaptırdın???” Fiyatı söylediğinde komşularının
yüzündeki şaşkınlıkla birlikte yine aralarından bir tane komşu tüm samimiyetiyle
perdelerinin muhteşem olduğunu fakat fiyatının çok yüksek olduğunu kendisinin
yaptırmak istese bile bu kadar büyük bir maliyete yaptıramayacağını
söylemesiyle birlikte ev sahibesi de yine tüm samimiyetiyle kendisinin de bu
kadar büyük bir maliyet ödeyeceğinin farkında olmadığını fatura önüne
geldiğinde ne denli büyük bir hata yaptığını “kazıklandım“  diyerek itiraf etmiş fakat yine de mutlu bir
şekilde günü sonlandırmıştı.

Bu
yazıyı okuyanlar için yabancı değildir bu hikâye. Bir zamanların ünlü yazarlarından
Amerikalı Dale Carnegie ‘nin “Dost
kazanma ve insanları etkileme sanatı”
kitabından… Her haberleri
dinlediğimde her tartışma programını izlediğimde,  sanal dost meclisi dediğim benim yaş gurubumun
kullandığı Facebookta yazılanları okuduğumda düşüncelerimizin değişmek bir yana
daha çok sabitlendiğini hissediyorum. Öylesine şiddetle eleştiriyoruz ki
birbirimizi, sanki içimizdeki volkan patlıyor ve tüm zehrimizi, tüm ateşimizi
kusuveriyoruz. Farklı düşüncede olanların da tüm erdemliliğiyle “evet haklısın
ben ne büyük bir aptalım senin gördüklerini göremiyorum bedelini de birlikte
ödeyeceğiz ama tüm sorumluluk benim” demesini bekliyoruz. Sanıyoruz ki biz bu
guruptan değiliz, evde, okulda, işyerinde, kahvede, sağ da solda her konuda,
özellikle iktidarı ve muhalefetiyle. Kimse kimseye hata yaptığını itiraf etme
fırsatı bile vermiyor. Suç sizde değil biliyorum; Eleştirdikleriniz
samimiyetsiz, dik kafalı, bir tek kendileri biliyor,  yaptıklarını kabul etmiyorlar sonuç ortada
değil mi?  Zaten yazdıklarımın da bir
anlamı yok bilindik sözler bunlar…

Toplumumuzdaki
değişmez statükolar için geçerli bir durum olsa da bu çıkmaz, örneğin evde
baba, işyerinde patron, evde eşi anlarım da. Demokrasinin bir çoğunluk elde
etme oyunu olduğunu ve muhalefet ettiklerini sananların anlamamalarına şaşarım.

Şiddetli
muhalefet dili yabancı değil bu topluma yıllarca dinledik, yetmedi,
taraftarlarından da dinledik durduk; eleştirdikleri; gerici oldular, yobaz
oldular, makarna kafa oldular, küçüksün dediler, saçı uzun aklı kısa dediler, cahil
oldular, sen bilmezsin oldular… Oldular da oldular vaz mı geçtiler hayır. Perde
olmazsa olmaz dediler. Bilmiyorlar mı sanıyorsunuz bedelinin ağır olduğunu? Bir
akıllı sizsiniz değil mi?

Eğer
yıllardır değişmeyen ne varsa hayatınızda suçlu iktidar değil muhalefettir.
Bunca yıl aşağılayıp küçük gördüğünüz işinizi, eşinizi, çocuğunuzu,
öğrencinizi, işçinizi, kısaca milletinizi değiştiremediyseniz suç sizde bizde,
onlarda değil. Eğer bunca yıldır onlarla birlikte aynı hayatı yaşamamıza rağmen,
ağzınızdan her yılbaşına bir tane olumlu bir icraat sayamıyorsanız ya da sizin
gibi düşünenlerden duymadıysanız bir takdir edici söz boşuna bekliyorsunuz “Hata yaptım” demelerini… Sizler; “fazla sert davrandım” demedikçe ”Allah’ta , siz de affedin” diyen
kazanacak gibi gözüküyor.

 

İktidarı
Özgür Kılmak…

 

Orwell, ipini koparmış, pazarı birbirine katmakta olan,
kızışmış bir fille ilgilenmek üzere çağrılır. Orwell sonunda elinde tüfek, bir
adam öldürmüş olan fili çeltik tarlalarında sakin sakin otlarken bulduğunda,
fil artık hiç kimse için bir tehlike oluşturmuyordu. Mantıklı olarak yapılması
gereken, kızgınlığının geçtiğinden emin olmak için fili bir süre gözlemekti.
Orwell’in mantığı bir yana bırakmasına neden olan şey, onu izleyen ve ona
bakmakta olan iki binden fazla sömürge sakininin orada bulunmasıydı:

Ve birdenbire ne olursa olsun fili vurmak zorunda
olduğumu anladım. İnsanlar benden bunu bekliyorlardı ve ben bunu yapmak
zorundaydım; beni karşı konulmaz bir biçimde ileri doğru iten iki bin iradeyi hissedebiliyordum.
Ve o anda, elimde tüfekle orada dururken, ilk kez beyaz adamın Doğu’daki hâkimiyetinin
ne kadar aldatıcı, ne kadar boş olduğunu anladım. Ben, beyaz adam, elimde
silahla, silahsız yerli halkın önünde duruyordum -görünüşe göre oyunun baş aktörüydüm-
ama aslında yalnızca, arkadaki bu sarı yüzlerin iradesiyle oraya buraya itilen
gülünç bir kuklaydım. O anda, beyaz adamın tiran olduğunda yok ettiği şeyin
kendi özgürlüğü olduğunu algıladım. Beyaz adam böylelikle, poz yapan, boş bir
tür kuklaya, geleneksel bir sahip figürüne dönüşür.

Çünkü yaşamını “yerlileri” etkilemeye
çalışmakla geçirmesi

hâkimiyetinin koşuludur, bu nedenle her krizde
“yerlilerin” ondan beklediklerini yapmak zorundadır. Bir maske takar
ve yüzü giderek maskeye uygun hale gelir.

 Bir sahip, sahip
gibi davranmalıdır; kararlı görünmeli, ne istediğini bilmeli ve belli şeyleri
yapmalıdır. Bütün o yolu, elde silah, arkada iki bin insanla geldikten sonra,
hiçbir şey yapmadan kuyruğunu kıstırıp uzaklaşmak; hayır, bu olanaksızdı.
Herkes bana gülerdi. Ve benim bütün yaşamım, Doğu’daki her beyaz adamın yaşamı
gibi, kendime gülünmesini önlemeye yönelik uzun bir mücadele oldu.

 

Yukarıdaki hikâye George Orwell’in Bir fili vurmak adlı
denemesinden

Yıl 1920 …

Günümüze geldiğimizde de iktidarlar açısından değişen bir
şey olmadığını görebiliyoruz. Atatürk’ün devrimlerini kabullenenlerle bir türlü
içine sindiremeyenlerin travması yatıyor bu hikâyede… Milletin özgürleşenleri
ile ruhları köle kalanların beklenti savaşı… Önder olmak kendine itaat
edenlerin ruhlarında değil, özgürleştirmekle ve özgür ruhlarda yer buluyor.
Yoksa önder değil kukla olursunuz. Bir ülkeye çağ atlatmak mı istiyorsunuz
itaat eden değil özgürleşen ruhlar yetiştirin. Bir özgürlük zihniyeti gerek
iktidarın özgürleşmesi için. Yoksa bu millet maymun eder insanı, bugün
tükürdüğünü yarın yalattırır adama.