Mektup

162

Her teneffüs zili çalışında, kalbi heyecanla atar, doğruca lisenin geniş bahçesine koşar, kendini bir hamlede bahçe duvarının üstünde bulurdu. Lise, geniş bir alana yayılmıştı. Dört bir yanı evlerle çevrili, doğu tarafı ise biraz meyilliydi. Cavit, işte bu taraftaki duvara çıkıyor, kırmızı damların üstünden; ufukta hayal meyal görülen dağlara dalıp dalıp gidiyordu.

Arkadaşları onu yine böyle bir durumda bulmuştu.

“Hey Cavit, zil çaldı.”

“Duymuyor!”

“Dağlara dalmış yine.”

“N’olacak bunun hali?”

İçlerinden en çok değer verdiği Fehmi, her zamanki gibi farklı konuştu:

“Keşke, benim de hasret çektiğim, düşünebileceğim bir yakınım olsa.”

Muzip Fikret bir kahkaha attı:

“Ay bir sen eksiktin! Cavit’i düşündüğümüz yetmezmiş gibi, bir de seninle mi uğraşalım?”

Bu konuşmalar, Cavit’i daldığı alemden çekip aldı. Düşünceli düşünceli duvardan indi:

“Teşekkür ederim arkadaşlar, sizler de olmasanız…”

“Dersi, hep kaçırırdın değil mi? Seni küçük mütefekkir seni.”

“Yahu! Nedir senden çektiğimiz?”

Biri, bu şekilde konuşana doğru ters ters bakarak:

“Başlama yine. Varma oğlanın üstüne!”

Edebiyat hocası sınıfa girmeden önce, hepsi yerlerini almıştı. Fatin Bey, en çok sevdiği ve örnek aldığı hocasıydı. Çünkü o da öğretmen olmak istiyordu. Tıpkı onun gibi.

“Çocuklar!”diye başladı söze. Bütün sınıf, çıt çıkarmadan kulak kesildi. Fatin Bey devam ediyordu:

“Bu dersimizin konusu mektup yazmak. Bilirsiniz, mektup; her fırsatta, eşe dosta gönderdiğimiz yazılı bir kağıt. Bir elçi adeta. Çünkü, bizi temsil eder. Uzaktaki ahbaplarımızla görüştürür. Teselli oluruz, aldığımız bir mektupla. Okurken, mesafe kalkar aradan. Gönüller birleşir, duygular katmerleşir. Mektup, sılayı buraya, burayı sılaya taşır durur. İşte bu ders; bir mektup yazmanızı istiyorum. Tenkitleri gelecek ders yapacağım. Hadi bakalım, hemen başlayın ve gösterin kendinizi.” Dedi ve zarif metal gözlüğünü yukarı doğru iterek kürsüye oturmasıyla beraber:

“Mutlaka birine göndermek üzere yazın ha!” diyerek, notlarıyla meşgul olmaya başladı.

Sınıfta bir kağıt hışırtısıdır koptu! Kalemler çıkarıldı. Sonra derin bir sessizlik!… Herkes kendi alemine dalmıştı ki, Muzip Fikret yine:

“Desenize, bizimkine gün doğdu yine!” Diyerek yavaşça seslendi arkadaşlarına. Ve sebep oldu, manalı gülümsemelere.

Cavit, kağıda doğru özenle eğildi. Bir an eli kaleminde, öylece düşündü. Sonra ağır ağır yazmaya başladı. Kalemin satırlarda ilerlemesi, onu aldı götürdü uzaklara. Ta memleketine. Şirin köyüne. Selam sabahtan sonra şöyle yazıyordu:

“Babacığım, işte yine karşındayım. Gülen yüzünü, manalı bakışlarını görür gibiyim. Her zaman sabır tavsiye eden, ‘Dayan, katlan, hayat budur işte oğlum.!’ Diyen sözlerini yeniden

duyuyorum sanki. Hani ne demiştin; orta okul için, amcamın yanına gitmek zorunda kaldığım

zaman; o sevgi dolu sesinle:

“Oğlum, insanların çoğu, hele başarılı olanlar, hep gurbette, baba ocağından ayrı, eş dosttan ırak düşmek bahasına; adam olmuşlardır. Senin, okuyup; vatana, millete hayırlı bir genç olmanı istiyorum. Bu dağ köyünde Orta Okul yok. Ben emekli bir memurum. Şehirde kalmaya da sıhhatim elvermiyor. Göreyim seni. Mahçup etme beni. Amcana hürmet et. Sözünden çıkma. Unutma ki, amca baba yarısıdır. O’na saygılı olman, bana olmuş gibidir. Hem, o da seni çok seviyor. Hadi yolun açık, Allah yardımcın olsun.’ “

Yazmaya ara verdi. Ayrılırken, şahit olduğu manzarayı hatırladı. Babası ne kadar saklamaya çalışsa da, gözlerinin dolu dolu olduğunu, otobüsün penceresinden görmüştü. Otobüs hareket ederken ise, gözyaşlarının yanaklarına doğru süzüldüğünü.

Ayrılış; o ayrılış. Sonraki görüşmeleri ancak birkaç yılda bir oldu. Ama babasından gelen ‘Gözümün nuru, ciğerparem sevgili oğlum Cavid’im!’ Diye başlayan ve kendisine daima dayanma gücü veren, mana yüklü mektupları hiç eksik olmadı.

Aradan seneler geçmiş, nihayet lise ikinci sınıfa kadar gelmişti. Tekrar eğildi kağıda.

“Babacığım, müjde! Haziran ayı sonunda  -inşallah-  yanında olacağım. Eskisi gibi, yine hergün bir göze başında oturacağız. Püfür püfür esen çamların eteklerinde. Cıvıl cıvıl öten bülbüllerin nağmeleri altında. Şırıl şırıl akan küçük orman dereciklerinin yanında, güzel vakitler geçireceğiz.

“Her zaman, bana ölçü olan sözlerini duyacak. Yine baş başa tabiatin sesini ve mahlukatın Allahı anışlarını; bir güzel dinleyeceğiz. Babacığım, seni ve köyümü öyle özledim ki, gözümde tütüyorsunuz.

“Sahi aklıma gelmişken sorayım. Koyunlar kuzulamış, inekler buzağılamış, kırat taylamıştır değil mi? Yine yaylaya göçülecek mi? Biz de gideriz değil mi? Hani göç sırasında, kağnıların gıcırtıları arasında, bir ağızdan ne diyorlardı köylüler:

‘Sabahın seheri

‘Esiyor yeller

‘Yayla vakti geldi

‘Göçüyor eller.’

“Tabi daha neler söylediklerini hatırlıyorsun değil mi? Öyle sabırsızlanıyorum ki, bir an önce köyde olmak istiyorum. Ama tatile daha iki ay var. Sen ‘Her gelecek yakındır.’ Demez miydin? İşte o söz bana bekleme gücü veriyor.

“Biliyorum bu kadar özleyişimin arkasından, yine şehirden şikayet kokusu geliyor diyeceksin. Ama ben de haklıyım.

“Unuttun mu? Hani ne demiştin bana bir defasında, Diriboğa gözesinin buz gibi suyu başında azığımızı yerken:

‘Bu ıssız yerlerin, bu koca dağların, bu yemyeşil çayırların öyle sessiz birer dili vardır ki, büyük insanlar en büyük öğüdü, bunların sessizliklerinden almışlardır. Çünkü sessizliğin sesi çok muhteşem ve çok işleyicidir.’

“O sesi, dinlemeye geliyorum baba. Eskisi gibi.

“Bu büyük şehirde sevgili babacığım, bir hay huy içinde geçiyor hayat. Vasıta derdi, onların gürültüsü; insana, kendisiyle baş başa kalmak fırsatını vermiyor bir türlü.

“Burada insanı gaflet sarıyor! Gün başlıyor bitiyor, farkına bile varmıyor insan! Ne Güneşin doğuşunu, ne de batışını görebiliyoruz! Bereket versin, saat diye bir şey icat edilmiş de, günün vaktini onunla anlayabiliyoruz.

“Keşke diyorum, caddelerde karınca gibi kaynaşan insanlar, bir an için dursalar da, akıl etseler: ‘Niçin yaratılmışlar ve ne için yaşıyorlar?’

 “Görüyorsun ya baba! Senden bu kadar uzaktayken bile, senin gibi düşünüyorum. Sana ne

kadar yakın olduğumu biliyorum. Ama görmenin, duymaktan üstünlüğüne de inandığım için

Haziran ayı sonunda seni görmeye geliyorum.

“Evet, nasip kısmetse, bu yaz yine oradayım. Eski güzel günleri birlikte yad etmek; ihtiyar Ömer Hoca’nın yanık ezan sesini dinlemek için.

” ‘Asıl olan, ap açık kainat sayfasını okumak gerek. Eserden ustaya, yaratılandan yaratana yol bulmak lazım. Bir göz için çok gözlerin sevilmesi icap eder. Yaratandan ötürü Yaratılmışlara muhabbetten sakın geri kalma.’ Diyen sözlerini yeniden duymak için, tekrar yanında olacağım.

“Bekle baba, az kaldı, hürmetle ellerinden öper, sana ve soranlara selamlar ederim.

Oğlun Cavit”

Masadan başını kaldırdığı zaman, zil çoktan çalmıştı. Sınıfta kendisini bekleyen hocasından başka kimse kalmamıştı. Aceleyle kalktı. Mahcup mahcup yürüdü. Kağıdı verdi.  Başıyla selamlayarak çıktı.

O akşam eve döndüğünde, amcası: “Mektubun var!” dedi. Sevinçle kaptı elinden zarfı. Çekildi bir köşeye, heyecanla açtı. Fakat okudukça durgunlaştı, bir şeyler düğümlendi boğazında. Daha fazla tutamadı gözyaşlarını. Çünkü, görüşmek Ahirete kalmıştı!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Önceki İçerikDr. Mehmet Niyazi Özdemir Röportajı
Sonraki İçerikYeni Ekonomik Yapılanmanın Dünya Ekonomisi Üzerine Etkileri
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.