Zaman ve şartlar insanları olduğu kadar kuruluşları da
değiştirebiliyor. Geçenlerde bir Vakıfta iki gün devam eden bir
toplantıda bulundum. Oturum Başkanlığına; Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluş felsefesine aykırı, milli tarih teziyle ters düşen, Türk
tarihini Orta Asya bağlantısından koparan ve sadece Anadolu ile
sınırlandıran, Anadolu’da yeni soy ve atalar arayan ve benimseyen
Anadolu medeniyetleri tezini öne çıkarıp Osmanlıyı ve Selçukluyu birer
hâkim kültür olmaktan uzaklaştırıcılığı ile tanınan bir bilim adamı
getirilmişti. Demek ki; bu sağ eğilimli Vakıf bu çizgilere gelebilmiş
veya getirilmiş. Burada önemli olan farklı görüşe sahip olmak değildir.
Önemli olan bu görüşlere sahip olan bir kimsenin oturum başkanlığı ile
taltif edilmiş olmasıdır. Acaba 15-20 sene önce bu ve benzeri örnekler
görülebiliyor muydu?
Türk Tarih ve Medeniyetini Orta Asya bağından kopararak sadece
Anadolu ile sınırlandırmak ve Anadolu’da bizim de koruyup kolladığımız,
rakip görmediğimiz Anadolu medeniyetlerini esas alarak yeni soy ve
atalar arayışına çıkmak, tarihi süreci bir yerde kesip geçmişi reddetme
çabasıdır. Acaba başkaları neden bizim atalarımızı da ata kabul etmez,
biz sadece Yunan’ın atalarını sahiplenmeye özeniriz. Kaldı ki; bazı
Yunan filozofları (Eflatun vb.) ve fikir adamları bile kendi atalarını
reddederken…
Biz Anadolu’da yaşamış, Anadolu’ya katkı yapmış hiçbir topluluğu
reddetmeyiz. Ancak, bunları reddetmemekle beraber; Anadolu’da
Selçukluyu ve Osmanlıyı ve günümüzde de Cumhuriyet Türkiye’sini hâkim
kültür olmaktan uzaklaştırıcı çarpıtmaları da kabullenemeyiz. Gerek
savaş, gerek barış dönemlerinde kültürün maddi ve manevi unsurlarıyla
karşılıklı alışverişler olmuştur. Kültür ve medeniyetler birbirine
kapalı değildir. Ancak, bu alışverişler Anadolu’da Türk kültür ve
medeniyetini dışlayamamış ve sürmesini de engelleyememiştir. Hâkim
kültür; yaşar, yaşatır, korur ve kollar. Karışmışlık (amalgamation)
iddiaları hâkim kültürü dışlamanın bir başka yoludur. Eğer biz
İspanya’da, Endülüs’te yapılan kültürel soykırımı, Anadolu’da ve
Balkanlar’da yapmış olsaydık; bugün ne Anadolu medeniyetleri ifadesi
kullanılabilir, ne de Balkanlar’da bizim dışımızda izler kalabilirdi.
Anadolu’da Türkler 1071 öncesi de vardılar. Türk topluluklarını
sadece göçebe olarak kabul etmek de yanlıştır. Çünkü, Batılı evrimci
değişme kalıplarının aksine; Türk tarihinde hem göçebelik, yarı
göçebelik; hem de yerleşik hayat birlikte yaşanmıştır. Bugün Anadolu’da
bunun izleri hala devam ediyor. Aslında, sadece göçebe toplulukların
geleceğe tarihi belge aktarmaları da zordur. Milli kültürümüzün bazı
maddi ve manevi öğelerine bizim dışımızda sahip arama da eksik bir
yaklaşımdır. Kendi atalarını bırakıp başka atalar aramak gibi… Bazı
maddi kültür unsurları, yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız maddeler,
eşyalar başka kültür ve medeniyetler tarafından da kullanılmış
olabilir. Önemli olan; bunları farklı kullanma üslubunun bulunup
bulunmamasıdır. Zeytinyağını, zeytin yetiştiren genelde Akdeniz
ülkeleri kullanır. Ancak, bu Türk mutfağında bize özgü isimlendirilmiş
yemeklerde bir şekil ve tat alır. İmambayıldı da, zeytinyağlı dolma
örneklerinde olduğu gibi…
Bu kadar iyimser ve başka kültür ve medeniyetleri öne çıkarmada
bonkör davrananların, özellikle bazı komşu ülkelerin tavırlarından
habersiz olmamaları gerekir. Kıbrıs Rum Kesimi’ne gitmek isteyen bir
turist KKTC’den bir eşek alır. Bu eşekli turist Rum Kesimi’ne sokulmaz.
Yine KKTC’den alınan bir köpeği ülkesine götürmek isteyen Güney
Kıbrıslı bir Rum’a müsaade edilmez ve yakılır. Hayvanların ve
portakalların bile milliyetini tayin edecek kadar şövenist ve ırkçı Rum
tarafının bulunduğu göz ardı edilebilir mi? Yunanistan’ın en son Türk
lokumu ve diğer bazı bize özgü tatlı ve yemeklerin patentini aldığı,
“Bunlar da Türklerin mutfağıdır, bunları kabullenelim” demediği
bilinmektedir. Bir Türkün buluşu olan “Behçet hastalığı”nın bulunuşunu
takdir edip bunu Türk’e etiketlememişler, bu hastalığa kendi
dillerinden bir isim bulmuşlardır.
Anadolu rahatsız edilmeye müsait bir coğrafyadır. Eğer savaşta
kovduklarımızı barışta tekrar bu coğrafyaya davet etmek istemiyorsak;
barış içinde caydırıcı olacaksak, yabancılara yeni tapular vermek
niyetinde değilsek, ölçüyü de kaçırmamamız gerekir. Kimseyi ne inkâr
edelim, ne de yaşadığımız coğrafyayı sahiplenmede tahrik edelim.
Kimsenin yapmadığı gibi…