Son kandil gecesinde, kandillerini kutlamak amacıyla dostlarıma üç yüz kırk altı mesaj gönderdim. Bunun yarısından fazlası, cevabi mesaj gönderdi. Dostlarımdan bazıları da sesimi duymak arzusuyla telefon ederek kandilimi kutladı. Bu gecelerde ve bayram günlerinde GSM santralleri kilitleniyormuş. Amerika’da, hükümet “Evde Okul Projesi” başlatmış. İsteyen aileler çocuklarını okula göndermeyebilecekmiş ve evlerini okul gibi kullanabileceklermiş. Özellikle, çocuklarına dini eğitim vermek isteyen aileler, bu projeye rağbet ediyormuş. Dini değerlerin afyon kabul edildiği, Demirperde ülkesi olarak bilinen ülkelerde, yönetimler özgürleştikçe ibadethane yapımında artış gözlendiğini gazetelerden okuyoruz. Yine son yıllarda ülkemizde hacca ve umreye gidenlerin sayısının arttığını hem duyuyoruz hem gözleyebiliyoruz.
Bu gök kubbe altında en az yarım asırdır yaşayanlar, verilen örneklerin ülkemizde ve dünyada bir dönüşümün işareti olduğunu rahatlıkla söyleyebilir. İnsanlar, niçin, adına dindarlaşma veya sekülerlikten kaçış diyebileceğimiz bir eğilime yönelirler? Bu yöneliş, bir kötülükten kaçış mıdır yoksa bulunan yeni bir güzelliğe temayül müdür? Evren, dinamizmi sever. Geceyi gündüz, kışı yaz takip eder. Süreklilik var evrenin yasasında. İnsan da böyledir: Doğar, gelişir, ölür. Çağlar değişir, fikirler değişir. İniş ve çıkış, zeval ve kemal; zıt ikiz kardeştir. Aydınlanma denilen ve pozitivist kültürün, laik ahlakın egemen kılındığı bireysel yaşamlar ve toplumsal düzenler, evrenin varlık sebebi kabul edilen insan tarafından artık sorgulanıyor, eleştiriliyor, terk ediliyor.
Son kandil mesajımda, “Güzellik, Peygamber sevgisinde ve ahlakında birleşmektir.” cümlesini kullanmıştım. Bana gelen mesajların içeriği de bir hayli doluydu. Mesajların hemen hepsi, kuru bir kutlamanın ötesinde mana taşıyordu. Günlük yaşamıyla, ilişkileriyle değerlendirdiğimizde farklı dünyaların insanı kabul edebileceğimiz kişiler, sanki bir özlemi haykırıyorlardı. Bu özlem; bunalımdan kurtuluş, huzuru arayış, kendini doğru adrese adayış olarak adlandırılabilir. Buna, insan olarak doğan bizlerin, insan kalma mücadelesi de denebilir.
Şunu rahatça söyleyebiliriz: İnsanlar, hastalığının nedenini biliyorlar; ancak tedavisini bilmiyorlar. Şikayetlerimiz belli: Güvensizlik, tatminsizlik, huzursuzluk vb. Peki bunlardan nasıl kurtulacağız? Kurtulduğumuzda bunların yerine ne koyacağız? Bu hastalıkların reçetesi var mı? Bu hastalıklardan kurtulan örnekler gösterebilir miyiz? Doğru teşhise yanlış tedavi uygulanırsa ne olacak? İnsanların ve toplumların sorunu burada başlıyor.
Geçen akşam, yemekli bir toplantıya çağrıldım. Kimya mühendisliği yaparak emekli olmuş bir arkadaşın, bir hafta önce cübbe giyerek avukatlığa başladığı duyuruldu. Herkes gibi, kendisini ben de tebrik ettim. Kendisine hitaben söyleme ihtiyacı duyduğum “Sizin, yazılı yasalardan öte, Yaratan’ın genlerimize kodladığı, yani doğal yasaların müdafii, temsilcisi olacağınıza inanıyorum, bunu sizden talep ediyorum.” cümlesi bazılarının başını aşağıya doğru sallamasına sebep oldu. Çünkü onlar, doğru tedavinin adresini anlamışlardı. Sorunun sebebi, fıtrattan uzaklaşmak; çözümü, yaratılışın yasalarına dönmekti.
Maddi değerleri öncelikleyen pozitivist ahlak, insanı fıtratından uzaklaştırıyor. Somut değerleri soyut değerlerle formatlayan, bezeyen dinimiz ise insanı kendisinin dışına çıkmaktan koruyor veya çıkmışsa kendisini kendisine iade ediyor. Adını bilmesek de, adını koymaktan kaçınsak da aslında biz, dinimiz İslam’ın gereğine göre yaşadığımızda huzuru buluyoruz. Yönelişin nedeni, bundan başka bir şey değildir. Bizi esir eden zincirleri kırabilme gücümüz oranında huzura yaklaşıyoruz. Bu mücadelede, dış güçler köstek, iç dinamiklerimiz destek oluyor.
Suyu tersine akıtmak isteyenler, hep kaybediyor. Güneş, doğudan doğup batıdan batmaya göre programlanmış. İnsan da böyle: Huzur sıfır noktasındadır. İçimizde!