Efkârlı Bir Yazı Babamın Tütün Tabakası

165

Tütün paketleri daha önceleri ham olarak, küp şeklindeki kâğıt ambalajlarda satılırdı. Babam paketi açar, eliyle önce karıştırır, birkaç deliği olan kâğıt ambalajda onları eler, çok ince kıyılmışları delikten dökülürken, kalın olanlar da tütünün üstünde kalırdı. Babam onları da eliyle ayıklar kıvamını bulan tütünleri tabakasına doldururdu. Üzerine de tütünleri sarmak için ipince kağıtlarını koyarken keyfi bundan sonra başlardı. Eliyle sardığı sigarayı benzinli çakmağıyla yakar, dumanının bir kısmını içine çeker, fazlasını havaya üflerdi. Ancak dumanları kaybolana kadar izlerdi babam; bazen keyiflenir, bazen hüzne kapılırdı. Eğer bir şarkı mırıldanırsa yüzünden anlardım mutluluğunu veya acısını.

Komşumuz Alaeddin Yavaşça’nın “Ümitsiz bir aşka düştüm; ağalarım ben halime” derken bir başka, “Boğaziçi şen gönüller yatağı” diye mırıldanırsa daha bir başka çıkardı kelimeler dudaklarından. Çocuklarıyla da paylaşırdı sevincini, ama üzüntülerini hiç belli etmez ben şarkılardan çıkarırdım hüznünü. Aynı dedemin “Bayram gelmiş neyime/ Kan damlar yüreğime” diye çok az da olsa seslendirdiği türküdeki gibi.

Babam tabakadan tütününü çıkarıp kâğıda sarışı sonrasında yaktığı sigaranın dumanını izlerken, bir devirden günümüze yüzündeki çizgiler dışa vururdu. Önce İstiklal Savaşı, sonra yıllarca süren ve ancak 1945 yılında nihayete eren İkinci Dünya Savaşı’nda memleketin durumunu hatırlatırdı.”5 yıl askerlik yaptım” diye de gururla anlatır, arkadaşlarıyla birlikte çektirdiği resmi gösterir, imrenerek bakardı. Bunun için de orta mektebi yarıda bırakmış.

Ekmek bile zor bulunuyordu o yıllarda. Ancak vergi memurları her yerde hazır ve nazırdı. Boynumuzda asılı suparamızla hocaya giderken burasının jandarmaca basılıp basılmayacağını bilemiyorduk. Memurluk en itibarlı meslekti. Giyecekler genelde yamalıydı. Yahut terzilerce ters yüz edilirdi çocuklara. Babam bize annemin yamayarak verdiği çorabı giydirdiğini anlayınca üzülmemek için görmezden gelmeye çalışırdı. Bağımız, bahçemiz, tarlalarımız vardı Allah’tan. Babaannem de dualar eder dururdu sigarasının üflerken. Zürraydı ailemiz. Ayrıca ürünlerimiz için zeytinyağı mahzenimiz(imalathane), üzüm pekmez hanemiz vardı. Büyükşehirler ve pekmez için doğu illeri büyük bir pazardı. Kamyonlarla ürünler sevk edilirdi. Babam Sivas’ta yanında kimliği olmadığı için tutuklandı, epeyi süre cezaevinde kaldı. Hukuk diye çırpındı durdu. İşte onun için de tütün tabakası hiç boş olmadı, kafası da efkâr sız.

Babaerkil aile olunca bir ayağımız sürekli büyük dede-nine dahil onların evlerine yönelirdi.

Büyük ninem Cemile Hanım Çalıkuşu romanını Osmanlı Türkçesinden okurdu. Şıh Efendiye komşulardı. Burası bir zamanlar Ortadoğu’ya açılan Mantık Fakültesinin mekânı imiş. Çok da şair yetişmiş. Çekmeceli Camii imamıydı büyük dedem. Osmanlıca dev bir kütüphanesi vardı. Mehmet Akif ve Safahat kitabını gördüm. Ben sadece bakar dururdum kütüphaneye ama kitapla tanışmıştım artık. Sonradan Safahat’ı su gibi içeceğim hiç aklıma gelmezdi. Her şiirde kendimi buluyordum. Tiryakisi olmuştum. Dayılarımın da hepsi okumuş, mühendis, hâkim, avukat ve hekim olmuştu. Rasih Dayımın “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlayıp dizinin dibinde dinlediğim “Halep yolu taşlıca” tekerlemeli masalını keyifle dinler, hiç bitmesin isterdim.

Sancılı bir dönem, Türkiye’nin Yükselen Yıllarıyla sona erdi. Savaşın ve yönetimin acılı yansımaları yavaşladı. Demokrasiyle tanıştık. İdealizm girdi yüreklere; itikat, ibadet, kültür ve medeniyetle bütünleşti. İnancın ve düşünmenin ne kadar önde olması gerektiği fark edildi. Tefekküre kapı aralandı. Cumhuriyeti daha iyi algılamaya başladık. Her türlü açlığın moral motivasyonu hissedildi. Gelişmelere gözü kapalı kalmanın, eksikliği ve yanlışı anlaşıldı. Çünkü güç için kuvvetler savaşında ölçünün kaybolması çoğu değeri eritmişti. Sonra “Oku” emri “okuma”ma biçiminde tırmandı. Gelenek ve görenek; inanç haline geldi, darbeyle yasaklar arttı, hukukun üstünlüğü raflara çıktı, insan olmanın değil de ünvanlı olmanın yanlışı çepeçevre sardı, inancın temelindeki ahlak geride kaldı, birikimle değil, kisvelerle karar verildi.

Babam işte bu yüzden belki de 4 çocuğunu da okutmaya aht etmişti.

Her seferinde bir tarlasını, bağını sattı evlatlarının lise ve üniversite eğitimini sağladı öncelikle. İstiyordu ki hepsi de memur olsun, yanında kalsın. Torunlarıyla hep birlikte bulunsun.

Babamın tütün tabakasındaki sırrı ben çözmüştüm, yaklaşan değişim ve dönüşümle. Çünkü tabakalarda artık sarılmış sigaralar yer alıyordu ve iki yana da açılabiliyordu. Şarkılarda değişmişti efkârlanınca “Gülen gözlerinin manası derin”le yine hemşerimiz Alaeddin Yavaşça “Ne bildin kıymetin, ne bildin kıymetim” diyordu.

Babam ayağından ameliyat olduktan sonra yürümekte sıkıntı çekti. Bir bakıma eve mahkûm oldu. İki tarihi cami arasında birine bitişik, diğerine 20 metre uzaklıktaki Ulu ve Şıhlar Camii yanındaki evimiz bahçeli, çok odalı idi. İkinci kattaydı. Babam rahat ediyordu koltuk değnekleriyle de olsa. Girişte teknolojiye yenilmiş zeytin ve üzüm pekmezi imalathanemiz boş duruyordu.

Babam artık tabakadaki tütünden sarmıyor, sigarasını paketten sarılmış olarak çıkarıyordu. Bu dönüşüm kendini hissettirmişti babamda. Üstelik dumanındaki efkarı yine dikkatle izliyordu. Bayramlarda çocukların ve torunların gelmesini beklese de. Ancak Mühendis oğlu Atilla gemide aylar sürecek bir işe başlamıştı. Uluslararası seyrediyordu. Polis evladı Ayhan terörle mücadelenin yoğun olduğu mekânda görev yapıyordu. Kötü haber tez ulaşır. Gazeteci-Yazar oğlu hakkında açılan dava sayısı 40’ı aşmıştı. Ya 27 Mayıs darbesinde olduğu gibi yazmaktan değil, kitap okumaktan göz altına alınıp tutuklanırsa. İşte sigarayı o günlerde daha da artırdı babam. Darbe döneminde konuştuğu CHP’li Avukat “Bu davayı alamam, onlar devleti yıkmaya çalışıyorlar” derken, üyesi olduğu Adalet Partili Avukat “Beni bu işe lütfen karıştırmayın” diyordu. Oysa bir yığın bağ-bahçe tapusunu da yanında getirmişti ailem. Bir de TİP’li avukat vardı. O gönüllü oldu, ücret bile istemedi “kitap okumak ideolojik bir suç, devleti yıkmak değildir, hukuk devleti anlayışına da aykırıdır. Okumaya, okutmaya bu milletin çok ihtiyacı var” diye düşünse de olmadı, komünist diye vekalet verilmedi. Bu defa da “ya böyle bir şey olursa” düşüncesi kafasını meşgul etti durdu. Babamın dumanlı efkarı Berk ve Belli hukukçuyla, beraat etmemize kadar sürdü ama bitmedi.

Memlekette annemle birlikte yalnızlık yaşayan Babamı Hacettepe Hastanesine yatırmıştık. Hekimimiz sigara içmemesini öncelikle salık vermekle kalmıyor, tembih ediyordu ısrarla. Kim dinler? Eve gelince yine yaktı sigarasını. Doğrusu bakışları da limoniydi. Hala memlekete gidip yerleşmemi istiyordu. Taşralı kitabını iyi ki okumuşum; fikir ve ahlak adamı mustarip Nurettin Topçu’nun. Milletin mistiklerinin, toplumun mustaripleri olduğunu okudum ve gördüm. Kasabada oturup daha da varlıklı olunabilirdi, hatta belediye başkanı, milletvekili de seçilebilirdi. Ama aydın sorumluluğu üstlenmek hepsinin fevkindeydi. Amentü kişilik kodu ve idrak hayatın anahtarıdır. Haset değil bilgi birikimi ve donanımı hep olmalı. Belki de imkân, unvan, makam, fırsatla imtihan ediliyorduk. Sadece kitap okuduğu için değil, cep defterinde birkaç arkadaşının telefon numarası çıktığı için “gizli örgüt” iddiasıyla kitle halinde tutuklamalara seyirci kalına bilinir miydi? Beyazlara siyah muamelesi yapanların örneği gittikçe çoğalıyordu bir zaman diliminde. Fikri dinlemeyi bırakın, düşünene bile kuduzlu muameleyi yapılıyordu. Bunu babama anlatamazdım, anlatamıyordum.

Nerede bir haksızlık ve hukuksuzluk var; Turgutlu’daki tutuklamalar için cezaevine bile girip mağdurlarla röportaj yapıyordum. Mersin’de kitap okuyan tutuklu yaşlı insanların duruşmasını, İstanbul’dan gelen gazetecilerin takip ettiğini öğrenen hâkim bile tavır değiştirdi, serbest bıraktı. Adapazarı depreminde oradaydım. Çanakkale Zaferi kutlamalarında da. Nerede mağdur ve mazlum insanlar ve toplumlar var hazır ve nazırdım, acıları ve mutlulukları paylaştım. Ancak üstadın tabiriyle “aceze basın” ile de bunu bir yere kadar götürmek mümkündü. Kolay ve rahat elde edilen makamlar ve imkanlar topluma yansımıyordu.

Beyaz cam fırsatı doğdu. Ekrana yansıdıkça babam da efkarla yaktığı sigarasının dumanı içinde buruk mutluluklar yaşıyordu. Ekran ve mikrofona belli bir düşünce için ambargo koyanlar, tekel uygulayanlar ise bunun delindiğini geç fark ettiler. Böylece dünyada, fezadan gelmeyen başka insanlar olduğunu nihayet gördüler. Bugün bu uygulama keşke ıcığı ve cıcığı çıkmadan sürdürülebilseydi. Başkalarının yaptığını biz de aynen hayata geçirmeye başlamasaydık.

Fantezi ve Kulis yazdığım günlerde patron bana “Mehmet Bey geçen merak ettim saydırdım, tam 10 bin bürokrat, politikacı, kültür adamı ve sanatçı isminden bahsettin köşe yazılarında. Bunları tanıyor musun?” dedi. Buna cevabım oldu tabii “Tümüne yakınını tanırım. Bazılarını eserlerinden ve bazılarını da yaptıklarından takip ediyorum. Çünkü ben insandan yanayım.” demiştim. İyi ve güzel insanları sevmek ve örnek eylemlerini takdir etmek benim için bir ayrıcalıktı. Kibir ile aram yoktu zaten. En azından kafam karışık değildi bu konuda. “İnsanda kibarlık, gerçeklik, adaletli olmak, zariflik, dürüstlük, naiflik, yumuşak dillilik, yalan söylememek, anlamlı konuşmak ve düzgünlük” kılavuzunu sırtıma aldım, peşindeyim diyorum kendi kendime. İnsana yatırımı hep önde tutuyorum. Liyakati, sadakate tercih ediyorum. Bilenlerle bilmeyenleri ayırıyorum. Bir gün yılın sanatçılarını seçen sivil meslek kuruluşu başkanı bir arkadaş bana geldi, haberlerinin televizyonda hiç yer almadığından şikâyet etti. Ona dedim ki haber trafiği en az yılbaşı akşamı yaşanır. Yetkililer sabahladığı için uyuya kalır. 1 Ocak günü erkenden basın toplantısı yapın, sabahlamayanlar arkadaşımız olduğu için haber bültenine girer.” Nitekim öyle oldu ve hala devam ediyor. Çünkü kötülüğe karşı direnilmez. Ahlak dünyada en büyük gerçek.

Tarık Buğra Ustaya 75. Yaş Günü programı yapmıştık Ankara’da. Sürpriz olmuştu kendisine. Milli Kütüphane’mde “Ben sulu gözlüyüm, demek 75 yaşına geldim!” deyip gözyaşı döktü irticalen konuşmasında. Bendeniz de aynı duyguyu taşıyorum. Yazarlık böyle bir şey demek. Türk Edebiyatı Vakfı Ustalara Vefa programında başta Cafer Vayni emeği ve geçen herkese minnettarım. Babam gibi tütün tabakam yok ama galiba benim de bol dumanlı efkârlı bir havaya ihtiyacım olacak. Kürdilihicazkar “Bir yıl daha, bir anda mazinin malı oldu” ile Alaeddin Yavaşça’yı dinleyecek, meşk zincirine tutunacağım.