11.6 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 8

İzmir’i Gezdiniz mi?

 “Kapalı kapı yoktur, yanlış anahtar vardır.”

                   Mevlana

  İzmir denilince akla hemen Çeşme-Urla- Bergama gibi tarihi ve doğal güzellikleri fazla olan ilçeleri akla gelmektedir. Halbuki 5 milyona yakın nüfusu ile Türkiye’nin üçüncü büyük şehri olan İzmir merkezinin de gezilip görülecek pek çok yeri vardır.

  Bir davete katılımımız vesilesi ile gittiğimiz bu şehrin merkezini de gezmeyi düşündüm. Davet 1982de  benim gibi mecburi hizmet gereği İzmit SSK Hastanesine  Ankara Numune Hastanesinden gelmiş olan KBB uzmanı İlker Nalbant’dandı .Eşi Meliha Nalbant  Kuruçeşme Eczanesini kurup o mahallemizde sağlık hizmeti vermişti. Çocuklarımızla birlikte güzel hatıralarımızın olduğu Nalbant ailesinin büyük oğulları Kutay’ın düğününe davetliydik. Dr.İlker Nalbant gerek hastanedeki, gerekse Fethiye Caddesindeki muayenehanesinde yaptığı hekimliği ile o yıllarda sevilen ve aranılan birisi olmuştur. Hastaları ve meslektaşları arasında da  güvenilir  bir isimdi. 1990-1992 yıllarında Kocaeli Tabip Odası başkanlığı yapmıştır.1992 sonrası ailevi mecburiyetler sebebi ile İzmir’e gidip yerleşmişlerdir. Orada da mesleğinde güzel işlere imza atmış, özellikle o yıllarda yeni başlayan endoskopik cerrahi uygulamaları ile aranılan hekimlerden  olmuştur.

  İşte bu arkadaşımızın daveti  ile eşimle birlikte  bir gün önceden bu şehrimize gidip merkez Konak ilçesinin Mustafa Kemal Bulvarındaki deniz cepheli  Yalı Konak oteline yerleştik. Önce İzmir’in meşhur asansörünü sahilden yürüyerek gidip  görmeye karar verdik. İzmir’de bir zamanlar denizin sahiline  kokudan yanaşılmazken şimdi balık tutan insanları görmek burası için ayrı bir zenginlikti. İzmir’in meşhur asansörü 3 katlı bir  yapı olup sahil ile yukarıdaki mahalleyi birbirine bağlamak amacıyla yaptırılmıştır. 1907de İzmirli bir Yahudi tüccar vatandaşımız  yaptırıp hizmete sokmuştur. Halen İzmir Büyükşehir Belediyesince çalıştırılmaktadır. Giriş sokağının eski dokusunun korunmuş hali,  burada hediyelik eşya satışı yapan dükkan ve kafeleri ile, gelenlere geçmişi hatırlatan bir zamanı yaşatmaktadır.

   Sonra Konak meydanına geliyoruz. Ortada 1901de Sultan Abdulhamid’in 25. yılı için yapılmış  ve buranın sembolü olan güzel bir saat kulesini, hemen yanında 18. yy  da yapılmış dışındaki çinileri ve sekizgen  özelliği ile dikkat çeken Yalı camiini ve İzmirin Yunan işgalinden kurtuluşunda süvari birliğimizin bayrağımızı astığı valilik konağını görüyoruz. Buradan 1500’e yakın dükkanı  ve küçüklü büyüklü han ve camilerin bulunduğu  tarihi Kemeraltı çarşısına geçiyoruz .Hertürlü ihtiyaç malzemesinin bulunduğu ve alışverişinin yapıldığı bu çarşı, İzmirlilere olduğu kadar bölge insanı ve gelen turistler için de gezilip görülen  bir mekandır.

   İzmir’in Agora’sı da vardır..Romalılar zamanından, eski İzmir(Smyrna antik kenti) in bir hatırasıdır. Kemeraltı çarşısının bitiminde karşınıza çıkmaktadır. Anadolu’daki  en büyük agoradır. Biletimizi alıp girişteki bilgilendirme levhalarını okuyup geziyoruz. Çıkışta buradaki kazı çalışmalarına öncülük yapmış olan  müze müdürü Selahattin Kantar’ın  heykeli ile bir hatıra fotoğrafı çekiyoruz. Burasının üst tarafında bulunan Kadife Kale ile  Basmane garını görüp fuara geçiyoruz.

   Fuar, İzmir için önemli bir  değerdir. Bu yıl 94. etkinliğe ev sahipliği yapmıştır. Tarihçesi ilginç olup 1923deki İzmir İktisat Kongresi zamanında yapılan panayır zamanla buna dönüşmüştür. Burada M. Kemal Atatürk’ün “askeri ve siyasi zaferlerin ekonomik zaferlere taçlandırılması” uyarısı etkili olup yerli mallarının tanıtılması  ve ticaretinin artırılması düşüncesi ile yapılmıştır. 1931-41 yıllarında İzmir belediye başkanlığı yapmış olan  çocuk hekimi Behçet Uz,  bir yangın sonrası  bu alanda temizlik yaptırıp yeni yerler de ekleyerek 360 dönümlük bir alanı bu amaca dönüştürmüştür. Önce Kültür Parkı(1936) sonra da Uluslararası Fuar(1937) olarak adlandırılmıştır.     Eylülün ilk haftasındaki fuar etkinliği burada yapılmakta olup gezilip görülecek  birçok şey mevcuttur.

   Alsancak, İzmir’in diğer güzel bir bölgesidir.  Marka ürünlerin bulunduğu mağazalar, insanların yeme-içme ve güzel zaman geçirebilmelerine yönelik kafe ve restoranların da olduğu bir bölgedir.  İzmir bombası denen tatlısı ile şöhret olmuş  Çelebinin küçük dükkanı önündeki sıraya girip yarım saat gibi bekleyerek  tatlılarımızı alıyoruz. İzmir’in görülüp gezilecek diğer yerlerini bir başka sefere bırakarak otelimize geri dönüyoruz.

   Düğünümüz İzmir’in doğal güzelliklerinin ve düğün gibi etkinliklere uygun alanların çok olduğu İnciraltı’ndaydı. Gelen misafirler ikramlar ile ağırlanırken gelin ve damadın nikahları kıyılıp peşinden danslar, oyunlar halaylar çekilip en sonunda İzmir’in meşhur “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” şarkısı ile eğlencemiz sonlandırıldı. Bitişik salonda da benzeri bir finalin olması buraya özel hoş bir zenginlik olarak hatıramızda kalacaktır.

  Nalbant ailesinin mutluluğuna eşlik etmenin ve İzmir’imizi de gezip görmenin hazzı ile diğer oğul Eray tarafından ve onun 97 model klasik fort jeepi ile otelimize bırakıldık. Ve dönüş İzmit’imize…

  Çokca gezip görme imkanı bulmanız ve  sağlıkta olmanız dileklerimle….

                                                                               

Kıbrıs’ta Çözüm Olur mu?

              Kıbrıs adasında 1968 yılından beri devam eden müzakereler sürecine bakıldığında taraflar arasında yapılan görüşmelerin hiçbirisinden bir sonuç alınamamıştır.

              Her defasında yeniden başlayan bu süreç öncesine bakıldığında ise, Rum tarafının kabul edilmesi mümkün olmayan talepleri, Türk tarafının hak ve hukukunu gasp eden yaklaşımıyla karşılaşılmıştır.

            Şurası öylesine açık ve nettir ki; Rumlar müzakereler döneminin hiç birisinde talep ettikleri parametrelerden bir adım dahi geri atmamıştır.

            Pekiyi Rum tarafının çözüm adına ortaya koymuş oldukları bu parametreler nedir? Hangi konu başlıklarını içermektedir?

            Rum tarafının çözüm adına ortaya koydukları, her müzakere döneminde hiçbir şekilde vazgeçmedikleri en önemli konu; Türkiye’nin ada üzerindeki garantörlük hakkının ortadan kaldırılması ve Türk askerinin adayı terk etmesidir.

           Kıbrıs’ta 1974’te yaşanan savaş sonrasında adanın güneyine göç eden Rumların yeniden kuzeye dönmeleri çözüm olabilmesi için onlar adına ikinci öncelikli konudur.

           Hiçbir müzakere sürecinde Kıbrıs Türk Halkının siyasi ve ekonomik yönden eşitliği, bağımsızlığı, ada üzerindeki yaşam hakları bu sürecin hiçbir döneminde adaletli bir şekilde görüşme masasında ele alınamamış, her defasında Rum tarafının türlü engellerine takılmıştır.

          Adada her müzakere döneminde konu edilen kapalı Maraş bölgesi, Ercan havaalanının uluslararası uçuşlara, Gazimağosa derin limanının uluslararası kullanıma açılması da; çözüm sürecine damgasını vuran konular olmuş ama her defasında Rum tarafının olumsuz yaklaşımları nedeniyle bu konularda da bir sonuç alınamamıştır.

          Günümüz dünyasına bakıldığında kendi vatanında yaşayan bir toplumun, ona komşu bir diğer toplum tarafından bu kadar izole edildiği, her türlü yaşam hakkının türlü tuzaklarla engellendiği bir coğrafya yoktur.

         Kıbrıs Türk’ü halen doğup, büyüdüğü topraklarda izole bir hayat yaşamakta, anavatan Türkiye’nin tanıması, koruyup kollamasından başka bir güvencesi bulunmamaktadır.

         Böylesi bir duruma çözüm bulunabilmesi için BM ve AB çatısı altında yapılan görüşmelerden de hiç bir sonuç alınamamış, bunun dışında bölge ve bölge dışındaki ülkelerin çözüm gayretlerinden de bir sonuç çıkmamıştır.

        Adada yaşanan bu olumsuzluklara özellikle son iki yıldır eklenen Doğu Akdeniz ve ada çevresindeki enerji yataklarının kullanımı konusuyla ilgili anlaşmazlıklar, bu çözümsüzlüğü yeni bir zemine ama özellikle emperyalist güçlerin bölgeden enerji payı kopartmaları sürecine taşımıştır.

       Artık Kıbrıs adasındaki çözüm, sadece ada üzerinde garantörlük hakları olan ülkeleri değil, bölgenin enerji yataklarının kullanımı nedeniyle Rumlarla anlaşmalar yapan diğer ülkeleri de ilgilendirmektedir.

      Kıbrıs konusuna çözüm bulmak amacıyla Crans Montana’da yapılan son müzakerelerden de bir sonuç çıkmayınca; bu defa da özellikle Doğu Akdeniz’de yaşanan enerji sorunuyla ilgili gergin bir sürece girilmiştir.

     Kıbrıs konusuyla ilgili 60 yıldan bu yana süren anlaşmazlıkların temelinde Rum tarafının kendi isteklerinin dışında hiçbir konuda çözüme yanaşmaması vardır.

      Aslında Rum tarafı AB’ye üye yapılmakla, yıllardan beri uluslararası camia tarafından Kıbrıs’ın yasal hükümeti gibi muamele görmekle adada istedikleri her şeyi elde etmişlerdir.

      Onlar için bir tek şey kalmıştır! O da yeniden adanın kuzeyine dönmek, Türkiye ve Türk askerinden kurtulmaktır. Bu nedenle adanın kuzeyinde yaşayan Türklerin neler çektikleri, onların izolasyonu, tanınıp tanınmamaları, gelecekleri, adadaki yasal hak ve hukukları onlar için bir şey ifade etmemektedir.

         Zaman; Rum tarafı için adada yaşanan süreci kendi lehlerine kullanmak amacıyla kullandıkları en önemli silah, Türk tarafı içinse geleceğin bilinmezlerini içeren problemler karmaşası olmuştur.

         Kıbrıs’ta yarım asrı çoktan aşan bu süreçte yaşananlara bakıldığında taraflar arasında mutabakat sağlayan bir çözüm olabilmesi çok zor, hatta imkânsızdır.      

        Artık Kıbrıs konusuyla ilgili çözüm olacak diye bir 60 yıl daha beklemeye ne Türkiye’nin, ne de KKTC yönetiminin bir sabrı kalmamıştır.

       Özellikle Türkiye’nin atacağı yeni/öncelikli adımların en başında adanın kuzeyinde kurulu, 42 yıldır dimdik ayakta duran KKTC devletinin uluslararası camiada tanıtılması olmalıdır.  Bu adım; yıllardan beri Rumların Kıbrıs Türk’üne uyguladığı her türlü insanlık dışı ambargolara son vereceği gibi, yıllardır çözüm sürecini engelleyen Rum tarafına da hak ettiği yanıt olacaktır.

       Böylesi bir adım, aynı zamanda Türkiye’nin Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki varlığına, bölgesel enerji kaynakları üzerindeki hak ve hukukuna ayrı bir güç katacak ama en önemlisi Kıbrıs konusunda aranan çözüm de böylece sağlanmış olacaktır.

RTÜK out YTÜK in

ABD’de çocuklar zevk için eskisi kadar çok kitap okumuyormuş. Dünyaca ünlü PEW anket-araştırma şirketi 1984’ten beri Amerikan çocuklarına ödev dışı, zevk için ne sıklıkta kitap okuduklarını sorarmış; 9, 13 ve 17 yaşlarındaki çocuklarına. “Hemen her gün okurum. ” diyenlerin yüzdelerinde 1984-2020 arasındaki değişme şöyle: 9 yaş grubunda %53’ten %42’ye; 13 yaş grubunda %35’ten %17’ye. Hemen hiç okumuyorum diyenler, bu iki grupta %9’dan %16’ya ve %8’den %29’a yükselmiş. 17 yaş grubunda 2020 soruşturması yok; 2012 var. Bu ağabey ve ablalarda, hemen her gün diyenler %31’den %19’a, hemen hiç okumuyorum diyenler de %9’dan %27’ye değişmiş.

Bu ne demek? Genel bir zihin çöküşü, entelektüel iflas mı görüyoruz, yoksa başka bir şey mi?

Benim kanaatim, başka bir şey…

Kitap kolay iş değil

Çok uzaktan bir bakış atalım: Kitap okuma diye bir “eğlence” türü ne zaman başladı dersiniz? Şüphe yok ki ancak matbaanın Avrupa’da keşfinden sonra. Yani 15. asrın sonundan bu yana. Ondan önce el yazması vardı ve el yazmasının üretimi çok meşakkatliydi. Kitaplar çok pahalıydı. Oxford kütüphanesindeki kitapların her birinin bir malikâne değerinde olduğunu biliyoruz. Kitaba ulaşmak fedakârlık isterdi. Neden mi? Oxford’daki kitaplara ulaşmak için dünyanın neresinde yaşıyorsanız kalkıp Oxford’a gitmeniz lazımdı veya Bağdat’a. Daha da eskiden İskenderiye’ye.

İskenderiye’de bir nefeslenelim. Sezar’ın tahrip ettiği bu kütüphanede raflar dolusu kitap mı bulurdunuz? Hayır. Kitaba daha çok vardı. İskenderiye Kütüphanesi’nde parşömen ruloları muhafaza edilirdi. Daha da geriye, Sümer’e giderseniz rulo da yok. Orada da kral sarayında kütüphane var, kütüphanede kil tabletler. Tablethane mi desek? Anlaşılan iare (ödünç verme) hizmeti de var ki tabletlerden birine, “Her kim bu tableti alır da geri getirmezse…” diye başlayan beddualar yazılmış.

Bütün bu hikâyeyi, şunu söyleyebilmek için anlattım: Aslolan mesaj. Tablet, rulo, suhuf, el yazması kitap, basılı kitap… Bunların hepsi mesajın taşıyıcıları. Yukarıda anlattığım PEW araştırmasının grafiklerine şöyle gözümü kısıp, hani borsa teknik analizcileri gibi, illa da anlam çıkaracağım diye baktığımda, asıl kırılmanın 1990’ların ortalarına denk geldiğini görür gibiyim. O zaman suçlu da ortaya çıkıyor: İnternet.

LLOYD VE LUTHER

Kitap mesajı iletir, sizi içine alır, mesajın içinde yaşatır. Ama mesajı almak için o kitabın yazılmasını, sonra da basılmasını beklemeye her zaman tahammül edemezsiniz. O zaman devreye gazete girer. Zaten matbaa, kitap ihtiyacından çok gazete ihtiyacından doğmuştur. İtalya’nın ortaklı gemilerinden haberleri, duvar gazeteleri verirmiş; matbaaya kadar. İngiltere’nin Lloyd’s Sigorta Şirketi de yine gemi haberleri için ilk gazeteyi çıkaranlardan biri. Matbaa isteyen bir başka grup da Luther’in Protestanları. İncilin Almancasını okumaları lazım. Okumaları için de Almanca İncilin basılması.

Lloyd’s, tarihî Lloyd’s List adlı gazetesini, 1734’te elle hazırlayıp bir Londra kahvehanesinin duvarında okuyucularına sunarmış. Hangi gemi, ne zaman nereden geldi; nereye ne götürecek… Sonra basıma geçmiş. 2013 Aralık ayına kadar basmış. O tarihte yaptığı bir ankette, basılı gazeteyi sadece 25 okuyucusunun arzu ettiğini belirlemiş ve onlardan özür dileyerek 279 yıl sonra sadece internet gazetesi yapmış.

Böyle, bir uçta saz şairlerinden öbür uçta televizyona iletişim diye, mesaj diye gidip gelebiliriz. Derken geçen hafta televizyon ucundan ses geldi. Vestel’in Nesnelerin İnterneti (IoT) ekibi şu haberi geçti: “Türkiye’de YouTube izleme süresi ilk kez uydu yayınlarını geride bıraktı. ” Geçtiğimiz Temmuz ve Ağustos aylarında toplam izlenme süresinde YouTube, uydu yayınlarını %43’e %36 gibi açık bir farkla geçmiş. Evet, insanlar televizyon ekranına pasif pasif bakıp ne verilirse onu almak yerine, YouTube’a giriyor ve oradaki Zekeriya Sofrası’ından istedikleri haberi ve yorumu seçip seyrediyorlar.

Televizyonda YouTube

Vestel, izlenme paylarındaki bu değişimin epey geçmişe dayandığını fakat Türkiye’de YouTube’un uydu yayınlarının önüne ilk defa geçen yaz geçtiğini söylüyor. Bu eğilim sadece Türkiye’ye ait değil. ABD’de de YouTube, izlenme oranlarında, üç ay üst üste birinci sırada yer almış. Birleşik Krallık’ta henüz sadece BBC’yi geçmemiş ama o da eli kulağındadır.

Vestel niçin bu izlenme oranlarıyla ilgileniyor ki? Hiç ilgilenmez mi! Azalan televizyon seyri onların televizyonlarından yapılıyor. Fakat Vestel, artan YouTube seyrinin de televizyonlarının ekranından yapılacağını hesaplıyor. Vestel Pazarlama Genel Müdürü Duygu Badem Uylukçuoğlu, “YouTube’un uydu yayınlarını geride bırakması, televizyonun geleceğinin artık platformlarla şekilleneceğini açıkça ortaya koyuyor. Türkiye’nin bu eğilime dâhil olması, televizyonun artık yalnızca yayın yapan bir cihaz olmaktan çıkıp dijital yaşamın merkezinde konumlanan bir etkileşim alanına dönüştüğünün göstergesi. ” demiş. Dikkat edin, “Televizyonun yerini YouTube alıyor. ” gibi ifadelerden dikkatle kaçınılıyor. “Uydu yayınlarının yerini YouTube alıyor. ” sözleri tercih ediliyor. İsterseniz “Antenin yerini…” de diyebilirsiniz.

Televizyon giderek internetin ekranı olacak. Uzaktan kumandalara uzaktan klavyeler, uzaktan fareler eklenecek. Sesle kumanda da belki.

İnsanı insan yapan ürettiği, aldığı, verdiği mesajlardır. O mesajların iletildiği ortam değişebilir. Şimdi hâkim ortam internet.

Bu arada RTÜK yerine bir de YTÜK kurmalı. Biz kontrolsüz duramayız. Ya davulcuya varırız ya zurnacıya.

https://millidusunce.com/rtuk-out-ytuk-in/

Mesele Kaan Değil Yalan

Yerli ve milli muharip uçağımız KAAN hakkında iktidar kanadından gelen çelişkili açıklamalar, devlet yönetimindeki zafiyeti sorgulatıyor. Erdoğan’ın Trump görüşmesinde gündeme gelen diğer stratejik konular bile bu tartışmanın gölgesinde kaldı.

Önce bu açıklamalara bakalım:

  •      Dışişleri Bakanı Hakan Fidan (28 Eylül 2025): New York’taki Türkevi’nde yaptığı açıklamada, “Şu anda almayı beklediğimiz F-35 ve KAAN’ın motorları var. ABD Kongresi’nde bekletiliyor, lisansları durmuş durumda. Onların hayata geçirilmesi lazım ki KAAN’ların üretimi başlayabilsin. Bizim ABD ile olan ilişkimizde sınırlamaların olması, bizi ister istemez uluslararası sistemde daha farklı arayışların içerisine itecek” dedi.
  • Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün: Fidan’ın sözlerinin ardından, “KAAN’ın teslimat takviminde gecikme yok. Tek kaynağa bağlı kalmıyoruz, alternatif tedariklerle çalışıyoruz. Yerli motor çalışmaları planlandığı gibi sürüyor. Seri üretimimizi riske atmamak için de yalnızca tek bir kaynağa bağlı kalmıyor, farklı tedarik kanallarıyla çalışıyor, alternatifleri eş zamanlı olarak değerlendiriyoruz” açıklamasını yaptı.
  • Gazeteci Cem Küçük (30 Eylül 2025): TGRT’deki, kendisi gibi iktidara yakın dört gazeteci ile katıldığı, bir programda “KAAN prototipleri için ABD menşeli motorlar kullanıldığını, TSK’ya teslim edilecek ilk 45 KAAN için de ABD’den 90 motor sözleşmesi yapıldığını, Hakan Fidan’ın kastettiği motorların bunlar olduğunu” söyledi.

Bu bilgi Türk halkından gizlenmişti, yeni öğrendik.

Dahası Cem Küçük, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bu konuda yanlış bilgi verildiğini, “Erdoğan’ın tüm uçakların yerli ve milli motorlarla üretileceğini sandığını, ancak gerçeğin farklı olduğunu” öne sürdü.

  • Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM) (1 Ekim 2025): Küçük’ün sözleri üzerine, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yanlış bilgi verildiği iddiaları açık bir dezenformasyondur. Cumhurbaşkanımız projeye doğrudan liderlik ediyor, tüm gelişmelerden haberdardır” açıklamasını yaptı.

****************************

Seçim Malzemesi Yapılınca

İlk prototip uçtuğunda CB Erdoğan şu sözlerle coşturmuştu bizleri: “KAAN projesini baltalamaya çalışan işbirlikçilere rağmen milli muharip uçağımız hamdolsun bugün göklerle buluştu. Yaptık ve yapmaya devam edeceğiz.” Bu ifadeyle, projenin iç ve dış engellemelere rağmen başarıldığının altını çizmişti.

Şimdi yapılan tartışmalardan öğrendik ki, KAAN prototipinin uçuşunda kullanılan motor ABD menşeli. Seri üretimde ilk etapta TSK’ya teslim edilecek 45 uçağa da ABD’den gelecek motorlar takılacak.

Görüyoruz ki, motor ithal ama söylem yerli; bu çelişki, savunma sanayiinden çok, dürüstlük ve şeffaflığa dair bir sorunu işaret ediyor.

Yerli motorun geliştirilmesi için testler 2026’da başlayacak. Yerli motorla KAAN’ın uçuş testlerinin 2032 yılına kadar başlaması hedefleniyor. Yani KAAN’ın tamamen yerli motorla uçması için en az 7–10 yıllık bir süreç söz konusu.

Beşinci nesil bir muharip uçak yapmak, doğal olarak uzun ve zorlu bir süreçtir. Bu aşamaya gelmek de önemli ve değerlidir. Normal olmayan şey; bu gerçekleri açıkça söylemek yerine, seçim kampanyasında savunma sanayii ürünlerini kullanmak ve bu kampanyalarda “tamamen yerli ve milli uçak, uçak gemisi ve İHA/SİHA’lar yaptık” propagandası yapılmasıdır.

Aynı şekilde, F-35 projesinden çıkarıldığımızda F-16’ların F-35’ten üstün olduğuna dair söylemler geliştirildi. Oysa gördük ki Erdoğan- Trump buluşmasında F35 ve F16 alımları da masada idi. Demek ki F35 alınması bir ihtiyaçmış. Yeni F16 alımları ve mevcutların modernleşmesi de bir ihtiyaçmış.

Demek ki o gün söylenenler doğru değil, siyasi amaçlıydı.

Bugün Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın -ama kasıtlı ama sehven- “ağzından kaçırdığı” bilgilerden anladık ki, yalnızca KAAN değil, birçok SİHA ve İHA’mızın motorları da ithal. Ambargo geldiğinde üretim aksıyor. Bunu dile getirenler ise “yerli ve milli projelere karşı olmakla” suçlanıyor.

Hayır, mesele KAAN değil. Her Türk milli savunma sanayiinin gelişmesini ister. Mesele halka söylenen YALANLARDIR.

Gerçekler er ya da geç ortaya çıkar.

****************************

Cem Küçük’ün Büyük Gafı

Cem Küçük’ün açıklaması ve bunun İletişim Başkanlığı DMM tarafından yalanlanması iki ihtimali gündeme getirdi:

Eğer Cem Küçük doğruyu söylüyorsa; devletin en kritik projelerinden biri hakkında Cumhurbaşkanına eksik veya yanlış bilgi verilmiştir. Böyleyse Erdoğan Trump görüşmesine hazırlıksız girmiştir. Bu ihanet boyutunda bir hata sayılabilir.

Ancak ben Cem Küçük’ün yanıldığı veya yanıltıldığını düşünüyorum. DMM açıklaması da bu yönde. Peki, Cem Küçük bu açıklamasıyla hangi siyasetçi veya bürokratları ve hangi sebeple hedef göstermiş olabilir?

Cem Küçük doğruyu söylememişse yani “Erdoğan projeye doğrudan liderlik ediyor ve tüm gelişmelerden haberdar” ise neden “yerli ve milli uçak” propagandası altında motorların ithal olduğu, ABD’nin ambargo koyduğu bilgisi vatandaşlardan gizlendi?

Her iki ihtimal de düşündürücüdür. Çünkü ya Cumhurbaşkanı yanlış bilgilendirilmiştir ya da halk.

SONUÇ: KAAN projesi Türkiye için stratejik bir adımdır, buna kimsenin itirazı olamaz. Yanlış olan, bu projeyi seçim malzemesi haline getirmektir, halkın doğru bilgilendirilmemesidir.

Mesele uçak veya motoru değil; mesele üretilecek KAANLAR değil, mesele söylenen YALANLARdır.

Gerçekleri saklamak, yalnız bugünün değil yarının güvenini de kaybettirir.

Türk Şiiri Lefkoşa’da kök saldı; Rumeli, Zeynel Beksaç İşte!

Yazın en hararetli günlerinde Türk Dünyası Şairleri Türk Dünyasıyla elele, gönül gönüle Lefkoşa Şiir Akşamları’nda buluştu, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’a yepyeni başkanlık yerleşkesinde konuk oldular. Misafir şairlerimizin bir kısmını şahsen, diğerlerini ismen tanıyor veya eserlerden takip ediyordum. Ayrıca Dede Korkut adına İran’dan Solmaz Jafari’nin minyatür, Oktay Öksüzoğlu’nun de resim sergisi bu vesileyle açıldı. Emekleri geçen herkese ve her kuruluşa teşekkür ederim. Bir bayram yaşadık bu vesileyle, hasret giderdik, bilgilerimizi tazeledik.

Ah Zaman İşte, 25. Saatten Almak Gerek

Azerbaycan’dan Aysel Hunlarkızı ve Hurgman Moradova,  Başkurtistan’dan Tenzila Devletberdina, İran’dan Solmaz Jafari, Irak Kerkük’ten Mehmet Ömer Kazancı, Kazakistan’dan  Assel Ospan, Kırgızistan’dan Kojogeldi Kültekin, Kosova’dan Zeynel Baksaç Makedonya’dan Leyla Şerif Emin, Özbekistan’dan Hurşit Davranov ve Nurali Kabul, Tataristan’dan Şemsiye Cihangirova ve Türkiye’den onlarca şairimiz katıldı. Sanatçı Bünyamin Aksungur ise Doğu Türkistan kıyafetiyle başında cemen doppa, sırtında konvay gömlek, belinde atlas pota ile sahne aldı, konser verdi, Uygurlardan başlayıp, Balkan Türklerine kadar melodileri sıraladı. Alkış aldı. Ben ve ailem sosyal medyada etkinliği görünce bir aydın sorumluluğu içinde kendi kendimizi konuk ettik programa, misafirlerimizle birbirimizi sardık sarmaladık, ülkelerindeki dostlarımızı sorduk, bilgilendik.

Program açılışı Final üniversitesinde gerçekleşti, ikinci gün tarihi ve turistik yerelere gezi düzenlendi ve son gün Türk Dünyası Şairleri şiirlerini okudu, plaketler aldı, hediyeler verdiler. Çok şık bir program oldu Türk Dünyası Lefkoşa Şiir Akşamları.

Keşke zamanlama okulların açık olduğu bir zaman dilimine rast gelse, Rum ve Yunan ittifakının aşırı rahatsız olduğu Türk Dünyası Şairlerinin yayınlayacağı ortak bir deklarasyona yer verilse (Lefkoşa’da katıldığım üç uluslararası sempozyum, çalıştay ve etkinlikte bunun etkisini yaşadım, Rum basını hop oturup hop kalktı. Çünkü deklarasyonda onca yabancı devlet kuruluşu temsilcisinin Kıbrıs Türklerine verilen destek, katkı için imzası vardı) ayrıca gezi programında Atlılar, Muratova, Sandallar, Küçük Kaymaklı ve Haspolat’taki Yunan, Rum ve EOKA Tedhiş Örgütünün terör örgütlerinin Kıbrıslı Türkleri kurşuna dizdiği, toplu mezarlara gömdüğü mekanlarla, Dereboyu’ndaki vahşet müzesi başta bütün müzeler programa alınabilseydi. Zaman yeterli olabilse ve özellikle Kıbrıs Türkü Edebiyat ve Kültür Tarihçisi Şair Mücahit Harid Fedai(1930-2017) de tanıtılabilseydi. İnşallah bir başka sefere neden olmasın?

Şar Dağı, Sinan Paşa ve Ak Dere Lefkoşa’ya mı Geldi Ne?

Prizren’den kıymetli dostumuz Zeynel Bektaç ile Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinde sürpriz bir karşılaşmada adeta birbirimizin kemiklerini yerinden oynatırcasına sıcak ve samimi bir kucaklaşma gerçekleştirdik. Prizren’i konuştuk. Çünkü orada İstiklal Marşı Yazarımız Mehmet Akif Ersoy’u tanıtan iki milletlererası toplantı yapmış, Allah kendisine ve eşi Prof.Dr. Tacide Hafız’a sağlık ve hayırlı uzun ömürler versin Prof.Dr. Nimetullah Hafız’ın kurucu başkan olduğu ve kısa adı BALTAM olan Balkan Türkoloji Araştırmaları Derneğ’nin Türkçemiz ile alakalı uluslararası Türkoloji Sempozyumunda bir tebliğ sunmuş, Eşim Ressam ve Minyatür Hocası Serhan Çiftçigüzeli Hamam Sanat Galerisi’nde Türk Süsleme Sanatları Sergisi açmıştı. Prizren gözümde tüttü, sanki Şar Dağı’na çıktım, Sinan Paşa Camii’nde duaya durdum, Ak Dere üzerindeki kahvelerde çay içtim, sanal olarak sokaklarını dolaştım, çeşmelerinden sular içtim, ovalarında nefeslendim ve içimde yeniden yeşerdi dört mevsimi yaşadığım bu kadim Türk kenti.

Türkçe, Türkçem Dergisi ve Kosova

Çok yönlü bir sanatçı Kosova Prizrenli Türk Sanatçı Zeynel Beksaç “Rumeli, O Benim İşte/Toplu Şiirleri (1971-2017) endeksiz kitabını bana imzalayarak kaldıkları Lefkoşa Concorde Oteli lobisine bırakmıştı. Hemen ikinci gün gidip aldım. Doya doya Prizren, Balkanlar, Türk Dünyası, insan, edebiyat, ufuk ve yarınımıza muştular aldım. Sanatçımızla Türkiye Yazarlar Birliği kurucusu olarak hem takip ettim, hem bütün etkinliklerimize konuk oldu. Tabloları şiirleriyle örtüşen Ressam ve besteci yanı, pek bilinmez ama var. Fahri Doktora ve Uluslararası Türk Dünyası Hizmet Ödülü Sahibi. Rumeli Türk Kimliğini bir sanatçı olarak yaşatıyor. Türkçem Dergisi’nin 1999’dan bu yana Kosova’da yayınlamakta, Türk çocuklarına hizmeti öne çıkarmaktadır.

Vurmasam Namerdim (Ben Şairim), Çetrefil Sevda, Düşünce Usa Durmadı Daha, Kitaplarına Girmeyen Şiirler ve hakkındaki değerlendirmeleri 660 sahifelik bu kitabında bir araya getirmiş. Pürüzsüz bir Türkçeye sahip, kendini yenileyen bir sanatçı, vurmuyor ama şiddetli dokunuyor, örgüsü güçlü, insana endekslemiş aydınlık içeren dizelerini, müzik, kelime ve resim ahengini iyi yakalamış, örtüştürmüş, vurguları dikkat çekici, belli ki bir sevdası var hem de kara sevdası, insan ve doğa ikilemi kendini hemen belli ediyor, sırtındaki ağır yükün farkında ki kelimeleri ona göre kuşanıyor, dere kenarındaki sesi kulelerden yankılanıyor, hep uyanık satırlar, duygu ve düşünce yüklü dağarcığı, maziyi, anı ve yarını birlikte kucaklamasını biliyor, Balkanlarda  dalga dalga bir bayrak dalgalandırıyor, sancak gösteriyor, alem fark ettiriyor, özel ve özgün bir ses ve nefesi var, kültür emekçisi olmanın gururunu yaşıyor ve yaşatıyor, gökyüzü ve yeryüzündeki salıncaklardan bakabiliyor sallanmadan, saldırmadan; iyilik ve güzellik önde, Türk, Türkiye bam teli, kelime dokuması ve dize sıralaması bir halının  ilmik ilmik düğümleri gibi, birbirine kenetlenmiş sımsıkı bağlanmış.

Peki bu kadar mı?

Hayır değil!

Balkan Türk Şiirinin Yüz Akı

Civanmert bir şiir ustası, her gece rüya gören ve yarını kucaklayan bir sanatçı, soyut ve somut hangisini istersen bulabilirsin sanatçıda, ancak düşünmek gerekiyor dizeler içinde, satırlar arasında kaybolabilirsin, bir kelime seni içine hapsedebilir, orada tefekkür edebilirsin, çocuk sanatın ve sanatçının bir yanı, bir parçası, emek ustası, çağdaş bir öncü sanatçı, sevdası hepimizi içine alıyor, kara sevda bulaşmış; Doğu Türkistan’dan başlıyor, Kafkasya ve Kırım’dan geçip Prizren’e gelebiliyor, hepimiz için, dokuduğu şiirlerinde harf harf desenli kilim de bulabilirsiniz, halıyı da, nöbette bile evrenselliği iyi yakalamış ve dokumuş; kimlik olmazsa olmaz haline getirmiş, bireysel değil toplumcu, durağan değil hep yürüyen, özetin özeti tamı tamına çağdaş bir Osmanlı Cihan Devleti aydını. İspatına hacet yok, dizeleri öyle çünkü;

“Ötelerden bir ses olduk biz hep/ Oyuncağı elinden alınmış çocuklar misali/ Hüzün terk etmedi yüreğimizi bu yüzden/ Bu yüzden alınganlığımız/ Dalgınlığımız bu yüzden/ Rumeli, o benim işte!”

Bu eser dünyanın bütün Türkoloji bölümlerinde okutulmalı. Özellikle de üniversitelerimizde. Yüreğine, birikimine, donanımına ve ufkuna sağlık Zeynel Beksaç.

Umut Hakkı

Lütfen bir bakınız “umut hakkı” ne anlama kullanılıyor. Ne anlıyorsunuz umut hakkından? Öcalan’ın serbest bırakılmasını değil mi? Değil! (Gerçi kendi adadan çıkmak istemiyormuş.) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin “umut hakkı”ndan kastı salıvermek değil, mahkûmun cezasını gözden geçirmek, değerlendirmektir. Bu, tahliyeyle de sonuçlanabilir mahkûmiyete devamla da. Ne olursa olsun bunun kararını verecek olan yine hâkimlerdir veya yetkilendirilmiş idari kurumlardır. Siyasiler değil.

Tabii önce o umut hakkının kanunu lazım. Onu da çıkarıveririz. “Yok kanun, yap kanun.” Bu bizim tarihî sloganımız. Milletvekilleri itiraz ederse? Etmezler. Ne zaman etmişler ki! Çıkar dersin çıkarırlar. Çıkarma dersen de çıkarmazlar. Buna parti disiplini diyorlar.

Biraz daha yakından bakalım.

Umut hakkı ne demek?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde, 2013’te görülen Vinter ve Diğerlerinin Birleşik Krallığa Karşı davasında, evvel emirde umut hakkının mahkûmun derhâl tahliyesi demek olmadığı vurgulanıyor. Karara, Hâkim Power-Forde’un koyduğu bir mutabakat şerhi, daha sonraki kararların da dayanak noktası olmuş ve mesela 2017’de görülen Matiosaitis ve Diğerlerinin Litvanya’ya Karşı davasında da aynen kullanılmış. Oradan alıntılıyorum:

“En iğrenç ve vahim fiilleri işleyen, başkalarına tarifsiz acılar yaşatan kişiler bile temel insanlıklarını korurlar ve içlerinde değişme kapasitesini taşırlar. Hapis cezaları ne kadar uzun ve hak edilmiş olursa olsun, bir gün işledikleri yanlışların kefaretini ödeyebileceklerini (atonement) umut etme hakkını muhafaza ederler.” 

Büyük Daire, gerekçeli Vinter kararında mahkûmiyetin ıslah (rehabilitation) maksadını da vurguluyor.

Şartlar şartlar

Sonuç:

Katil Vinter de katil Matiosaitis de iki kişi öldürmüş. Onun için ağırlaştırılmış müebbete mahkûm edilmişler.

Şimdi lütfen aşağıdaki sorulara cevap veriniz:

1. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Umut Hakkı, mahkûmun salıverilmesi mi demek; yoksa belirli bir süre sonra cezasının tekrar gözden geçirilmesi mi?

2. Öcalan ve PKK’lılar suçlarının kefaretini ödemişler midir?

3. Islah olduklarına dair bir belirti var mıdır? Yani pişmanlık, keşke yapmasaydık, hata ettik gibi bir ifade ağızlarından çıkmış mıdır?

Okuyucularım bilir, siyah harf pek kullanmam. Ama yukarıda kullanmak geldi içimden! Lütfen bu seferlik beni mazur görünüz.

Öcalan umut hakkı talebiyle Türkiye aleyhine AİHM’de dava açmıştı. Mahkeme, 18.03.2014 tarihli kararında Türkiye’yi haksız buldu. Sebep, ağırlaştırılmış müebbet hapis mahkûmunun cezasında bir gözden geçirme umudu bulunmamasıydı. AİHM, umut hakkından bunu kastediyor. Yani mahkûmun belli bir süre sonra (en az 25 yıl) hükmün yeniden değerlendirileceğini bilmesi. İndirileceğini değil, indirilebileceğini. Ceza ne zaman indirilir? O da AİHM’in Vinter kararında var ve yukarıdaki yazdığım gibi. Kefaret, ıslah, pişmanlık, hatanın kabulü… Bir de toplum için artık bir tehlike teşkil etmemek.

AİHM’in istediği, yalnızca mevzuatta bir gözden geçirmenin bulunması ve bunun nasıl işlediğinin belirtilmesiydi. Yoksa AİHM kararı “serbest bırakın” emri değildir. Olmadığı da kararda vurgulanmaktadır. Türkiye, bu gözden geçirme mekanizması bulunmadığı için mahkûm edildi. Gözden geçirme ağırlaştırılmış müebbetin, müebbete indirilmesi ve yeterince yatmışsa tahliyesiyle sonuçlanabileceği gibi pişmanlık söz konusu değildir, kefaret (atonement) yoktur, mahkûm toplum için tehlikelidir vb. gerekçelerle hapse devam kararıyla da sonuçlanabilir.

Cumhurbaşkanının bu şartlara bakmaksızın mahkûmu affetme yetkisi vardır. Ama nedense o yoldan bahsedilmiyor ve top AİHM’e ve umut hakkına atılıyor.

Üçüncü tekrar: Umut hakkı, tahliye demek değildir. Gözden geçirme demektir.

İngiltere’de kimler yararlanamaz

Bir ilave bilgi de şöyle: Vinter davasının kendi ülkesi Birleşik Krallık, AİHM’in bu konudaki kararından sonra yasalarını ters yönde değiştirdi ve umut hakkından yararlanamayacak bir dizi suç belirledi. Şu suçları işleyen ebediyen mahkûm kalır dendi:

“(c) Bir polis memurunun veya infaz memurunun görevi başındayken öldürülmesi,

(d) Siyasi, dinî veya ideolojik bir dava uğruna işlenmiş bir cinayet.”

(Satır başlarındaki harfleri orijinal kanun metninden aldım). İngiltere’de, müebbet hapis cezaları mahkûmiyetten 15 yıl sonra, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları mahkûmiyetten 30 yıl sonra gözden geçiriliyordu. 13 Nisan 2015’te çıkarılan bir kanunla, yukarıdaki cins cinayetlerde hiç gözden geçirme yapılmayacağı kanun oldu. Devletin polisini öldüren, ideoloji uğruna cinayet işleyenin mahkûmiyeti kesin müebbete döndü.

Ne dersiniz? PKK İngiltere’de olsaydı mensuplarına umut hakkı verilir miydi?

Sanırım bu kadar yeterlidir. Ama değildir. Çünkü insanlar hukuka ve mantığa göre değil, dürtülerine, siyasi eğilimlerine ve liderlerinin talimatına göre düşünüp konuşuyor.

Kur’an İbadet İçin mi, Anlamak İçin mi Okunmalı?

Derlediğim hayati öneme haiz bir konu:

Eski İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı bir yazısında şöyle diyor:

“Bir Müslüman Arapça bilmediği halde Kelâmullah’ı sırf ibadet niyetiyle okuyor, dinliyorsa bunu mânâsız sayıp -hâşâ, Allah’ın vekiliymiş gibi- reddetmemiz yanlıştır.

*

Biliriz ki kadınıyla erkeğiyle nice Müslüman, Ku’rân’ı -dilini anlamadan okusa da- nice anlayarak okuyandan daha fazla hissederek, onunla gönül ve ruh yakınlığı kurarak okur ve -emin olunuz- Kur’ân’ın lafzını anlayarak okuyan kimi insanlardan daha çok istifade etmiş olmanın huzuruyla Mushaf’ın başından kalkar. Hatta -anlayana ne mutlu! Ama- namazda bile Kur’ân, anlamak için değil, ibadet için okunur. (KARAR, 17 Ekim 2018)

*

Akademisyen (Prof. Dr.) bir müftünün söyledikleri üzerine söz söylemek bizim haddimiz değil. Ama doğru bildiklerimizi ifade etmek de boynumuzun borcu…

*

Evet, tarih boyunca, mânâsını anlamadan Kur’ân okumak ve dinlemek Müslümanlar arasında bir ibadet olarak görülmüş. Ancak, tarihî olanla dînî olanı karıştırmamak gerekir.

*

 Gelenekte mânâsını anlamadan ibadet için Kur’ân okunuyor olması bunun doğru olduğunu göstermez. Nitekim gerek asr-ı saadetteki uygulamalar gerekse İmam-ı Gazalî gibi birçok büyük âlimin bu konudaki görüşleri, Kur’ân’ın anlayarak okunması gerektiğini gösteriyor.

*

İbn-i Abbas’tan rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamberimiz “Hûd sûresi beni kocalttı” buyurur. Bu sûredeki hangi hükmün kendisini kocalttığı sorulduğunda da “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol” (Festakım kemâ ümirte) âyetine işaret eder.

*

Peygamberimizi ihtiyarlatacak kadar ağır sorumluluklar ihtiva eden bir sûreyi (Hûd sûresi) anlamadan, üzerinde düşünmeden okumak ne ölçüde ibadet olur?

İmam-ı Gazalî Kur’ân okurken uyulması gereken kuralları sayarken “tefehhüm” (anlamak) ve “tedebbür”e (düşünmek) de yer verir. Gazalî “tedebbür”ü açıklarken şöyle der:

“Kur’ân’ı okumaktan maksat, onun âyetleri üzerinde düşünmektir. Bunun için Kur’ân’ı ağır okumak sünnettir. Zâhiren ağır okumak sayesinde, içinden mânâsını düşünebilir.

*

 Hz. Ali (r.a.): ‘Anlamayarak yapılan ibadette, tedebbürsüz (düşüncesiz) kırâatte hayır yoktur’ buyurdu. Hatta eğer ağır okumakla da üzerinde düşünemiyorsa, tekrar etmesinde beis yoktur.’’ Der.

*

Demek ki anlamadan (tefehhüm) ve üzerinde düşünmeden (tedebbür) okunan Kur’ân bizlere pek bir şey kazandırmıyor. Sadece kalben rahatlamamızı sağlıyor ve bu rahatlama da zamanla dînî bir itikada dönüşüyor.

*

Peki, ne yapmalı?

Öncelikle yapılması gereken, geleneğin etkisinden dini kurtarmaktır. “Biz büyüklerimizden böyle gördük.”, “Ümmî ninem Kur’ân okurken gözyaşı dökerdi” gibi söz ve davranışları hakikatin ta kendisi olarak görmek, örf ve âdetlerin zamanla din haline gelmesine yol açar ki günümüzde bu yanlış geleneğin birçok örnekleri Müslümanlar arasında hüküm sürmektedir. Anlamak için değil, ibadet için Kur’ân okumak da bunlardan biridir.

*

Unutmayalım ki Kur’ân okumanın ibadet olduğuna dair sözler, Kur’ân’ı okuduğu zaman anlayan yani ana dili Arapça olan bir coğrafyada neşvünema bulmuştur. Diğer bir ifade ile Kur’ân okumak ibadettir denilirken anlayarak, üzerinde düşünerek okunduğu farz ediliyordu.

*

Bana sorarsanız başta namaz sûreleri/âyetleri ve duâları olmak üzere ibadet maksadıyla okunan bütün dînî metinlerin tercümeleri de mutlaka öğrenilmelidir

*

Sözün özü; bize ibadetten ziyade, anlamak ve yaşamak için Kur’ân okuyan Müslümanlar lazım. “Kur’ân anlamak için değil, ibadet için okunur” derseniz IŞİD/DEAŞ, FETÖ nereden çıktı demeye hakkınız olmaz.

*

Muallim Feyzi Efendinin dediği gibi Müslümanlık salt Kur’ân okumakla olsaydı âl-i abâ (Peygamber ailesi) ile âl-i Yezit (zalimliği ile tanınan ikinci Emevî halifesi Yezit taraftarları) arasında bir fark olmazdı:

Küstah ABD- Suskun Türkiye

ABD Başkanı Donald Trump ile Erdoğan buluşmasında “neler verdik ve ne aldık?” sorusunun bütün cevaplarını henüz bilmiyoruz. Çünkü buluşma sonunda liderler birlikte bir basın toplantısı yapmadı. Sızdırılan bazı bilgiler ve görüntülerden ortaya çıkan ilk tabloya göre; Trump ne istediyse aldı. Erdoğan’ın “Trump meşruiyeti” dışında ne aldığını, Türkiye’nin neler kazandığını bilmiyoruz.

Türkiye’nin 225 adet Boeing uçağı siparişi verdiği kesinleşti 50 milyar dolar tutarında LNG (Sıvılaştırılmış Doğal Gaz) alım sözleşmesi imzalandı. Eskişehir’deki Nadir Toprak Elementlerinin çıkarılması ve işletilmesi ile Nükleer İşbirliği konularındaki anlaşmaların içeriği meçhul. Türkiye’nin bir iç meselesi olan Heybeliada Ruhban Okulunun, Oval Ofis’te konuşulduğu ve 2026-2027 döneminde açılacağı sözü verildiği söyleniyor.

Buna karşılık F35/ F16 alımlarımız konusu belirsiz. PKK/ PYD konusunda hiç açıklama yok. Erdoğan ve Türk heyetinin Gazze, Filistin ve soykırım konularında bir talepleri olduğunu duymadık. Trump bile “Erdoğan’ın Gazze konusunda ne düşündüğünü bilmiyorum” diyerek durumu özetledi.

****

Onurumuzu Kıran Tavırlar: ABD Başkanı Trump ve Büyükelçi Barrack’ın bazı sözleri ile Türkiye Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanlığının suskun ve edilgen tavrı onur kırıcıdır.

ABD Büyükelçisi Barrack daha önce “Türkiye’ye üniter milli devlet modeli değil Osmanlı modeli yakışır” demiş, Lozan’ı hedef almıştı. Buna T.C. adına hiç tepki verilmedi.  

Bu defa, iki ülkenin liderinin buluşmasının öncesinde, Trump’ın kendisine “Erdoğan’a F16, F35 falan önemli değil, O’nun istediği meşruiyeti vereceğiz” dediğini açıkladı. Böylece bir büyükelçi olarak haddini aşan sözlerinin üstüne tüy dikti. Bu söz halen Erdoğan’ın meşru görülmediğini ancak O’nun meşruiyetinin sorgulanmasına sebep olan hukuka aykırılıklara göz yumulacağı şeklinde yorumlanıyor.

Trump ise bir yandan ölçüsüz şekilde Erdoğan’ı övüyor gibi gözükürken bir taraftan da çirkin ifadelerle Erdoğan’ı aşağıladı:

“Erdoğan ben ne istersem yapar, 35 sene mahkûmiyet alan Rahip Brunson’ı istedim hemen gönderdi.” Bu söz Türkiye’de yargının bağımsız olmadığını iddia etmek değil midir?

 “Rusya’dan petrol ve doğal gaz alma desem almaz.” Ülkemizin Cumhurbaşkanına “Türkiye’nin çıkarına değil, Trump’ın talimatına göre karar verir” anlamına gelen bu sözden rencide olmamak mümkün mü?

“Hileli seçimleri en iyi Erdoğan bilir.” Bu söz Cumhurbaşkanımızı doğrudan zan altında bırakmaz mı?

“Önce Erdoğan bizim için bir şeyler yapacak biz de O’nun istediklerine bakacağız.” Bu söz Erdoğan’ın ABD yararı için ne söz verdiğini sorgulattığı gibi, ABD’nin istediklerini almadan hiçbir şey vermeyeceğinin de ifadesi değil mi?

Tüm bu onur kırıcı sözlere karşı Erdoğan’dan tek bir itiraz gelmedi. Aksine “Heybeliada Okulu ile ilgili üzerimize ne düşerse biz onu yapmaya hazırız” demesi oldu. Oysa Heybeliada Okulu konusu Türkiye’nin iç işidir. Patrikhane Lozan Antlaşması’na göre sadece Türkiye’deki Ortodoks vatandaşlarımızın dini ihtiyaçlarına hizmet etmesi gereken bir kurumdur. ABD Başkanı ile bu konunun müzakere edilmesi bağımsızlığımıza müdahale değil midir?

Ama siz Trump’ın Erdoğan’a sandalye çekmesi ve “Erdoğan çok akıllı adamdır” sözlerinden teselli bulanlardansanız, sorun yok, mutlu mesut yaşamaya devam edebilirsiniz.

**********************************

Atatürk’ten Devlet Adamlığı Dersleri

Atatürk’ün beni en çok heyecanlandıran yönlerinden biri Milletimizin ve devletimizin onurunu ayakta tutma ve yüceltme iradesi ve becerisidir. Sadece üç örnek vereceğim.

  • Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne Katılması: Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne (daha sonra Birleşmiş Milletler adını aldı) katılımı konusundaki Atatürk’ün tavrını hatırlayınız. Doğrudan başvuru yerine “Başvurmayı düşünmüyoruz, fakat davet ederlerse kabul edebiliriz” dedi.

Sonuçta Milletler Cemiyeti, ilk kez Türkiye için istisna yaparak, Türkiye’yi oybirliğiyle davet etti. Türkiye, bu daveti kabul ederek 1932’de Cemiyet’e katıldı.

Bu, onurlu ve eşit şartlara dayalı bir diplomasinin zaferiydi.

  • Atatürk- Stalin Gerginliği: 1930’lu yıllarda Sovyet lideri Stalin, bir açıklamasında Boğazlar ve Ardahan’ı ele geçirme arzularından vazgeçmeyeceklerini belirtir. Bu açıklama, Türkiye’de büyük rahatsızlık yaratır.

Atatürk, bu açıklamayı öğrendikten sonra gece yarısı protokolü hiçe sayarak -birkaç kişiyle birlikte- Sovyet elçiliğine gider. Sovyet Elçisi Karahan’a “Elçiliğin telsizinden Stalin’i bulduracaksın. Başkanın sözünü geri alacak, almazsa ben yapacağımı bilirim” der. Atatürk’ün mesajı Stalin’e iletilir.

Sonuç: “Stalin sürç-i lisan etmiştir. Boğazlar ile Ardahan’ı almak gibi bir arzusu kesinlikle yoktur” açıklamasıyla, Stalin sözlerini geri aldı.

Bu olay, Atatürk’ün milli egemenlik konusundaki hassasiyetini, diplomatik cesaretini, liderlik karizmasını ve savaşsız caydırıcılık stratejisini gösteren eşsiz bir örnek olarak gösterilir. Stalin’in Atatürk’e karşı temkinli tavrı, bu olaydan sonra daha da belirginleşmiştir.

  • İngiliz Amiral’e Cevap: Salih Bozok’un anılarında yer alan bu olay, 9 Eylül 1922’de İzmir’in Yunan işgalinden kurtarılmasının hemen ardından yaşanır. Atatürk, İzmir’e gelişinin ilk gecesinde İngiliz donanmasına mensup bir amiral ile tarihi bir görüşme gerçekleştirir.

İngiliz amiral, yanında birkaç subayla birlikte köşke gelir. Girişteki tavrı oldukça serttir. Sanki hâlâ bölgenin hâkimi gibi davranır. Boğazlar, İstanbul, Anadolu’daki Rumlar ve Ermeniler hakkında İngiltere’nin beklentilerini aktarır.

Atatürk “Biz, kendi topraklarımızda egemeniz. Boğazlar da İstanbul da Türk toprağıdır. Bahsettiğiniz vatandaşlarımızın hukuku da bizi ilgilendirir.”

 “Türkiye, savaşarak kazandığı haklardan geri adım atmaz. Biz barış istiyoruz, ama barış eşitler arasında olur. Eğer İngiltere barış istiyorsa, Türkiye ile eşit şartlarda konuşmalıdır” cevabını vererek Amirali gönderir.

Bu örnekler, eşitlik ve onur temelinde diplomasinin ne demek olduğunu göstermektedir.

Bugün yaşadığımız tablo ile Atatürk dönemi arasındaki fark, sadece kişisel üslup değil; devlet adamlığı anlayışıdır. Türkiye’nin ihtiyacı; suskun, edilgen bir diplomasi değil; eşit, onurlu ve milli çıkarlarımızı savunan bir dış politikadır.

Doğuş Değil, Oluş Asıldır

     Hz. Nuh zamanında Tufan olurken, Hz. Nuh’un gemisinde, bir oğlu dışında tüm aile fertleri ve  iman etmiş çok az sayıda insan bulunuyordu. Ve tabii onların yanı sıra çifter çifter hayvanlar ve hepsi için gerekli olan yiyecekler gemide yer alıyordu. Bu şekilde Hz. Nuh’un gemisi dev dalgalar arasında güçlükle yol almaya çalışıyordu. Allah’ın emrinden kurtulunması mümkün olmayan o gün, Hz. Nuh, bir kenara çekilmiş olan oğluna bağırdı: “Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kâfirlerle beraber olma!” (Hûd Sûresi: 42) Diyerek oğlunu yeni bir oluşa çağırıyordu!

     “O, dedi ki: ‘Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım.’ Nuh da ‘Bu gün Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yıktur.’ dedi. Derken dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu.” (Hûd Sûresi: 43) Eski hâl muhaldi. Kurtuluş yeni oluşta idi.

     “(Evlât acısıyla yüreği yanan) Nuh, Rabbine dua edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulan) oğlum (ne kadar isyânkâr da olsa) ailemin bir parçasıdır. (Ve biliyorum ki) Senin (ailemi kurtaracağın yönündeki) vaadin elbette haktır. (Ben zannettim ki, Senin bu vaadin benim oğlumu da içine alıyor ve o da gemiye binip kurtulacak. Demek ki öyle değilmiş. Hükümlerini sorgulayacak da değilim. Elbette) Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin. (İsteğim şu ki; dünyada olmadı bari ahirette onu kurtar, iman edenler arasında dirilmeyi nasip eyle!)” (Veli Tahir Erdoğan, Hûd Sûresi: 45) Gereken oluşu gerçekleştirmeyen oğlunun kurtuluşu isteniyordu!

     “Allah dedi ki: ‘Ey Nûh! O, (her ne kadar kan bağı ile senin öz oğlun da olsa, inkârcılarla birlikte olmayı tercih ettiği için) senin âilenden değildir. Çünkü o kötü işler yaptı. (Sen bunun farkında olmadın. O yüzden) içyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. (İnkârcıların sonu nasıl olacaksa, oğlunu bekleyen son da aynı olacak. Vahyin terbiyesinden geçmiş bir Peygamber olarak bu konuda ısrar etme!) Seni cahilce davranmama konusunda uyarıyorum.’ ” (Veli Tahir Erdoğan, Hûd Sûresi: 46) Hakkı tanıyarak oluşunu gerçekleştirmeyene kurtuluş yok!

x

     Herkes, doğuşuyla insan ama, oluşuyla kimi mimar, kimi mühendis, kimi doktor, kimi işçi, kimi müdür, kimi idareci, kimi idare edilen, kimi şu veya bu gibi farklı sıfat, sanat ve becerilerle vasıflanmıştır.

     Velhasıl insanlar; birbirlerine mücerred / soyut bir ifade tarzı olan “Ey insan!” diye hitap etmezler. İnsanlar birbirlerine; kazandıkları, edindikleri ve sahip oldukları vasıf ve nitelikleri nazara vererek hitap edip seslenirler.

     Meselâ: Doktor Bey,  Mühendis Bey vb. sıfatlarla söze başlarlar. Demek ki, doğuş değil oluş; nazarı itibara alınıyor.

     Hz. Peygamber’e “Arap kimdir Ya Resûlâllah?” diye soran birine Hz. Muhammed, çok düşündürücü ve isabetli bir cevap verir: “Arapça konuşandır.” diyerek doğuşa değil, oluşa verdiği önemi dile getirir. Bu vesileyle milletten ne anlamak lâzım geldiğine de işaret etmiş olur.

     Bu durumda “Türk kimdir?” diyene de, “Türkçe konuşandır.” diye cevap vermek, çok yerinde bir karşılık sayılmalı.

     Çünkü bir millet; aynı doğuşta olanlarla, aynı oluşta olanların birlik ve beraberliğinden oluşmuş bir terkip, bir bütündür. Nitekim:

     İstanbul’da doğmuş büyümüş, Türk Kültürü’nün merkezi İstanbul’da yaşayan biriyle, Paris’te hasbe’l-kader karşılaşan bir Türk, “Vay benim Ermeni kardeşim! Bu ne güzel tesadüf!” diye memnuniyetini ifade eden cümlelerle elini uzatırken; Ermeni vatandaşımızın düşündürücü bir tepkisel cevabıyla karşılaşır: “Bana Ermeni diyemezsin, ben bir Türküm!”

     Böylece lisanın / dilin; milliyetin tayininde büyük rolüne dikkat çekilmiştir. 

     Herkes İslâm fıtrat ve yaratılışıyla doğar. Yani bembeyaz, bomboş bir levha hükmündedir.

     Fakat tedrîcen / yavaş yavaş, aylar ve yıllar geçtikçe; başta ana baba, çevre, arkadaş ve aldığı tahsil ve terbiyenin boyasıyla boyanır. Yani doğuşu değil, oluşuyla içinde bulunduğu ortamın rengine bürünür, bu çerçevenin gerektirdiği bir mevki ve makam sahibi olur.

     Artık doğuşunun değil, oluşunun kazandırdığı bir görünüm arz eder.