4.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Kasım 10, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 37

Anneler

“Anneleri bir gün değil, her gün anmak dileklerimle….”

 “Bana okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız, söyleyeyim: Annemdir.”

“Anne; aile, yuva, birlik olma, paylaşma, mutluluk devşirme” anlamlarına gelmektedir. Annenin var olduğu evde zenginlik ve şatafat özlemi çekilmez. Çünkü anne; zenginlik, huzur, dayanışma, hayata tutunma, yaşama sevinci ve mutluluğun ta kendisidir.

Annenin var olmasının huzuru, tadı, konforu ve ayrıcalığı her an hissedilmektedir. Senede bir gün değil, her gün, hatırlayıp bu kıymetin hakkını vermeliyiz. Çünkü annesiz mekânlar ve yürekler haraptır, kuraktır, hüzünlüdür, adeta bir enkazdır.

Annelere karşı hissettiğimiz ilgi, sevgi, ihtimam, saygı ve değer verme gibi güzel duygularımızı, Mayıs ayında “sadece bir gün” hatırlamak, mutluluğumuzu ertelemek, huzurumuzu yeterince tadamamak anlamına gelmez mi?

Sevgi, yüreklerde çağlayan, sevilenleri kuşatan yüce bir nehirdir. O ferman dinlemez. Hissedilen yoğun duyguları istesek de erteleyemeyiz. Öyleyse sevdiklerimizi koşulsuz, beklentisiz ve kesintisiz hiç ertelemeden, her an bağrımıza basmayı bilmeliyiz.

Anne, var olmamızın şifresidir. Benliğimiz, irademiz, hayata tutunmamız, O’nun sayesindedir. Yüzümüzdeki tebessüm O, gönlümüzde yeşerttiğimiz en nadide çiçek O’dur.

Dünya kurulduğundan bu yana her sorunun, her engelin çözücüsü, dikenli tarlaların goncası, susuz çöllerin vahası, becerikli ellerin mahareti, başarılı erkeklerin mimarı ve tamamlayıcısı olmuştur.

Annenin ruhu, has ipeklerden daha şeffaf, en nadide tüllerden daha incedir. Toplumda en çok ihtimam gösterilmesi, değer verilmesi, baş üstünde tutulması gereken kadındır. O’na sarf edilen sözlerin, zarafetsiz, kaba ve uluorta söyleniş biçimi O’nu derinden yaralar.

Muhataplarının O’na hitap ederken “kırmamak ve üzmemek adına” çok ihtimam etmesi, dikkatli ve titiz davranması gerekir. Söylenen en kibar sözcüklerin bile tekrar tekrar akıl ve gönül süzgecinden geçirilmesi gerekir.

 Çünkü kıymetlidir, çünkü hassas ve narindir. Çünkü kristaldir. O yüzden kadına en değerli,  en nazik en müstesna söylemlerin, yine en uygun jestlerle, saygı ve sevgi çerçevesi içinde  ifade edilmesi elzemdir.

Aklımıza gelebilen en nadide hitapları  saysak da, anne sözcüğünün içerdiği ve taşıdığı önemi yine de anlatmamız yeterli değildir. Çünkü bir anne, bunlardan çok daha fazla güzelliklere, bulunmaz eşsiz hazinelere maliktir. Annelik, erişilmesi, anlaşılması ve anlatılması çok zor, fakat en zevkli, nadide bir sanattır.

Kadın her olumlu şeyin en iyisine, en güzeline, en seçilmişine layıktır. Böyle düşünmek, bir kadın için kesinlikle ayrıcalık değil, ihmal edilmemesi gereken bir vazife, vicdanlar için borçtur.

Bazen anne demek, “kıymeti bilinmeyen ortamlarda”; hüzün, çile, keder, meşakkat, heder olma, kendini feda etmenin adıdır. İtilip kakılmanın, hakaretin, aşağılanmanın, değersizleştirilmenin, küçük düşürülmenin, özgürlüğünün ipotek altına alınmasının, şiddetin, bazen de canını vermenin adıdır.

Bir ağacın kesilmesine, kıyıya vuran ölü balıklara, koparılan çiçeklere ağlayan, haklı ve cesurca haykıran bizler, kadınlarımıza neden gereken ihtimamı gösteremiyoruz? İşte insanlık duygularımızın sınavı, burada yatmaktadır.

Kadınlarımız, dolayısıyla annelerimiz hak ettikleri ilgi ve ihtimamı doya doya yaşadığı, gözlerinin içi gülerek mutluluğa doyduğu gün, topluma gerçek huzur o zaman gelecektir. Bu da O’nu yeterince anlamaktan, anlayabilmekten geçmektedir sanırım. Çünkü O var oluşumuzun şifresi, eşsiz bir kıymet ve bir hazinedir.

Kadın, erkekler için bir aksesuar değildir. Eğlenilecek eşya, iş gördürülecek makine veya çocuk üreticisi hiç değildir. O’nu böyle görmek, bir maharet, erkeklik semeresi, güç gösterisi asla olamaz. Böyle bir hak veya ayrıcalık, hiç kimseye verilemez.

O, toplumun ve erkeğin; tamamlayıcısı, ekmeği, suyu, evi, canı, cananı, en sevgilisi, gözünün nuru, kalbinin sevinç kaynağı, yaşama sevinci, dostu, sırdaşı, biricik arkadaşı, ömrü, evinin direği, başının tacı, tesellisi, en kıymetlisidir. Kızı, kardeşi, eşi, anası ve var oluş sebebidir.

O’nsuz bir hayat yavan ve anlamsızdır. Çünkü hayat O’nunla anlamlıdır, O’nunla tatlıdır, Onunla güzeldir. Yer küresinin değer kazanması, kıymetli olması da kadının sayesindedir.

Metafizik boyutumuzun içinde de O vardır. Ruhumuzun huzur bulması, sevinçlerimiz, mutluluğumuz, değer yargılarımız, moral değerlerimiz vb. hep kadının bize sunduğu manevi kıymetlerdir.

Çocuklarına daha güzel bir dünya kurma adına hayatını feda etmenin adıdır anne. Temizliğe gitmek, gündelikli en zor koşullarda çalışmak, sokaklardan çöp toplamak da annenin yaşam biçimidir bazen. Çünkü O yemez yedirir, giymez giydirir.

Anne alın teriyle, onurluca, dürüst ve helalden kazanıyorsa, çalıştığı işin utanılacak hiçbir yönü yoktur, olamaz da. Hatta bu özveriden gurur duyulmalıdır.

Her makam ve meslek sahibi, annesi sayesinde bir yerlere gelmiştir. Anne, milleti oluşturan her ferdin mihenk taşıdır. Yeri geldiğinde işçidir, askerdir, polistir, hemşiredir, doktordur, mühendistir, öğretmendir.

Bu makamlarda bulunanların da annesidir. Yani anne “ itibar, makam, şöhret, vakar, onur, haysiyet ve şeref demektir. Bu yüzdendir kıymeti, bu yüzdendir ayağının altının öpülmeye layık görülmesi.

Bir ülkenin felakete gitmesinin, ya da yükselmesinin sebebi yine annedir. Çünkü anne geleceği inşa edecek olan biricik çocuklarımızın yetiştiricisi, hayata hazırlayıcısı ve mimarıdır.

Mukaddes dinimizin emirleri, köklü saygın ve değerli bir millet olarak; geleneklerimiz, göreneklerimiz, onurlu bir insan olarak taşıdığımız; merhamet, değer verme, sevgi, hürmet vb. gibi hasletlerimiz, görgü kurallarımız; “anneye gerekli saygıyı, değer vermeyi, sevmeyi, kırıp incitmemeyi emretmektedir.”

Cennet O’nun sayesinde çok yakınımızda, ayaklarının altındadır. Bu ayakları laikiyle öpebilenlere ne mutlu.

Dualarında, umudumuz, başarılarımız, sağlığımız, mutluluğumuz, huzurumuz, kurtuluşumuz vardır. Bunları idrak eden kalplere, gönlüne yerleştirmiş yüreklere ne kadar gıpta edilse azdır…

Vakarlı, özverili, merhamet timsali, sevgi çağlayanı, ömrümüzde açan eşsiz çiçeklerimiz. Nefesimiz, suyumuz, yüreklerimizin huzuru, hanelerimizin mutluluk kaynağı, ecemiz, gündüzümüz ve gecemiz.

Kadınlarımız, pırlantalarımız… Kızımız, eşimiz, anamız, bacımız… O’nlar bizim baş tacımız… Her gününüz mutlu, huzurlu, sağlıklı ve esen geçsin… Ruhunuz ve kalbiniz hiç incinmesin dileklerimle…

Sevgiyle kalın…

Anneler Gününüz Kutlu Olsun

Başta cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün anneleri Zübeyde Hanım olmak üzere, bütün şehit annelerinin ve annelerimizin, anne adaylarının Anneler Günü kutlu olsun.

Kocaeli Aydınlar Ocağı

“Amerika’yı Geri Al!”

Amerika seyahatimden döndüm. Jet-lag dedikleri saat farkı sersemliği beni fena hâlde çarptı. O sersemlikten midir, kendi öz bağımsız sersemliğimden midir ne, geldiğimin ertesi günü de sokakta bir güzel düştüm. Neyse fazla bir hasar yok. El parmaklarımın yaprak sarmasına benzer görünümde şişmesinin dışında. Bu sadme sayesinde belki ABD hakkında yazdıklarımı eksik bıraktığımı hatırladım.

Öyle ya, dünya Trump’tır, gümrük vergisidir diye hop oturup hop kalkarken benim Amerika hatıralarımın ‘insanlar tanışmasalar da birbirine gülümseyip selamlaşıyor’ ve ‘trafikte çok disiplinli ve saygılılar’dan ibaret olması hayatın olağan akışına uygun değil.

Önce Trump’tan başlayayım. Trump’ın bir maddi belirtileri var, bir de insanların Trump hakkındaki fikirleri.

Benim kamuoyum

Trump belirtilerinden en göze çarpanı, bazı bahçelerin yola yakın kısımlarına çakılmış TRUMP tabelaları. Bunlar seçim kampanyasından kalmaymış ve seçime gidilirken sayıları epey fazlaymış. Bir de bazı arabaların üstünde Trump sloganı taşıyan bayraklar gördüm. Slogan, “Take America back!”. Tercümesi, “Amerika’yı geri al!”. Hani “istirdat” anlamına. Amerika kime gitmiş de kimden geri alınıyor, bilemiyorum. Kaçın kurasıyız; hemen komitacılığımı kuşanıp fotoğrafını da çektim, bu yazıya ekliyorum, göreceksiniz.

İnsanlar Trump’a kızgın. ABD’nin düzenini, ta derinlerdeki temel değerleri sarsacak derecede bozduğunu düşünüyorlar. Musk’a verilen ve laubali sayılan yetkilere de kızıyorlar. Harvard gibi dünyanın en üst sıralardaki üniversitesinin, Filistin taraftarlığı yapıyor gerekçesiyle fonlarını kesmesi, vergi muafiyetini kaldırma tehdidi… Bütün bunlar büyük öfke doğuruyor. Yalnız, ben anket yapmadım, kamuoyu yoklaması menzilimin dışında. Sadece dostlarımla konuştum. Benim entelektüel dostlarım da muhtemelen ABD’nin çoğunluğunun tutumunu yansıtacak bir örnekleme değil. Öyle olsaydı Trump iktidara gelebilir miydi? Hem de çok güçlü şekilde gelmiş. ABD’nin kırmızı ve mavi eyaletleri var. Kırmızılar Cumhuriyetçi, maviler Demokrat. Bir de “sallanan” denilen mor eyaletler var. Bunlar bazen Cumhuriyetçilere bazan Demokratlara gidiyor. Trump kendi partisinin eyaletlerinde, kırmızılarda kazanmış. Bu beklenen bir şey ama morların tamamını da almış. Bu, seçmen desteğinin kuvvetini gösteriyor.

Ancak telaşlanan Amerikan entelektüeli ile bizimki arasında bir fark var. Temel mekanizmanın aynı kalacağından, adalet sisteminin sapma teşebbüslerini önleyeceğinden kimsenin şüphesi yok. Hele anayasanın değişmesi falan akla gelecek şeyler değil. Amerika da başkanlık sistemiyle yönetiliyor ama başkan tek başına elçi bile tayin edemiyor. Kontroller ve dengelemeler diyorlar- “checks and balances”.

Din ve aile

Anlatmadıklarım arasında Amerikanların dinle ilişkisi var. Hemen hükmümü söyleyeyim: Çok dindarları da vardır ama gözlediğim ortalama sofu değil. Dinle ilişkileri sevecen ve samimi. Paskalya Pazarında oradaydım. Haydi kiliseye gidelim dendi ve gittik. Metodist, yani Protestanlığın bir koluna ait bir kiliseydi.

ABD’de kilise bir aile kurumu. Anne, baba, çocuklar, varsa nine ve dedeler, hepsi ya birlikte gidiyor yahut orada buluşuyor. Kapıda “Hoş geldiniz, ne iyi ettiniz de geldiniz.” diyen bir görevli var. İçeriden bir müzik sesi… Kilisenin papazının gitarla yönettiği bir orkestra çalıyor. İlahilere hâzirunun tamamı eşlik ediyor. O gün papaz, günün mana ve önemini anlatan bir konuşma yaptı. Hz. İsa’nın Lazarus’u diriltmesi üstüne. Paskalya basü badel mevtin kutlanması zaten, ölümden sonra dirilişin. Sonra okul öncesi ve ilkokul çağında çocuklar sahne aldı. Papaz onlarla sohbet etti. Sorular sordu. Gürültülü bir sınıf gibiydi. Heyecanla parmak kaldırıp söz alıp konuşuyorlardı.

Sonra çıkışta papaz kapıda uğurluyor. Yine “Ne iyi ettiniz de geldiniz.” ve “Yine gelin, olur mu.”

Din ve milliyet

Paskalya evlerde, sokaklarda da küçük çocuklar vasıtasıyla devam ediyor. Bir zamanların İstanbul’unda, İzmir’inde de gördüğümüz eğlenceler: Boyanmış yumurtalar, saklı hediyelerin aranıp bulunması.

ABD’de kilisenin göze çarpan bir özelliği kiliseyle milliyetçiliğin sıkı beraberliği. Kaldığım üç hafta zarfında gördüğüm, bol bayraktı. Evlerin girişinde bayrak, bahçelere dikilmiş bayrak… Ama kiliselerin önünde mutlaka bir bayrak direği ve kocaman bir bayrak. Hristiyanlık ve Amerikanlık iç içe.

Milliyetçiliği ırkçılık zanneden, öyle olduğu propagandası yapanlar anlamaz. Amerikan milleti, şu dünya konjonktüründe en güçlü millet- Çin yakında ona yetişmezse-. Ve Amerikancılık, ABD’de son derece güçlü. Bizzat gözleme imkânını bulduğum son 60 yılda da gittikçe arttı.

Genel Kurula Çağrı

Derneğimizin olağan/olağanüstü genel kurul toplantısı 24/05/2025 tarihinde saat 14:00’de Şefik Postalcıoğlu Kültür Merkezi’nde, çoğunluk sağlanamadığı taktirde ise 31/05/2025 tarihinde aynı yer ve saatte yapılacaktır. Genel kurul gündem maddeleri aşağıya çıkarılmıştır.

Dernek üyelerine duyurulur. 09/05/2025

GÜNDEM

  • Yoklama-Açılış
  • Divan Oluşumu
  • Yönetim Kurulu ve Denetim Kurulu Raporlarının Okunması
  • Organların Seçimi
  • Dilek ve temenniler
  • Kapanış

Kocaeli Aydınlar Ocağı Yönetim Kurulu

Çevresel Sorunlar ve Ruh Kirlenmesi

Çevre sorunları, bir üretim ya da tüketim faaliyeti sonucunda sosyal ve özel çevredeki olumsuz etkilerdir. Daha geniş bir deyişle, evreni, tabiatı ve insanı maliyeti sıfır olan bir öz kaynak gibi görüp, onlardan sonuna kadar faydalanmayı tek amaç haline getirmiş ekonomimizin önlenemez sonucudur.
Havanın Pazar mekanizması içinde oluşmuş bir fiyatı olmadığından, iktisadi değeri de yok sayılıyor. Oysa önümüzdeki yıllarda havanın da maden cevheri gibi saflığı önem kazanacaktır. Ayrıca hava hayatın devam etmesinde vazgeçilemez bir yere sahiptir. Çünkü havasız hiçbir canlı hayatını sürdüremez; tüketimin her yıl belirli bir oranda artmasının sonucu, çevre kirlenmesine yol açan artıklar da hızla çoğalmaktadır.
Çevre kirlenmesi adı altında toplayabileceğimiz su, hava ve toprak kirlenmesini bir aysbergin deniz altında kalan görünmeyen kısmı ise, ruh kirlenmesidir. Çevre kirlenmesi, ruh kirlenmesinin su, hava ve toprak üzerindeki yansımasıdır. Gerçek kirlenme suyun altında görünmeyen ruh kirlenmesidir. Ruh Kirlenmesi, çevre kirlenmesi gibi somut biçimde algılanmadığı için, toplum ve kişiler ruh kirlenmesinin farkında değil. Oysa ruh kirlenmesi çevre kirlenmesinden çok daha tehlikelidir. Çevre kirlenmesi tabiatı tahrip ederken, ruh kirlenmesi insanı yok etmektedir. İnsanların bu yıkımın farkına varmaları uzun zaman alacaktır. Ruh kirlenmesi en yoğun bir biçimde, çağımız insanının değerlerinde kendini gösteriyor.
Günümüzde öyle bir insan tipi ortaya çıktı ki, bu insan elle tutamadığı, gözle göremediği değerlere hiç ilgi göstermiyor. Ayrıca bu insanın elle tutulur nesneleri ele geçirmek için giriştiği yarışta; ölçüsü ölçüsüzlük, ahlakı ahlaksızlık, değeri değersizlik, erdemi erdemsizliktir. Söz konusu insanın tutum ve davranışlarını belirleyen tek öğe: Ekonomik çıkar sağlamak ve ele geçirilen ekonomik zenginliği büyütmek. Onun için çevre ve insanı hiçbir sorumluluk duygusu taşımadan acımasızca tahrip etmektedir.


  • Kuraklıklar nedeniyle yaşanamaz hale gelen Türk’ün Anayurdu Orta Asya’dan başlayan göç dalgaları, bugün Türk milletinin sığındığı son liman olan Anadolu topraklarıdır. Ne var ki, Türk’ün son kalesi Anadolu, Orta Asya steplerinde olduğu gibi ‘ çöl haline gelme’ tehdidi ile karşı karşıyadır. Yaşadığı tarihi tecrübeler sonucu kâinattaki ahenk ve dengeyi korumakla görevli olması gereken Türk milleti ise çevreye karşı o ‘yaşadığı tarihi duyarlılığını’ neredeyse kaybetmiş haldedir. Dünya yıllardan beri ‘küresel ısınma felaketine’ karşı tedbir almak ile uğraşıyor. Türk milletini yönetenler ise başlarını gömdükleri kumların üzerinde oluşan ‘seraplar’ ile meşgul oluyor.
    Devlet adabı ve yönetiminden, içinde bulunduğu Türk Tarihi ve kültüründen habersiz, her şeye ticari kafa ile bakmanın vahim sonuçlarından biri de yapılaşma ve bayındırlık adı altında ülkenin ekolojik dengelerini bozmaktır.
    *
    ‘Gönül’ bahçelerimizin hassas noktalarında filiz veren bir ‘gonca gül’ gibidir vatan. Birileri ‘canını’ ortaya koyar onun uğruna; ‘maniler’, ‘türküler’ üretir, ‘şiirler’’, ‘destanlar’ yazar ardından;’ incinir’ korkusu ile ‘dokunmaya’ dahi kıyamaz gönül insanları.
    Ama ‘içinde bulunduğu tarih ve kültürden mahrum, her şeye ticari zihniyetle bakan birileri’ gelir, doymak bilmeyen egolarıyla bozgunculuk peşinde koşarlar. Ülkenin gelir kaynaklarını ele geçirmek için kan akıtan yozlaşmış bu yaratıklar, hem doğayı alabildiğine tahrip ederler, onu doyumsuzca tuttuğu gibi ta ‘kökünden’ koparmaya çalışırlar.
    Evet, bu aymazlık devam ederse, bir zamanlar dörtnala koşan atlarımızla ‘Asya steplerini’ terk edip, ‘dört iklimin’ aynı anda bir arada yaşandığı ‘Anadolu sığınağını’ çölleştirmiş olabiliriz.

  • Gerçek o ki, aslında tahrip edilen yalnızca tabiat değil, tabiatla beraber ruhtur. Dünyada ruh kirlenmesinin önüne geçmeden, çevre kirlenmesinin önünü almak mümkün değildir. Bütün insanlığın büyük bir ruh temizliğine ihtiyacı vardır. Ruhlar seküler kültürün değerleriyle değil kutsal kültürün değerleriyle temizlenir.
    Zira kâinattaki ahenk ve dengeyi korumakla görevli insan, ne yazık ki bu görevini yerine getirme şuurundan mahrum olduğunda, kâinatın dengesini bozacak yanlış faaliyetlere girerek kendi hüsranlı sonunu da 0hazırlamış olacaktır.

Düşün Damlaları  (1)

     Bâzıları “Aklım var!” diyerek -genel kültür sınırları dışında- hemen her konuda haddini aşarak, bilir bilmez konuşmaktan, fikir yürütmektan -tâbir câizse- akıl vermekten kendilerini alamıyorlar!

     Bunu yaparken “Akıl, akıl olmalı.” gerçeğini hiç akletmiyorlar! Yani ancak, eğitim gördükleri  sâhada, akıllarını da kullanarak fikir beyân edebileceklerini hiç düşünmüyorlar! Meselâ, hiç fizik tahsîli / eğitimi görmemiş biri; “Aklım var.” diyerek fizik konusunda konuşmaya kalkışmalı mı?

     İlk okula, orta okula, liseye ve üniversitelere niçin gidiyoruz? Aklımız var diye gitmesek olmaz mı? Tabii ki olmaz. Çünkü, zaten gidişimiz aklımız olduğu için değil mi? Var olan aklımızı, seçtiğimiz bir sâhada söz sahibi yapmak için değil mi? Zâten okullar; aklımız sayesinde istediğimiz alanda bilgi edinmek için var değiller mi?

     Aklımız ham madde gibidir. Seçtiğimiz eğitim yoluyla onu yoğurur, hâlden hâle sokar, istenilen kıvama getirerek; istediğimiz meslek için, çalışma imkânını elde etmiş oluruz.

     Aklı olmayan okuyamaz. Okumayan akıl sahibinin aklı da, potansiyel olarak bir kenara konmuş sayılır! Üstelik, sâhibinin hayâtta; alt seviyelerde kalmasına sebebiyet verir! Böylece, o kimse hayâtını düşük seviyelerde geçirmek zorunda kalır! 

     X

     Bâzıları, her konuşmasında, hep başkalarını tenkîde tâbi tutuyor! Her husûsta, her kusûru hep başkalarında buluyor; kendi mes’ûliyet ve sorumluluklarını aklına bile getirmiyor!

     Oysa, Hz. Peygamber’e insanlara yol gösterme görevi verildiği zaman; ortam çok bozuktu. Ahlâksızlık, sahtekârlık, çalıp çırpmak, yalan dolan ve kız çocuklarını doğar doğmaz öldürmeler gibi, sayısız insanî olmayan davranışlar, çok olağan şeylerdendi!

     Bunlar gibi daha nice fecî, vahîm, korkulu hareket ve durumlar karşısında, Hz. Muhammed onlara karşı: “Ne biçim insanlarsınız? Yaptıklarınızdan utanmıyor musunuz? Yazıklar olsun size! Allah sizleri kahretsin! Sizlerden hayır gelmez! Ne hâliniz varsa görün!” anlamına gelebilecek aşağılayıcı, onları yerden yere vurucu ağır sözlerden kaçındı! Kısaca onlara:

     NE  OLDUKLARINI  SÖYLEMEDİ.

     NASIL  OLMALARI  GEREKTİĞİNİ  SÖYLEDİ.

     Onları aşağılamadı. Onları küçümsemedi. Onları hor görmedi. Onlara karanlıklardan bahsetmeden, onlara ışık tuttu. Doğru yolu gösterdi. Çünkü biliyordu ki:

     Bâtıl / yanlış ve sapık fikirleri iyice tasvir etmek / iyice anlatmak, nazara vermek; saf zihinleri idlâldir / dalâlete atmak, yanlış yollara sevketmek; onların zihinlerini bozmaktır!

X

     Okumak; sadece kitap okumak değildir. Kâinatın her bir parçası, kâinat / evren kitabının küçük büyük kitaplarının; sayfaları, kelimeleri ve harfleri hükmündedir. Fakat kâinat kitabını okurken; eserden ustaya, fiilden fâile, yapılandan yapana geçmiyor, nakışta nakkaşı görmüyorsak; o, okuma değil, kuru bir bakış, câhilce bir oluş, ilim karşısında menfî bir duruştur. Çünkü kâinat bir okul, bizler birer öğrenci, nebîler birer öğretmen. Zâten bu kâinatta ya öğrenici, ya öğretici, ya da dinleyici olmalı.

     Hiçbiri olmayan için, yok oluş mukadder.

     Olmaz bundan büyük keder.

     Öyleyse, “Ne derler?” i bırak.

     İlim yoluna girmeye bak.

     Aldırma artık diyene.

     Yanlış karar verene.

     El ele ver ilimle arkadaş.

     Kalmasın içinde bir telâş,

     Engelleri durma aş.

     Düşse de başına taş!

     Aldırma! Bu bir savaş.

“Bölündük Biz…”

“Geçmiş zaman olur ki, gereğini yapmazsan bugün de aynısını yaşarsın…”

Özcan Pehlivanoğlu

Yazının başlığındaki söz; Kardak Kayalıklarına Türk Bayrağını diken, Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen’e ait. Albay Türkşen; Balyoz Davsı’ndan tutuklu ve 800 günü aşkındır cezaevinde yatıyor. Balyoz Davası’ndan 16 yıl ceza alan, SAT Komandosu Albay Ali Türkşen için Poyrazköy Davası’nda da iki kez müebbet hapis cezası isteniyor.

Bölünme deyince aklımıza hemen PKK geliyor ama Albay Türkşen’in kast ettiği bölünme farklı bir şey…

Türkiye’nin ve Türklerin yaşadığı bütün sorunların temelinde, Albay Türkşen’in kast ettiği bu “bölünme” ve bu bölünmeye neden olan düşünce ve eylemler yatıyor diye düşünüyorum!

Türkşen “Kader birliği yapmak gerekirken burada bile bölündük biz…Buradan çıkınca herkes başka yerlere dağılır… Kimse kimseyi görmez bile. Hepimizi böldüler. Bu ülkede yaşayanların tek ortak noktası Türkçe konuşmak oldu… O yüzden buradakilerden kimse bir şey beklemesin” diyor.

Saygıdeğer Albayım, merak etmeyin biz zindanlarda yatanlardan dünde bir şey beklemiyorduk, bundan sonra da beklemiyoruz. Çünkü sorunun doğumunda dahli olanların sorunun çözümüne katkı sağlayacağını düşünmek ancak saflık olur.

Yine Albay Türkşen’in, Sözcü Gazetesi’nde verdiği röportaj da önemli bir tespit daha var “… Biliyormusunuz Atatürk bu ülkeye bol geldi, büyük geldi. Biz Atatürk’ü taşıyamadık”. Bu da doğrudur. Atatürk’ü sevdiğini, saydığını ve onun izinden yürüdüğünü söyleyenler, Atatürk’ü kullanarak lümpen bir hayat sürmüş ve halka tepeden bakarak adeta onunla alay etmişlerdir.

Ancak Albay Türkşen merak etmesin, onlar bölünmüş olabilir ama Türk Milleti bölünmez ve Atatürk’te Türk Milletine bol gelmemiştir. Kendi adına konuşabilir ama Türk Milletini kapsayan değerlendirmelerde bulunması doğru değildir.

Türkiye; AKP iktidarının arkasındaki zihniyete onlarca yıl süren operasyonlarla nasıl teslim edilmiştir? Bunu konuşalım…

Çünkü bu sorunun, milliyetsever ve vatansever insanlarımız tarafından çok iyi cevaplanması gerekir. Bu gün gelinen nokta da; Atatürk’ün ölümünden bu yana görev alan karar vericilerin hepsinin değişen oranlarda sorumluluğu ve suçu vardır.

Ülkeyi yönetirken yanlış tercihlerde bulunmuşlardır. Bunun ana sebebi; şuursuzluk, tarih bilmezlik ve menfaatlerin göz ardı edilememesidir.

Karar alıcılarca, vatanın sahibinin Türk Milleti olduğu gerçeği göz ardı edilmiş, ülkenin imkânları ve makamları aynı Osmanlı zamanında olduğu gibi etnik mikro ırkçılara, onları da kazanırız düşüncesi ile pay edilmiştir. Böyle yaparak hem ülkenin ve hem de kendilerinin koltuklarının korunacağını zannetmişlerdir.

Ancak memleketi Türk çocuklarına teslim edecekleri yerde, Türk Milletine gizli düşmanlık besleyenlere teslim edenlerin, şimdi sızlanmaya hiç hakları yoktur. Unutulmamalıdır ki; bu ülkenin Milli Güvenlik Kurulları (MGK)nda, Türk Milliyetçilerinin de; devlet için öncelikli tehdit olduğu konuşulmuş ve bu durum belgelere yansımıştır.

Tabii ki; kutsal bir davası olmayan, her şeyden önce koltuğunu korumak ya da bir koltuk elde etmek isteyen ve devletin imkânlarını gelecekleri için kullanmaktan çekinmeyenlerin, fikri ve zikri bir birlik içinde olmaları düşünülemez.

Onun için zindanda yatanların birlik içinde kalmaları mümkün olamazdı ve nihayetinde Albay Türkşen’in ifade ettiği gibi bölünmüşlerdir. Ancak dediğim gibi bu bölünmenin altında yatan neden, bizzat bölünenlerin kendileridir.

Bunu geçte olsa anlayanlardan biri de Albay Türkşen’dir diye düşünüyorum.

Onlar zindanda bölünmüş olabilir ama Türk Milleti asla bölünmemiştir ve bölünmeyecektir.

Türk Milletinin önünde, Atatürk’ün de önünde olduğu gibi Türk Milliyetçiliği fikri ve Türk Milliyetçileri vardır.

Birileri zaafiyete, yılgınlığa, zorluğa düşmüş olabilir ama onlar tarafından adam yerine bile konulmayan Türk Milliyetçileri; Türk Milletinin, yegâne kurtuluş ve yaşam ümididir. Ebediyen de yılgınlığa düşmeyecek ve pes etmeyeceklerdir.

Birilerine Atatürk bol gelmiş ve Atatürk’ü taşıyamamış olabilir. Ancak Atatürk, Türk Milliyetçileri’nin ölmez ve önder Başbuğudur.

Onların her biri; Atatürk olup, sadece Atatürk’ü değil Türk Milletini de ebediyen sırtlarında taşıyacaklardır…

Çünkü onlar için yaşamın sırrı; Allah’ın rızasını kazanmak için bila bedel halka hizmetten ibarettir. Yani menfaat ve makam Atatürkçüsü değildirler.

Türk Milletinin bundan sonra yapacağı tek şey, çok basittir. O da ülkesini korumak, mazlumların ve mağdurların çilesine son vermek, şehit ve gazilerin hakkını aramak, fakirin sıkıntısına derman olmak için bir yerde toplanmaktır.

Çözümümü beğenmeyenlere de eğer bir çözümünüz var ise, buyrun dinleyelim diyorum. (Hem de bunu yıllardır söylüyorum ama dinlenmiyorum… Biraz samimiyet lütfen!)

Gerçekler bir yana ama gönlümüzün ve duamızın da ülkesine hizmetten kaçınmayan Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen gibi kahramanlar da olduğunu ifade ederek nokta koyuyorum. diye 29 Nisan 2013’de yazmıştım.

Şimdi Sırrı’nın resminin sıvazlandığını görünce aklıma bunlar geldi.

Demek ki, herkes durduğu yerde duruyor sadece yıllar geçmiş!

Uyarıyorum, Türk devletine bölücülere taviz vermek bir şey kazandırmaz aksine kaybettirir. Tarih bize böyle söylüyor…

Mahzunluk  Rüzgârı 

Bakışlarıma düştü yine kırmızılık

Ve morluklarını dökmeye durdu güller

Akşama saygıda kusur etmiyor tüller

Esiyor mahzunluk rüzgârı ılık ılık

Zîra sarıdır geceye ekilen ezgi

Karanlığı bestelemekse şiire has

Ki cümle geçmişe anılar tutuyor yas

Gayri bir son müjdeliyor altıncı sezgi

Yuvarlanıp duran kartopudur yalnızlık

Upuzun bir zamandan bu sıkışık âna

Bu benim en âhir baharım anlasana

Bakışlarıma düştü yine kırmızılık

            14 Temmuz 1995 – İzmit Bahçecik