14.4 C
Kocaeli
Salı, Kasım 11, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 56

Güçlünün Hukuku

Dünyada ve Türkiye’de “Hukukun Gücü” yerine “Güçlünün Hukuku” hakim duruma geliyor. Bu yüzden güçlü olmayanlar bir endişe ve korku iklimi içinde.

ABD Başkanı Donald Trump uluslararası hukukun genel kabul görmüş ilkelerini pervasızca yok sayıyor.

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaş sırasında işlendiği iddia edilen savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle İsrail Başbakanı Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Gallant hakkında tutuklama emri çıkarmıştı.

Trump bu yüzden UCM’ne yaptırım uygulama kararı aldı. Bu yaptırımlar arasında UCM Hakimlerinin mülk ve varlıkların bloke edilmesi ve UCM yetkilileri, çalışanları ve akrabalarının ABD’ye girişine izin verilmemesi de yer alıyor.

ABD ve İsrail UCM’ne üye değil ve mahkemenin yargı yetkisini tanımıyor. Mahkemeye üye devletlerin, haklarında tutuklama emri çıkarılan kişileri kendi topraklarına ayak basmaları halinde tutuklamaları gerekiyor. Ancak UCM’nin bunu uygulatabilmesi mümkün değil.

Avrupa Konseyi ve AB ülkeleri temsilcileri, “ABD yaptırımlarının UCM’nin bağımsızlığını tehdit ettiğini ve ceza adaleti sistemine zarar verdiğini” belirten açıklamalar geldi. Ama değişen bir şey olmadı.

ABD ve İsrail’in (Netanyahu’nun) uluslararası hukuku hiçe sayan davranışları say say bitmez. Ama eskiden bunları hukuki bir kılıfta sunmak için bir çaba gösterirlerdi. Şimdi artık pervasızca “mademki ben güçlüyüm, istediğim her şeyi yapabilirim” mesajı vermeyi tercih ediyorlar.

Trump’ın Grönland, Meksika Körfezi, Kanada üzerinde egemenlik iddiaları şaşırtıcıydı. Ama bu tür çıkışların içinde en çok şaşırtanı Gazzelileri Gazze’den sürgün ederek, bu bölgeyi ABD hakimiyetine almak ve “Ortadoğu’nun Rivierası” dediği turistik bir şehir haline getirme projesi oldu.

Böyle bir hareketin çok kötü bir emsal teşkil edebileceğini, her güçlü olan devletin göz koyduğu bir bölgeyi işgal edebileceği bir dünyada kaosun hakim olacağını öngörmek zor olmasa gerek.

Filistinlileri Gazze’den sürmek istedikleri iki ülke Ürdün ve Mısır. Trump bu iki devletin başkanlarıyla görüştü. Bu iki devletin başkanı “ABD ile birlikte çalışmak istediklerini ancak Gazzelilerin bulundukları yerden ayrılmadan Gazze’nin imarını istediklerini” açıkladılar. Görünen o ki Trump’ın baskısıyla bu iki devlet, vatanlarından sürgün edilecek, Gazzelileri ülkelerine almak zorunda kalacaklar.

“Olmaz” dediğimiz şey olacak, ABD/ İsrail projesi tıkır tıkır yürüyecek gibi. “Binlerce yıllık ezeli ve ebedi vatanlarından çıkarmaya kimsenin gücü yetmez” dediğimiz Gazzeliler vatansız kalacaklar.

İnşallah Türkiye de “Gazzelileri siz alın” baskısına maruz kalmaz. Bu kadar kırılgan yapıdaki bir ekonomi ile Trump’ın “ekonomini mahvederim” tarzı bir tehdidine direnmek kolay olmaz.

*************************************

Türkiye’de Hukukun Siyasallaşması

Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile Türkiye’de “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden uzaklaşıldı, devletin üç gücü (yasama, yürütme ve yargı) tek elde toplandı. Yargının siyasi sonuçlu davalarda tarafsız ve bağımsız olmadığı algısı yerleşti.

Hâkim ve savcıların tüm atama, terfi, tayin ve diğer özlük hakları konusunda tek yetkili karar organı olan HSK’nın 13 üyesinin 6’sı CB Erdoğan, kalan 7’si AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın milletvekilleri tarafından seçiliyor. (Kurulun Başkanı Adalet Bakanıdır.)

“Hakim teminatı” denilen ve yargı bağımsızlığının önemli bir unsurunu oluşturan ilkeye uyulmuyor. Hâkimler azledilebiliyor, emekliye sevk edilebiliyor, istemedikleri yere tayinleri yapılabiliyor. Anayasamızda “doğal hakim ilkesi” var ama uygulanmadığında bir şey olmuyor. Davanın taraflarına göre hakim atanabiliyor. Siyasi mahiyetli davalarda belli savcı ve bilirkişiler görevlendiriliyor.

Ve artık… Hemen her güne siyasi parti liderleri, ülkenin en büyük il ve ilçelerinin belediye başkanları, gazeteciler, sanatçılar için soruşturma ve tutuklama haberleriyle uyanıyoruz. Bu haberler hukukun siyasallaştığı kanaatini pekiştiriyor.

*************************************

Prof. Dr. Adem Sözüer’in Ürpertici Tespitleri

Prof. Dr. Adem Sözüer (AKP iktidarının ilk yıllarında) 2004’te hazırlanan yeni Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemeleri Kanununun yapılmasında öncü olan saygın bir ceza hukuku hocasıdır.

Sözüer, T24’te Cansu Çamlıbel’le röportajında hukuk sistemimiz için çok keskin tespitler yapmış.

“Şu an Türkiye’de anayasa askıda mıdır?” sorusuna verdiği cevap şöyle:

“HSK’daki gücünüzü kullanarak yargıyı emir komuta zinciri düzenine getirmişseniz Anayasa askıdadır.”

“Eğer Anayasa’yı uygulamıyorsanız, bu durumu nasıl tanımlayacaksınız? Elbette ki askıdadır. Eğer anayasada yazıyorsa ki “Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme, herkesi bağlar” ama siyasi iktidar “beni bağlamaz” diyorsa, anayasa askıdadır. ‘Anayasa askıda’ demek şu anki durumu özetleyecek en hafif tabir olur.”

Prof. Dr. Adem Sözüer totaliter rejimlerde pek çok davanın “görünüşte davalar” olduğunu ifade ediyor. “Bakıldığında, bir savcı vardır, bir hâkim vardır, bir mahkeme salonu vardır, avukat da vardır. Sanki gerçek bir yargılama oluyor gibi bir hava yaratılır, halbuki ne karar verileceği daha önceden bellidir.”

“Hitler, Stalin dönemlerinde ve başka ülkelerde bunun çok örnekleri vardır. Ülkemizde Yassıada, Fetö yargısının hakim olduğu dönemde Balyoz gibi davalarda kararlar önceden verilmişti. Maalesef bugün de Türkiye’de siyasi bağlantılı çoğu soruşturma ve kovuşturmaların akıbetini siyasi makamlar belirliyor.”

Prof. Sözüer, Osman Kavala, Ekrem İmamoğlu, Can Atalay, Ayşe Barım, Ümit Özdağ soruşturma ve davalarını bu kapsamda değerlendiriyor.

Hatta “kişinin tutuklamasını ve mahkûmiyetini gerektirecek şüphe sebebi olabilecek bir delil yok” diyen AİHM Kararlarına rağmen Osman Kavala’yı içeride tutanların, Ceza Kanunu’ndaki ‘kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma’ suçunu işlediğini söylüyor.

“Kavala ve arkadaşları şu an bu suçun mağduru olarak cezaevinde. Eğer serbest bırakılması gereken kişiyi cezaevinde tutuyorsanız suçtur bu” diyor.

*************************************

SON SÖZ: Eğer Trump’ın “Gazzelileri sürme” projesine ve Netanyahu’nun zulümlerine karşı mücadele edeceksek bunu ancak “hukukun üstünlüğü ilkesi” ve “insan hakları” zemininde yapabiliriz.

Gazzelilerin hakkını güçlü bir şekilde savunmak istiyorsak, öncelikle güçlünün hukukunun uygulandığı değil, hukukun güçlü olduğu bir Türkiye olmamız lazım.

İnsan, Ebede Namzet

     Âlemde görüyoruz ki: Zâlim, günahkâr, gaddar / haksızlık yapan insanlar; gayet refah ve rahat bir yaşayış içindeyken;  mazlum ve mütedeyyin / dindar adamlar; son derece zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar!

     Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi / eşit kılar. Eğer şu müsavat / eşitlik, nihayetsiz / sonsuz ise, bir nihayeti / sonu yoksa, zulüm görünür. Halbuki zulümden tenezzühü / uzaklığı, kâinatın şehadetiyle sabit olan adâlet ve hikmet-i İlahiyye, bu zulmü hiçbir cihetle kabûl etmediğinden; bilbedahe / açık bir şekilde, bir mecma-i aheri / ahirette toplanma yerini iktiza eder / gerektirirler ki; birinci, cezasını; ikinci mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer / insan, istidadına münasib tecziye / ceza ve mükâfat görüp adalet-i mahzaya / tam bir adâlete medar / sebep ve hikmet-i Rabbaniyyeye mazhar ve hikmetli / bir gaye için yaratılan mevcudat-ı âlemin / kâinattaki varlıkların bir büyük kardeşi olabilsin.

     Evet şu dar-ı dünya / dünya hayatı, beşerin / insanın ruhûnda mündemiç / saklı oan hadsiz istidad ve kabiliyetlerin sünbüllenmesine müsait / uygun değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri / maya ve özü büyüktür. Öyle ise, ebede namzet / adaydır. Mahiyeti / aslı ve iç yüzü âliye / yüksek ve yücedir. Öyle ise, cinayeti / suçu dahi azîm / büyüktür. Sair mevcûdâta / varlıklara benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz / ihmal edilemez, abes / boş sayılamaz. Fena-yı mutlak / sonsuz yok oluş ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa / yokluğa kaçamaz. Onu, cehennem ağzını açmış bekliyor. Cennet ise âğûş-u nazdarânesini / nazenin kucağını açmış gözlüyor.                                                                                                                                                        

     Acaba, hiç mümkün müdür ki, zerre / atomlardan güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mizanla Rububiyyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl / Sonsuz Haşmet Sahibi olan Allah; Rububiyyetin cenah-ı himayesine / koruma kanadına iltica eden / sığınan, hikmet ve adâlete îman ve ubudiyet / kullukla tevfik-i hareket eden / uygun davranışta bulunan mü’minleri / inananları  taltif etmesin / onlara lütufta bulunmasın?

     Ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan / taşkınlık ile isyan eden edebsizleri te’dîb etmesin / edeplendirmesin? Halbuki, bu muvakkat / geçici dünyada o hikmet, o adâlete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor / yerine getirilmiyor, te’hir ediliyor / erteleniyor.

      Ehl-i dalâletin / hak yoldan sapanların çoğu ceza almadan; ehl-i hidayetin / doğru yolda olanların da çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar!

      Demek, bir Mahkeme-i Kübrâya / Ahirette Allah’ın huzurunda kurulacak bir Büyük Mahkeme’ye, bir saadet-i uzmaya / en büyük mutluluğa bırakılıyor.

     Hem, her hak sahibine istidadı / kabiliyet ve yeteneği nisbetinde hakkını vermek. Yâni vücudunun bütün levazımatını / gerekli olan şeylerini, bekasının bütün cihazatını / donanımlarını en münasip / en uygun bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adâlet elini gösterir. Hem, istidad lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî / yaratılıştan gelen ihtiyaç, gereksinim lisanıyla, ıztırar / zorunluluk lisanıyla sual edilen ve istenilen her şeye daimî cevap vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.

     Şimdi hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcet / ihtiyacının imdadına / yardımına koşan bir adâlet ve hikmet; insan gibi en büyük bir mahlûkun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın / ihmal etsin! En büyük istimdadını / yardıma çağırmasını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın! Rububiyyetin haşmetini, ibadı / kullarının hukukunu muhafaza etmekle, muhafaza etmesin! Halbuki, şu fani dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor.

     Zira, hakiki adâlet ister ki: Şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat / ceza görsün.

     Madem, şu fani, geçici dünya; ebed için halk olunan / yaratılan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyyetten çok uzaktır…

     Elbette, âdil / adâletli, hakîm / hikmet sahibi, sonsuz güzellik ve azameti bulunan Allah’ın daimî bir Cehennem’i ve ebedî bir Cennet’i olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Bir Türk Devletidir!

Devlet, günümüzdeki anlamıyla, belirli bir ülkede yaşayan insan topluluğunun, egemenlik ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenmedir.

Bizim devletimizin adı da “Türkiye Cumhuriyeti”dir… Türkiye Cumhuriyeti devleti bir Türk devletidir ve ebediyen öyle kalacaktır. Kriptolar hallettik diye fazla sevinmesin!

Devlet, Türkler tarafından daima “kutlu” sayılan ve milletimizi siyasi manada temsil eden yegâne varlığımızdır.

Tarih, Türklerin büyük bir coğrafya da sayısız devlet kurduğunu yazıyor. Yani bu konuda pek maharetli bir milletin çocuklarıyız!

Kurduğumuz devletler ve temsil ettiğimiz medeniyetler, eski dünyanın her yerine ulaşmıştır. Hunlar, Göktürkler, Karahanlılar, Timurlular, Altın Orda, Babürlü, Selçuklu, Mısır Türkiya devleti ve nihayetinde Osmanlılar hemen bir çırpıda sayabildiklerimizdir.

Yıllar önce Sir Ch. Eliot’un; “Türkler eski güçlerini artık kaybetmiştir fakat tarihte yeniden önemli roller oynayacaklardır, çünkü Türklerde bu güç hala mevcuttur.” dediğinde olduğu gibi biz Türklerin devletleri ile birlikte var olma arzusu günümüzde de sürmektedir.

Türklerin, insanlık tarihi boyunca bu kadar çok devlet kurmasının nedenlerinden bir kısmını, kendilerine karşı duydukları aşırı güvene ve başlarına gelenleri kısa sürede unutmalarına bağlıyorum.

Türk devletlerinin kiminin uzun ömürlü kiminin de kısa ömürlü olmasının sırları, Bilge Kağan’ın “Orhun Yazıtları”nda bize bıraktığı vasiyetlerdedir.

 Unutmayalım ki, o dönem Türk beyleri kendi isimlerini bırakıp Çin isimleri almış, Türkler Çinlilerin ipekli kumaşlarına ve tatlı sözlerine kanmış, eş olarak Çinli kızları Türk kızlarına tercih eder olmuşlar, düşmanlar Türk halkı ile Türk beylerini biribirine karşı kışkırtarak kardeşi kardeşe düşürmüşler, gençler ağabeylerine oğullarda babalarına itaat etmez olmuştur. Sonuç elli yıllık bir Çin esaretidir… Bilge Kağan’da bunun üzerine “Türk Milleti, irkil ve kendine dön!” demiştir.

Devlet, Türkler açısından bir “kutsal”lık taşısa da aslında her bir fert ve toplum için yaşamsal öneme sahip bir erk yani güçtür.

Devletin önemini anlamak için Osmanlı-Türk İmparatorluğu döneminde kaybettiğimiz topraklarda ardımızda bıraktığımız soydaşlarımız ve akraba topluluklarımız ile bir konuşun, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

Kırım, Ahıska, Kerkük, Halep, Kırcaali, Üsküp, Prizren, Gümülcine, Saraybosna, Kıbrıs ve diğer ata yadigarı topraklara bir uzanıverin; bir Türk veya Türk olarak görülenler için devletsizliğin ne anlama geldiğini görün derim. Ya da Suriye’den Türkiye’ye doğru yürüyerek gelen binlerce insana bakın yeter!

Bunu sadece güvenlik açısından söylemiyorum. Devletimiz var ki; milyonlarca hanede elektrik yanıyor, soba başında ısınıyor, çeşmelerimizden sular akıyor, karnımız doyuyor, tarlalar ekiliyor, hayvanlarımıza bakılıyor, çocuklarımız okullara gidiyor, yollarımız yapılıyor, hastalarımız tedavi görüyor, ticaretimiz sürüyor, namusumuz, malımız canımız korunuyor, hakkımız aranıyor… Eksiklik varmış, yanlış oluyormuş; tamam kabul ediyorum ama bunlar devletimize bir laf söylemeye ve onu yıpratmaya yada yıkmaya teşebbüs etmeye yeterli neden değildir. Velhasıl her yanlışına rağmen devlet bizimdir yani Türk’ündür!

Yurt dışına gidenler iyi bilir; geri dönüşte sınırda veya havaalanında Türk bayrağını görünce; memlekete geldik diye içimiz ne kadar rahatlar ve kendi kendimize “memleket gibisi yok” diye mırıldanırız. Hatta eminim ki, hainlerde aynı duyguyu hisseder. İşte bize bu duyguyu tattıran bu memleket, Türk Milletinin en büyük siyasal örgütlenmesi olan Türk devleti ile ayaktadır.

Vatandaşı olmaktan gurur duyduğum “Türkiye Cumhuriyeti” devleti Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulmuştur. Eğrisi doğrusu ile kuruluşundan bu yana 100 yıl geçmiştir. Bana göre bugüne kadar üzerine düşeni hakkıyla yapmıştır.

Bu devlet kabul etmeliyiz ki, içeriden ve dışarıdan insanlık tarihinin görmediği kadar, büyük bir saldırı altındadır. Bu saldırının hedefi, devletimizi yıkmak ve Türk Milletinin elinden bu toprakları alıp onu esaret altına almaktır. Devletimize bilerek veya bilmeyerek laf edenlerin hepsi bu amaca hizmet etmektedir.

Onun için bize göre “kutsal” olmasının yanında her birimiz için yaşamsal önem taşıyan devlet varlığımız, göz bebeğimiz gibi korunmalı ve gerekirse onun hizmetinde her türlü fedakarlıkta bulunabilmeliyiz.

Öyle birilerinin etkisinde yada propagandasında kalarak devletimiz aleyhinde konuşmaktan imtina etmeli aksine her ortamda yüksek sesle devletimizi müdafaa ederek onu elimizden geldiğince korumalıyız.. Başımızda sallanacak yabancı bir bayrak ve vatandaşı olacağımız başka devletler bize asla Türkiye Cumhuriyeti’nin verdiği rahatı ve güveni sağlamaz. Bilmeliyiz ki; en kötü devlet bile devletsizlikten çok daha iyidir!

Türkiye Cumhuriyeti bizimdir, biz Türkiye Cumhuriyetiyiz! O zaman Bilge Kağan’ın dediği gibi “İrkil” ve kendine dön, devletinle ebediyen yaşa…

Milli Bekamız: Aile

Nüfusumuz, 85 milyonu geçmiş, 86 milyona yaklaşmış.

Nüfus artış hızımız, azalmış; son 25 yılda yarı yarıya düşmüş. Doğum artış hızı, pek çok dünya, hatta hep eleştirdiğimiz Avrupa ülkesinin bile çok çok gerisindeymiş.

2025 yılı “Aile Yılı” ilan edilmiş. Bunda, aile kurumunun öneminin vurgulanması, aile içindeki birlik ve beraberliğin korunması, mevcut riskler karşısında ailenin topyekûn desteklenmesi amaçlanıyormuş. Bu amaçla, eylem planları oluşturulmuş.

Aile; kadın ve erkeğin nikâhlı birlikteliği ile kuruluyor.  Toplumun en küçük birimi olarak kabul edilen sosyal bir yapı. En küçük, yani “çekirdek” olarak adlandırılan bir aile; baba, anne ve çocuklardan oluşur. Kültürümüzde aile için oldukça sevimli sözcükler var: Ocak, yuva gibi. Çekirdek ailedeki çocukların kendi aileleri dışındaki bireylerle evlenmesiyle yeni bir çekirdek aile ortaya çıkar. Her ocak, kendisinden bir şey kaybetmediği gibi, başka bir ocağın kıvılcımı oluyor. Evlenen kızlar için de “Yuvadan uçtu” deniyor.

Milletler, ayakta kalma ve egemen olma mücadelesi veriyor. Nüfusun artışı, neslin devamı millet olarak var olmanın mutlak gereği. Yetkililer, nüfus artış hızının yavaşladığını, gençlerin evlenmekten kaçındığını, boşanmaların arttığını, bunun bir beka meselesi olduğunu dillendiriyor. İstatistiklere göre, yirmi beş yıl sonrasında nüfusumuz belki bugünden önceki yirmi beş yıl seviyesine düşecekmiş. Yaşlılar ülkesi olacakmışız.

Bu üç konunun da “milli beka meselesi” olduğuna inanıyorum. Buna, dağılan ailelerdeki çocukların hayata ve insanlara karşı geliştirdikleri olumsuz psikolojiyi de eklemek lazım.

Gençler niçin evlenmez, evlenenler niçin kısa süre sonra ayrılmayı düşünürler? Mağdur edilen çocukların trajedisi nasıl tedavi edilir, nüfus hızı niçin yavaşlar?

Diken, battığı yerden çıkarılır. Sorunlar da üretildiği ortamda çözülür. Milli beka meselesi dediğimiz sorun, bu toplumda yaşanıyorsa yine bu toplumda ve bu toplumun geleneklerine, yasalarına göre çözülmelidir. Bir asır oldu, Batıdan gelen yasaları hala hazmedemedik.

Her toplumun sosyolojisi farklıdır. Kim ne derse desin, biz erkek egemen bir toplumuz. Erkek, evin direğidir, ailenin başıdır. Erkek ne kadar güçlüyse kadın o kadar güçlüdür, özgürdür, Evi geçindirme sorumluluğu, erkeğin omuzlarındadır. Kadından beklenen, sadakatli eş ve müşfik bir anne olmaktır. Evin hanımefendisi, çocukların annesi olmak son yarım asırdır eğitim zeminlerinde, basın-yayın kanallarında küçümsenir oldu. Ağır ve onurlu bir meslek olan ev hanımlığına ve anneliğe, kızlarımız burun kıvırır hale getirildi. Peşine düşülen kariyer sevdası onları annelikten uzaklaştırdı, evliliği ayak bağı görür hale getirdi. Annelik ve ev hanımlığı prestij olarak yüceltilmeli, ekonomik olarak teşvik edilmeli, desteklenmelidir.

Kadının, istihdama katılması, meslek sahibi olması her toplumun arzusudur, politikasıdır. Kadın, potansiyel zenginliktir. Neşet Ertaş, “Kadın insan, erkek insanoğlu.” der.  Ancak kadın istihdamı kadar, erkek istihdamından söz edilmediğini görüyorum. Erkeğin işsiz kalmaması, hem toplum hem aileler hem de milli beka kabul ettiğimiz neslin devamı açısından daha önemlidir. Erkek ve kadın bir cinsiyeti ifade eder; ancak öncelikle her biri bir şahsiyettir. Zaman zaman, bu toplumda kadına bir cinsiyet objesi gözüyle bakıldığının ve bu yönüyle ön plana çıkarıldığının utancını da yaşamıyor değiliz. Bu bakış açısı kadın cinsine karşı hem bir haksızlıktır hem de bu toplumun ayıbıdır. Kadın ve erkek, fıtratının emrettiği yerde konumlandırılmalı ve iş bölümünde huzur bulacağı saygın mesleği üstlenmelidir.

Bireyselleşme, bizde aşırı özgüven oluşturdu. “Ben kendime yeterim.” anlayışı, bir bütünün iki yarısı olan kadın ve erkeği hep yarım bırakıyor. Evlilikler olmuyor, aileler kurulamıyor, kurulanlar kısa sürede dağılıyor. Kendi cinsiyetin gereklerini, evliliğin amacını bilmeyen gençler, kısa sürede iki koalisyon ortağı gibi birbirinden nefretle ayrılıyor. Evlilik bir koalisyon değil, karşılıklı teslimiyettir, tahammüldür, hoşgörüdür. Eğitim kurumlarımızda gençlerimiz bu yönleriyle bilgilendirilmeli, eğitilmelidir. Aile kurmanın kutsallığını, evliliğin gereklerini idrak edememiş gençlere evlilik izni verilmemelidir.  Belediyelerin, devletin ilgili kurumlarının veya yetkilendirilmiş kursların yapacağı eğitim sonunda vereceği sertifikalar, nikâh kıymak için ön şart olmalıdır. İşe girenlerden olduğu gibi, evlenmek isteyenlerden de “evliliğe yeterlilik belgesi” istenmelidir.

Bir işe iştahla başlayıp onu kötü sonuçlandırmak veya sonuçlandıramamak milli hastalığımız. Diyanetin, Aile Bakanlığının ve başka kurumların, ailenin korunması, boşanmaların azaltılması, mağdur çocukların rehabilite edilmesi ile ilgili pek çok projeden haberdarım. Kulağa hoş gelen isimleri de var bu projelerin: Güçlü Çocuk, Güçlü Toplum; Aile İçi Şiddete Karşı Proje… vb. Ancak, bu projelerin yeterince karşılık bulmadığını, ilgi görmediğini görüyorum. Ayağı yere basmayan projelerin çoğu, Batı kültürü öğretilerine göre yetişmiş sosyologlar, aile danışmanları tarafından hazırlanmış izlenimi veriyor bana. Toplumumuzun gerçekleriyle, beklentileriyle uyuşmayan projeler, havada kalmaya mahkûm. Türk toplumunun aile algoritması, duygusallıktan ve önyargılardan uzak kalarak çıkarılmalı, buna göre projeler oluşturulmalı, derhal yürürlüğe konmalıdır. Sahadaki uygulamanın takibi yapılmalı, sonuçları rapor edilmelidir. Zaman kaybının ve israfın telafisi mümkün olmayacaktır.  

Hükümetin, evlenmeyi ve çocuk yapmayı teşvik edici destekleri takdire değer. Ailenin küçümsenmesine, cinsiyetsizliğin ve sapkınlığın özendirilmesine, boşanma özgürlüğünün çağdaşlık kimliğiyle tahrik edilmesine yönelik algı çalışmaları, sosyal medya platformlarında iyice artmış görünüyor.  Buna derhal “Dur!” denmelidir. Algı ajanları, bir kurt gibi toplumumuzu kemirmekte, gelecek nesilleri ifsat etmektedir. Aile, kutsaldır; korunmalıdır, yaşatılmalıdır.

Niçin aile? Milli Beka olduğu için…

Halifelik Üzerine

Halifelik, Allah’ın emri değil. Kur’ân-ı Kerim’de bütün insanlar yeryüzünün halifesidir.
Müslümanların devlet başkanlarına “halef olan” anlamında “halife” denmiştir.
Emevîler de Abbasîler de “halifeliği” siyasî güç olarak kullanmışlardır.
Bizde “halifelik” talebi, “Yeni Türkiye”ye karşı tavırdır. (M. Kemal, Osmanlı’dan sonrası için “Yeni Türkiye” der.)

Kuvayı Milliye kadrosuyla Türk Halkının önüne düşerek oluşturduğu güçle Emperyal güçlerin desteğiyle Anadolu’yu işkâl eden Yunan ordularına karşı verdiği başarılı Kurtuluş Savaşları sonucu Anadolu’yu Türk Milletine yeniden bağımsız bağlantısız vatan yapan Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü şükran ve minnetle yat etmek her namuslu Türk vatandaşının vatandaşlık borcudur; vicdani borcudur.
Aşağıdaki yazıyı çok iyi kavrayarak Türkiye Cumhuriyetini kuran Başbuğ Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerinden Halifeliğin kaldırılması, Laik Cumhuriyetin kurulması ve üniter yapının oluşturulması dâhil ne kadar gerekli ve önemli olduğunu görüyoruz:
*
Okuduklarımızdan; tarihi bilgilerimizden edinimlerimizden bahisle;
Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı imparatorluğu;

  • 1299 da kurulmuş, 1579’a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ….
  • 1579 dan 1699 kadar,
    1 Asır DURAKLAMIŞ.
  • 1699 dan 1919 kadar.
    GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.
    Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
  • Halifeliğe kadar olan Osmanlı… (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
  • 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
    *
    Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu…
    Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
    O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlukluların elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler…
    Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
    Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler…
    İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
    Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır…
    *
    İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evirilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
    Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
    Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
    Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur…
    1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
    Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
    1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
    Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
    *
    Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
    Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
    Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
    Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
    *
    Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
    Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
    Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir… Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
    Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
    Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
    Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır. Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
    *
    Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
    1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
    Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
    Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
    Ve yine; Yunus Emre’lerin, Hacı Bektaş’ların, Seyit Gazi’lerin, Ahmet Yesevi’lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
    Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali’lerin İslam’ı, Akşemseddin’lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud’lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
    Umarım bugün aynı vahim hatalara düşmeyiz!!!
    Ve Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
    “Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”
    *
    Kutsal, sınırsız yetkili bir halife anlayışı, İslam’da yoktur. Bir toplumun, milli değerlerini temsil etmesi gereken, kanunlara ve adalete uygun iş görüp insanlık değerlerine de uyan, bir yönetici ve danıştığı insanlar ve kurumlar vardır. Bu yöneticinin adı, o toplumun kültürü ve geleneklerine bağlı bulunarak ve yeniliklere de açık olarak, han, hakan, şah, şehinşah, padişah, başkan, cumhurbaşkanı olur. Bunun İslam’a da, toplumun gelişmesine de uygun olanı, seçimle bu göreve gelmesidir. Bu şartları taşıyorsa, böyle birine halife deseniz de ne farkeder? Şu muhakkak ki; yeryüzünde, mecazen de olsa Allah’ın gölgesi, vekili olamaz.
    Birçok konuda olduğu gibi, siyasi, idari konuda da yanlış dinî anlayışlarımızı düzeltmek zamanı, hâlâ gelmedi mi?
    Çağın gerektirdiği bilimsel çalışmalarıyla hayatı kolaylaştıran, dünyayı yaşanır kılan; insanlığı aydınlatarak önünü açmış; rehber olmuş insan onurunu öne çıkaran; bütün münevverlere selam olsun.

Geleceğin Başlangıç Tarihi

Günümüzde fikri mülklerin parasal değerinin, somut elle tutulur mamullere göre çok arttığı ve bu ürünleri üreten, pazarlayan ve bu ürünlerin haklarına sahip olan şirketlerin yüzlerce milyar dolar değere ulaştığı bir çağdayız. Bu ürünlerden kastımız hepimizin adını duyduğu hatta kullandığı yapay zekâ programlarından tutun oyunlara oradan işletim sistemlerine hatta ufak tefek gibi dursa da kilit rolde kullanılan küçük yazılımsal programlara uzanan çok geniş bir yelpaze. Dışarıdan bakıldığında aslında bilgisayar içinde çalışan uygulamalardan başka bir şey olmasa da bu uygulamalar şu anda bırakın milyarları, trilyonlarca dolarlık bir endüstri oluşturuyor. Peki, anladık durum bu hatta krizleri falan çıkıyor, bir gecede Amerikan borsaları trilyonlar kaybediyor, kazanıyor ama bu hikâye neydi neden bu kadar değerlendi? Bunun cevabını verebilmek için aslında bilgisayarların tarihine gitmemiz gerekiyor ki süreci baştan sona kavrayalım.

Gerçek manasıyla ilk bilgisayar diyeceğimiz şeyler aslında abaküslerdir. Bu abaküsler basit matematik işlemlerini yapan insanlar için kullanışlı araçlar olmuşlardır. Fakat bizim bildiğimiz ilk bilgisayarlar temelde abaküs mantığıyla çalışıyor olsa da 2. Dünya Savaşı sırasında karmaşık matematik formülleriyle kurgulanan mesajlaşmaları çözmek amacıyla üretilmiş aletlerdi. Bu aletler temelinde delikli kartlar olan ve bu kartları okumak üzere kurgulanmış sistemler bütünüydü. Bir harf matematik denkleminde nereye geliyorsa o mesajlaşmaya uygun bir kart hazırlanıp alete veriliyor alet de bunu mesajın açık haline çevirip sonuçlandırıyordu. Savaş sonrasında bu aletlerin aslında temelinin değiştirilerek elle yapılan matematik işlemlerini de yapabileceği keşfedildi ve bu şekilde bizim bilgisayar diyebileceğimiz ilk örnekler ortaya çıktı.

Burada bahsetmezsek olmaz. Delikli kartların aslında çalışma mantığı şuydu: Kart üzerinde bir delik varsa o delikten elektrik geçiyordu, bu 1 yani ”var” demek oluyordu. O satırda çelik yoksa 0 yani ”yok” oluyordu. Buna 1’ler ve 0’lar üzerinden bir algoritma oluşturuluyor ve aletin hızı sayesinde sonuca çok daha hızlı varılıyordu. Daha sonrasında bunu kartlar olmadan transistörler denilen ufak cihazlarla yapmaya başladılar. Bu transistörler başlangıçta santimetrelerle ölçülürken zamanla silikat madeninin işlenmesinin öğrenilmesiyle 0.3 nanometreye kadar düştü. Modern bilgisayarlarda basitçe ne kadar transistörünüz varsa o kadar fazla işlem hızına sahip oluyorsunuz.

Konumuza devam edelim transistör devriminden sonra bilgisayar dünyası her yıl üstüne koya koya çok hızlı bir şekilde gelişti. Bu hız öylesine hızlı oldu ki bilgisayarların merkezindeki işlem birimleri daha fazla küçülemez hale geldi. Başlangıçta işlem için kablolardaki büyük elektrik miktarları kullanılırken şu anda elektronların hareketlerinden verim alınmaya çalışıyoruz.

Bu noktaya geldiğimize göre şahsi hikâyemden bahsedeyim. Her 90’lar çocuğu gibi bu bahsettiklerim benim için önemsiz ve gereksiz ayrıntılardı. Asıl önemli olan benim o cihaza sahip olup oyun oynamamdı. Bir zaman sonra bunu da elde ettim. Fakat insanın attığı her adım onu yeni ufuklara ilerletir. Benim için de öyle oldu ve bu ilgim bugün sizlere bu yazımı yazabilmemi sağladı.

İlk başta bu bahsedilen işlem gücü şirketlerin işlerini hızlandırmak ve üretim süreçlerini iyileştirmek için kullanıldı fakat çok hızlı bir şekilde piyasaya yeni bir tüketici girdi. Eğlenmek isteyen insanlar. Piyasadaki bu talebi hemen fark eden önce Japon sonra da Amerikan şirketleri çok hızlı bir şekilde üretime başladılar ve piyasayı doyurmaya başladılar. Bunun arkasında da teknoloji şirketleri bu talebe daha çok işlem gücü gerekiyor diyerek daha ileri ürünler üretti bu da teknolojinin daha da hızlı ilerlemesine neden oldu. Elde bu kadar fazla işlem gücü varken bir grup insan da hikâyesi gayet uzun ve ilginç olan yapay zekâ çalışmalarını bu mecraya taşıdılar. Fikir hepsinde vardı, nasıl yapılır nasıl edilir biliyorlardı ama ellerinde işlem gücü yoktu. İşte tam bu anda imdatlarına bahsi geçen şirketler geldiler. Bu işlemcilerin gücü ve internetin veri bolluğu ile her işe ayrı odaklanmış yapay zekâ modelleri çıktı.

Bunun sonucunda üreticiler de bu üretim araçlarına hücum ettiler. Yapay zekâ şirketleri altın arayanlara küreklerini satıyorlardı.

Müşteri Memnuniyeti

Müşteri memnuniyeti,“müşterinin ihtiyacının giderilmesi ve isteğinin karşılanması sonrasındaki tatmin oranıdır. Müşteri memnuniyeti kavramını, müşterinin aldığı hizmetlerden memnun kalma düzeyi” olarak da tanımlayabiliriz.

İnsan ilişkilerinde, müşteri memnuniyeti olmazsa olmazlardandır. Bu gerçeği kimse inkâr edemez. Müşteri, güneş gibidir. Yalnız bu, karşılık bekleyen bir güneştir. Aynı yerde durmaz. Sürekli ışık saçmaz. Eğer ona karşı tutum ve davranışlarımızdan hoşnut kalmazsa, başka kişileri aydınlatmak için yer değiştirir. Yani ışığını mahrum eder.

Dolayısıyla yüzünü müşteriye dönmeyen işletmeler büyüyemez, gelişemez, ısınamaz ve aydınlanamaz.

Bir firma ya da işletme sahibi, mutlu müşterilerini eve gönderdiğinde yalnızca müşteri memnuniyeti kazanmış olmamaktadır. Mutlu müşteriler sadık müşterilere dönüşmekte, ağızdan ağıza dolaşan pazarlama hizmetine de büyük katkı sağlamaktadır. Çünkü memnun müşteri, mutlu ve sadık müşteridir.

İnsan, yaratılan varlıklar arasında en değerlisidir. Tabii ki insani ve evrensel ahlaki değerlere sahipse. Böyle bir birey, elbette ki değerli olduğunu da hissetmek ister.

Günümüzde, hayatın bize sunduğu negatif sürprizlerden ötürü, genellikle stresli ve bozuk bir moral içinde kalabalıklara karışmaktayız. Bu yüzden bazen tebessüm etmeyen yüzümüzle, komşuya, asansörde karşılaştıklarımıza, bir “günaydın”, “iyi günler” vb. gibi güzel ifadeler kullanmayı ıskalamaktayız.

Tabii ki içimizde, “her şeye rağmen” hep pozitif kalan güzel yürekler de var. Bunlar toplumun neşe ve moral kaynağı, imrendiğimiz nadide bireylerdir.

Bütün bunlara rağmen, hepimiz ilişki içinde olduğumuz insanlardan, yüzümüzü güldüren, içimizi ısıtan, değerli olduğumuzu hissettiren söylemler ve tavırlar bekleriz. Medeni bir toplumda da zaten bu özelliklerin bulunması gerekir.

Geçen gün bir marketten alış veriş yaptım. Kasaya yöneldiğimde görevli bayan, “kasayı kapatacağını” söyleyerek yan kasaya yönlendirdi. Yan kasada sıraya girdiğimde, benden sonrakilerin beni uyaran kasaya girerek işlem yaptırdıklarını izledim.

İster istemez bozulmuştum. Dayanamayarak ilgili bayana seslendim. “Hani kasayı kapatıyordunuz, müşteri almaya devam ediyorsunuz. Bu tavrınız tutarlı değil” dedim. Bayan bu soruyu beklemiyordu tabi. Mahcup olarak, “ikazımı dinlemediler” diye cevap verdi.

Tartışmayı uzatmak istemedim. Oysa uyarılan müşteri de hatalıydı, kasaya bakan bayan da. Müşteri kurallara uyacak, görevli bayan da ikazına rağmen aldırmayan müşterilerin işlemini yapmayacaktı. Ya da engel olamadıysa kendi kasasında bana öncelik tanıyacaktı.

Gelelim başka bir konuya. Otomobilimin çamurluğu darbe almıştı. Kaskoma danıştım, “mini onarım” yapan bir servise yönlendirdi. Boyanması için bıraktığım arabamı aldığımda, şaştım kaldım. Boyanan kısım, otomobilimin rengiyle uyuşmuyor, adeta sırıtıyordu. İlgililerin dikkatini çektim. “Eski boya solduğu için yeni boya böyle gözüküyor” diyerek konunun üzerinde ciddiyetle durmadılar.

İşlemleri sürdürürken, önüme bir memnuniyet anketi koydular. Ben de her bölüme sıfır vererek formu imzalayıp uzattım, İlgili bayan hayal kırıklığına uğradı. Hayret ederek “ne biçim bir değerlendirme” diye çıkıştı. “Yaptığınız işin ve ilginizin karşılığı bu” dedim. “Ben bunu değerlendirmeye alamam” diyerek, canı sıkkın bir tavırla formu buruşturdu.

“Değerlendirmeye alsanız da almasanız da notunuz bu” diyerek iş yerinden ayrıldım. Yıllar geçse de o kurum hakkındaki negatif kanaatim hala aklımda. İlgili kurum kayda almasa da intibalar zihinlerden silinmiyor.

En son yaşadığım bir olay, bu yazıyı yazmamın esas nedeni oldu.  ERNAZ OTOMOTİV den otomobilimin bakımı için randevu almıştım. “Saat 08.45 te getirin” diye SMS atmışlardı.

Günü gelmeden bir gün önce yine uyardılar. Ben de şimdiye kadar gördüğüm olumsuz işlemlerin tesiriyle, biraz geç gitmeyi düşünüyordum. Çünkü saat erkendi, “o saatte muhatap bulamam” diye düşünmüştüm.

Fakat randevularıma saatinden önce gitme gibi bir alışkanlığım var. Bu tutkudan kurtulamayarak, saat 08.30 da servise gittiğimde, bir hanımefendinin stantta olduğunu gördüm. Gerçekten de sevinmeme rağmen şaşırmıştım. Kendisine yaklaşırken, “Seyfettin bey olmalısınız, ben danışmanınız T…., hoş geldiniz efendim” diyerek tebessümle karşıladı.

Tanıştıktan sonra nezaketle gerekli bilgileri alarak yardımcı oldu. Neticede her şey olumlu şekilde, hızla sürdürüldü. Söylenilen saatte aracımı aldım. Kafama takılan soruları, ilgili uzman arabamın başına gelerek açıkladı.

Kurumdan fevkalade memnuniyetle ayrıldım. Ertesi gün, ilgili servisten bir yetkili arayarak, “işlemlerden memnun olup olmadığımı” sordu.

Hizmetlerden çok memnun kaldığımı, şimdiye kadar çeşitli servislerden aldığım hizmetin en mükemmelini burada gördüğümü,” samimi bir şekilde dile getirdim. Yetkili, sevincinden ne yapacağını şaşırdı.

Elbette ki bu haklı bir sevinçti. Verdikleri hizmetin gururunu yaşamak haklarıydı. Danışmanım T…. hanımefendi başta olmak üzere, bilgi veren uzman beyefendinin, veznedarın ve sigorta görevlilerinin “samimi, sıcak, yapıcı yardım ve desteklerini” görmekten gurur duydum.

Bir eğitimci olarak, hep arzuladığım müşteri memnuniyetini bu kurumda tam manasıyla görmenin mutluğunu yaşamaktayım. Neticede bakımı bedava yapmamışlardı. Öyleyse beni sevindiren neydi?

Çoktandır hasretini çektiğimiz; “bir yudum tebessüm, motive eden ufacık bir jest, samimi ve içtenlik kokan söylemler.” Ve… “beklentilerin üstünde mükemmel bir hizmet.” İşte insan ilişkilerindeki memnuniyetin şifresi.

ERNAZ otomotivin çalışanları için söylenecek son söz. “Toplam kalitede yüzde yüz müşteri memnuniyeti.”

Teşekkürler değerli T….. hanımefendi… teşekkürler ERNEZ otomotivin tüm çalışanları…

Ustalık seviyesine ulaşılması gereken en önemli sosyal becerilerdendir ilişkiler. Hayatımızda derin ve sürdürülebilir ilişkiler istiyorsak, her insanın eşsiz ve özel olduğunu unutmamalıyız. İnsanlarla içtenlikle ilgilenmeli, sıkça gülümsemeli, dürüst ve samimi övgülerimizi esirgememeliyiz.

Kullandığımız dile dikkat edip, tek bir sözcüğün derin yaralar açabileceğinin farkında olmalıyız. Anlayışlı ve sabırlı olup, insanların hassasiyetlerine özen göstermeliyiz. Duygularımızı yönetmeyi öğrenmeliyiz. Hatalarımızı içtenlikle kabul edip, gerektiğinde özür dileyebilmeliyiz. Anlaşmazlıkları ve farklılıkları olumlu karşılamalı, saygı duymalıyız. En önemlisi sevgide ve saygıda cömert olmalıyız.

Galiba, “gerçek mutluluk, mutlu ettiğiniz insanlardan size yansıyanlarmış.”

Sevgiyle kalın…

Arazi Değil Vatan!

ABD Başkanı Donald Trump çılgın bir adam. Bir devlet adamı gibi değil, her nasılsa çok para kazanmayı veya güç sahibi olmayı başarmış narsist bir iş adamı gibi davranıyor.

İkinci defa başkan olduktan sonra söylediği sözler hiçbir devlet başkanından duymadığımız tehlikeli hedefler ve tehditleri içeriyor.

Kişi olarak böyle olmasının bir zararı yok. Ama dünyanın en güçlü devletini yöneten bir kişi yani ABD başkanı olarak söylediğinde milyonlarca insanın uykusunu kaçırıyor.

Meksika Körfezi, Grönland ve Kanada’ya dair egemenlik talepleri ile başta Çin olmak üzere bazı ülkelere yüksek gümrük vergileri koymak, ekonomik yaptırımlar uygulamak gibi kararları bizi pek ilgilendirmiyor gibi görünüyor. Ama uygulandığında Türkiye’yi etkileyecek yönlerini göreceğiz.

Ancak Trump’ın, İsrail’in soykırımcı Başbakanı Netanyahu ile yaptığı görüşmeden sonra, Gazze konusunda söyledikleri tüylerimizi ürpertmiş olmalı. Çünkü bu coğrafyada yapılacak her şey Türkiye’yi, soydaşlarımızı ve dindaşlarımızı doğrudan ve yakından etkileyecektir.

Netanyahu Amerika’ya gitmeden görüşmenin içeriği hakkında ipucu vermişti. “Trump ile el ele verip Ortadoğu’nun yeni sınırlarını çizeceğiz” demişti.

Trump 4 Şubat’taki toplantıdan sonra, Netanyahu’nun beklediğinden de ilerisine gitti. “ABD’nin Gazze’yi yeniden inşa edeceğini ve burada yaşayan Filistinlileri bölge ülkelerine yerleştireceğini” söyledi.

Gazze’den kaç kişinin başka bir ülkeye yerleştirilmesi gerekiyor?” sorusuna ise “tamamı” diye cevap verdi.

6 Şubat’ta da ABD Başkanı Trump, İsrail’in Gazze Şeridi’ni inşaat için “ABD’ye devredeceğini” Gazze’nin Ortadoğu’nun Rivierası haline getirileceğini belirtti. Filistinlilerin bölgedeki ülkelerde güvenli ve güzel mahallelerde, yeni ve modern evlere yerleştirilebileceğini” ifade etti ancak ülke adı vermedi. Bu fikrinin “Ortadoğu’ya istikrar getireceğini ve herkesin bu fikri çok sevdiğini” söyledi. (Bu cümledeki herkesin kimleri kapsadığını çok merak ediyorum.)

İsrail Savunma Bakanı Katz, “İsrail’in Hamas’a karşı savaşını eleştiren ülkeler bu kişileri almakla yükümlü” diyerek planı biraz daha açtı. Bu ülkelerin başında Türkiye’nin geldiği açık değil mi?

**************************

Gazze’lileri Gazze’den Sürme Planı

Trump malum bir emlak zengini. Deniz kenarında binlerce kilometrekarelik dümdüz bir arazi var ve üzerindeki binaların tamamına yakını bombalarla yıkılmış.

Bu “kupon araziyi” temizleyip, Trump Tower benzeri yapılar ve peyzaj düzenlemeleriyle Riviera veya Las Vegas gibi bir yerleşim haline getirdiğinde kazanabileceği paralar gözünü kamaştırmış olmalı. Üstelik bu “kupon arazinin” doğu Akdeniz’de deniz hukukundan kaynaklanan münhasır ekonomik bölgesinin avantajlarını da ele geçirmiş olacak. Bölgedeki doğalgazın stratejik değeri de cabası.

Ancak bu “kupon arazinin” bir tek kusuru var. Burada 2 milyondan fazla Filistinli yaşıyor. Bu 2 milyon Filistinli için Gazze bir arazi değil, VATAN. Bu halk 15 ay süren bombardımana rağmen vatanlarını terk etmedi.

Hamas “Gazze halkı yurtlarından koparılma planlarını kabul etmeyeceklerdir” açıklaması yaptı.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi (UNHRC) Trump’ın Gazze planı için, “işgal altındaki topraklarda insanların zorla nakledilmesi veya sınır dışı edilmesinin uluslararası hukuku ihlal edeceğini” açıkladı.

Ama ABD ve İsrail’i durduracak bir güç bulunmuyor.  Sadece AB ülkelerinden biraz tepki geldi. Arap ülkeleri sessiz. Türkiye’den ise sadece Dışişleri Bakanı ile AKP sözcüsünün cılız tepkileri oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda günlerce bir yorum dahi yapmadı.

Bu yazıyı yazdıktan hemen sonra (09 Şubat akşamı) nihayet Erdoğan’ın açıklama yaptığını medyadan okudum.

**************************

Erdoğan Neden Geç Tepki Verdi?

Bazıları Netanyahu ve Trump’ın Gazzelileri vatanlarından ZORUNLU GÖÇ (DEPORTATION) etme planına, Erdoğan derhal “one minute” tarzı sert bir tepki verir sandılar.

Bazıları Trump’ın ilk döneminde “Barış Pınarı Harekatının” başladığı gün Cumhurbaşkanımıza gönderdiği saygısız ve utanç verici mektubu hatırlatıyor:

“Sayın Cumhurbaşkanı, gelin iyi bir anlaşma yapalım! Binlerce kişinin öldürülmesinden sorumlu tutulmak istemezsiniz ve biz de Türk ekonomisini mahvetmekten sorumlu olmak istemeyiz ve bunu yaparız. Size bunun bir örneğini Pastör Brunson olayında yaşatmıştım.”

Ekonomimizin bu kadar kırılgan olduğu bir dönemde yeniden böyle bir tehdidi göze almak kolay olmasa gerek.

Belki de CB Erdoğan ABD devlet mekanizmasının Trump’ı dizginlemesini “devlet aklının” devreye girmesini beklemiştir.

Ama görünen o ki ABD’de artık “devlet aklı” etkin değil. Vatanı “kupon arazi” olarak algılayan bir tüccar başkana hukuku anlatabilecek kurumlar susturulmuş.

****

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’ın ‘Gazze’ planının konuşulmaya değer bir yanı olmadığını söyledi. Bunun abesle iştigal olduğunu belirten Erdoğan, “Gazzelileri binlerce yıllık ezeli ve ebedi vatanlarından çıkarmaya kimsenin gücü yetmez. Gazzesi, Batı Şeria’sı, Doğu Kudüs’üyle Filistin, Filistinlilerindir” dedi.

Oysaki bir gün önce yandaş kalem Ahmet Hakan ilginç bir yazı yazmıştı:

“Sayın Cumhurbaşkanı, Trump’a hak ettiği cevabı vermeyin. Sizin Gazze’ye yapabileceğiniz en büyük iyilik, Trump’a esaslı bir cevap vermekten geçmiyor. Sizin Gazze’ye yapabileceğiniz en büyük iyilik, Trump’la kuracağınız diyalogdan geçiyor” diye Cumhurbaşkanına adeta akıl vermişti. Yandaş yazarların Reis konuşmadan böyle yazılar yazması kendilerine sıkıntı yaratıyor. Ahmet Hakan şimdi ne yazacak merak ediyorum.

Bence bu aşamada gazetecilerin şu soruyu sorması daha iyi olurdu:

Sayın Cumhurbaşkanı, Trump ile konuştuğunuzda, ABD Başkanı aynı fikrini tekrarlarsa ve arkasından “siz nasıl olsa 10 milyon sığınmacıyı ülkenize aldınız. Onlar zaten sizin kardeşiniz. 2 milyoncuk Gazzeliyi de alsanız iyi olur. Ben de size her yıl biraz dolar veririm. Gazze’nin imarında sizin müteahhitlerinize de biraz iş çıkartırım” derse ne dersiniz?

Geri  Kalış  Sebep  ve  Çareleri

     Geçmiş asırlarda Müslümanlar zengin, Batılılar fakir idiler. Zamanımızda ise durum tersine. Onlar zengin olurken, bizler fakir düştük! Neden?

     “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm: 39) âyetinden ve “Çalışan, Allah’ın sevdiği bir kuldur.” Hadisinden hareketle edinilen çalışma meyil, şevk ve arzusu; bazı telkinler ile, kimi câhil şeyhler ve dini yanlış yorumlayan bazı sözde bilginlerin telkinleriyle; o çalışma meyli kırıldı. Çalışma şevki söndü. Bu tenbellik yüzünden ise fakirleştik.

     Oysa, “İ’lâ-yı Kelimetullah (Allah’ın dinini yüceltmek ve yaymak) şu zamanda maddeten terakkiye (maddî ilerlemeye) mütevakkıf  (bağlı) olduğunu bilmeyen” bazı câhil idareciler, âlimler ve şeyhler; o meyelânı kırıp, o şevki söndürdüler.

     “Maddeten terakki” ifadesinden; devletin savunma, tarım, ticaret ve san’at alanlarında ilerleyip devleti geliştirmeyi amaç edinmesi gerektiğini anlayamadılar.  

     “Dünya, âhiretin tarlasıdır.” Hadisini tek taraflı yorumlayarak; o meyil ve şevki söndürdüler!

     Halbuki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmak gerektiğini, geri plânda bıraktılar! Geri kalışın en büyük hatâsını işlediler!

     Evet, kurûn-i vustâ (ortaçağ) ve kurûn-i uhrânın (sonraki asırların) ilcâât ve icaplarını birbirinden ayıramayan bazı câhil idareciler, âlimler ve şeyhler; çalışıp, ilerleme ve gelişme arzu, istek ve meyillerini söndürdüler!                                                                                                                        

     Yanlış anlaşılan hususlar da, geri kalışımızın faktörlerinden bazılarıdır.

     Nitekim:

     Az çalıştığı hâlde, çalıştığına kanaat etmek yanlış.

     Gereken çalışmayı yaptıktan sonra, elde ettiğine kanaat etmek doğru bir davranış.

     Sebepleri yerine getirmeden müspet bir netice beklemek yanlış. Yersiz bir tevekkül.

     Sebeplere teşebbüs ettikten sonra, sonucu Allah’tan beklemek ve sonuca razı olmak lâzım.

     “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı (sırasında doğru yolu gösterici) olandır.” Hadisini şiar edinmek asıl olmalı.

     Çünkü Müslüman; gördüğü bir kötülüğe, yanlış bir davranışa; ya eliyle, ya diliyle, ya da kalben / içten karşı çıkmalı; hiç olmazsa o menfi harekete; bu şekilde olsun direnmeli.

     Velhâsıl, her zamanın bir hükmü var.

     Her şeyden evvel bize lâzım olan şey; doğruluk. Bunun kaynağının ise, Kur’an ve Sünnet olduğunu bilmek.

     Dahası, yalan söylememek; doğruyu söyleyemiyorsak, hiç olmazsa, yalan da söylememek.

     Ayrıca, sdk yani, ihlâs / içtenlik, sadâkat, sebât ve tesânüd / dayanışma dairesinde kalmamız şart.

     Çünkü, küfür yalandır. İman sıdktır. Zira, hayatımızın bekası / devamı imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.      

     Kaldı ki, tenbelcesine tevekkülden sakınmalı!

     İşi birbirimize havâle etmemeli. Kısaca:

     Vicdanın ziyası (ışığı);

     Ulûm-i diniye (tefsir, hadis, fıkıh ve alet ilimleri)dir.

     Aklın nûru (ışık kaynağı),

     Fünûn-i medeniye (müspet ilimler)dir.

     İkisinin imtizâcı (din ve müspet fenlerin birlikte okutulması)yla,

     Hakikat tecellî eder (kendini gösterir).

     O iki cenâh (kanat) ile,

     Talebenin himmeti pervaz eder (uçar).

     İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakitte;

     Birincisinde taassup,

     İkincisinde;

     Hile, şüphe tevellüd eder (doğar).     

Gazze’yi Sayfiye Yapmak

Trump, Gazze halkını – tabii hayatta kalanları—sürüp Filistin’i Amerikan sayfiye yeri yapacakmış. Filistinli Araplar başka Arap ülkelerine gidecekmiş. Onlar almazsa belki biz alırız. Yine Ensar oluruz, çok şerefli bir iştir. Hele ABD buna karşılık bize biraz para da verirse keyfimize diyecek olmaz. Hain muhalefet “Dur, ne yapıyorsun!” falan derse ki haindirler derler, onları da “Halkın bir kısmını diğer bir kısmana karşı…” diye yakalayıp içeri atarız.

Emperyalist böyledir. Amerika nire, Filistin nire ama büyük başın derdi de cihanşümul oluyor. Bakınız bir vuruşta Filistin meselesini hallediyor, İsrail’in güvenliğini kalıcı şekilde sağlıyor, bonus olarak da Trump İnşaat’a koskoca sahil boyunca sayfiye yapıp belki de işletme ihalesi alıyor. Buna bir de o yüzlerce kilometrelik sahilin hediye ettiği, doğal gaz dolu münhasır ekonomik bölgeyi ekleyin.

Çünkü gücü yetiyor

Yapar mı? Yapmaya gücü yeterse yapar. Niçin yapıyor diye sormayın. Cevabı basittir: Çıkarına uygun. Fakat asıl sebep: Çünkü yapmaya gücü yetiyor. Arap ülkelerinden pek bir itiraz duydunuz mu? Peki bizden? Sebep? Çünkü itiraza güçleri yetmiyor. Düşünün, adam Milletler Arası Ceza Mahkemesi’nin kararına aldırmadığı gibi bir de o mahkemenin hâkimlerine yaptırım uyguluyor. Niçin? Çünkü gücü yetiyor. Mahkeme kararlarını uygulamayan, beğenilmeyen kararı veren hâkimlerin sürüldüğü başka ülkeler, başka örnekler hatırlıyor musunuz?

Gücü gücü yetene mi? Evet öyle. Bunun karşısında tek engel vicdandır. Ama anlaşılan vicdanın kapsama alanı pek geniş değil.

Kapsama alanı demişken… Stephen Covey’in, Etkili İnsanın Yedi Alışkanlığı kitabındaydı yanılmıyorsam, yazar, her insan için iki cins çember düşününüz, diyordu. Kendisine etki edenlerin çemberleri… Etki edenlerin menzili de diyebilirsiniz. Diğeri de kendi etki alanı. Kendisinin etki menzili, kendisinin etki çemberi. İşte kendi etki alanı, kendisini etkileyenlerinkinden daha geniş olan insan etkili insandır. Covey’in etki çemberlerini ülkeler için de çizebiliriz. Öyle anlaşılıyor ki ABD’nin etki alanı yerkürenin öbür ucuna, kendi antipoduna kadar uzanıyor. Arap Yarımadası, İsrail, Filistin şüphesiz Trump’ın menzili içinde. Onun ardından “Ben de, ben de…” diye koşuşturan ve kendini hâlâ Napolyon dönemindeki zanneden Fransa var. O Fransa ki İngiltere ile birlikte, daha 1916’da Irak’ı, Suriye’yi ve Levant’ı nasıl paylaşacaklarının planını, Sykes-Picot anlaşmasını yapmıştı. Buralar ne zaman karışacak olsa Fransa’nın hemen boy göstermesi ondandır. Fransa’nın da etki alanı, hiç olmazsa kendi kafasında, epey geniş. Bir zamanlar Güneydoğu Asya’ya, Vietnam’a falan uzanırdı. Şimdilik Akdeniz’le sınırlı görünüyor ama fırsat buldukça Ermenistan’a, Azerbaycan’a da güç yetirme gayretinde.

Filistin boşmuş!

Peki bizim etki alanımız ne kadar? Bir de menzili bize ulaşan, bizi hedefe koyanlara karşı direnme gücümüz, onları caydırma gücümüz ne kadar? Bu sorulara cevap verebilirseniz bir uluslararası ilişkiler doktorası yapmış gibi olursunuz. Dolayısıyla bu bir yazıya da birçok yazıya da sığmaz. Bir örnek verip geçeyim: İngiltere bizden Kıbrıs’ı istedi. İngiltere’ye borcumuz vardı, ekonomimiz güçlü değildi ve müttefikimizdi. İtiraz edemedik. Verdik. “Tahtı şâhânem baki kalmak kaydıyla.” gibi bir not da koymuşuz verirken. İngiltere de “emriniz olur” demiş zâhir!

Demek ekonomin güçlü olacak. Yumuşak gücün olacak, askerî gücün olacak… Yoksa sen etkileyemezsin ama onlar seni etkiler. Gerisi hikâyedir.

Batı kendini yeterince güçlü hissettiğinde “bu kadar da olmaz ki!” denilecek şeyleri yapıvermekte beis görmüyor. Hatırlayın, Filistin’i İsrail’e verirken şu barışçı ve tatlı gerekçeyi söylemekten geri durmadılar: “Halksız bir ülkeye, ülkesiz bir halk.” Filistin’e baktıklarında orada yaşayan insan göremiyorlardı. Ya onlar mı? Onlar Arap canım. Tıpkı Amerika kıtasının on milyonlarca (Sadece Kuzey 25 milyondu galiba) yerlisinin de yok sayılması gibi.

Yargılanmamış savaş suçluları

Gücünüz yetiyorsa dünyanın dilediğiniz bölgelerinin kadastrosunu, imarını dilediğiniz gibi yapma hakkına sahipsiniz. Ülkelerin sınırlarını – kendinizinkiler hariç tabii – makul boya getirmek de hem yetkiniz hem görevinizdir. Filistin’de insan yaşamaz. Orta Doğu yeniden tasarlanır. Genişletilmiş Orta Doğu Projesi çizilir; Grönland, Kanada, Panama Kanalı ABD’ye bağlanır; Gazze’ye Grand Hotel Trump inşa olunur.

Türkiye, Birinci Dünya Harbi’nin galiplerinin bu vehimlerine karşı duran ender ülkelerden biridir. İstiklalimizi koruduk ama pahalıya patladı.

Konuyu, merhum Prof. Dr. Stanford Shaw’un, hâlâ Türkçeye çevrilmeyen, İmparatorluktan Cumhuriyete adlı dev eserinin ikinci cildinin başındaki şu hükümle kapatayım:

“Güçlüler, derin hikmetleriyle, harp sonrası dünyasında kimin nereyi ve kimleri yöneteceğinin son tayin mercii makamına otururken ve bu işi adalete değil peşin hükümlerine dayandırırken gerçekte kendilerini yirminci asrın kovuşturulmamış savaş suçlusu konumunda bıraktılar.”