Türkiye’de ortalama insan ömrünün erkeklerde 71’e, kadınlarda 76’ya çıktığını ve nüfus artış oranının azaldığını, batı bölgelerinde ise tamamen artışın durduğunu geçen hafta yazmış ve bizlere birey olarak etkilerine temas etmiştik. Bu gelişmenin şüphesiz ülke olarak Türkiye açısından da ciddi sonuçları olacaktır.
Nüfusu artmayan ve bir süre sonra da gerilemeye başlayacak olan, yaşlı nüfusun oranının yükseldiği bir Türkiye olmanın çok olumsuz bir gidişat olduğunu görüp, şimdiden tedbir alınması lazım. Çünkü “nüfus artış hızı yüzde 2’nin altına düşen ülkelerde trendi tersine çevirmek mümkün olmuyor.” DİE verilerine göre, “2008 yılında 1 262 333 doğum gerçekleşmiştir. Kaba doğum hızı, 2001 yılında yüzde 2,03 iken bu hız 2008 yılında yüzde 1,78 dir.”
“Putin Rus kadınların Müslüman olmasına razı” başlıklı yazımızda, Rusya’nın bu trende girdiğini, nüfusun hızla düşmekte olduğunu anlatmıştık: “Rusya’da 1992 yılında 150 milyon olan nüfus, 2006 yılında 142 milyona indi. Her yıl yaklaşık olarak 700 bin kişi azalan nüfus, eğer bu gidişat değiştirilemezse 2050 yılında 100 milyonun altına, 2080 yılında ise 52 milyona inecek.” 50 yıl sonra Türkiye’nin nüfusunun altına düşmüş bir Rusya söz konusu. Putin bu gidişatı değiştirmek için Rusya’daki Müslümanların lideri olan Müftü’den yardım istemişti.
Başbakan R. Tayyip Erdoğan‘ın son zamanlarda sık sık “her aileye en az üç çocuk” tavsiyesinde bulunması boşuna değil. Ailelerin ortalama 2 çocuklu olması sabit nüfus demek. 1 çocuklu aile olduğunda ise nüfus gerileyecek demektir. Türkiye’de “Toplam doğurganlık hızı, (yani bir kadının ömrü boyunca doğurduğu çocuk sayısı ortalama olarak) 2001 yılında 2,37 çocuk iken 2008 yılında 2,10 çocuktur.”
Alınacak tedbirler yeterli olmazsa yani azalan ve yaşlanan bir nüfusa dönüşmesinin sonuçlarına uygun hazırlık yapılması gerekiyor.
Bu demografik gelişme sonucu okul ihtiyacı azalacak, (Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun açıklamasına göre, ‘son 4 yılda düzenli olarak bir yıl öncesine göre öğrenci sayısı 70-80 bin azalıyor’) hastane ve yaşlı bakım evleri (huzurevi, darülaceze) ihtiyacı artacak. Eğitime ve spora yapılan devlet harcamaları azalırken, ilaç ve diğer tedavi araçlarına yapılan masraflar artacak.
Nüfusun yaşlanması şehirlerimizin ve binalarımızın yapısını dahi değiştirecektir. Yaşlılara dönük turizm anlayışı gelişecek. Ekonomik aktörler tüketici davranışlarını izlerken, yaşlılık döneminin ihtiyaçlarını daha çok dikkate alacaklardır.
Sosyal sigorta kuruluşlarının aldıkları prim ve ödedikleri maaş dengesini tutturabilmeleri için, çalışanların daha uzun süreli prim ödemesi yani daha geç yaşlarda emekli olmaları gerekecek. Genç nüfusun oranı düşmekle beraber, geç yaşlarda emekli olanların oranı artacağı için genç nüfusun iş bulması zorluğunu koruyacak.
Genç nüfusun azalması orduda askerlik yapacak asker bulmayı, polis ve güvenlik gücüne eleman bulmayı, reel sektöre işçi bulmayı zorlaştıracak. Verimlilik artırıcı yollar devreye sokulamazsa, üretim düşecek. Kişi başına düşen gelir düşmese bile toplam milli gelir düşecektir. Türkiye, dünya milli gelir sıralamasında daha gerilere düşecektir.
Yaşlanan birçok AB ülkesinde olduğu gibi daha geri kalmış komşu ülkelerden genç işgücü talebimiz olabilecek. “Alamancı Türkler”, Fransa’daki Afrikalı Müslüman nüfus gibi muhacirlerin sosyal doku uyuşmazlıkları gündeme gelebilecek.
Yapılan son araştırmalara göre, “Nüfus artışı Ege ve Marmara’da eksi çıktı, Doğu ve Güneydoğu’da arttı.” Bölgeler arası dengelerin esaslı bir şekilde değişmesi ülkenin bölünmesi için uğraşanların cesaretini artıracak. Terör örgütünün İmralı’daki liderinin, kendi örgütü ve sempatizanlarına çok çocuk tavsiye edip, “belinize kuvvet” talimatı vermesi, “Kürt halkının kendi kimliği ile kültürünü yaşamak talebinden” de ötede hedefi olduğunu göstermekte.
Bölgeler arası dengesizliğin tabii bir sonucu olarak, nüfusun hızlı arttığı Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizden, nüfusun gerilemeye başladığı gelişmiş batı bölgelerine göç devam edecektir.
Mesele sadece “bölgesel dengesizlikten” ibaret değil. “Dar gelirli kesimlerde nüfus artarken, gelir düzeyi yükseldikçe evlenme ve çocuk sahibi olma oranı da düşüyor.” Bu ise, nüfusun kalitesinin yani sağlıklı ve eğitimli kesiminin oranının düşmesi demektir.
Devletin yıllarca doğum kontrol yöntemlerini gelir seviyesi yüksek kesimlerde yaygınlaştırırken, düşük gelirli ailelerde bu çalışmalarda başarılı olmaması nüfus kalitesini düşüren önemli bir faktör oldu. “Ne iş olsa yaparım” diyen mesleksiz, niteliksiz genç nüfusun ekonomiye katkı sağlayamayan, ailesine ve ülkeye yük olmasına sebep olan yanlış devlet politikaları halen terk edilmiş değil. Milli Eğitim Bakanı Çubukçu’nun ifade ettiği gibi “dünyada artık nüfus planlaması tarih oldu” ancak Türkiye’de sadece hamile kalmayı önleyici usuller değil, kürtaj da devletçe desteklenmekte.
Tabii sebep sadece nüfus planlamasından ibaret değil. Kadınların işgücüne katılımının artışı, bilhassa özel sektörde uzun mesailer, işverenin çocuk doğuran kadın işçiye verilmesi gereken izinleri vermek istememesinden kaynaklanan iş kaybı riskleri, çalışan kadının doğurganlığını düşüren önemli faktörler. Şehirleşme, konutların yüksek maliyetleri nedeniyle, az odalı evlerde oturma mecburiyeti gibi diğer faktörleri de gözden uzak tutmamak lazım.
ABD’ de, AB ülkelerinde siyasetçiler, sanatçılar gibi toplumda etki uyandıran kişilerden “çocuk da yaparım, kariyer de” anlayışını yansıtan örneklerle, çok çocuklu aile film ve dizileri ile çocuk doğurmak özendirilmekte, “çocuk yardımı, uzun süreli doğum izinleri” gibi teşvik mekanizmaları kullanılmaktadır.
Türkiye’de de nüfus yapısı ile ilgili sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi tedbirler, uzun vadeli stratejik bir devlet politikası olarak planlanmalı, kesintisiz bir şekilde uygulanmalıdır.