Kadın, Ebedî Eş
Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet ve muhabbet / sevgi ve alâka, yalnız dünyevî / sadece dünyaya ait hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet bir kadın kocasına, yalnız dünya hayatına mahsus bir hayat arkadaşı değildir. Belki ebedî hayatta dahi refika / arkadaş olup, beraberlikleri devam edecektir. Madem ebedî hayatta bile, kocasına hayat arkadaşı olacaktır. Elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının bakışını kendi güzelliğine çekmemek. Kocasını darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir.
Kadın; âile hayatında, ev içinde idareci olmasından ötürü, âdeta kocasının bütün malı, evlâdı ve herşeyi için, onun muhafaza / koruma memuru hükmündedir. Bu yüzden en esaslı hasleti / huyu sadâkattir. Emniyet ve güvendir.
İnsan, Dünya ve Rab
İnsanda, özellikle ehl-i dünya olanlarında; çoğunlukla makam sevgisi denilen şöhret hırsı ve kendini beğendirmek ve şan ve şeref denilen riyakârâne bir şekilde; yani gösteriş yaparak halka görünmek ve umûmun nazarında mevki sahibi olmak istek ve arzusu vardır. Öyle ki, o arzu için hayatını feda eder derecesinde, şöhretperestlik hissi onu sevk eder.
Âhiret ehli için bu his gâyet tehlikelidir. Dünya ehli için de gayet dağdağalı / ızdıraplıdır. Kötü ahlâkın da menşei / kaynağıdır. Üstelik insanın en zayıf damarıdır. Çünkü bir insanı kendine çekmek; onun o hissini okşamakla mümkün olur. Ancak onun ile onu mağlup eder.
Allah’ın rızasını kazanmak, Rahman olan Allah’ın iltifatına nail olmak, Rabbin kabûlüne mazhariyet; öyle bir makamdır ki, insanların teveccüh, alâka ve beğenmeleri, ona nisbeten bir zerre hükmündedir.
Eğer rahmetin kendine yönelmesi varsa yeter. İnsanların teveccühü, o rahmetin yönelmesinin aksetmesi ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür. Yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner. Beş para etmez.
Cehennemin Vücûdu
Cehennemin vücûdu / varlığı ve şiddetli azâbının; hadsiz / sayısız rahmete ve hakikî adâlete ve israfsız, mizanlı / ölçülü hikmete zıtlığı yoktur. Belki rahmet, adâlet ve hikmet; onun vücûdunun, var olmasını ister.
Çünkü nasıl binlerce mâsumun hukuklarını çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak. Yüzlerce mazlûm hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek. Adâlet içinde mazlûmlara bin rahmettir. O zâlimi affetmek, o canavarı serbest bırakmak. Bir tek haksız merhamete mukabil, yüzlerce bîçârelere yapılan yüzlerce merhametsizlikten başka bir şey değildir.
Kur’an
Kur’an belâgatların / söz söyleme sanatlarının; bütün envaını / çeşitlerini. Kelâmın fazîletlerinin bütün aksâmını / kısımlarını. Ulvî / yüksek üslûbların bütün sınıflarını. Güzel ahlâkın herbirini. Fennî ilimlerin bütün hülâsa ve özetlerini. İlâhî mârifetlerin bütün fihristlerini. Şahsî ve sosyal hayatın bütün faydalı düstur ve prensiplerini. Kâinat ve evrenin yüksek hikmetlerinin bütün nûrânî kanunlarını cem’ etmekle / toplamakla beraber; hiçbir karışıklık, onda görünmüyor.
Demek ki, gerçekten o; bu kadar karışık şeyleri bir yerde topladığı hâlde; bir münakaşa, bir karışıklık çıkmaması; bütün bunların; ancak, son derece hâkim olan mucize sahibi, Kahhar / Mutlak Gâlip bir Zât’ın tertip ettiği işleri olduğu anlaşılır.
Böylece, Kur’an’ın büyük bir mûcize olduğu; hiç kimsenin onu taklit edemeyeceği ve hakîkatlerine karşı çıkamayacağı ortaya konmuş oluyor.
Türkiye’nin En Zayıf Tarafı
Bir yandan ABD/ İsrail ikilisinin Suriye ve İran üzerindeki kısa ve uzun vadeli planları tıkır tıkır işliyor. Diğer yandan bununla bağlantılı olduğundan şüphe duymadığımız “Öcalan’la müzakere süreci” kapsamında yapılan görüşmeler devam ediyor.
Öcalan da Kandil ve Suriye’deki PKK güçlerinin başındaki teröristler de ABD/ İsrail’in çizdiği rotadan bir milim bile sapamazlar. DEM bunların içinde en etkisiz eleman konumundaki aracıdır.
PKK/Öcalan tarafı güya silah bırakacakları vaadiyle Türkiye’nin Milli Devlet yapısını bozup, federasyon tarzı bir yapılanmaya geçmesini istiyor. Bu başarılırsa, iki aşama sonrası Türkiye’den de bir parçanın koparılarak, kurulması planlanan “Büyük Kürdistan” projesinin ilk adımı olacak.
Bunun yapılması ancak “yeni anayasa” ile mümkün olabilir. DEM desteğiyle yapılacak “yeni anayasa” ile bu yeni yapılanmanın temeli atılır. Buna karşılık Erdoğan’ın ömür boyu Cumhurbaşkanı olabilmesinin yolu açılır.
****
Netanyahu birlikte yaptıkları basın toplantısında ABD Başkanı Trump diplomatik teamüllere aykırı sevgi beyanlarıyla, Erdoğan’dan çok yüksek beklentileri olduğunu üstü kapalı olarak ifade etti.
Bu demektir ki ABD çok yakın gelecekte Türkiye’yi çok önemli tercihlere zorlayacak.
***********************************
ABD’nin Beklentileri Milli Çıkarlarımıza Ters
ABD/ İsrail’in Türkiye’den beklentilerinin ne olduğu sır değil:
- Türkiye İsrail’in güvenliğini tehlikeye sokacak hiçbir girişimde bulunmasın.
- “Gazze’nin boşaltılması” için Türkiye destek versin.
- Suriye’deki -halen terör örgütü olarak gördüğümüz- SDG (PKK/YPG/PYD) Türkiye tarafından tanınsın ve desteklensin.
- İran ile başlatacakları muhtemel bir savaşta, Türkiye ABD/ İsrail’in tarafını desteklesin.
****
Oysa ki Türkiye’nin milli çıkarları bu beklentilerin tam tersidir:
- İsrail ile komşu olmak çok tehlikelidir. İsrail’in Suriye ve İran’da etkinliğini artırmaması gerekir.
- “Gazze’nin boşaltılması” demek buranın İsrail toprağı olduğunu kabul etmek yani on binlerce şehit kanıyla sulanmış toprakların soykırımcı bir devlete peşkeş çekilmesi demektir. Ahlaki ve stratejik açıdan felakettir.
- Suriye’de, İsrail için bir garnizon devlet olarak kurulmaya çalışılan ve güçlü bir düzenli orduya dönüştürülen, SDG/PKK/PYD güçlerinin tasfiye edilmesi şarttır.
- İran ile ABD/ İsrail savaşı başladığında Türkiye’nin tarafsız kalması, her iki tarafla ilişkilerini iyi komşuluk çerçevesinde sürdürmesi gereklidir. (Suriye iç savaşında taraf olunmasının zararlarını, Rusya- Ukrayna Savaşında tarafsız olmanın yararlarını gördük.)
***********************************
Türkiye’nin Tercihi Nasıl Olabilir?
Türkiye yakın tarihimizde de böyle çok önemli tercihlere zorlandı.
AKP iktidara geldiğinde KKTC ile Kıbrıs Rum Yönetimi arasında bir anlaşma yapmaya zorlandı. Erdoğan ve AKP yönetimi milli kahraman, büyük devlet adamı Rauf Denktaş’ı dışlayarak Annan Planını destekledi. Kıbrıslı Türkler üzerinde baskı kurarak, “yes be Annem” kampanyaları ile bu planın Türk tarafı referandumunda, yüzde 65 ile kabulünü sağladı. (Nisan 2004) Ancak bereket Rum tarafındaki referandumda yüzde 75 “hayır” çıktığı için plan devreye giremedi. Annan Planını Rumlar da kabul etseydi bugün KKTC’de Türk varlığı kalmayacaktı.
****
Ağustos 1990’da Irak ordusunun Kuveyt’e girmesiyle başlayan Birinci Körfez Savaşında, ABD Türk Ordusunun da Irak’a girmesini istedi. Cumhurbaşkanı Özal bu teklifi “Türkiye’yi federasyon yapıp Kerkük ve Musul’u bir federe devlet olarak Türkiye’ye bağlamak” hayaliyle kabul etti. Fakat Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, Başbakan Yıldırım Akbulut, TBMM Başkanı ve bazı akil devlet adamları direndiler. Torumtay istifa etti. Özal kararını geri almak zorunda kaldı.
20 Mart 2003’te İkinci Körfez Savaşı ile Irak’ın İşgaline karar veren ABD’nin bizden talepleri oldu. Güneydoğu bölgemizin tamamında üsler kuracak, Trabzon ve Sabiha Gökçen Havalimanları dahil birçok stratejik alanlarımızı kullanma hakkını elde edecekti. TBMM’de 1 Mart 2003 tezkeresi geçmemiş ve NATO müttefiki olan Türkiye, bu işgal için topraklarının kullanılmasını reddetmiştir.
****
ABD yönetimleri iki Körfez Savaşındaki Türkiye’nin tutumunu hiç unutmadı. Türkiye’nin de ancak kurumların ve kurulların çalışmadığı bir tek adam yönetiminde olması halinde her istediğini yaptırabileceğini gördüler. “Keşke Türkiye de -Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi- bütün zaaflarını, yanlışlarını, haram servetlerini bildiği liderlerin yönettiği ülkeler gibi olsaydı” diye düşündüler.
Bu tür otokrat liderler ömür boyu ülkelerini yönetmek isterler. İktidardan düştüklerinde kaybedecekleri o kadar çok şey vardır ki koltuklarını kaybetme riskini göze alamazlar. Bunların ülke içinde güçlü kalması ve onları dizginleyecek kurumların ve kuralların olmaması ABD’nin işine gelir.
***********************************
En Büyük Riskimiz: Tek Adam Rejimi
Elbette şu anda Türkiye ekonomisinin çok kırılgan yapısı büyük risktir. “Hukukun siyasallaşmasının” ekonomiye olumsuz etkilerini görmeye devam ediyoruz.
En son 19 Mart 2025 İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve ekibinin tutuklanmasıyla başlayan süreçte üç haftada Merkez Bankası rezervinden 37 Milyar dolar kaybettik.
Fakat bence en zayıf tarafımız “çok güçlü bir tek adam yönetiminde olmaktır.” Kuvvetler ayrılığı yok. Yasama, yürütme, yargı ve idare bir siyasi lidere bağlı. Artık Türkiye’nin milli yararlarına en uygun seçeneği tartışabilecek bir “ortak akıl” mekanizması da yoktur. Tek adamın yanlış kararlarına karşı çıkabilecek kurumlar kalmamıştır.
Üstelik, Erdoğan ömür boyu Cumhurbaşkanı olmayı istemektedir. Ancak aday olmasına Anayasa engeli, aday olsa bile seçmen desteğinin azalmış olması gibi zorluklar var.
Erdoğan tek çıkış yolunu DEM desteğini almak, bunun için PKK ve patronlarıyla anlaşmaya varmakta görürse diye endişe ediyorum.
Bu durumda bizi bölünmekten sadece yüce Tanrının yardımı kurtarabilir. Tıpkı Kıbrıs referandumunda Rum tarafına “hayır” oyu verdirdiği gibi bir mucize olur mu dersiniz?
Fiyatları Kim Artırıyor?
Ekonomi nedir? Ekonomist kimdir? Biz mi ekonomiyi yönetiyoruz yoksa ekonomi mi bizi yönetiyor? İşler karıştıkça karıştı. Önce “ben ekonomistim” diyenlerden sıdkımız sıyrıldı. Bu daha önce de olmuştu. Çiller döneminde periyodik olarak tekrarladığımız bir hata yapılmış, piyasa gerektirmezken ve Merkez Bankasının özerkliği çiğnenerek (o zaman da laf dinlemiyordu zahir) faizler düşürülmüştü. Sonuç: Dövizin fırlaması, enflasyonun fırlaması, fakirleşme. Bir milyon lira bozuk para oldu. Bugünkü bir lira o dönemin bir milyonudur. Yabancı seyahat acentaları, “Türkiye’ye gelin, sizi milyoner yapalım!” diye reklamlar yayımlıyordu. Bu dönem, Türkiye’nin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla grafiğinde bir kırılma, bir düşüş olarak görülür. Etkisi o günle sınırlı değildir. O kırılma olmasaydı bugün her vatandaşın cebinde şu kadar daha fazla alım gücü olacaktı… İşte tam o günlerde rahmetli Demirel, yurt gezisinde bir kız çocuğu ile sohbet etmişti:
Büyüyünce ne olacaksın?
Ekonomist.
Olmasan da olur.
Bu Çiller’e atılmış bir laftı. Ama Çiller, biliyorsunuz gerçekten ekonomistti, ekonomi profesörüydü. Demek ki yetmiyor.
Fahiş fiyatlar mücadele
Hani karasineklerde görülen bir hâldir. Açık havaya çıkıyor zannıyla ışık gelen pencereye uçarlar, cama çarparlar. Sonra döner bir daha çarparlar. Sonra bir daha… Çiller’in geçen asırda yaptığı hatayı bu asırda tekrarladık. Demek neymiş? Aynı şeyleri yapınca aynı sonuç alınıyormuş. Hayret ki ne hayret!
Ne oluyoruz derken Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu, bir fetva verdi: “Fiyatları belirleyen Allah’tır!” Kıyamet koptu. Bir taraftan, o öyle demek değil, diyenler diğer taraftan Yüksek Kurulu eleştirenler. Fakat kaskatı bir klişe bu olan bitene çok yakıştı: “Zamanlama manidar!” Çünkü zaman, nas ekonomisiyle başlayan toprak kaymasının hemen ertesine rast geliyordu. “1400 yıl beklediniz de bu hadis şimdi mi aklınıza geldi?” diye düşünenler vardı. Aslında fetva, “İslam’da kâr haddi var mıdır?” sorusu üzerine verilmişti. Ama soru için de söyleyebiliriz: Zamanlama manidar. Daha doğrusu sorunun tam zamanıydı!
Evet, şimdi soralım. Kârlar sınırlanmalı mı? Fiyatlar sınırlanmalı mı? Narhtan ne haber?
Bir kelimede ekonomi
Doğru cevap, aslında hadisteki gibidir. Fiyatları her zaman Allah belirler. Ama bu belirleme kulun yapıp ettiklerine, aklına veya aptallığına göredir. Daha seküler bir cevap isterseniz, Adam Smith’in sözünü söylersiniz: “Fiyatları gizli bir el belirler.” Piyasanın eli. İşte ne yaparsanız, o gizli elin ne karşılık vereceği ilmine ekonomi diyorlar. Ve galiba Wilfredo Pareto’nun sözüydü, “Ekonomide doktrinler yoktur; sadece ekonomi bilenlerle ekonomi bilmeyenler vardır.”
“Fiyatlar sınırlanmalı mı?” sorusuna yine cevap vermedim. Heyecanlı oluyor, biraz daha uzatayım…
Bir zamanlar “bir derste ekonomi” diye bir muhabbet başlamıştı. Sonra bu, “bir sayfada ekonomi” oldu. “Bir cümlede ekonomi” ve “bir kelimede ekonomi”ye kadar evrildi. Bir cümlede olanı, sık tekrarlanan bir tarifti, “Sınırlı mal ve hizmetin, insanların sınırsız taleplerine göre paylaştırılması bilimi.”
Muhabbeti kimin başlattığını unutmuştum. Baktım, eski bir dostmuş: Mark Skousen. Nereden eski dost oluyor? Yıllar önce okuduğum, 2001 tarihli Modern İktisadın İnşası kitabının yazarı. Genel ekonomi ders kitabı gibidir ama pek güzel yazılmıştır. Galiba Türkçesi ilk Liberte’den çıkmıştı. Şimdi Adres Yayınlarıından…
Fiyat!
Gelelim en heyecanlısına: Bir kelimede ekonomi. Cevap: Fiyat. Bu kadar. Gerçekten ister Allah’ın işi deyin ister tabiat kanunu ister gizli el… Sonuçta ekonomi platosuna fiyat geçidinden tırmanırsanız her şey önünüzde açılıverir.
Şimdi asıl soruya dönelim: Fiyatları kim belirliyor? Fahiş fiyatlara müdahale edilmeli mi? Fahiş fiyatlarla mücadele edilmeli mi?
Fiyatları ekonomi bilimi belirler. İsterseniz “gizli el” belirler deyin. Aynı şeydir. Allah mı belirler? Evet. Çünkü ekonomi bir toplum bilimidir ve toplum bilimleri de son çözümlemede tabiat bilimidir. Din gözüyle bilim zaten “sünnetullah”ı keşfetmektir.
İnsana hiç mi rol yok? Çok rol var. Az önce söylediğim gibi, ekonomi bilimi, “İnsan ne yaparsa fiyatlar ne olur?” sorusuna cevap aramaktan ibarettir.
Şimdi yere inelim. Fiyat, arz ile talebin kesiştiği noktada belirlenir. Talep arttıkça fiyat yükselir. Üretim, yani arz arttıkça fiyat düşer. İnsan, daha doğrusu yönetim bunun neresinde: Yönetimin görevi üretimi arttırmak ve üretimin artabilmesi için üretim maliyetini düşüren önlemleri almaktır. “Üretim maliyetini düşürmek” verimi arttırmak demektir. Bu kadar basit ve bu kadar zor.
Bu şu demek: Fiyatı değiştirmek için sebeplerle uğraşacaksınız. Sonuçla, yani fiyatla uğraşmayacaksınız.
Bir gerçek ekonomist Nobel nutkunda şöyle demişti: “Biz iktisatçılar birçok şeyi bilmeyiz ama iki şeyi iyi biliyoruz: Fiyatları zorla düşürmeye kalkarsanız ürün piyasadan kaybolur. Kıtlık başlar. Fiyatları zorla yükseltmeye kalkarsanız, piyasayı talibi olmayan ürünle doldurursunuz; elinizde kalır. “
Ama fahiş fiyatlarla kahramanca mücadele etmek daha şanlı-şerefli değil mi? Hem iş mücadele olunca bir de rakip veya düşman icat ediyorsunuz: Doymayan, arsız satıcılar. Popülerliğiniz büsbütün artıyor. Kahraman iktidar hain fahiş fiyata karşı! İktidarın hiç kabahati yok. Kahrol düşman, e mi!
Hakîkî Lezzet
Lezzetin hakikî lezzet olması, ancak zevâl görmeyerek / sona ermeyerek devam eden, yani sürekli olan lezzetlerdir. Çünkü elemin zevali / bitişi lezzet olduğu gibi, lezzetin de zevali elemdir. Hattâ zevalin tasavvuru / düşünülmesi bile elemdir. Evet bütün mecazî / ilahî olmayan aşkların âh u enînleri / ah edip inlemeleri, feryâd u figanları / bağırıp çağırmaları, bu kısım elemlerdendir. Onların bütün dîvanlarında yer alan şiirlerinde yaptıkları ağlamaları, vâveylâ ve feryatları, hep mahbubları / sevdiklerinin firâk / ayrılık ve zevallerini tasavvur etmelerinden neş’et eden / meydana gelen elemlerdendir.
Evet, pek çok muvakkat / geçici lezzetler vardır ki, zevalleri; daimî acı ve elemleri netîce verdiği gibi, çok elem ve acıların da zevali / sona ermesi; lezîz lezzetlere sebep olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.
Canlıların Rızıkları
“Yeryüzünde kımıldanan hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a âit olmasın!” âyet-i kerîmesiyle, rızık Allah’ın taahhüdü altına alınmıştır. Fakat rızık iki kısımdır. Birisi hakikî rızıktır, diğeri mecazî / hakikî olmayan rızıktır. Yani biri zarurî rızıktır. Diğeri zarurî olmayan rızıktır.
Evet, hayâtı muhafaza edecek kadar gıda veriliyor. Cisim ve bedenin semizliği ve zayıflığı, rızkın çokluğuna ve azlığına bakmaz. Denizin balıkları ile karanın patlıcanları buna şahittir. Mecazî olan rızık ise âyetin taahhüdü altında değildir. Ancak çalışma ve kazanmaya bağlıdır.
Dünyanın Üç Yüzü
Dünyanın üç yüzü var.
Birinci yüzü: Cenab-ı Hakk’ın isimlerine bakar. Onların nakışlarını gösterir. O isimlere, mânâ-yı harfiyle, yani onlar için değil; onların yaratanına bakan ve O’nu gösteren mânâ ve anlamlarına nazar edilip bakıldığında, o isimlere aynalık eder. Dünyanın şu yüzü, Samedanî / her şey kendisine muhtaç olduğu halde, kendisinin hiçbir kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Yüce Allah’ın; okunması gereken ve okunduğunda gereğinin yapılması istenen sayısız mektuplarıdır. Dünyanın bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır.
İkinci yüzü: Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennetin mezraası / cenneti kazandıracak olan mahsulâtın ekim yeridir. Rahmetin çiçekliğidir. Şu yüzü de, evvelki yüzü gibi güzeldir. Hakarete / hor görülmeye değil, muhabbet ve sevgiye lâyıktır.
Üçüncü yüzü: İnsanın heveslerine bakar. Gafletin gerçekleri örten, saklayıcı perdesidir. Ehl-i dünyanın heveslerinin oyun yeri olan yüzüdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fâni / fena bulucu ve yok olucudur. Zâil / geçici ve elemli olup, aldatıcıdır.
İnsan Zayıftır
İnsan, fıtraten / yaratılışca gâyet zayıftır. Halbuki herşey ona ilişir, onu müteessir eder / üzer. Acı ve elemlere garkeder. Hem gâyet âcizdir. Hâlbuki belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Oysa ihtiyaçları pek ziyadedir. Hem tembel, iktidarsız ve güçsüzdür. Üstelik hayatın yükleri gâyet ağırdır.
Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Bununla beraber sevdiği, ünsiyet ettiği / alıştığı şeylerin zeval / yokluk ve firakı / ayrılması; mütemadiyen / devamlı olarak onu incitiyor.
Yine de, aklı ona yüksek maksatlar ve bâkî meyveler gösteriyor. Eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısa olmasına rağmen.
İşte bütün bunlar sebebiyle: “Allah, (ağır teklifleri) sizden hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır.” (Nisa Sûresi: 28)
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Neden Tanınmaz?
Türkiye’nin ata yadigârı Kıbrıs adasındaki soydaşlarımızı Rumların zulmünden, topyekûn katletmesinden kurtaralı 51 yıl, adalı Türklerin özgürlüklerine kavuşarak KKTC adıyla kendi devletlerini kurmasından bugüne 42 yıl geçti.
Ama ne adadaki bu değişimi, ne de Türklerin kurmuş olduğu KKTC’yi bugüne değin hiçbir ülke kabullenmedi. Türkiye dışında hiçbir ülke de bu devleti tanımadı!
Neden?
O kadar çok nedeni var ki!
Bu nedenlerin en başında geleni; Haçlı seferlerinden bu güne böylesine stratejik önemi olan bir coğrafyada tam da Akdeniz’in orta yerinde bulunan, Ortadoğu’yu yakından kontrol eden uçak gemisi konumundaki bu adada Türk’ün varlığı, Türk askerinin olması hiçbir zaman istenmedi de ondan…
Tarihin hiçbir döneminde Türklerin varlığının Orta Asya’nın dışına çıkması da istenmedi. Çünkü batılılara göre Türklerin batıya yayılması demek İslamiyet’in de genişlemesi, Hıristiyanlığın önüne geçmesi, insanları kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendiren kilisenin de önünü kesmekti de ondan…
Aslında Kıbrıs’ta yaşanan da budur!
Bugüne değin GKRY’deki Ortodoks Kilisesinin başındaki papazların istekleri dışında yönetimde bulunan hiçbir Rum lideri Türk tarafı ile çözüm adına müzakere edemedi. Kilise ne dediyse müzakere masasında sadece onu dile getirdi.
Rum Ortodoks Kilisesi bugüne değin gerçekleşen tüm müzakerelerde adanın yönetiminin Rum tarafında olmasını, Türklerin ise sadece azınlık haklarına razı olmasını istedi. Ondan sonra atılacak adımın, adanın Yunanistan’a ilhak olması da idealleriydi…
Tarihi gerçeğe de bakıldığında 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı da Ortodoks Kilisesinin Başpiskoposu Makarios’tu. Onun da amacı adayı Yunanistan’a bağlamaktı.
Kısacası adada yaşanan anlaşmazlığın temelinde Hıristiyan âleminin bu bölgede İslamiyet’in temsilcisi bir devletin olmasını istememesi vardır.
Bu gerçeğin dışında KKTC’nin tanınmamasının diğer önemli nedeni; ABD-AB-BM ve bölgede menfaati olan diğer devletlerin hem adanın çevresinde bulunan enerji yataklarının kullanılması, hem de adanın stratejik önemi nedeniyle Kıbrıs’ta üs bulundurmak istemeleridir. Bunun için de inanç merkezli politika öne çıkmakta. İslamiyet’in temsilcisi olarak gördükleri KKTC’yi tanımak yerine; Hristiyan âleminin temsilcisi olarak gördükleri Rum tarafını yasal hükümet olarak tanımak onların işine gelmektedir.
Bunun yanı sıra ekonominin, paranın gücü de önemlidir. Bunun en yakın örneği; KKTC’nin de gözlemci ülke olarak tanındığı Türk Devletler Teşkilatına üye ülkeler konumundaki; Türkmenistan-Kazakistan-Özbekistan ülkelerine AB’den yapılacak 15 milyar avroluk yatırımın da etkisiyle geçtiğimiz hafta GKRY’ne büyükelçi atamışlardır
TDT üye bu üç ülkenin diplomatik hamlesi karşısında Türkiye’den henüz bir açıklama yapılmadı. Ancak KKTC’yi tanımayan bu üç kardeş ülkenin Rum kesimine büyükelçi atamalarını sadece alacakları ekonomik yardım nedeniyle yaptıkları da söylenemez.
Çünkü yapılan bu hamlenin arka planında; Türkiye’nin Türk Cumhuriyetlerinde giderek artan gücünün AB tarafından fark edilmesi, bu iş birliğinde bir çatlak açılması, Hristiyan âleminin Avrasya platosuna uzanarak bu güç birliğini ayrıştırması yatmaktadır.
Türkiye’nin bu noktada Azerbaycan’dan alacağı güçlü bir destek ile AB’nin açmak istediği bu çatlağın önünü kesmesi, Türk Devletler Teşkilatına üye olan ülkeler ile ilişkilerini güçlendirmeye devam etmesi en uygun tercih olmalıdır.
Görülen odur ki!
KKTC’nin uluslararası camiada tanınması o kadar kolay olmayacaktır. Ama başta Türkiye’nin yöneticileri olmak üzere KKTC’deki yöneticiler de bu devletin tanıtılması faaliyetlerinden asla vazgeçmemeli, uluslararası ilişkilerde KKTC’nin tanınması mutlaka gündeme getirilmelidir.
Dünya var olduğundan beri devletlerarasında süregelen dinler savaşı, geçmişte silah gücü ile gerçekleşmişti, günümüzde ise ekonomik güçler çatışması ile devam etmektedir.
Türkiye bulunduğu coğrafyada, son yurdumuz Anadolu’daki güçlü yapısıyla örnek olmaya devam ettiği Avrasya platosundaki devletlerle olan işbirliğini devam ettirirken, uluslararası ilişkilerde de özellikle Hıristiyan âlemine mensup ülkelere sağladığı avantajları bir kez daha gözden geçirmeli, önümüzü kesmeye çalışan kimi ülkelere bu avantajlar hatırlatılarak onları daha dikkatli olmaya davet etmelidir.
Bir örnek vermek gerekirse Suriye’de yaşanan savaş nedeniyle özellikle Avrupa’ya yayılması muhtemel milyonlarca göçmenin önüne geçerek onlara kucak açan Türkiye’nin bu fedakârlığını unutanlara hatırlatmak bile yetecektir.
Din Bir İmtihan
“Din bir imtihandır.” İlâhî teklif, yani Allah’ın kulunu dinle mükellef / vazîfeli ve görevli kılması. Tecrübe etmesi / denemesi ve imtihana tâbi tutmasıdır. Ta ki, yüksek ruhlar ile aşağı ruhlar müsabakada / imtihan denen yarış meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, ta elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Bunun gibi, bu imtihan / sınav dünyasında olan İlâhî teklifler / dinin emirleri; kulu imtihanla bir müsabakaya sevk ediştir ki, bir maden hükmünde olan insanın; istidat ve kabiliyetlerindeki yüksek cevherler ile sıradan maddeleri birbirinden ayrılsın.
Kardeşlik ve Sevgi
İnsan İslâmiyet sayesinde, ibadet sevkiyle; bütün Müslümanlara karşı sâbit bir münasebet ve alâka kazanır. Kuvvetli bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete / kardeşliğe, hakikî / gerçek bir muhabbete / sevgiye sebep olur. Zaten tüm halkın kemâline ve birbiriyle yakınlık kurmasına, mânen yükselmesine başlangıç ve birinci basamaklar; kardeşlik ve sevgidir.
Korku ve Sevgi
İnsanın havf / korku ve muhabbeti / sevgisi halka yöneldiği takdirde, havf bir belâ ve elem olur. Muhabbet / sevgi ise, bir musîbet olur. Çünkü korkulan adam; ya ona merhamet etmez veya onun yalvarmalarını işitmez. Muhabbet edilen şahıs da, ya onu tanımaz veya sevgisine tenezzül etmez / ihtiyaç duymaz. Öyle ise, korku ve sevgiyi dünya ve insanlara çevirmekten vazgeçmek gerek. Koku ve sevgiyi; her şeyi hikmetle / bir gaye ve amaçla yaratan Yüce Allah’a yöneltmeli. Korku; O’nun merhametli kucağına atılmak olmalı. Tıpkı, çocuğun annesinin kucağına atıldığı gibi, lezzetli bir eziklik olsun. Muhabbet ve sevgin de, ebedî saadet ve mutluluğa vesile ve sebep olsun.
Kadın Kalbi
İnsanın en fazla ihtiyacını tatmin eden; kalbine mukabil / uygun bir kadının mevcut bulunmasıdır. Böylece her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler / değişsinler. Lezzetlerde birbirine ortak. Gamlı ve kederli şeylerde ise, yekdiğerine muavin / yardımcı olsunlar. Evet bir işte mütehayyir / şaşkın kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden / düşünen adam; ister ki, birisi gelsin de kendisiyle o hayret ve o tefekkürü paylaşsın. Bu durumda kalblerin en lâtîfi / hoşa gideni, en şefkatlisi ise, kadın kalbidir.
İnsanın Yaratılış Gayesi
İnsan, yaratılışının hikmet ve gayesini unutup, fıtrî vazîfesini terk ederek; kendine mânâ-yı ismiyle / sadece kendisini bilip tanımak açısından baksa, yani kendini mâlik ve sâhip kabul etse, o vakit emanete hıyanet eder. “Onu (o nefsi, isyanıyla) örten ise, mutlaka hüsrana uğramıştır!” hükmü altına girer.
İşte “ene” / insanın benlik duygusu, şu hâinane vaziyetinde iken, tam bir cahilliktedir. Binler fenleri bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir / en büyük bir câhil / bilgisizdir. Çünkü duyguları, fikirleri; kâinatın Allah’ı tanıtan nurlarını getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve devam ettirecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyanır. Tam bir hikmet bile gelse, nefsinde tam bir mânâsızlık sûret ve şeklini alır.
Çünkü şu hâldeki “ene”nin rengi ve görünüşü, şirk ve ta’tîldir. Yaratılış gaye ve maksadını yerine getirmemektir. Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o “ene”deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.
Milli Şehidimiz Kaymakam Kemal Bey
‘’Ermeni Patrikhanesinin iftiraları; Nemrut Mustafa’nın hükmü; Mustafa Sabri’nin fetvası; İşkâlcı İngiliz’in Fransız’ın baskısıyla; Vahdettin’in onayıyla; ecnebilere yaranmak için beni asıyorlar. Fertler ölür Türk Milleti yaşar’’ söylediği son sözleriydi.
*
106.yılında Milli Şehidimiz Kaymakam Kemal Bey’i anıyoruz. 1.Dünya Savaşında Osmanlı devletini sırtından vuran Osmanlı vatandaşı Ermenilerin son kurbanı Milli Şehidimiz Kaymakam Kemal Bey’in içler acısı idamına alkış tutan Ermeni’yi ve diasporasını Türk gencinin çok şümullü tanıması üzerlerinde milli bir görevdir.
Birinci dünya savaşı günleri ve öncesi, Ermeniler Azerbaycan ve Anadolu’da 2 milyon insanımızı emsali görülmemiş bir vahşetle katletmiştir. Osmanlı Devleti, 24 Nisan 1915 günü bir kanun çıkararak, bu hainlerin bir kısmını Anadolu’dan, Osmanlı Devletinin bir başka bölgesi olan Suriye’ye göç ettirmiştir. Ermenilerin suçu büyüktür. Anadolu’nun birçok yerinde erkeği savaşa gitmiş, erkeksiz kalan köylerimizde ve şehirlerimizde insanlarımızı katletmiş, samanlıklara, camilere doldurarak diri diri yakmış milyonla insanımızın canına kıyılmıştır. En önemlisi, cepheye giden silah ve mühimmatı engellemişler ve bu silahlar ele geçirilerek Müslüman halka karşı kullanmışlardır. Bu hainlerin başında genellikle Osmanlı Devletinin Ermeni milletvekilleri yer almıştır. Bu göç sırasında Ermenilerin tüm ihtiyaçları karşılanmış, belirli istasyonlarda dinlendirilmiş, yaraları sarılmış ve gittikleri yerlerde ekecekleri buğdayına kadar her ihtiyaçları yanlarına verilmiştir.
1919 yılında müttefikler İstanbul’u işgal ettiğinde, Kana susamış Ermeniler işgal kuvvetlerini kandırarak, bütün bu mecburi göç olayından Yozgat Boğazlayan Kaymakamı Kemal Beyi sorumlu tutmuşlar ve işgal kuvvetleri işbirlikçisi Nemrut Mustafa Paşa mahkemesinde yargılanmasını sağlayarak 10 Nisan 1919 günü Beyazıt meydanında idam ettirmişlerdir.
Bu kahraman vatan evladı; “beni haksız yere idam ediyorlar, ben masum bir devlet memuruyum, tek suçum bana verilen görevi yerine getirmek olmuştur. Kimsenin de burnunun kanamasına sebep olmadım. Adalet buna diyorlarsa kahrolsun adalet. Ben şimdi cephede düşman üzerine giden bir nefer gibi şahadet şerbetini içmeye gidiyorum. Çocuklarımı yüce Türk milletine emanet ediyorum. Allah vatana millete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar. Yaşasın Türk milleti” demiştir.
Kaymakam kemal bey, Kadıköy’de Kuşdilindeki ebedi istirahatgahında yatmaktadır.
Atatürk 14 Ekim 1922 de TBMM’nde çıkmasını sağladığı özel bir kanunla Kaymakam Kemal Beyi milli şehit ilan etmiştir.
Kaymakam kemal beyin idam kararı, Şahsında Türk milleti ve devletinin idam kararıdır. Fakat onun şahadeti, onu değil, ona kast edenleri boğmuş ve yok etmiştir.
Kaymakam Kemal Bey ve şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz. Nur içinde yatsınlar.
Trump Erdoğan’ı Seviyooo!
ABD Başkanı Trump “megaloman, narsist” gibi sıfatlarla anılan kendini çok beğenmiş, kendisini her şeyin en iyisini bilen, herkesten zeki ve becerikli gören biri.
Birinden bahsederken, işine yaramayacak veya kendisine sorun yaratacak biriyse, hemen “aptal” gibi kaba sıfatları yapıştırmaktan çekinmeyen hadsiz, saygısız bir adam. Bu kişi devlet başkanı olmuş, FED Başkanı olmuş, bilim insanı veya sanatçı olmuş fark etmez. Mesela Ukrayna devlet başkanına yaptığı saygısızlığın bir benzeri görülmüş değildir.
Trump, Gazze’de vatanlarını savunmak için 50 binden fazla şehit, yüzbinlerce gazi veren 2 milyondan fazla insana “burayı terk edin, turistik şehir yapacağım” diyen saygısız ve patavatsız bir Başkan.
Bu karakterdeki ABD Başkanı İsrail’in Gazze, Lübnan ve Suriye saldırılarına en büyük desteği vermekte. Trump, Ortadoğu politikasını İsrail’in menfaatlerine göre şekillendirmekte, “soykırımcı Netanyahu” ile birlikte yürütmekte.
Türkiye Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan ise Filistinli (Gazzeli) kardeşlerimizi en çok destekler görünen, gerektiğinde İsrail Başbakanına “one minute” çıkışını yapan “İslamcı” bir devlet başkanı.
Fakat -inanmakta zorlansak da- vallaha da billaha da TRUMP ERDOĞAN’I ÇOK SEVİYOOO.
Hem de bunu milyonlarca kişinin izlediği basın toplantısında -yanında Netanyahu varken- canlı yayınla ikinci defa duyurdu.
ABD tarihinde de Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de böyle bir siyasi aşk ilanı ilk defa yaşandı.
****
Trump, “Erdoğan gerçekten çok zeki. Kimsenin yapamadığını yaptı. Erdoğan’a ‘2000 yıldır kimsenin yapamadığını yaptınız, Suriye’yi ele geçirdiniz’ dedim. Erdoğan’ı seviyorum, o da beni seviyor” dedi.
İsrail Başbakanı Netanyahu’ya “Türkiye ile bir sorununuz varsa bunu gerçekten çözebilirim” dedi.
Türkiye ile sorunları çözme becerisini yine “Rahip Brunson’u Türkiye’den geri aldık. Bu o zamanlar büyük bir olaydı ve onu geri aldık” diye örneklendirerek anlattı.
Bu mesajlar tesadüfen verilmiş değil. Planlı bir mesaj paketi bu.
****
“Ya Benimsin Ya Kara Toprağın” Derse…
Kendinden başka hiç kimseyi beğenmeyen megaloman biri neden Erdoğan’ı bu kadar övdü ve sevgi gösterisinde bulundu?
“Ya benimsin ya kara toprağın” diyen sevgililer gibi davranacağını bilmek için kahin olmaya gerek yok. Erdoğan’a yazdığı mektupta “Aptal olma ekonomini mahvederim” diye tehdit ederek aldığı Rahip Brunson’u hatırlatması boşuna değil. Bu rahip için Erdoğan “bu can bu tende oldukça, bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi alamazsınız” demişti.
******************************
Trump Erdoğan’dan Ne İstedi Ve Ne Vermeyi Vaat Etti?
Belki de bu defa, Erdoğan Trump’ın istediklerini vermeye razı oldu veya Trump’ta böyle bir izlenim verdi.
ABD ve İsrail Erdoğan’dan hangi konularda destek istemiş olabilir? Bunları bilgiye dayalı olarak söyleyemesek de açık kaynaklarda yer alan bilgilerden yorum yapabiliriz.
İlk olarak ABD/İsrail tarafından Suriye’deki yeni devlet yapılanması İsrail’in bölgedeki etkinliğini ve hâkimiyetini artıracak şekilde planlamıştır. Bunun için SDG dedikleri ABD/İsrail kuklası PKK/PYD yapılanmasının Türkiye tarafından tanınması ve güçlendirilmesi istenmiş olabilir.
İkinci aşamada, ABD/ İsrail’in İran ile yapacağı muhtemel bir savaşta, Türkiye’nin ABD/ İsrail tarafından yana olması çok önemli. Bir “İslam devleti” olan İran’a karşı -“Müslüman” kimliğini öne çıkaran güçlü bir Cumhurbaşkanının yönetimindeki- Türkiye’nin ABD/ İsrail safında yer alması işlerini çok kolaylaştıracaktır.
****
Trump bunları Erdoğan’a kabul ettirmek için neler vermeyi vaat etmiş olabilir?
“Yargı sopasıyla siyaseti tanzim etme ve rakiplerini tasfiye etmek gibi uygulamalara ‘bunlar sizin iç işiniz’ diyerek müdahil olmayız, hatta ömür boyu başkan olma planınızı da destekleriz” demiş olabilirler.
“Siz PKK’ya silah bıraktırma projesini başlatın, yeni Anayasa ile üniter devlet yapısını federasyona çevirecek hukuki altyapıyı hazırlayın. Biz de Suriye ve Irak’taki Kürtleri sizin himayenize veririz. Böylece “Misak-ı Milli hudutlarına genişledik” propagandası ile seçimleri kazanırsınız” denmiş olabilir. (Türkiye’yi önce büyüterek, sonra küçültme projesi yeni değildir.)
Bunları vehim sayanlar olabilir. Öyle olmasını en çok ben isterim. Ama ben Trump ve Netanyahu’nun düşmanlığı kadar hatta daha çok onların muhabbetlerinden korkuyorum.
**********************************
Neden “Suriye’yi Ele Geçirdiniz” Dedi?
Suriye’de Esad rejimini -tereyağdan kıl çeker gibi- sona erdiren ABD değil miydi? Peki, Başkan Trump, Suriye’deki kendi başarılarını neden Erdoğan’a devretmeye çalışıyor?
ABD ve İsrail’in ortak politikası ve operasyonları ile Suriye’de tek kazanan İsrail oldu.
İSRAİL Suriye içinde toprak kazandı, su kaynaklarını ele geçirdi. Suriye’de bir günde 600 hedefe operasyon yapabildi. Esad rejiminden kalan ordunun bütün savaş malzemesini yok etti. Türkiye’nin Suriye içinde kurmaya çalıştığı askeri üssü bombaladı. Kuklası PKK/PYD’nin devlet yapılanmasını güçlendirdi.
Türkiye’nin şu ana kadar kazandığı bir şey yok. Suriye’deki Ahmet Eş Şara’nın kurduğu hükümette Türkmenlerin bir tek temsilcisi yok. İkinci etnik grup olan Türkmenlerin statüsünü konuşan yok. Türkiye’nin para harcayarak oluşturduğu Suriye Milli Ordusu ne durumda bilen yok.
Buna rağmen Trump ısrarla Erdoğan’a “2 bin yıldır kimsenin yapamadığını yaptınız, Suriye’yi ele geçirdiniz”demeye devam ediyor.
2 bin yıl önceyi, Suriye’de Yahudi hâkimiyeti dönemini hatırlatması tesadüf olamaz.
Belki de Suriye’de yakın gelecekte Ahmet Eş Şara yönetimini de -“terörist” oldukları gerekçesiyle- yıkmaya niyetleniyorlar. O zaman “bu teröristlerin ortağı idi” diyerek Türkiye’yi sorumlu tutmak istiyor olabilir mi?
Yoksa sadece Erdoğan’ın egosunu besleyecek pohpohlamalarla gaza mı getirmek istiyor? Bilemiyoruz.
Ama ben yine de bu iki adamın (Trump ve Netanyahu) ülkemin Cumhurbaşkanını bu kadar seviyor olmasından endişeliyim.
“Milli Şehit” Kaymakam Kemal Bey’den Ümit Özdağ’a Türk Çocuklarının Kaderi!
Bir 10 Nisan daha geldi!
Ne olmuştu bu 10 Nisan (1919) da? Bu sorunun cevabı bugün birçok insanımız tarafından henüz verilebilir değil! Hâlbuki çok net cevaplar verebilmeliydik…
Dün Kaymakam Kemal Beyi konuşurken günümüzde de Ümit Özdağ’ı konuşmak zorunda kaldık!
O gün bir Türk evladı, hem Yozgat mutasarrıflığı hem de Boğazlıyan kaymakamlığı yapmış olan Kemal Bey, İngiliz ve Fransızların isteği ve yerli işbirlikçilerin kararı ile İstanbul Beyazıt Meydanında örf ve adetlerin hilafına güpe gündüz asılarak şehit edildi.
Bugünde bir Türk evladı olan Ümit Özdağ haksız ve hukuksuz bir şekilde adeta rehin tutularak mahkûm edilmek ve siyaseten yasaklı hale getirilmeye çalışılıyor.
Kaymakam Kemal Bey hakkında kararı kim verdi? Kürt Nemrut Mustafa Paşa Divanı denilen bir kısım hain kararı verirken günümüzde bazı kesimlerce göklere çıkarılan padişah da kararı hiç çekinmeden onayladı!
Buna benzer nedenlerle ve aynı şekilde yargılanıp asılarak şehit edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Beyi de, sizlere hatırlatmalıyım…
Ancak 23 Nisan 1920’de açılan Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir kanun çıkartarak, işbirlikçi ihanetin asarak şehit ettiği Kaymakam Kemal Beyi “Milli Şehit” ilan etti.
Bu konu, basit bir hukuki ve siyasal bir karar olmaktan çok öte olup, Türk Milleti açısından fevkalade büyük bir önem teşkil etmektedir… Tıpkı benzerlikler gördüğüm Ümit Özdağ hadisesinde olduğu gibi!
Türkiye’ye Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde hâkim olmayı başarmış olan “kara düzen”, üzülerek ifade etmeliyim ki; birçok vatan evladına benzer ezayı reva görmüştür.
Türkçülük davası, memuriyetten ve ordudan haksız uzaklaştırmalar, vurmalar – kırmalar – dökmeler, 12 Eylül öncesi kardeşin kardeşi kırmasına seyirci kalmalar, 12 Eylül sonrası haksız idamlar, işkenceler ve türlü mağduriyetler, 1984’ten sonra başlayan etnik bölücü terör, ABD, İngiltere ve İsrail başta olmak üzere dış güçlerce desteklenen Fetö’ce yürürlüğe konan Ergenekon-Balyoz ve benzeri davalar (mahkemeler) nihayet Amerikancı cemaatin 15 Temmuz kalkışması ile bu olaylar hakkında gösterilen gaflet, dalalet ve ihanetin; bizlere Kaymakam Kemal Bey’in şehadetinde etkin rolü olan dış güçler ve yerli işbirlikçilerinin halen mevcudiyetini göstermesi bakımından çok ilginç örneklerdir. Nitekim bu olaylar, Türk Milletinin binlerce şehit ve gazi vermesine bununla birlikte büyük mağduriyetlerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Şimdi de yine Ümit Özdağ üzerinden Türk Milleti mağdur edilmeye çalışılıyor. Çünkü açık ve net olarak görülüyor ki, Ümit Özdağ Türk Milletinin hakkını hukukunu arıyor.
Kaymakam Kemal Bey, 1919’da Ermenilerin isteği ve İngiliz ile Fransızların ısrarı üzerine haksız ve hukuksuz bir şekilde idam edilmişti.
Bugün Ümit Özdağ kimlerin isteği ve ısrarı üzerine yargılanmak ve siyaseten yasaklı hale getirilmek isteniyor diye sormak lazım! Sakın ABD, İsrail ve İngiltere’nin “Büyük Kürdistan Projesi”ni ve “Türkiye’nin Demografik İşgali”ni önlemesin diye olmasın?
Bu nedenle Türkiye’nin en büyük sıkıntısı ekonomik sorunlar değil kendi çocuklarının hayatlarının kararmasına ve canlarının yitirilmesine sebep olan işbirlikçi bir “Kara düzen”in varlığıdır. Bugün Ümit Özdağ bu “Kara düzen”in hedefi halindedir.
10 Nisan 2005 tarihinde Kaymakam Kemal Beyi şehadetinin 86.yıldönümünde ilk defa asıldığı yer olan Beyazıt Meydanında benimde içinde bulunduğum 100 kişilik bir kalabalıkla anıldı (11 Nisan 2005 tarihli Hürriyet Gazetesi öyle diyor) ve anısına bir taş dikildi.
Bu törende topluluğa hitap edenlerin bir ikisi hariç (ben dahil) hepsi Ergenekon davasından içeri alındı ve yıllarca hapiste çürütüldüler… Rahmetli Muzaffer Tekin’de oradaydı diye çok net hatırlıyorum.
Törenden sonra Kaymakam Kemal Bey’in anısına dikilen taş birkaç saat içerisinde “kara düzen”in elemanları tarafından oradan kaldırılıverdi. Bu olay İngiltere, ABD, Fransa, Almanya, İsrail, Rusya ve Çin gibi ülkelerde olsa bırakın bu taşın konulması için 86 yıl beklenmesini hemen o meydana bir anıt dikilirdi! Hem de şehidimiz Meclis tarafından kanunla “Milli Şehit” bile ilan edilmişken! Biz ise izi bile olmasın istenilen bir noktadayız…
Hiç unutmam bu töreni binlerce kişiye haber vermiştim. Çünkü o dönem “Türkleri” ünvanının kullanılmasına bile izin verilmeyen (hala verilmedi) Rumeli Balkan Federasyonu‘nun kuruluşu ile uğraşıyordum. Kaymakam Kemal Bey ve ailesi de günümüzde Yunanistan toprakları içinde bulunan Teselya (Yenişehir) bölgesinden geliyordu. Bu durumu hatırlatarak herkese duyuru yapmıştım. Bunun üzerine hiç tanımadığım ve Kapalı Çarşı’da esnaf olduğunu söyleyen biri telefonla aradı ve bana “Bende Rumeliliyim… Bunu ilk defa duyuyorum! Sen bizleri nereye sürüklüyorsun? Ne yapmak istiyorsun? Başımızı derde sokma diye!” konuştu. Yani şuursuzluk, bilgisizlik ve korkaklık dışa vuruyordu anlayacağınız!
Bugün Ümit Özdağ yanında durmak için artık hiçbirimiz için şuursuzluk, bilgisizlik ve korkaklık mazeret olamaz… Dün kara düzene kurban ettiğimiz Kaymakam Kemal Bey’in arkasından hatırasını yaşatıyoruz ama bugün sağlığında Ümit Özdağ’ın yanında olacağız…
Kaymakam Kemal Bey, öldükten ve gömüldükten sonra da, Türk düşmanlarının gadrine uğradı. Vasiyeti üzerine defnedildiği Kadıköy Kuşdili’ndeki mezarı adeta yok edilmek istendi. Ancak bir avuç vatanseverin uğraşı ile kabri gün yüzüne çıkartıldı. Yine bir avuç vatan, devlet ve milliyetsever her 10 Nisan’da orada toplanıp Kaymakam Kemal Bey nezdinde tüm asker, polis, memur, öğretmen, kaymakam, doktor ve diğer şehitlerimizi anmaya devam etti ve ediyor.. İşte bu vatanseverler bugün “Mehmetçik Katillerine Af Yok” diye Türkiye’yi ayağa kaldıran Ümit Özdağ’ın yanında olacak.
Bu 10 Nisan’da Kaymakam Kemal Beyi anarken günümüzün Kaymakam Kemal Beyi rolünü üstlenmiş olan Ümit Özdağ’ı da unutmayalım…Kaymakam Kemal Bey’i anarken şehitleri hem Fatiha’larla analım hem de dosta ve düşmana Kaymakam Kemal Bey’in dar ağacında söylediği “Fertler Ölür Millet (Türk) Yaşar” sözünü birlikte haykıralım…
Biz hem Ümit Özdağ’ı yaşatacak hem de ona Türkiye’yi yönettireceğiz!
Verecek sarı öküzümüz yok.
Haydi Türk ayağa kalkma zamanı…